Suçortağı
Olmamak Mümkün!
Fikret
Başkaya
Türkiye Cumhuriyeti devleti 90 yıldır Kürtleri
katlediyor, insanlık suçu işliyor. Her seferinde katliama bir gerekçe bulunuyor
(eşkiya, terörle mücadele, vb). Aslında durumun nüanse edilmesi gerekiyor, zira
kelimenin gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu değil ve hiç bir zaman da
olmadı. (Tabii bu başka yerlerdekinin matah bir şey olduğu anlamına gelmez).
Zaten öyle olmadığını memleketin
sahipleri de itiraf ediyor: Devletin
ülkesi ve milleti diyorlar. Yani bir devlet var, ve bir de onun ülkesi ve
milleti var. Gel keyfim gel... Eğer gerçekten Cumhuriyet söz konusu olsaydı, o zaman ilişkinin yönü halktan
devlete doğru olurdu. Cumhuriyet, respublica
olsaydı, aracın direksiyonunda "memleketin sahipleri" değil halk
otururdu... Respublica demek herkesin olan veya hiç birkimsenin olmayan demektir.
Kadir Cangızbay'ın “hiç kimsenin
cumhuriyeti” dediği şey... Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Eğer
gerçekten cumhuriyet, respublica olsaydı,
o zaman halk kendi kendini yönetir, tabii katliam gibi aşırılıklara da yer
olmazdı. Oysa TC'nin adından başka cumhuriyet rejimiyle bir ilgisi yok.
Elbette bu zaman zarfında, katliamlar, siyasi
cinayetler, işkenceler, her türden siyasi baskı, sadece Kürtlere yönelmedi.
Müslüman- Türk- olmayan, farklı düşünen, resmi "gerçeği" sorgulayan,
gerçekten muhalif olan, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talep eden
herkesi kapsadı. Bu öyle bir devlettir ki, her hangi bir hak talebine olumlu
cevap vermesi, asla mümkün değildir. Herhalde öyle bir şeyin "kutsal
devletin" büyüsünü bozacağını düşünüyorlar ve her talebi şiddetle ezme
yoluna gidiyorlar... Devletten bir hak talep eden herkes "iç
düşmandır" iç düşman "dış düşmandan" daha tehlikelidir,
dolayısıyla katli vaciptir...
TC Devleti 90 yıldır Kürdistan'da katliamlar
yapıyor, zira Kürdistan'ın bu taraftaki parçası TC'nin bir kolonisidir
(sömürgesidir). Sınır komşusu olma durumu kolonyalist statünün görünürlüğünü
zaafa uğratıyor. Fakat gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus var:
Kolonyalist statükonun devam edebilmesi, sürdürülebilmesi, her zaman işbirlikçi
unsurları varsayar. Eğer bu zaman zarfında TC işbirlikçisi Kürt mülk sahibi
sınıfların "katkısı" ve desteği olmasaydı, bu zulüm bu kadar uzun
süreli, ödenen bedel de bu kadar ağır olmazdı... Bu yüzden Kürt sorunu nihai
tahlilde ve aynı zamanda sınıfsal bir sorundur...
Bu gün itibariyle TBMM'de çok sayıda Kürt
milletvekili var. Ana karnındaki ceninler de dahil, çocuklar, gençler,
yetişkinler, yaşlılar, kadınlar, erkekler ve hayvanlar hunharca katledilirken,
evleri tank-top ateşine tutulup, yakılıp-yıkılırken, mahalleler, şehirler
harabeye çevrilirken, tarihi miras yok edilirken, insanlar sokağa çıkamazken,
günlerce haftalarca evlerine hapsedilirken, şu kara kış günlerinde elektriksiz,
susuz, yiyeceksiz, ilaçsız bırakılırken, hastaneler sağlık hizmeti veremezken,
ölüler sokaklarda çürümeye terkedilirken, morglarda, soğuk hava depolarında
bekletilip, defnedilmelerine bile izin verilmezken,acaba o sayın
milletvekilleri gece başlarını yastığa koyduklarında mışıl mışıl uyuyabiliyorlar
mıdır? Sesleri hiç çıkmadığına göre, demek ki, uykuları kaçmamış... Elbette
sözüm sadece Kürt milletvekillerine değil, hâlâ uykusu kaçmayan herkese...
Oradaki yıkımın, vahşetin, hoyratlığın nedeni
öyle ileri sürüldüğü gibi, hendekler ve/veya özyönetim talebi değil. Bu onların
en doğal talebiyken, öyle bir şey istiyorlar diye bir halka bu katliam reva
görülür mü? Üstelik özyönetim sadece Kürtlerin değil, bir bütün olarak
insanlığın da geleceği olduğuna göre... Katliamlar, Suudi vahabiliğinin
büyüsüne kapılmış AKP'ye ve asıl onun şefine sorun çıkardıkları için,
diktatörlüğün yerleşmesini zora soktukları için yapılıyor. Amaç dinci-faşist
bir dikta rejimini kurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak. Bu Suudi özentileri öyle
bir rejim kurmak istiyorlar ki, öyle bir karanlık hedefleri var ki, hiç kimseye
hesap vermeden bu ülkenin varını-yoğunu yağmalasınlar, talan etsinler... Zaten
Türkiye'de siyaset, oldum olası iki amaç için yapılan bir şeydir: 1. Bütçeyi ve
hazineyi yağmalamak, küçük bir azınlığı zengin etmek, ve 2. hak, özgürlük,
eşitlik, adalet ve demokrasi taleplerini etkisizleştirmek, demokratikleşmesinin
önünü kesmek. Maalesef bu işi 90 yıldır başarıyla yaptılar ve yapıyorlar... 13
yıllık AKP iktidarında kimlerin nasıl zengin edildiği, bu ülkenin varı-yoğu mafyalaşmış
bir soyguncu çetesi tarafından nasıl yağmalandığı, talan edildiği ortada değil
mi? Lâkin, toplum çoğunluğunu yoksullaştırmadan birilerini, küçük bir vurguncu
çetesini zengin etmek mümkün değildir. Zira, kapitalizm, hele, hele onun
neoliberal versiyonu geçerliyken, başka türlüsü mümkün değildir. İşte onca
zamandır, milliyetçilik, "ulusalcılık", vatan-millet-Sakarya
nutuklarının gizlediği gerçek bu...
Aslında bir kaç günlük bir genel grev bu savaşı,
bu yıkımı, bu katliamı durdurabilir. Lâkin şimdilerde sayıları 17 milyona
yaklaşan işçi sınıfı, örgütsüz ve bilinçsiz. Oysa işçi sınıfı mücadele ettiği
zaman işçi sınıfıdır. Aksi halde cansız, ruhsuz, "amorf" bir
yığındır. Zaten örgütlü, "sendikalı" kesim, toplamın %6'sı kadar,
yani devede kulak... O %6'nın yarısıda (%3) toplu sözleşme hakkına bile sahip
değil. KESK, DİSK ve bir kaç küçük sendika dışındakilerin tamamı AK sendika...
Tayyip Erdoğan'ın sendikası... AK
Sendikalar şimdilerde sınırlı hak kırıntılarına da savaş ilan etmiş
durumdalar ve bunlara hâlâ sendika deniyor... Netice itibariyle en azından şu
aşamada bir genel grev pek mümkün görünmüyor.
Başka durumlarda, başka konjonktürlerde etkili
olsa da, bildiri, basın toplantısı, imza kampanyası, açlık grevleri, protesto
yürüyüşleri, vb. bu savaşı durdurmak için yeterli değil. Elbette bunu söylemek,
onlar yapılmasın demek değil, onun ötesinde de bir şeyler yapma gereğini imâ
ediyor. Dolayısıyla bu yeni durumda etkin, sonuç alıcı mücadele yöntemleri
keşfetmek, hayata geçirmek gerekiyor ve bu mümkün. Mesela Kürt illerinde ve
Batı'da kapsayıcılığı yüksek bir sivil itaatsizlik eylemi örgütlenebilir.
Savaşın durdurulması, mücadelenin başarılı olabilmesi için, safların netleşmesi
gerekiyor. Geride kalan 13-14 yılda Parlamentoda muhalefet hiç bir varlık gösteremedi.
Şeylerin seyri üzerinde etkili olamadı. Bir etkisi olmadı ama AKP iktidarını
"meşrulaştırdı". Eğer o Meclis'te artık hiç bir şey yapmak mümkün
değilse, dinci-faşist iktidarı zora sokacak sayıda, bu gidişattan samimiyetle
rahatsızlık duyan, olup-biteni içine sindiremeyen milletvekilinin Meclisten çekilmesi, şeyleri
netleştirmeyi sağlayabilir ve iktidarı zora sokabilir. Eğer orada seslerini
duyuramıyorlarsa, o zaman seslerini duyurabilecekleri yerde olmaları gerekmez
mi? Bir sivil itaatsizliğin örgütlenmesi böylece daha da kolaylaşabilir! Eğer
siyaset yapma etkinliği sadece Meclis'e bırakılırsa, bu ülke hiç bir zaman
demokrasinin yüzünü göremeyecektir... Onun için, politika yapma etkinliği,
kaşarlanmış, profesyonel burjuva politikacılarına bırakılabilir bir şey
olmamalıdır... Onu asıl bulunması gereken yerlere, sokağa, mahalleye,
fabrikaya, her sosyal yaşam mekanına taşımak gerekiyor... Egemenlerin sokaktan
neden bu kadar çok korktuğunu hiç düşündünüz mü?
Artık bu iktidara yalvarma-yakarma aymazlığından
kurtulmak gerekiyor. Zira bu dünyada yalvarıp-yakarmakla bir şeyler kazanıldığı
görülmemiştir... Dolayısıyla mesele yalvarıp-yakarmak, insaf dilenmek değil,
yaptıklarınızla, etkili eyleminizle karşı tarafı başka türlü yapmaya
zorlamaktır.
Böyle durumlarda herkesin mutlaka yapabileceği
şeyler vardır. Herkes bulunduğu yerden itibaren isterse mutlaka bir şeyler
yapabilir ve kendince süreci etkileyebilir. Bunun için de öncelikle ataletten
kurtulmak gerekir. Malûm, yurttaş, (citoyen), sitenin (devletin) sorunlarıyla,
politikayla ilgilenen anlamındadır. Bir kimlik kartına, şimdilerde bir kimlik
numarasına sahip olmak, göstermelik seçimlerde oy kullanmak, yurttaş olmak için
yeterli değildir. Aksi halde istemeyerek de olsa, olup-bitenlerin suç ortağı
olmak kaçınılmazdır. Zira, bu dünyada "tarafsızlık mümkün değildir.
Zalimle mazluma, ezenle ezilene eşit mesafede durmak mümkün değildir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder