Fikret Başkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fikret Başkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2018

Robotların "Yapay Zekâsı"


Robotların "yapay zekâsı"
sizi yeryüzü cennetine taşır mı?

Fikret Başkaya

Robotlar, insanın bazı özelliklerini taklit edebilen makinalar. Robot kavramı ilk defa Çek yazar-dramaturg, Karel Capek tarafından bir bilim-kurgu oyununda [1920] kullanılıyor. Slavca rabota'dan türeme ve eski [kadim] Slavca'da angarya, serf anlamına geliyor. Yapay zeka Batı'da önemli bir ilgi, kaygı ve tartışma konusu olsa da, bizde sıra öyle şeylere pek gelmiyor. Şeytanla mücadele, kadınların nasıl giyineceği, kız çocuklarının ne zaman evleneceği... gibi önemli konulardan yapay zekaya, robotlara bir türlü sıra gelmiyor...    

Robotlar, yapay zeka aslında kapitalizmin ürettiği/kapitalizmi üreten teknolojinin ulaştığı son aşamadan başkası değil. Kapitalizm teknikçi bir üretim tarzı. Üretim, vahşi/yıkıcı bir rekabet ortamında gerçekleşiyor. Her bir kapitalist veya kapitalist işletme, rekabetçi konumunu korumak, yarışta kalabilmek, için her seferinde en ileri üretim tekniklerini kullanmak, sermayesini büyütmek zorunda. Aksi halde toplam artı-değerden yeterli payı kapamaz ve yarışın dışına itilir. Başka türlü ifade edersek, kapitalizm dahilinde teknoloji, münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindedir... İnsanlar daha az zahmetle, daha az çalışarak, daha kolay üretsinler, rahat yaşasınlar diye üretilmiyor. Kapitalist sınıfın her seferinde daha çok zenginliğe el koyması için peydahlanıyor ve kullanılıyor. Modern teknoloji harikalar yaratırken, insanlığın ve uygarlığın tehlikeli bir eşiğe gelip-dayanması, bu temelli çelişkinin/bu saçmalığın bir sonucudur...

28 Nisan 2018

Paradigmanın İflası


Paradigmanın İflası
Yordam Kitap Basımına 
Önsöz

Fikret Başkaya

Paradigmanın İflası Nisan 1991’de yayınlandı. Geride kalan dönemde köprülerin altından çok sular aktı ve nice alametler belirdi... 1991 yılında Kürt illerinde “olağanüstü hâl” yönetimi vardı. Bölge, bir “olağanüstü vali”nin insafına terk edilmişti... Şimdilerde “Misak-ı Milli”nin tamamında “olağanüstü hâl” rejimi geçerli ve üstelik, “olağanüstü hâl” olağanlaşmış, şeylerin “normal haline” gelmiş bulunuyor...
Paradigmanın İflası yayınlandığı günden beri kitapçı raflarından hiç inmedi. Kitabın mazhar olduğu bu istikrarlı ilginin nedeni, herhalde şeylerin gerçeğine dokunan bir kitap olmasıydı. Geride kalan dönemde kaç basımı yapıldığını bilmiyorum. Bugüne kadar da noktasına virgülüne dokunmadım, ne bir ek yaptım ve ne de bir önsöz yazdım. Ta ki, Yordam Kitap’ın yayın yönetmeni dostum Hayri Erdoğan, elinizdeki basım için benden bir önsöz yazmamı isteyinceye kadar...

Yolun sonu: sürdürülemezlik

O halde sadede gelebiliriz. Geride kalan dönemde iflas neden derinleşti, işler neden sarpa sardı, toplum yaşamının tüm alanlarında gösterge ışıkları neden kırmızıya döndü veya dönmekte? Neden ekonomik temel aşındı, sistem neden patinaj yapıyor? Neden tüm değerler aşındı, kültür çürüdü, etik değerler yerlerde sürünüyor? Neden “değer ölçüsü” ve “nirengi noktası” kayboldu? Neden toplum kimlikler temelinde kutuplaştı? Dinci gericilik neden toplumu ve devlet aygıtını kuşattı? Ve neden artık metalaşmamış, paralılaşmamış, özelleştirilmemiş, bir kâr aracına dönüştürülmemiş, soysuzlaşmamış bir şey kalmadı? Ekolojik yıkım neden hızını ve yoğunluğunu artırdı? Velhasıl toplumun üzerinde durduğu temel neden aşındı ve neden bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı? Bütün bu sorular, şimdilerde neden despotik bir rejimin dayatıldığının cevabını da içeriyor olmalıdır... Artık “burjuva demokrasisi”nin kırıntısının bile esamesi okunmuyor!

Ülkenin gerçek “manzarası” böyle olsa da, egemen söyle farklı. İktidar sahipleri Türkiye’nin harikalar yarattığını söylüyor. Aslında ülkenin varını-yoğunu talan etme, yağmalama hususunda harikalar yarattıkları doğrudur... Boşuna, nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir denmemiştir...

04 Şubat 2018

İnsanların nefes almasını da yasaklayabilir misiniz?

İnsanların nefes almasını da yasaklayabilir misiniz?

Fikret Başkaya


Müslüman Kardeşlerin Türkiye versiyonu olan Politik İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 3 Y ile mücadele vaadiyle iktidara geldi: Yoksulluk, Yolsuzluk, Yasaklar... Daha sonra adını fiilen değiştirdi, AK Parti oldu... Herhalde bunu adaleti ve kalkınmayı parantez içine almak için yapmışlardı. Adalet ve Kalkınma böylece görünür olmaktan çıktı. Üstelik yeni adını söylemeyeni düşman saydılar... Bir bildikleri varmış NETEKİM!... Geride kalan 15 yılda artık adaletin esamesi okunmadı. Zaten kalkınma diye bir kaygıları da yoktu ve olamazdı... Politik İslamcı bir iktidarın o tarakta bezi olması mümkün değildir. Zira Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Kaldı ki, dünyayı anlamaktan da acizdirler. Çözümü geride, eskide aramak gibi bir aymazlıkla malûldürler... Onlar kalkınmadan bu ülkenin varını-yoğunu talan etmeyi, yağmalamayı, kendilerini ve kendilerine benzeyenleri zengin etmeyi anlıyorlar... Ve artık yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey de bırakmadılar. Akıl almaz bir "rant düzeni" kurdular. Boş buldukları her yeri betonlaştırdılar, kentleri öldürdüler, 'Büyük Projelerle' ekolojik dokuyu, eko-sistemi mahvettiler...

Bir de ülkeyi 'askeri vesayetten' kurtarmayı vadetmişlerdi. Tabii askeri vesayete halisane özgürlükçü/demokratik kaygılarla karşı değillerdi. Kendi vesayetlerini tesis etmede askeri vesayeti bir engel olarak gördükleri için... Gerçek niyetlerinin ne olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Bağnaz özgürlük ve demokrasi düşmanı olan Politik İslamcıların öylesi kaygılara sahip olması zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Hakların, özgürlüklerin, hukukun, adaletin kırıntısına bile tahammülü olmayan bir dinci iktidarın kendi vesayetini dayatmaktan başka bir kaygısı olabilir miydi? Netice itibariyle kendi dinci/gerici/yağmacı/talancı vesayetlerini dayatmak için başkalarının vesayetini bahane etmişlerdi...

18 Haziran 2017

Cübbeli Ahmet Hoca Bir İstisna Değil

Cüppeli Ahmet hoca bir istisna değil

Fikret Başkaya

" İşçi çıkarılınca kıdem tazminatı almak caiz midir? şeklindeki soru üzerine, Ahmet Mehmet Ünlü, "Caiz değil. Çünkü, kıdem tazminatı hakkı değil, maaşını almış. Kendi çıksa alamıyor, adam çıkarırsa alıyor. Hakkı olsa kendi çıksa da alması lâzım. Demek ki hakkı değil" demiş. Tepkiler hocaya yönelik ama asıl önemli olan böyle bir sorunun sorulabiliyor oluşudur. Zira bu soru, işlerin nereye vardığını, dinci gericiliğin aldığı mesafeyi gösteriyor. Fakat daha da önemli olan, Cüppeli Ahmet Hoca'nın bir istisna olmamasıdır.
 Dinler her zaman mülk sahibi sınıfların ve devletlerinin hizmetinde oldu. Tarih sahnesine çıktığı günden beri din, sömürüyü, yağma ve talanı, savaşları, toplumsal eşitsizliği, adaletsizliği meşrulaştırma ve kabullendirme işlevi gördü. Velhasıl egemenlik sistemini meşrulaştırma aracıydı. Elbette bunu söylerken bir 'kurum' olarak dinden söz ediyoruz. Bir de bireyi ilgilendiren veçhe var. Öleceğini bilerek yaşayan bir varlık olarak insan, haklı olarak ölümden sonrasını merak ediyor. Bir rahatlamaya ihtiyaç duyuyor. Tanrı arayışının, bir "kurtarıcı" arayışının asıl nedeni bu...

21 Nisan 2017

YÖNETEMİYORLAR, YÖNETEMEYECEKLER...



Yönetemiyorlar, yönetemeyecekler...

Fikret Başkaya

"İnsan, iyiyle kötüyü birbirine karıştırdığında, Tanrılar ruhunu öylesine feci bir felakete sürüklerler ki, artık felaketin farkına varmak için çok az zamanı kalmıştır."               Sophocles, [Antigone]

Kapitalist toplumda mülk sahibi sınıfların (sermaye sahiplerinin) beş yönetim biçimi vardır: Klasik parlamenter demokrasi, sosyal demokrasi, asker-polis diktatörlüğü, Bonapartizm ve faşizm. 1980 sonrasında neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla sosyal demokrasi gündemden düştü. Şimdilerde klasik parlamenter demokrasi de "bol" gelmeye başladı... Geriye faşizm, Bonapartizm, asker-polis diktatörlüğü, bunların değişik türevleri veya versiyonları kalıyor...

 
Bunun anlamı mülk sahibi sınıfların baskıcı seçeneklere mecbur olmalarıdır. Artık sistem tıkanmış bulunuyor, her türden sorunlar çığ gibi büyüyor, çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamıyor. Başka türlü söylersek, artık asgari hukuk ve sınırlı demokrasi koşullarında bile yönetebilmeleri mümkün değil. Aldatma ve oyalama yetenekleri hızla aşınıyor... Artık sahte demokrasi oyunu işe yaramıyor. Aslında demokrasi denilenin hiç bir zaman reel bir varlığı olmadı. Zira, kapitalizm ve demokrasi antinomik kavramlardır. Ücretli kölelik rejiminin geçerli olduğu yerde "demokrasi" sirk oyunundan başka bir şey değildir. Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir. Siyasi partiler var, seçimler yapılıyor, işte parlamento var diye bir rejimin demokratik sayılması mümkün değildir. Aslında bunlar demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçlarıdır... Başka türlü olabilir miydi? Siz bir rejime demokrasi dediniz, anayasaya öyle yazdınız diye demokratik olması mı gerekiyor? Demokrasi bu profesyonel politikacılarla mı gerçekleşecek? Aslında demokrasi denilen oldum-olası sefil bir sirk oyunuydu, kocaman bir yalandı...

06 Ekim 2016

Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

                      Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

                                    Fikret Başkaya

                                                            "Kim eleştirecek olursa... 'birlik' 
                                        tabusuna karşı günah işliyor demektir."
                                                                     Theodor W. Adorno

 AKP cephesi ve onun lideri Tayyip Erdoğan, rejimi değiştirme niyetlerini açık ettikleri son bir kaç yılda, sürekli bir Osmanlı güzellemesine baş vuruyorlar. Osmanlı dönemini ve Osmanlı padişahlarını kutsamak için büyük çaba harcıyorlar. Akıllarına gelen her yere ve her şeye bir Osmanlı adı koymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Nedense en gözdeleri de Sultan II. Abdülhamit... Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, mutat 'muhtarlar' toplantısında, Lozan Konferansı'nın - (ki asıl adı: Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı'dır) - bir ihanet olduğunu söyleyerek, ortalığı yeniden dalgalandırmayı başardı...

O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entellektüel kaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir "ecdat" güzellemesi/tekerlemesini gündeme getiriliyor?  Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?

27 Nisan 2016

Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler



Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler *

Fikret Başkaya


Üniversitelere dair retorikle realite arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde toplumun bir kaç adım önünde olan, "bilim yuvaları" oldukları vb... şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip- yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını döndürecek kadroları 'yetiştirmekten' ibaretti...

Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir. Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine mahsus bir 'üslûbu', bir 'tarzı' olması gerekir. Şundan dolayı ki, "öğretme" etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat, öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik, herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir 'özelliğe' sahiptir.

13 Nisan 2016

Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...



Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...

Fikret Başkaya

Suudi Arabistan, anayasası bile olmayan bir mutlak monarşidir ki, dünyada nesli tükenmekte olan dört mutlak monarşiden biridir. Diğer üçü: Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland'dır.  Velhasıl Orta-Çağ kalıntısı bir devlettir. Göstermelik de olsa bir parlamentosu bile yoktur. Suudi Arabistan bir ulus adı değil bir aile adıdır. Suud Ailesine ait olan anlamındadır.  Ona o adı takan da, Kral Abdül-Aziz İbn-i Suud'dur... Velhasıl,  "bundan sonra buranın adı  böyle olacak"  demiştir ve olmuştur... Aslında "Hasan'ın yeri" demek gibi bir şey... Özgürlük, sosyal eşitlik, laiklik, demokrasi, sekülarizm, sosyalizm, komünizm gibi kelimeler Suudlar ülkesinin sınırlarına bile yaklaşamaz. Aksi halde karanlıkçı-bağnaz krallığın "büyüsü bozulur", varlık nedeni ortadan kalkardı...

Bu dünyada  Suudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi Krallığında sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz. Orada kadının adı yoktur... Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası, ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir... 2002 yılında Mekke'deki bir yatılı kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen krallığın din polisi Mutava , sabahın o saatinde kızların giyiminin "uygun olmadığı", ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da yaralanmıştı... Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun etmedi... Neden mi? ABD'nin "ulusal çıkarının" ve bir bütün olarak emperyalizmin 'yüksek menfaatlerinin' bir gereği olarak...  

25 Şubat 2016

Cumhuriyeti Nasıl Bilirsiniz?




Cumhuriyeti nasıl bilirsiniz ?
 
Fikret Başkaya

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’de “kuruldu”. Nasıl “kurulduğu” ne olduğundan bağımsız değildi. Kavramın gerçek anlamındaki Cumhuriyetle [res publica] bir ilgisi yoktu. Sadece o tarihten sonra “Eski Rejim” yeni adıyla çağrılacaktı. Cumhuriyetin kurulmasında halkın [res publica’nın] bırakın bir dahli olmasını, kuruluştan [ilânından densin] haberi bile olmamıştı. Elbette haberi olmayan sadece halk değildi. Mustafa Kemal Nutukta “kuruluş” hikayesini şöyle anlatıyor: “Yemek esnasında; yarın cumhuriyet ilân edeceğiz dedim. Hazır bulunan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terk ettik. O dakikadan itibaren, sureti hareket hakkında, kısa bir program tespit ve arkadaşları tavzif ettim.” ... “Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum görmedim. Çünkü, onların zaten ve tabiaten benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada Ankara’da bulunmayan bazı zevat, selahiyetleri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden ve rey ve muvafakatları alınmadan, Cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını vesileyi iğbirâr [gücenme] ve iftirak [ayrımcılık] addettiler.” Sofrada bulunan ‘kemikcilerin’ şefleriyle hemfikir olmaması elbette mümkün değildir ve şefin ‘Ankara’da bulunan arkadaşların’ niyetini okuduğu da kesin.
O halde Ankara dışında bulunan ve ‘selahiyetleri de olmayanlar’ neden iğbirâr ve iftirak ediyorlardı? [Ki, Cumhuriyet'in ilan edildiği oturumda 289 milletvekilinin 130'u yoktu]. İtirazın nedeni ne idi? Bu soruya cevap vermeden önce, Saltanatın 1 Kasım 1922’de ilga edildiği halde rejime neden cumhuriyet adı konmadığına, bunun için bir yıl beklendiğine açıklık getirmek gerekiyor. Zira saltanatın ilgasıyla rejim açısından Eski ile Yeni arasında ortaya çıkan yegane fark, Padişah’ın sahneden çekilmesi, iktidarın veraset yoluyla geçmeyeceğinin ilân edilmesiydi. Dolayısıyla gerçekleşen bir hükümet darbesiydi ve emekçi toplum sınıflarının, devlet dışı unsurların herhangi bir dahli söz konusu değildi. Fakat Mustafa Kemal’in ebedî şef ilân edilmesine bakılırsa, saltanatın ilga edilmesinin bu bakımdan da pek bir kıymet-i harbiyesi olmadığı anlaşılacaktır. Eğer yüzyıl yaşasaydı ki, bu teorik olarak mümkündür, 62 yıl Ebedî sef olarak saltanat sürecekti. Bilindiği gibi, Osmanlı padişahlarının tahtta kalmalarının aritmetik ortalaması 17, 3 yıldır. 46 yıllık saltanatıyla rekor Kununî Sultan Süleyman’a aittir. Sultan II. Abdülhamid 33 yıllık saltanatıyla ikincidir... Mustafa Kemalin milli hareketin başına getirildiği tarihten ölümüne kadar geçen süre de 19 yıldır...

11 Ocak 2016

Suçortağı Olmamak Mümkün!



Suçortağı Olmamak Mümkün!

Fikret Başkaya

Türkiye Cumhuriyeti devleti 90 yıldır Kürtleri katlediyor, insanlık suçu işliyor. Her seferinde katliama bir gerekçe bulunuyor (eşkiya, terörle mücadele, vb). Aslında durumun nüanse edilmesi gerekiyor, zira kelimenin gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu değil ve hiç bir zaman da olmadı. (Tabii bu başka yerlerdekinin matah bir şey olduğu anlamına gelmez). Zaten öyle olmadığını memleketin sahipleri de itiraf ediyor: Devletin ülkesi ve milleti diyorlar. Yani bir devlet var, ve bir de onun ülkesi ve milleti var. Gel keyfim gel... Eğer gerçekten Cumhuriyet söz konusu olsaydı, o zaman ilişkinin yönü halktan devlete doğru olurdu. Cumhuriyet, respublica olsaydı, aracın direksiyonunda "memleketin sahipleri" değil halk otururdu... Respublica demek herkesin olan veya hiç birkimsenin olmayan demektir.  Kadir Cangızbay'ın “hiç kimsenin cumhuriyeti” dediği şey... Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Eğer gerçekten cumhuriyet, respublica olsaydı, o zaman halk kendi kendini yönetir, tabii katliam gibi aşırılıklara da yer olmazdı. Oysa TC'nin adından başka cumhuriyet rejimiyle bir ilgisi yok.

Elbette bu zaman zarfında, katliamlar, siyasi cinayetler, işkenceler, her türden siyasi baskı, sadece Kürtlere yönelmedi. Müslüman- Türk- olmayan, farklı düşünen, resmi "gerçeği" sorgulayan, gerçekten muhalif olan, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talep eden herkesi kapsadı. Bu öyle bir devlettir ki, her hangi bir hak talebine olumlu cevap vermesi, asla mümkün değildir. Herhalde öyle bir şeyin "kutsal devletin" büyüsünü bozacağını düşünüyorlar ve her talebi şiddetle ezme yoluna gidiyorlar... Devletten bir hak talep eden herkes "iç düşmandır" iç düşman "dış düşmandan" daha tehlikelidir, dolayısıyla katli vaciptir...

03 Aralık 2015

UYGARLIK KRİZİ



Fikret Başkaya: “Bu sıradan bir kriz değil, uygarlık krizidir”

Erol Anar, Özgür Üniversite Başkanı Doç. Dr. Fikret Başkaya ile “dunyalilar.org” adına bir söyleşi gerçekleştirdi. Fikret Başkaya, Erol Anar’ın sorularına şöyle yanıt verdi:

Erol Anar: Sevgili Fikret hocam, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiǧin için dunyalilar.org adına teşekkūr ederim. 1990’lı yılların sonlarında “Özgūr Üniversite” ve Tūrkiye Ortadoǧu Forumu Vakfı’nı birlikte yeniden kurmuş ve yaklaşık dört yıl beraber çalışmıştık. O yılları özlūyorum. O yıllardan bu yana Özgūr Üniversite anlamında neler deǧişti? Çalışmalarda ne gibi gelişmeler var?

Fikret Başkaya (FB): Özgür Üniversite’nin ilk faaliyete geçişi, Ekim 1992. Ben 1994 yılında “Paradigmanın İflas” adlı kitabımdan hapse girince, Özgür Üniversite bir sarsıntı geçirdi. Hapisten çıkınca, 1996’da Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfını kurduk ve sen kuruculardan biriydin. Ve Özgür Üniversite’yi de vakfın çatısı altına aldık. Özgür Üniversite’nin ve Forumun başlıca dört amaç etrafında faaliyet göstermesini amaçlıyorduk: 1. Resmi ideolojiyi ve resmi tarihi teşhir etmek, o alandaki bağnazlığa dikkat çekmek; 2. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın entellektüel alandaki olumsuz etkisine dair bir duyarlılık yaratmak; 3. Emperyalizmin yeni versiyonu olan neoliberal küreselleşmeye karşı mücadele etmek amacıyla ideolojik-entellektüel bir netleşme, bir karşı duruş yaratmaya çalışmak; ve nihayet 4. Özellikle Sovyet sisteminin dağılmasından sonra sosyalist-komünist toplum perspektifi ve idealindeki aşınmanın onarılmasına katkı yapmak…

İşte bu çerçevede ve bu amaçlar doğrultusunda, dersler, seminerler atölye çalışmaları, konferanslar, sempozyumlar yaptık. Periyodik bir yayınımız vardı. Yüz kadar kitap yayınladık… Merak edenler bir fikir edinmek için web sayfamız ‘ozguruniversite.org’a bakabilirler…  Bu zaman zarfından her yaştan ve meslekten on binlerce insan Özgür Üniversite’nin etkinliklerine katıldı… İki yıl önce Ankara’daki merkezi İstanbul’a taşıdık. Şu anda Ankara’da bir şube bulunmuyor. Son dönemde özellikle “yaratıcı ütopya” temasına odaklanmak gibi bir niyetimiz var…

EA: Marx’ın özellikle “1844 El Yazmaları” kitabında söz ettiǧi yabancılaşma gūnūmūzde boyutlandı. Tūketim kapitalizminin geldiǧi aşamada, insanları kendilerine, çevrelerine, yarattıkları artı deǧere yabancılaştıracak araçlar da çoǧaldı. Marx’ın sözūnū ettiǧi yabancılaşmanın boyutları inanılmaz biçimde arttı. Bu baǧlamda gūnūmūzdeki yabancılaşma sorununu nasıl deǧerlendiriyorsunuz?

FB: Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve tabii bir yabancılaşma yaratıyor ve her ileri aşamada yabancılaşma daha da büyüyor. Kapitalizm maddi olsun, manevi olsun, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerine, tüm gözeneklerine nüfuz ediyor, dönüştürüyor, değiştiriyor, dejenere ediyor. Tam bir tsunami gibi her şeyi kapsıyor. Canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. O kadar ki, felaketleri, acıları, yıkımları dahi bir kâr aracı haline getiriyor… Şimdilerde kapitalizmin yarattığı yabancılaşma, Marx’ın yaşadığı döneme göre çok daha derinleşmiş, genelleşmiş durumda… Nerdeyse insan insanlıktan çıkmanın eşiğine gelmiş gibi… Velhasıl, ürpertici, vahim bir tablo karşısındayız ama bu kepazeliği sorun edenler şimdilik çok küçük bir azınlık… Artık insanlar tam birer tüketim nesnesi haline gelmiş durumdalar. Sanki yabancılaşma kavramı durumu anlatmakta yetersiz… Akıl almaz bir kültürel çürüme almış başını gidiyor…

2001-2002 yıllarında, Kalecik Cezaevinde, “Çığırından çıkmış bir dünya” adlı kitabım için okumalar yaparken, Marx’ın, “Kapital”in yayınlanmamış bölümünde (sonradan yayınlanmış tabii) bir cümleye rastlamıştım. Marx, “öyle ki, sanki metalar birer insan satın alıcısı olarak ortaya çıkıyor” diyordu… Bundan birkaç ay önce bir AVM’nin konfeksiyon bölümünün önünden geçerken gördüğüm manzara, bana birden Marx’ın o söylediğini hatırlattı. Eşyalar arasına gömülmüş insanların tavır ve hareketleri, “burada kim kimi satın alıyor” dedirtecek cinstendi… Ve kendi kendime: “Burada iki türlü eşya var: duran eşyalar, yürüyen eşyalar”  dediğimi hatırlıyorum… Velhasıl durum vahim. Gerçi insanların kafasında bir beyin var, ama bir şeye yarayıp-yaramadığı artık tartışmalı… Tabii bu kepazeliğin farkında olan bir kesim de var ve iyi ki, var. Aksi halde durumumuz iyice umutsuz olurdu…

EA: Dūnyada “sol” “ilerici” görūnūmlū hūkūmetler, hatta “islâmi referanslı” hūkūmetler dahi neoliberalizmin uygulayıcısı durumundalar. Özellikle Latin Amerika’da bu “sol” görūnūmlū neoliberal politikaları hūkūmetler var, Brezilya örneǧinde olduǧu gibi.  Marksist coğrafyacı Harvey “Farklı muhalefet türlerinin birleştirilmesi daima temel önemde olacaǧını” belirtiyor. Slovakj Zizek’e göre  ise “demokratik motivasyonlara sahip taban hareketleri başarısız olmaya yazgılı görünüyor, bu yüzden belki de en iyisi küresel kapitalizmin ‘militarizasyon’ üzerinden süregiden habis döngüsünü kırmak” gerekiyor. Sizce Neoliberal cendereden çıkış yolu nedir?

FB: Sorduğun bu soruyla ilgili ekseri gözden kaçan bir şey var: Sanılıyor ki, her koşulda istenen ekonomik-sosyal model uygulanabilir! Böyle bir şey yok. Her ekonomik-sosyal model belirli sınıfsal güç dengelerine dayanıyor. Mesela II. Dünya savaşı sonrasında adı öyle konsun, konmasın, sosyal demokrat bir ekonomik-sosyal model geçerli oldu. O dönemde güçlü bir sendikal mücadele vardı, sosyalist-komünist ütopya canlıydı, Sovyet sisteminin prestiji yüksekti ve bir çekim merkezi durumundaydı, 1955 Bandung Konferansı sonrasında sömürge halkları ayağa kalkmış, “biz de varız, yüzyıllardır uzak tutulduğumuz sofraya dahil olmak istiyoruz” diyorlardı, sömürgeciliğin tahribatına son vermek istiyorlardı… Velhasıl, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir güçler dengesi oluşmuştu. Tabii böylesi bir güçler dengesi durumu da  kapitalizmin kuşatılması, ödünler vermek, “uyumlanmak”  zorunda kalması demekti…

Lâkin, 1979-1980 ‘den başlayarak, neoliberalizmin kendini dayatmasıyla, güçler dengesi kesin olarak sermaye lehine döndü. Dolayısıyla verili yeni güç dengesi durumunda artık ‘ben sol, sosyal demokrat bir program uygulayacağım’ demenin bir karşılığı yoktu… Hangi parti iktidara gelirse gelsin, yapabileceklerinin sınırı neoliberalizm tarafından belirlenmişti. Bir fikir vermek için, Türkiye”de 16 milyondan fazla işçi (proleter) var ve bunun sadece %6’sı sendikalı… Üstelik bu %6’nın %3’ünün toplu sözleşme hakkı yok! Sendikalarda “örgütlü” kesim 1 milyon kadar işçiyi kapsıyor. Sendikaların %90’ı da AKP iktidarının destekçisi… Şimdi böyle bir tablo varken kendine sosyal demokrat diyen bir partinin ne kadar şansı olabilir?

22 Kasım 2015

YA KOMÜNİZM YA DA...



"Ya komünizm ya da bu iş karakolda biter..."*

Fikret Başkaya

Kapitalizm uzun insanlık ve uygarlık tarihinde sadece küçük bir parantez. İşte sanayi kapitalizmi tarih sahnesine çıkalıdan bu yana ikiyüzelli yıldan az bir zaman geçti. Buna rağmen insanlığın ve uygarlığın geleceği riske atılmış bulunuyor. Kapitalist üretim tarzı "yaratıcı yıkıcılık" sayılsa da, şimdilerde çoktan yıkıcılığın yaratıcılığın önüne geçtiğini söylemekte bir sakınca yok. Artık her geçen gün yaptığından daha çoğunu yıkıyor, daha çoğunu yok ediyor, daha çok kirletiyor...

 O halde neden böyle oldu, neden genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı, neden tüm işaret lambaları kırmızıya dönmekte? Neden her geçen gün sosyal kötülükler (işsizlik, açlık, yoksulluk sefalet, anlam kaybı...) çığ gibi buyuyor, ekolojik dengeler alt-üst oluyor? Bütün bunlar oluyor zira kapitalizm insanlığın ve uygarlığın normal hali değil, bir sapmaydı... Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve kapitalizm dahilinde üretim etkinliğinin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Kullanım değeri değil değişim değeri üretmektir...

Başka türlü söylersek, bir ilişki tersliği söz konusu. Öküz arabanın arkasına koşulmuş durumda... Her üretim çevrimi sonunda yaratılan değer, artık ürün, artı-değerin (kârın) her seferinde yeniden yatırılma zorunluluğu var, bir sonraki üretim çevrimine sokulması gerekiyor. Ve sonuç "üretim için üretim" biçimini alıyor. İkincisi, kapitalizm kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe dayanıyor. Bir kutupta zenginlik biriktirmek, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmekle mümkün oluyor. Aksi halde dünya nüfusunun %1'inin dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, %8.1'inin de dünya zenginliğinin %86,4'üne el koyması mümkün olmazdı... Üçüncüsü de kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu yerde üretimin insanî -sosyal ve ekolojik sonuçları (zararları) dikkate alınmıyor. Netice itibariyle fatura topluma ve doğaya çıkıyor, Burjuva iktisatçıları buna "dışsal ekonomiler" diyerek işin içinden çıktıklarını sanıyorlar... Oysa dışarda kalan hiç bir şey yok...

Neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla, yıkıcılık hızlandı, kapsayıcılığı daha da arttı. Kapitalizm dahilinde insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliği şimdilerde jeolojik sorunlar da yaratır duruma gelmiş bulunuyor ki, buna antroposen çağ (anthrophocène) deniyor.  Artık kapitalizm dahilinde sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Dolayısıyla hem yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması gerekiyor ve hem de bunun vakitlice yapılması gerekiyor. Zira sistemin yıkıcılığı bu ölçüde hızlanmış, kapsamı da bu ölçüde büyümüşken, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir...

Gerçek durum böyleyken ve genel bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkmışken, küresel plütokrasinin, küresel oligarşinin sözcüleri, akıl hocaları, "eğer büyüme gerçekleşir, modern teknoloji (teknik bilim) de gelişmesini sürdürürse, sorunların çözüleceğini, işlerin yoluna gireceğini" söylüyorlar. Oysa, kapitalizm dahilinde, üstelik onun vahşi neoliberal versiyonunun geçerli olduğu durumda, bu ikisi sorunların çözümünün anahtarı olmak bir yana, bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bulunuyor. Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr, daha çok sermaye biriktirmek olan, insana ve doğaya saygısız, her türlü etik değerden yoksun bir sistem dahilinde büyümenin hiç bir sorunu çözme şansı yoktur. Aynı şekilde, kâr etmenin ve yıkımın hizmetine sunulmuş teknolojik harikaların da sorunları çözmesi mümkün değil ama daha da azdırması kaçınılmaz...

26 Nisan 2015

Korkut Boratav'la söyleşi

"Devlet, siyasî iktidar mafyalaşınca, normal  yöntemlerle ekonomik incelemeler imkânsız olur."

Korkut Boratav'la söyleşi

Fikret Başkaya



1.  Fikret Başkaya: 1979'da Amerikan Merkez Bankası ( FED) faiz oranlarını yükseltti. Faiz operasyonu Üçüncü Dünya ülkelerinde deprem etkisi yaptı ve borç krizi patlak verdi. " Borç Krizi Üzerine Bir Deneme" adlı kitabı o vesileyle yazmıştım. Faizlerin yükseltilmesi, sadece borçlu yoksul ülkelerin yağma ve talanını derinleştirmekle ve Batı bankalarının kasalarını doldurmakla da kalmadı, borç krizi bahane edilerek söz konusu ülkelere neoliberal "istikrar" ve " yapısal uyum programlarını" dayatmanın da vesilesi yapıldı. Aslında "istikrar" ve "yapısal uyum" denilen, Üçüncü Dünya ülkelerinin emekçi sınıfları için tam bir yıkım demeye geliyordu. Bir çok ülkede IMF ayaklanmaları oldu ve yüzlerce emekçi hayatını kaybetti... 1980 sonrası tarihte eşine az rastlanır bir sömürü, yağma ve talan demekti.

Şimdilerde FED bir defa daha faiz oranlarını yükseltmeye hazırlanıyor. Bu operasyonun "bizim tarafta", yeryüzünün lânetlileri cephesinde 1979 sonrası duruma benzer sonuçlar ortaya çıkarma ihtimali var mı? Manzarayı nasıl görüyorsun? Bir de BRICS tarafından kurulan Yeni Kalkınma Bankası (YKB) doların saltanatını sarsa bilir mi? Nitekim BRICS'in üç bileşeni olan Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika, IMF ve Dünya Bankasına yüksek düzeyde bağımlılar. Bu durumda 'çok dövizli' sisteme geçiş ne kadar mümkün? Nitekim Michel Chossudovsky'nin son makalelerinden birinin başlığı: "BRICS and the Fiction of "De-Dolarization" idi... Bu durumda doların sultasından kurtulmak ne kadar mümkün?

Korkut Boratav: FED’in 1979 kararının Üçüncü Dünya’daki borç krizine yol açan sonuçlarının bir benzerinin 2015 sonrasında da  tekrarlanma olasılığı var.  Ancak, bir-iki önemli fark söz konusu. Birincisi, 1979 sonrasında faizlerin artış marjı, bugünküne göre çok daha yüksekti. FED’in politika faizi iki yılda 10 puan arttı ve %20’ye tırmandı. Dolayısıyla borç krizi dış kredilerin faiz yükünde dramatik artış nedeniyle başladı.  Bugün yüzde 1’in altındaki FED faiz oranındaki artış 1, en çok 2 puan civarında bekleniyor. Yansımasının, çok düşük faizlerle borçlanıp Üçüncü Dünya’daki kâğıttan varlıklara  sıcak para yatırmış olan spekülatörlerin,  ABD hazine bonolarına dönmesi sonunda gerçekleşeceği düşünülüyor.  Hızlı sermaye kaçışları, çevre ekonomilerinde finansal ve ekonomik bunalımları tetikleyebilecek.

İkinci bir fark, FED’in parasal daralmaya geçişinin, Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB’nin) parasal genişlemeye karar vermesi ile birlikte gerçekleşmesi ile ilgilidir.  İkinci etkinin, FED etkisini tamamen değilse bile belli ölçülerde telafi etmesi mükündür.

Ancak, temel sorun, senin de vurguladığın gibi, dolar sultasına dayanan finans kapital hegemonyasından doğuyor.  Ulus devletler, Çin ve Hindistan’ın kısmen başarabildiği gibi, spekülatif para giriş-çıkışlarını frenleyebilirler. Ancak, dolar uluslararası rezerv para oldukça, bu para ile borçlanıyorlar ve sadece faizlerden değil, bugünlerde olduğu gibi doların değerlenmesinden de  fazlasıyla etkileniyorlar. Avro’nun ikinci bir rezerv para rolü sınırlı kaldı; esasen aynı dünyanın parasıdır; aynı işlevi görecektir.

Dolar sultasına karşı bir alternatif Çin parası renminbi’nin (RMB’nin) artan önemi olabilir.  4000 milyar (4 trilyon) dolara yaklaşan rezerv sahibi olan Çin (en azından şimdilik) geleneksel emperyalist motivasyonları göstermiyor. BRICS  bankası dışında Dünya Bankası ve Asya Kalkınma Bankası’na alternatif olan AIIB (Asya Enfrastrüktür Yatırım Bankası) kuruluşunu gerçekleştirmek üzere. İkili anlaşmalarla  RMB uluslararası ödemelerde yaygınlaşıyor. Ancak, henüz, dolar üzerine dayalı bir finans sistemini ikame edecek güce ulaşmanın çok uzağında. Bu nedenle finans kapitalin ve doların hegemonyasını, olsa olsa, bir miktar ulus devletler düzleminde; daha da önemlisi çevre ekonomileri arasındaki işbirlikleri içinde  frenleme çabaları gerçekçidir.   Yukarıda değindiğim Çin öncülüğündeki çabalara ek olarak Latin Amerika’da bu doğrultuda işbirlikleri var.



F.B: Türkiye ekonomisinin mevcut durumunu nasıl görüyorsun? 2001 Krizinin tekrarını ya da ona benzer bir kriz öngörüyor musun?

17 Nisan 2015

Üstü Örtülmüş Toplum

Örtülü ödenek, "örtülü işler" ve üstü örtülmüş toplum!

Fikret Başkaya

                                      "Devlet bir tasmadır ki, amacı etobur bir hayvan olan insanı zararsız hale getirmek ve onu bir ot obur
                                                              gibi davranmaya zorlamaktır".
                                                                        Arthur Schopenhauer

AKP iktidarı faşizmi kurumsallaştırmak amacıyla peş peşe torba yasalar çıkarıyor. Son torbayla cumhurbaşkanına da örtülü ödenek kullanma yolunun açılmasını, parti devleti ve faşizmi dayatma niyetinin bir tezahürü olarak görmek gerekir. Neden usule ve teamüllere uygun yasa çıkarmak yerine, torba yasa çıkarmayı tercih ediyorlar? Yasa çıkarma işini oldu-bitti ye getirmek ve halktan gizlemek için... Oysa yasa teklif ve tasarılarından önce parlamento üyelerinin bilgilendirilmesi, komisyonlarda tartışılması, kamuoyunun da bilgisine sunulması, olgunlaştırılması, en sonunda Meclis genel kurula getirilmesi ve kabul edilmesi gerekir. Bırakın halkın bilgisine sunmayı, yangından mal kaçırırcasına çıkarılan torba yasalar, muhalefet milletvekillerinden, dahası iktidar partisi milletvekillerinden bile gizleniyor. Çoğu zaman AKP'li vekiller neye oy verdiklerini bile bilmiyorlar. Bir de onlara halkın temsilcileri diyorlar. Meclis üyelerinin aslında kimin temsilcisi oldukları sanılıyor?  

"Örtülü ödenek", raison d'État' nın bir gereğidir ve Fransızca bir kavram olan raison d'État, Türkçeye devlet aklı veya hikmet-i hükümet şeklinde tercüme ediliyor. Raison d'Etat, "devletin yüksek çıkarları" gerekçesiyle  kendi yasallığının dışına çıkması, yasa dışı, ahlâk dışı, insanlık suçu kategorisine giren "örtülü", karanlık işler yapması demektir. Aslında raison d'État'nın varlığı demek, devletin suç üstü yakalanması, kendini ele vermesidir ama rejimin tabularından biri olduğu için, maalesef tartışma konusu yapılmıyor. Dolayısıyla olağan, dahası "gerekli bir şey" sayılıyor. Türkiye bakımından ilave bir sorun daha var: Türkiye'de kutsal devlet geleneğinin geçerli oluşu, "karanlık işler", 'örtülü işler' yapmayı kolaylaştırıyor.

23 Kasım 2014

TÜRKİYE'DE İSLAMİ HAREKET

“ Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır... AKP iktidarı ve T. Erdoğan II. Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür”.

Osman Tiftikçi ile söyleşi: Fikret Başkaya


Fikret Başkaya: 1. Son kitabını* zevkle okudum, tebrik ve teşekkür ediyorum. İstersen, genel bir tespitle başlayalım. Son dönemde İŞİD ve benzerlerinin zuhuruyla, bizzat İslam algısıyla ilgili “aşırılıklar” da depreşti, yeniden su yüzüne çıktı. Sanki “işte İslam budur” demeye kadar ileri gidenler çoğaldı. Aslında bu,  Müslüman Arap halklarına dair üretilmiş, Avrupa-merkezli, Oriyantalist önyargıların, kabullerin, basma kalıp düşüncelerin depreşmesi demeye geliyor. Ki bunlar, işte bu toplumların “uygarlık üretme” yeteneğinden yoksun oldukları, modernite ve demokrasi gibi kavramların onların kitabında yazmadığı, Müslüman Arap toplumlarının “özel bir kategoriye” dahil oldukları, ilerleme [progrès] üretemezlikleri, rasyonel düşünce yoksunu oldukları, devrim kavramına yabancı oldukları, eşitsizlik ve adaletsizlik karşısında tepkisiz oldukları... gibi bir dizi bilim ve gerçek dışı kabullere, önyargılara dayanıyor. Tabii bu durumun da dinden, İslam’dan kaynaklandığı, onun doğal sonucu olarak tezahür ettiği ima ediliyor...  Velhasıl, Avrupa-merkezli, Oriyantalist, ırkçı bakış açısının ürünü olan bir İslam-Arap algısı söz konusu...

İşin garip tarafı, bu tür saçma-sapan önyargıların ve kabullerin, sadece bunları üreten Batılılar katında değil, bizzat eğitimli, okumuş Müslüman Araplar tarafından da içselleştirilmiş olması... Oysa ne kadar eski, köklü ve kapsayıcı olursa olsun, din de son tahlilde bir ideolojidir ve bütün mesele onun nasıl yorumlandığı, nasıl algılandığı ve nasıl anlaşıldığıdır. Bu konuda neler söylemek istersin?

Osman Tiftikçi: İslam’ın gelişmeye engel olduğunu iddia eden anlayış 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkmıştı. Fransız burjuva aydın Renan’ın şahsında simgeleşmişti bu anlayış. Bu anlayış aynı zamanda bir Hıristiyanlık övgüsüydü. Bu anlayışa göre, İslam gelişmeyi engelleyen bir dindi ve bu anlayış hep var oldu. Müslüman ülke burjuva aydınları katında da rağbet gördü. Bu anlayışa süreç içinde İslam dininin demokrasiyle çeliştiği, kadın haklarıyla çeliştiği, İslam’ın kendi dışındaki inançları zorla yok eden savaşçı, katliamcı bir din olduğu gibi özellikler de eklendi.

Oysa, İslam ülkelerinin geri kalmışlığını, bu ülkelerdeki siyasi düzenleri, İslamı kullanan siyasi oluşumları, bunların kullandıkları yöntemleri dinle açıklamaya kalkmak yanlıştır.  Böyle yapmak özünde dincilerin, dünyayı, evreni, yaşamı dinle açıklamaya çalışmalarından farklı değildir. Toplumsal, tarihi, siyasi olgular dinle değil, günün gerçekleriyle, sınıflar mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır. Bu toplumbilimin, tarih biliminin de abcsidir...

Tarihin hiçbir döneminde toplumsal, tarihi gerçeklerden, o dönemin sınıflarından bağımsız bir din anlayışı ve dinî oluşumlar olmamıştır. Ayrıca tarihin her döneminde aynı dinin değişik yorumları hep var olmuştur. Çünkü her sınıf dini kendi ihtiyaçlarına göre yorumlar, biçimlendirir, kendi istemlerini dile getiren bir şekle sokar. Hiçbir zaman iktidardakilerin dini ile ezilenlerin dini aynı olmamıştır. Fransız devrimine kadar bütün halk ayaklanmalarının dini biçimler aldığını unutmamalıyız. Ama bütün savaşlar ve katliamlar ve işkenceler de din adına yapılıyordu. Günümüz için söylersek, emperyalizmin, egemen sınıfların sahiplenip destekledikleri İslami anlayış, kâr için her şeyi mubâh gören, Afganistan’da, Irak’ta, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi, milyonlarca insanın katledilmesini öngören, faşist insanlık dışı bir anlayıştır. Ama yoksulların İslamı, eşitlikçi, vicdanlı, merhametlidir.

Günümüzdeki İslami oluşumlar ve bunların ideolojileri esas olarak bugüne özgüdür. Bunları 1400 yıl öncesinin sözleriyle fikirleriyle açıklayamayız. Örneğin Asr-ı Saadet diye adlandırılan dönemde mezhepler ve mezhep savaşları yoktu. Daha düne kadar ılımlı İslam, radikal İslam, köktenci İslam, tevhidi hareket gibi ayırımlar da yoktu. El Kaide, Taliban gibi anlayış ve örgütlenmeler 1990’lı yılların ürünüdür. Türkiye’de cemaatler tek parti döneminde filizlenmiş, 1960’lardan sonra toplumsal, siyasi, ideolojik bir güç haline gelebilmişlerdir. Yani İslam hep vardı ama ortaya çıkan siyasi, ideolojik oluşumlar farklı koşulların, sınıflar mücadelesinin farklı ihtiyaçlarının ürünüydüler.

Toplumsal gerçekliklere dini temelde yaklaşım, Türkiye’deki bilimsel birikimin çok gerisinde bir tutumdur. Böyle bir tutum dini sınıfsal çıkarlarına alet eden din tüccarlarının; “bunlar dine düşman, dine hakaret ediyorlar” demagojilerine de pirim vermek olur.

2.  Bu yaklaşım çerçevesinde Taliban, El Kaide, IŞİD gibi oluşumları nereye koyacağız o halde?

04 Kasım 2014

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Fikret Başkaya

“ Kâr yokluğu sermayenin kâbusudur. Sermaye, mâkûl bir kâr kokusu aldığında cesaretlenir. %20 kârla coşar, %50’de gözünü budaktan sakınmaz; %100’le ayakları yerden kesilir ve hiç bir insanî yasa ve değerle ilişkisi kalmaz. %300 kâr söz konusu olduğunda da artık hiç bir cürümden geri durmaz”.
                                                                           Karl Marx

Bu güne kadar devletle ilgili birlerce kitap, on binlerce makale yazılmıştır ama bunlar ekseri devlet katındaki adamlar, “karşı taraftakiler” tarafından yazılmıştır. Bu işte kadınların dahli son derecede sınırlı ve önemsizdir. Devletle ilgili genel algı ve kanaat da kabaca şöyledir: Devlet kamunun, toplumun genel iyiliğini, toplumsal çıkarı gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur. Özel kesim özel çıkarların hizmetindedir, devlet de kamu yararını gerçekleştirmenin aracıdır... Oysa ortaya çıktığı günden beri devlet iki şey demektir: Asayiş (güvenlik) ve ekonomi yönetimi... Dolayısıyla özel kesim-devlet veya piyasa-kamu ayrımı, anlı-şanlı devlet teorisyenlerinin bir kuruntusuydu. Zira bu ikisi “sıfır toplamlı” bir denklem değildir. İşte, devlet alanı ne kadar genişse, özel alan o kadar dardır, ya da visa versa...  Devlet oldum olası mülk sahibi sınıfın-sınıfların bir iktidar aracıdır. Zamanla mülk sahibi sınıflar katında değişim olsa da, devletin işlevinde bir değişiklik olmamıştır. Zira, kapitalist dönemde, özellikle de neoliberal küreselleşme çağında, devlet ve sermaye artık bir ve aynı şeydir... Devletin hiç bir müdahalesi yoktur ki, mülk sahibi sınıfların aleyhine olsun, onları kayırmasın... Aksi halde devletin varlık nedeni ortadan kalkardı...

Gerçek durum böyledir ama olup bitenlere, yaşananlara mülk sahibi sınıflar tarafından bakan “âkil adamların” anlattığı hikâye ve yaratılan “bilinç” farklıydı. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca ve hiç bir zaman toplumsal sözleşme diye bir şey olmadı. Keşke olsa demekle de olmazdı... Fakat bu ilerde ona benzer şeylerin olmayacağı anlamına da gelmiyor... Eğer devlet gerçekten toplumun, kamunun hizmetinde olsaydı, mesela su özelleştirilir, parayla alınır-satılır mıydı? Bir özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülür müydü? Hızını alamayıp bir de su vergisi alınır mıydı?  Siz kimin suyunu ve ne hakla kime satıyorsunuz denmez miydi? Üstüne üstlük alınan vergi bir de suyu satan kapitaliste “teşvik” adı altında hediye edilir miydi? Hangi insan aklı, hangi mantık suyun özelleştirilmesini, bir kâr aracına dönüştürülmesini haklı gösterebilir? Ortada basbayağı bir insanlık ayıbı, bir insanlık suçu yok mu? Bundan büyük ayıp, bundan büyük suç olur mu?

28 Ekim 2014

'Yeni Türkiye'den Sevgilerle...!

“Yeni Türkiye”den sevgilerle..!*

Fikret Başkaya

Kapitalist çağda, yeni olanın, yeniliğin timsali olan her teknik ilerlemenin ve büyük olanın, mutlaka iyi bir şey olduğuna dair köklü bir inanç geçerlidir. “Yeniyse iyidir” şeklinde genel-geçer bir kabul söz konusu. Bir şeyin “yeni” olması, onun gerçekten ne olduğunu, velhasıl o şeye dair şüpheyi ve tartışmayı, soru sormayı bertaraf ediyor. Mesela “yeni Türkiye” dendi mi, o artık mutlaka “iyi”, “güzel”, “arzulanır” bir şeydir. Asla sorun edilmemesi gerekir. Tabii “yeni” iyiyse, “eski” kötüdür ve “yeniye” itiraz etmek, sorun etmek, tartışmaya açmak kötüyü istemektir, gericiliktir... AKP’nin son dönemdeki “yeni Türkiye” söylemi aslında olup-bitene dair tartışmayı önleme, değilse etkisizleştirme amacı taşıyor.

İkincisi, kapitalist çağda sorunların çözümü daima ilerdedir, gelecektedir. Kapitalizm öncesi toplumlarda geçerli geleneksel ideoloji, insanın nihai kurtuluşunun bu dünyada değil, ölümden sonra cennette mümkün olduğunu vâz ediyordu. Ölümden sonra cenneti hak edebilmek de, bazı şeyleri yapmak, bazı şeylerden sakınmakla mümkündü. Esas itibariyle Tanrı adına konuşan egemene itaat edilirse, Cennetin yolunun açık olduğu söyleniyordu... İbn-i Haldun, 6 yüzyıl önce: Halkın dini efendinin dinidirdemişti... Kapitalist modernite  bu söylemde küçük bir değişiklik yaptı : Cennet bu dünyada mümkündür ama ilerdedir, gelecektedir...Şimdinin [hâlin] sıkıntılarına, kötülüklerine katlanmadan geleceğin [âtinin] iyi, güzel, müreffeh, mutlu... toplumuna ulaşılamaz. Bu gün çektiğimiz sıkıntılar, gelecekte sahip olacağımız  iyi, güzel şeyler için ödemek zorunda olduğumuz bedeldir... İşte AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemini bu bağlamda ele almak gerekiyor. R. T. Erdoğan boşuna, 2023’ü, 2053’ü, 2071’i işaret etmiyor...

25 Ağustos 2014

BİLDİRİ... Ceyda Karan ve Amberin Zaman İçin... BİLDİRİ...

Ceyda Karan ve Amberin Zaman’a Yapılanlara Karşı
BİLDİRİ
Özgür düşünceye düşmanlığın vardığı yer...

AKP iktidarı son bir kaç yılda muhalif olan, aykırı düşünen herkesi katli vacip düşman ilan ediyor. Düşmanların başında da basın etiğine saygılı ve o saygının gereğini yapan az sayıdaki gazeteci geliyor. Hiç bir iktidar muhalefetten, eleştiriden ve aykırı düşünceden hoşlanmaz ama katlanmak da zorundadır. AKP iktidarı medyayı bütünüyle medya olmaktan çıkardı. Artık bir kaç sınırlı istisna dışında ne gazeteler gazeteye benziyor; ne de televizyonlar televizyona benziyor.

Türkiye’de medya her zamanlı sorunluydu, performansı tartışmalıydı ama hiç bir zaman bu ölçüde rezil ve kepaze olmadı, yerlerde sürünmedi... Artık toplum tam bir yalan, tahrifat ve tezvîrât makinasıyla karşı karşıya... Gazete ve televizyonlarda sadece iktidar şakşakçıları barınabiliyor. Eğer öyleyse bunca gazeteye ve televizyona ne gerek var? Gazeteler, radyo ve televizyonlar sessiz çoğunluğun sesi ve vicdanı olmadıkları zaman, varlık nedenleri ortadan kalkar.  Şu anda Türkiye’de durum öyle ve “doğru haber” alma imkânı bütünüyle ortadan kalkmış bulunuyor.

 Oysa, bilgilendirmek, haberdar etmek, basın için bir özgürlük değil, bir görevdir. Zira insanların doğru haber alma, doğru bilgilendirilme hakları ve ihtiyaçları vardır.  Unutmamak gerekir ki, ifade [düşünce] özgürlüğü tüm özgürlüklerin anasıdır ve düşünce özgürlüğünün, basın özgürlüğünün olmadığı yerde başka özgürlüklerden söz etmek abestir. Basın özgürlüğüne sahip çıkmak da sadece gazetecileri angaje eden bir şey değildir. Orada söz konusu olan hepimizin haysiyeti ve geleceğidir...

Başbakan’ın, yandaşlarının, AKP tetikçilerinin hedefindeki son iki gazeteci, Amberin Zaman ve Ceyda Karan oldu. Bu iki değerli kadın gazetecimiz, sadece doğru bildiklerini söyledikleri, yapmaları gerekeni yaptıkları halde, utanç verici bir karalama ve linç kampanyasının hedefi oldular.  Eğer “özgürlük başkasının özgürlüğüyse” ki, öyledir. Bu değerli insanlara yapılan hakaret, hepimize yapılmış demektir. Ve böyle bir durum karşısında sessiz ve tepkisiz kalmak, haysiyet sahibi insanlara yakışan bir şey değildir. Biz, aşağıda imzası bulunanlar, Ceyda Karan ve Amberin Zaman’a yapılan bu çirkin saldırıyı şiddetle kınıyoruz, protesto ediyoruz ve kendileriyle dayanışma içinde olduğumuzu, yalnız olmadıklarını kamuoyuna ilan ediyoruz.


---------------------------------------------------------------
Fikret Başkaya
İsmail Beşikçi
Baskın Oran
Doğan Özgüden
İnci Tuğsavul
Sait Çetinoğlu
Ali Nesin
Şanar Yurdatapan
İbrahim Seven
Attila Tuygan
Muzaffer Erdoğdu
Nalan Temeltaş
Sennur Baybuğa
Cennet Bilek
Pınar Ömeroğlu
Gül Gökbulut
Nivart Bakırcıoğlu
Ramazan Gezgin
Mehmet Özer
Mahmut Konuk
Sabahattin Şerif Meşe
Serdar Koçman
Murad Mıhçı
Haldun Açıksözlü
Osman Özarslan
Celal İnal
Oktay Etiman
Yalçın Ergündoğan
Haldun Açıksözlü
Erkan Metin
Atilla Dirim
Necati Abay
Raffi Hermon Araks
Eflan Topaloğlu
Ömer Asan
Mehmet Uluışık
Cemil Aksu
Kenan Yenice
Adnan Genç
Şiar Rişvanoğlu
Serkan Engin
Nadya Uygun
Bülent Atamer
Bülent Tekin
Ceyhan Çakır Süvari
Atalay Girgin


20 Temmuz 2014

Filistin! Filistin

Filistin veya neden söz ettiğini bilmek!

Fikret Başkaya

Siyonist İsrail Devleti, belirli aralıklarla Filistin’e saldırıyor. (Son beş yılda bu üçüncü). Saldırmak için her seferinde bir bahane uyduruyor. Çocukları, kadınları, yaşlıları, sivilleri vahşice katlediyor. Masum insanların üzerine bomba yağdırıyor, evleri, okulları, hastaneleri, kamu binalarını yerle bir ediyor, istediği kadar insana işkence uyguluyor, istediği kadarını hapse atıyor, halkı susuz, aç ve ilaçsız bırakıyor, dış dünya ile bağını kesiyor... Bu durum sürekli tekrarlanıyor ve “uluslararası toplum”, denilenin bu insanlık vahşetini uzaktan seyrettiğinden “şikayet” ediliyor... Aslında bu durumun nüanse edilmesi gerekir. Veya iki şey : Birincisi, “uluslararası toplum” dedikleri ABD, Avrupa, biraz da Japonya’dan ibarettir. Dolayısıyla “Uluslararası Topluma” Asya, Afrika, Latin Amerika halkları dahil değildir; ve ikincisi, İsrail’in saldırılarının arkasında, kollektif  emperyalizm denilen üçlü,  ABD, AB, Japonya, bulunuyor. Bu üçlüye Kanada ve Avusturalya’nın da dahil olduğunu söyleyebiliriz... Durum böyleyken, “barıştan”, “çözümden”, “istikrardan”, vb. söz etmek sorunludur. Ya da şeyleri hangi zemin üzerinde tartıştığını bilmek önemlidir.  Tabii, “uluslararası toplum” denilenin de durumdan “üzüntü duyduğu”, “kınadığı” da oluyor ama bunun reel bir karşılığı olması mümkün değildir.