üniversite etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
üniversite etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2016

Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler



Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler *

Fikret Başkaya


Üniversitelere dair retorikle realite arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde toplumun bir kaç adım önünde olan, "bilim yuvaları" oldukları vb... şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip- yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını döndürecek kadroları 'yetiştirmekten' ibaretti...

Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir. Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine mahsus bir 'üslûbu', bir 'tarzı' olması gerekir. Şundan dolayı ki, "öğretme" etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat, öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik, herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir 'özelliğe' sahiptir.

23 Ocak 2016

Üniversite Olmanın Kriteri



Bir binanın ön cephesine 'üniversite' yazmakla orası üniversite olmaz!


Fikret Başkaya

 
Özerklik üniversite için vazgeçilmezdir. O kadar ki, "özerk değilse üniversite değildir" denecektir. Kendi kendini yönetemeyen bir kurum üniversite adını hak etmez... Fakat, devlet ve sermaye karşısında özerklik önemli olmakla birlikte, yeterli değildir. Veya aynı anlama gelmek üzere, özerklik bir şekil sorunundan ibaret değildir. Özerk üniversite, özgür düşünceyi, eleştirel düşünceyi içselleştirmiş, bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe sahip akademi üyelerini varsayar. Aksi halde, kapısına istediğiniz kadar üniversite yazın, diğer devlet kurumlarından bir farkı olmaz. Bizde üniversite üyelerinin ezici çoğunluğu, bilimsel- entelektüel kaygılara yabancıdırlar. Pekâlâ başka bir devlet kurumunda, bir bankada, bir şirkette de çalışıyor olabilirlerdi... Onun için, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi kaygılar taşıyanlar, bilimsel- entelektüel iddiası olanlar çok küçük bir azınlıktır. Aslında orada Mete Kaynar'ın, "uzman yetiştiren uzmanlar" dediği söz konusudur.



Türkiye'de gerçek üniversite tanımıma uygun kurumlar hiç bir zaman olmadı. Ama her zaman sayıları çok az da olsa, bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe sahip, üniversiteye yakışan hocalar oldu! Zaten devletin kutsal sayılıp tabu mertebesine yükseltildiği bir rejimde, hiç bir özerk kurumun yaşamasına izin verilmezdi ve verilmedi. Tabii hiç bir farklı, aykırı, eleştirel düşünceye de yaşama şansı tanınmadı. Böylesine bağnaz, böylesine köşeli, böylesine boğucu bir resmi ideolojinin geçerli olduğu bir rejimde, özgür düşüncenin serpilip, gelişmesi mümkün değildir. Türkiye'nin sürekli yerinde saymasının, patinaj yapmasının başlıca nedenlerinden biri, toplumun bağnaz bir resmi ideoloji tarafından rehin alınmış olması, özgür düşüncenin ve özgür tartışmanın önünün kesilmesidir. Özgür düşünce ve özgür tartışmanın yasaklandığı, dahası lânetlendiği durumdaysa, toplum kendisi hakkında düşünme yeteneğini kaybeder, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker...

29 Nisan 2010

Uzmanı ve Uzmanlığı Nasıl Bilirsiniz?

Uzmanı ve Uzmanlığı Nasıl Bilirsiniz?

Fikret Başkaya

Burjuva egemenlik sisteminde, gerçeğin anlaşılmasını sağlaması gereken bilgiler parçalanmış durumdadır. İnsanların bilinci bu parçalanmışlığın sonucunda oluşuyor. Yüksek düzeyde eğitimden [üniversite] geçip ‘uzmanlaşan’ kişi, realitenin küçük bir parçasına odaklanıyor. Ağacı görür de ormanı görmez... Hiçbir zaman bütünle parça arasında bağ kuramaz, sadece kendi ilgi alanına dair bilgi sahibidir. Aslında çelişik ve şaşırtıcı gelse de uzmanlık arttıkça cehâlet katsayısı da yükselir...

Eğitim sistemi, eğitimden geçmiş olanların resmin bütününü görmesini, şeylerin gerçeğine nüfûz etmesini engelleyecek biçimde kurgulanmış durumdadır ve bu bir tesadüf değildir. Eğitim sistemi eğitilmiş olan diplomalıların sınıf değiştirmesini sağlar. Bu yüzden her toplumda ve her tarihsel dönemde belirli seviyenin üstünde eğitimden geçmiş olanlar daima toplum çoğunluğuna göre ayrıcalıklı bir statüye sahiptirler. Fakat şeylerin doğasında mündemiç çelişki, eğitilmiş kesim için de geçerlidir. Eğitim süreci eğitilmiş olanı bazı bilgilerle donatıp ‘uzmanlaştırırken’, aynı zamanda onu üretici işe yabancılaştırıp- ‘kötürümleştirir’ ve artık elinden başka hiç bir iş gelmez. Bu yüzden bürokraside görev alanlar manipülasyona açıktır. Üstlerin astlara her istediklerini yaptırabilmeleri, bu ‘kötürümleşmişlik’ durumuyla açıklanabilir.

XIX. yüzyılda sanayi kapitalizmiyle birlikte, işçiler proleterleştirildi. Ekseri sanıldığı gibi, proleter işçinin özdeşi değildir. Proleter demek düşünme-tasarlama-bilme-yapma yeteneğinden mahrum olmak anlamındadır. Kişi, yoksul olduğu için proleter değildir, proleter olduğu için yoksuldur. Başka türlü ifade edersek, yoksullaşma proleterleşmenin doğal sonucudur. Sanayi kapitalizmi koşullarında işçinin düşünme-tasarlama-bilme-yapma yeteneği makinaya aktarılmıştır. Ve o aşamadan sonra her işçi diğerinin benzeri ve biri diğerinin yerini alabilir, ona rakip olabilir durumdadır. Aynı bir makinanın bir diğerinin yerine kullanılması gibi... Bizde Arapça amale, âmil kelimesinden türemedir emeli olan, isteyen anlamındadır. Dolayısıyla işi yapanın istek ve iradesine gönderme yapar. Proleter vasıfsızdır, artık kendi isteğiyle bir şey yapma yeteneğinden yoksundur. Birey olarak değersizleşmiş durumdadır.

XX. Yüzyılda, özellikle de yüzyılın son çeyreğinde, proleterleşmede bir eşik daha aşıldı: Bu, proleterleşmenin genelleşmesiydi. Fransız filozofu Bernard Steigler’in isabetli bir şekilde tüketicinin proleterleşmesi dediği işte budur. Zira herkes tüketicidir. İnsanlar kendilerine dair hiçbir şey düşünemez, tasarlayamaz, yapamaz duruma geliyorlar. İnsanların yaşam alanı bir bakıma uzmanlar tarafından kuşatılmış durumda. Bir otelde kahvaltı salonunda bana eşlik eden kişi, masaya oturduğumuzda, “ceviz de alsaydın, çok faydalıymış’ demişti. “Faydalı olmasa insanlar bin yıllardır neden yesinler, bunu söylemenin ne anlamı var?” dediğimde “uzman öyle diyor” karşılığını vermişti... Şimdilerde egemenler cephesinin iki unsuru olan politikacılarla uzmanlar arasında sıkı bir ittifak kurulmuş durumda. O kadar ki, nerdeyse “tüm iktidar uzmanlara” denecektir. Kapitalizm öncesi dönemde rahipler, din alimleri, bizde ulema, halka gerçek Tanrının ne olduğunu, gerçek îmânın ne olduğunu, ne olması gerektiğini, Tanrı’ya giden yolun nereden geçtiğini “bilirler” ve söylerlerdi. Sıradan insanların bu konuda fikir beyan etmesi söz konusu bile değildi. Şimdilerde kapitalizmin ürettiği teknik, dinin yerini aldı ve artık eskide olduğu gibi erişilmez değil ama bu işi ancak uzmanlar yapabiliyor... Her şeyin sırrını çözecek ‘sihirli anahtar’ artık uzmanların elinde...

Her şey metalaşıyor, teknikleşiyor ve olup bitenlerin ne anlama geldiğini sadece ‘konunun uzmanları’ biliyor. Mesela ‘uzman’ iktisat profesörü piyasanın neden tüm sorunların çözüm yeri olduğunu, hangi ekonomik politikanın neden uygulanması gerektiğini bilir. Zira piyasa rasyonelliğin, nesnelliğin, bilimselliğin timsâlidir. Eğitim, sağlık, sosyal, güvenlik, vb. hizmetlerin neden özelleştirilmesi gerektiğini, neden parayla alınır-satılır birer metaya dönüştürülmesi ‘gerektiği’nde bilir, zira söz konusu olan bir ‘uzmanlık işidir’... İflas eden bankaların neden kurtarılması gerektiği, ama iflas eden küçük esnafın, mülksüzleşip toprağından atılan köylünün neden desteklenmemesi gerektiğini, neden bu sorunu piyasa ekonomisinin ‘şaşmaz yasalarına’ bırakmak gerektiğini, böyle yapmanın neden iktisat biliminin ve piyasa ekonomisinin ‘gereği’, dolayısıyla zorunlu olduğunu da bilir elbette. O gerçeğin tapusuna sahiptir ve meta mabedinin bekçisidir. Mesela devletin tarım sektörünü desteklemesinin ne kadar kötü bir şey olduğunu, ama sanayiciyi ve ihracatçıyı desteklemesinin neden gerekli olduğunu bilen de odur. Tarım sektörünün desteklenmesi ‘piyasa ekonomisinin’ işleyişini bozar, dengeleri alt-üst eder, enflasyonu azdırır, ‘kara deliği büyütür’... Oysa, bütçeyi ve hazineyi hortumlayan banka patronlarının kurtarılması ‘ekonomi biliminin’ bir gereğidir... Güzelim mis kokulu muzun yetiştiği kendi toprağı üzerine beş yıldızlı oteller dikilmesi, ikinci konutlar [yazlık] yapılması ve muzun orta ve güney Amerika’dan ithal edilmesi piyasa ekonomisinin bir gereğidir. Bu saçmalığa karşı çıkmak bilime, teknolojiye, piyasa ekonomisinin ‘şaşmaz’ yasalarına karşı çıkmaktır, gericiliktir, uygarlık düşmanlığıdır, piyasa Tanrısına itaatsizliktir, zındıklık değilse dinazorluktur... Eğer itiraz ederseniz bu haddinizi aştığınız anlamına gelir ki, uzman olmadığınız bir konuda fikir beyan ederek, uzmanın uzmanlık alanına tecavüz etmiş olursunuz... Eğer toplumun bu gününe ve geleceğine dair tüm hayatî kararlar kapitalist patronların ve politikacıların hizmetindeki uzmanlar, tarafından alınıyorsa, rotayı onlar belirliyorsa, neyin iyi, neyin kötü, neyin gerekli, neyin gereksiz olduğuna uzmanlar karar veriyorsa, yurttaş denilen bunun neresindedir? O zaman siyasi partiler, seçimler, parlamenterler, vb. ne gibi bir kıymet-i harbiyeye sahiptir ve böylesi koşullarda demokrasiden bu kadar çok söz edilmesi abesle iştigal etmek değil midir?

O halde her şey sarpa sararken, araç duvara çarpmak üzereyken, bütün göstergeler kararmaya devam ederken, egemenler cephesinin hareket alanının hâlâ bu kadar geniş oluşu ve bu kadar kolay yönetebiliyor oluşu nasıl açıklanacak? Bu sorunun cevabı ‘tüketicinin proleterleşmesi’ kavramından hareketle verilebilir. Kapitalist metalaşma, paralılaşma, teknikleşme, tüketimin yaşamın yegâne ereği mertebesine yükseltilmesi, insanların giderek insâni değerlere daha çok yabancılaşması [zira yaşam yiyip-içmeye - bu arada asgari düzeyde yiyip-içemeyen milyonların varlığını da unutmayarak, zira kapitalizmde bu başka türlü olmazdı- mal mülk sahibi olmaya, daha çok tüketime indirgenmiş durumdadır], uzmanların tahakkümü ve reklamların baskısı, insanların düşünme, muhâkeme yapma, karşı çıkma, karşı proje oluşturma, itiraz etme, şeyleri asıl olması gereken zeminde tartışabilme yeteneğini dumura uğratıyor. Velhasıl tüketici, kavramın asıl anlamında proleterleşiyor. Bunu insanların beyinsizleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz. Elbette bu kafalarının içinde beyin olmadığı anlamında değil ama artık pek kullanmadıkları bir beyin olduğu kesin... Zira insanları uzmanların ve reklâmcıların yönetmesi demek, düşünme yeteneklerini onlara devrettikleri, uzmanlar lehine düşünmekten vazgeçtikleri anlamına gelecektir. İnsanın düşünemez, tasarlayamaz, yapamaz, edemez duruma gelmesi, ürkütücü ve kaygı verici değil mi? Bu durumun sanki insanlığın normal haliymiş gibi algılanması, tartışma konusu yapılmaması, daha da vahimi bunun bir ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘muasır medeniyet seviyesini yaklaşma’, vb... olarak sunulması da rahatsız edici değil mi?

Buraya kadar söylediklerimizden uzmanların sadece kamusal alana dair sorunlarla [politika, ekonomi] ilgili karar verdikleri gibi bir anlam çıkarmak doğru olmaz. İnsanların tüm özel yaşamı ve insan varlığının tüm veçheleri de artık uzmanlar tarafından belirlenmekte, yönlendirilmekte ve yönetilmektedir. Mesela uzman “günde kaç litre su içilmesi gerektiğini biliyor ve öneriyor, kahvaltıda nelerin ne kadar yenmesi gerektiğini de... İnsanın ne zaman ne kadar su içmesi gerektiği neden bir uzmanlık konusu olsun. İnsan susadığında kanıncaya kadar su içer ve bunun için uzmanın uzmanlığına gerek duymaz ve duyması abestir... Beslenme uzmanı da nelerden ne kadar nasıl yenmesi gerektiğini söylüyor... işte günde şundan şu kadar ötekinden şu kadar ve şu zamanda... Böylece yeme-içme alışkanlığı standartlaştırılıyor. Bu durumun neden olduğu sayısız kötülükleri burada zikretmemiz gerekmiyor... Ve bu işin arkasında da gıda üreticisi ve pazarlayıcısı büyük kapitalist tekeller var. Kadın doğurduğu çocuğu uzmana başvurmadan büyütemiyor, çocuğuna bakmasını bilmiyor. Babanın çocuğuyla ilgilenmeye vakti yok. Çocuk yalnızlıktan, tecrit olmuşluktan, iletişimsizlikten kaynaklanan nedenlerden sorunlu hale gelince bir uzman psikologa başvuruluyor... Oysa çocukla gerektiği gibi ilgilenilse, ana-baba analığı-babalığı bilse, uzmana iş kalmazdı. Babanın-annenin çocukla ilgilenmeye vakti yok, zira çok çalışması, çok kazanması, çok harcaması gerekiyor. Kapitalist mantık onu daha çok tüketmeye zorluyor ve çocuğun odası dağ gibi oyuncaklarla dolu... Oyuncak üreten kapitalistin daha çok kâr etmesi için çocuğun odasının oyuncakla dolması gerekiyor. Sadece çocuk değil, hasta ve düşkün anne- babayla da ilgilenmeye vakitleri yok... Mümkünse huzur evine yollamayı ya da bakıcı tutmayı yeğliyor... Her iki halde de ana-babalar bir ‘fazlalık’ ya da ‘yük’ olarak görülüyor. Merak etmeyin böylece GSMH artıyor... GSMH arttığı sürece gerisi önemli değildir...

İnsanlar evlerindeki onca şeyin nasıl kullanıldığını bilmiyor, kullandıkları şeylere yabancılaşmış durumdalar. Giderek her şey otomatize olup-mekanikleşiyor. Bu çılgınlığın son aşaması sürücü gerektirmeyen otomobil... Velhasıl insan beyni giderek kullanım dışı kalıyor...

Çiftçinin hangi tohumu kullanacağına, ne kadar kimyasal gübre, ne kadar zehir atacağına bu işin uzmanı karar veriyor. Bir bakıma çiftçi, tohum, kimyasal gübre, pestisit, herbisit üreticisi çokuluslu tarım-sanayi baronlarının esiri... Artık toprağı nasıl işleyeceğini bilmiyor ve giderek kavramın gerçek anlamında proleterleşip, kelimenin bilinen anlamında çiftçi-köylü olmaktan çıkıyor. Çokuluslu şirketin çıkarı her seferinde toprağa daha çok zehir atılmasını gerektiriyor ve her seferinde daha çok zehir atılan toprak ölüyor ve bu durum ‘uzmanlar’ tarafından bir ‘kalkınma’ başarısı olarak sunuluyor. Kimse toprağın kirlenmesinin neden suyun ve havanın kirlenmesinden daha vahim olduğunu tartışma konusu yapmaya yanaşmıyor. Zira o alan çokuluslu tekellerin ve onların beslemesi olan ‘uzmanların’ korunmuş alanıdır çünkü... Sendikalarda işçilerin ücretinin ne kadar artırılması gerektiğini bilen ‘toplu sözleşme uzmanları’ var. İşçi ücretlerinin düzeyi bir uzmanlık alanı mıdır? Sendikada uzmanın işi ne? İşçiler, şu kadar ücret istiyoruz diyecek durumda değil mi? Ücret artışı talep etmek için bir aracıya, “bu işin uzmanına mı” ihtiyaçları var? Aslında uzman sendika bürokrasinin hizmetinde ve sendika bürokrasisi de kaçınılmaz olarak sermaye ve devletin hizmetinde olduğuna göre, toplu sözleşme uzmanının da neyin hizmetinde olduğu açıktır.

Televizyonlarda uzmanlar ve medyatik aydınlar tartışma programlarına davet ediliyor ve onlara ‘konunun uzmanı’ deniyor. Bazıları her konunun uzmanı olacak ki, tartışılan sorun ne olursa olsun mutlaka ekranda. Onlar her şeyi bilen, her konuda söyleyecek sözü olan yetenekli ve birikimli insanlar, bu yüzden uzmanın en gelişmiş türü sayılmaları gerekir... Televizyonun yegâne amacı ve varlık nedeni kâr etmek ve kârı büyütmekken, uzman ve medyatik aydın neye yarıyor dersiniz? İki şeye yaradıklarını söyleyebiliriz: Birincisi, sorunun tartışıldığı izlenimini ve yanılsamasını yaratmak; ikincisi, uzmanın ve medyatik aydının ününü kullanarak daha çok reklam almak. Elbette reklamlarda ünlenip tartışma programlarına çıkanları da var... Zaten tartışmalar ‘kısa bir reklam’ arasına sıkıştırılıyor. Fakat, televizyon programcısı bir uzman davet ettiğinde güya muhalifini de davet ediyor... Böylece ‘farklı’ görüşleri karşı-karşıya getiriyor... Aslında uzmanın karşıtının da son tahlilde bir uzman olduğu gözden kaçıyor. Başka türlü ifade edersek, aynı paradigma dahilindeki iki uzman sayesinde, sanki farklı şeyler söyleniyor, savunuluyor izlenimi yaratılarak, insanlar aldatılıyor. Bir televizyon programcısı akıl edip mesela reklâmlarla ilgili bir tartışma programı yapsa, reklâmın nasıl bir kepazelik olduğunu savunan birini de davet edebilir mi? Geçerli paradigmaya gerçekten muhalif olan birini çağırmasına izin verilir mi? İzin verilmez zira muhalif zaten uzman sayılmaz, kimin uzman sayılacağı ‘başka’ kriterlere göre belirlenmektedir. Böyle bir şeye cesaret ve cüret etmek, televizyonun varlık nedenine bir saldırı sayılacağı için, programcının öyle bir şeye cüret etmesine asla izin verilmez, ama cüret ederse işinden olması ihtimal dışı değildir. Sonra da her şeyin serbestçe tartışıldığı safsatası...

Kapitalist mantık geçerli olmaya devam ettikçe ve her ileri aşamada, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmazdır. Zira, yegane ereği ve varlık nedeni kâr etmek olan meta uygarlığının, insanı insanlıktan çıkarmadan yol alması mümkün değildir... O halde iki şey: Birincisi kapitalizmin insanlığın ‘normal hali’ olamayacağının bilincine varmak; ikincisi de, bu durumun normal, gerekli, zorunlu, alternatifsiz, insanlığın yegâne ufku olduğu görüşünü geçerli bilinç haline getirmenin hizmetindeki “konunun uzmanlarından” uzak durmak. Elbette bu, iktidar ilişkilerinin ve onun gerisindeki mülkiyet ilişkilerinin hafife alındığı anlamına gelmemelidir...

03 Nisan 2009

İdeolojiler Ormanından Kaçış Yok

İdeolojiler Ormanından Kaçış Yok

Atalay GİRGİN*

Her gerçek varlık hareket eder, değişir, çözülür, çürür. Bu süreç, herhangi bir varlığın kendi içselliğine, kendi varoluşuna bağlı olarak gerçekleşebileceği gibi, dışsal etkenlere bağlı olarak da gerçekleşebilir. Dışsal etkenler bu sürecin hızlanmasını da yavaşlamasını da sağlayabilir. Böylece herhangi bir var olanın değişimini, çözülüşünü ve çürümesini hızlandırmak da, daha erken müdahale ederek, özel koruma tedbirleri alarak bu süreci olabildiğince yavaşlatıp, ömrünü uzatmak da mümkündür. Bu söylenenler, öncelikle, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan her gerçek varlık için geçerlidir. Dolayısıyla, dil ve dilin tüm kavramları da dahildir buna...

Kavramları, neliği ve gerçekliğinden bağımsız olarak, canınız istediğinde ve canınızın istediği her yerde kullanmaya başladığınızda, o her seferinde etkisini biraz daha yitirir. Hiper enflasyon koşullarında, nasıl ki “paranın değerinin pul olması”ndan söz ediliyorsa, kavramların böylesi bir kullanımında da, onların anlamı ve etkisi değerini koruyamaz, her geçen gün “şey”leşir.

Derdinizi, meramınızı, düşüncelerinizi anlatacağınız, temel öneme haiz saydığınız kavramları “şey”leştirdikçe, aslında kendinizi de “şey”leştirirsiniz, farkına bile varamadan... “Ağyarını mani, etrafını cami” kılamadığınız her “şey” gelir sizi vurur. Bundan dolayı kavramları hem neliği ve gerçekliğine uygun hem de yerinde ve zamanında kullanmak gerek. Ve asla “şey”leştirmeden... Çünkü onlar birer sakız değildir, canınızın istediğinde ve canınızın istediği yerde çiğneyebileceğiniz.

Açık Bir İdeoloji...

İşte günümüz koşullarında da böylesi bir kullanımdan muzdarip olan ve eğitimle, üniversite ve akademilerle bağlantılı birkaç kavram: Bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü... Bunların yanında “akademik özgürlük” sözünü de anımsamak gerek...

Bu sözler bazen bir talep gibi yansır; egemen olandan, iktidardan istenen. Bazen ise olması gerekenlerin bildirimi, yani bir yoksunluk halinin ifadesi olarak... Hangi biçimde yansımış ya da yansıtılmış olursa olsun, bu en azından iki boyutlu bir yanılsama halidir.

Bir boyutuyla, bilimin neliği ve gerçekliğini dikkate almayan, kavramayan, bilim ile bilimcilik’i ayıramayan bir bilinç yanılsaması hali... Ki bu, bilimi olduğundan daha farklı bir şey olarak görmenin ya da onu olduğundan daha yüksek, daha yüce bir etkinlik sanmanın da dışavurumudur. Diğer boyutuyla ise, neliği ve gerçekliği, varlığı ve yokluğu bir yana, özgürlüğü bir devletin, bir iktidarın, en genel haliyle ise bir egemenin gözetimi ve denetimi altında düşünme yanılsamasıdır. Bu bir efendili özgürlüktür. Efendili özgürlük tasarımı ya da düşüncesi ise, farkında olunsun ya da olunmasın bir ayrıcalık isteme halidir; kendini ayrıcalıksız, imtiyazsız var edemeyeceğini düşünen sakatlanmış bir bilinç hali... Efendisizlik ölümden beterdir bunlar için... İllahi kendilerini bir efendinin hizmetine koşmaları ya da bir efendiye ‘pazarlamaları’ gerekir, kendileriyle barışık ve mutlu olabilmeleri için... Ardı sıra efendinin lütfuna, takdirine mazhar oldukça da bir ‘bilim insanı’ olarak, bilimsel faaliyetlerinde ne kadar ‘özgür’ olduklarını keşfediveririrler.

Oysa bilim ve bilim faaliyeti ‘özgür’lüğü dışlar. Çünkü bilim bir ideolojidir; açık bir ideoloji... Bir ideoloji olarak bilimi, diğer ideolojilerden ayıran en temel özelliği, işte bu açıklığı ve aynı zamanda da yöntemselliğidir. Bu iki özelliğe sahip oluş, bilimin ortaya koyduğu bilgiye, yanlışlanıncaya dek doğruluk değeri ve evrensellik niteliği kazandırır. Bu, göreliliği yadsımayan, uzun ya da kısa bir süre varlığını, geçerliliğini koruyacak bir kesinlik durumudur. Ne var ki bu, bilinçli ya da bilinçsizce, amaçlı ya da amaçsızca sık sık unutulur. Bunun bir biçimde unutulduğu, anımsanmak istenmediği ya da kelimelerin gerçek anlamında bilimin neliği ve gerçekliğinin kavranmadığı yerde ise, bir sakız gibi, ‘bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü’ sözleri çiğnenmeye başlar.

Bu sözler, özellikle de üniversite eğitim-öğretimine bulaşan ya da bir biçimde bunun içinde, kenarında yer alan insanların, bulundukları yere, konuma; nereye, neden, nasıl ve niçin baktıklarına ve dahası açık ya da örtük kabullerine bağlı bir biçimde sık sık; ya da maruz kaldıkları uygulamalara istinaden dönem dönem yineledikleri sözlerdir. Bu yineleyicileri, en genel haliyle üç gruba ayırabiliriz şimdilik. Bunlardan bazıları bu sözleri, onların neliğini ve gerçekliğini düşünmeksizin, her koşulda tekrarlar durur. Bazıları ise ihtiyaçlarına denk düştüğü, kendince bir açmazla, bir engelle karşılaştığı durumlarda anımsar; sihirli bir maymuncuk ya da bir can simidi misali... Bazıları da çalıştıkları bilim alanında kendi bireysel ya da grupsal kabullerini ve yöntemlerini, geçerli ve “doğru” olarak kabul edilen ön kabullerin ve yöntemlerin yerine geçiremedikleri ve aynı zamanda da ötekilerin kabulü kılamadıkları durumlarda başvururlar aynı sözlere. Yaşamın her alanında, değişimin kendisinden daha zordur, değiştirmek... Ve hele bu bilim olduğunda, bir yandan daha da “ince elemenin sık dokumanın” gerekliliğine inanılır; diğer yandan da o alanda geçerli ve “doğru” kabul edilen kabuller ve egemen olan anlayış doğrultusunda işlerini yürütmeye alışmış olanların, alışkanlıklarını ve bilinçli ya da bilinçsizce değer kıldıklarını değiştirmeye karşı dirençleri ekleniverir buna... Yaşadıkları zaman diliminde sesleri en az duyulan ya da hiç duyulmayan kesimi oluşturur bunlar...

Birinciler, bazen “saf”lık derecesinde bir aymazlıkla, bazen ise “şeytana pabucunu ters” giydirecek bir hinlik ve kurnazlıkla ya da alemi aptal kendilerini akıllı sanan bir akl-ı evvellikle var olan gerçekliğin karşısında, gözlerini kapatarak değilse de, bilinçlerini kapatarak, bir “akıl tutulması” haliyle yer alırlar. Gözlerinin açıklığı, gördüklerini kavramaya, anlamaya, anlamlandırmaya da yetmez. Buna niyetleri de yoktur onların. Gözleri kendi gözleri de değildir zaten... Bunların büyük bir çoğunluğu için bilimin, bilimsel faaliyetin “ne olduğu” bile meçhuldür. Gerçekliğe dogmatik bir inançla bakıp, ona kendi önermelerini giydirmeye ya da onu kendi önermelerine uydurmaya çalışırlar. Bilimsel faaliyet sonucunda ortaya konan bilgiyle, kendi önermelerinin bazıları çakıştığında kendileri bir anda “bilimsel” sıfatını kazanıverir ve sevinirler**. Aslında, bilinçli ya da bilinçsizce istedikleri, kendi söylemlerini bilim kılmaktır. Bir başka deyişle, bilimin ve bilimsel faaliyetin kendilerini onaylayan bir “noter”e ve ardı sıra da kendilerini iktidara taşıyıcı bir manivelaya dönüşmesidir. Çünkü iktidar olmak isteyen, ama daha iktidara ulaşamamış olan, kaçınılmazdır ki “bilimsel araştırma”nın “iktidar üretici bir santral”1 oluşuyla yetinemez; nedeni bellidir bunun, o, iktidarda olanın iktidarını üretir. Dolayısıyla, kendilerini iktidara taşımayan, kendilerinin iktidarını üretmeyen bilimin de, bilim insanının ve bilim faaliyetinin de, zaten olmayan özgürlüğü yok oluverir. Bilim özgür olur mu? Bilimin ortaya koyduğu bilgi, özgürlüğün damgasını mı taşır? Bilimsel faaliyet bir özgürlük faaliyeti midir? Bir bilim faaliyeti yürüten bilim insanı, malzemesi karşısında özgür müdür? Kabulleri ve malzemesi karşısında özgür olamayan bir bilim insanının özgürlüğünden söz edilebilir mi? Daha temelde ise, “Bilim nedir? Özgürlük nedir? Özgürlük var mıdır?” v.b gibi soruları ne sormanın ne de bunların neliği ve gerçekliğini düşünmenin gereği vardır bu durumdakiler için... Bunların ağızlarından düşürmedikleri sözlere bakan da bilim aşkıyla yanıp tutuştuklarını sanır. Aslında tüm meseleleri, bir yanıyla efendi olma ya da kendilerine ayrıcalık tanıyacak bir efendiyle vuslattır; diğer yanıyla ise, bilimi ve bilimsel faaliyeti kendilerinin, tasdikçisi kılmaktır. Efendilerden kurtulma ya da efendisizlik değildir dertleri...

İkinciler ise, olabildiğince pragmatist ve olabildiğince çifte standartlıdır ‘bilimin, bilim insanının ve bilim faaliyetinin ‘özgürlük’ünü telaffuz ederken. Bu nitelikleriyle, farklı bir düzlemde, geçici de olsa birincilerle dönem dönem kesişirler. Çünkü bunların, genel bir iktidar sorunu yoktur ve aynı zamanda şu ya da bu ölçüde bilimin neliği ve gerçekliğini bilirler. Bundan dolayı sorunları, kaygıları, mevcut bilim faaliyetinin ve akademik işleyişin yapılanmasında, hiyerarşik organizasyonunda işgal ettikleri yer ya da bir biçimde düştükleri, düşürüldükleri konumdur. Bu yapılanma içerisindeki yerlerinden ya da düşürüldükleri konumdan memnuniyetsizliklerini, ‘özgürlük’ sözcüğünü başına ya da sonuna ekledikleri sözlerle dışavururlar. Ta ki, mevcut yapılanmanın, kendilerince uygun olduğunu düşündükleri basamaklarında yer buluncaya dek... Bu uygun gördükleri yerlerde kendileri konumlanmaya başladığı andan itibaren de, bir sihirli değnek değmişçesine, sözüm ona ‘özgürlük’ arz-ı endam eyleyiverir her yanda... Ve bu kez de aynı sakız, mevcut konumlarını yitiren, yani koltuklarından olanların ağızlarında peydahlanır. Bir fasit daire ki içerisine düşmeye gör... Bu grupta yer alanların öne sürdükleri, dile getirdikleri gerekçeleri ne denli farklılıklar içerirse içersin sonuçta asıl sorun, iktidarın akademisinde akademinin iktidarında işgal edilen ya da kendilerine lütfedilen yerde, sağlanan ya da sağlanmayan olanaklarda düğümlenir.

Üçüncüler ise, ilk iki gruba göre sayıları daima en az olanlardır. Ve aynı zamanda, kaygıları ve sorunları da diğerlerinden daha farklıdır; dahası, felsefi anlamda olsa da olmasa da idealisttirler. Eğer bilimde ve bilimsel faaliyette özgürlük olabilseydi, ‘bilimin, bilim insanının ve bilim faaliyetinin özgürlüğü’ sözleri asıl bunlara yakışırdı. Ne var ki, bilim ve bilimsel faaliyet, özgürlük bir yana, demokrasiyi bile içermez. Ancak bunu bilimin eleştiriye açık oluşuyla, eleştirelliğe kapalı olmamasıyla karıştırmamak gerekir. Çünkü eleştiriye açık olmak, işlerin demokrasiyle ve oy çokluğuna ya da azlığına dayalı olarak yürümesini gerektirmez. Demokrasi, farklı kabullere sahip düşüncelerin ve bu düşünceleri savunan insanların aynı zaman ve mekân koşullarında, kabullerinin farklılığıyla bir arada yaşamaları ve düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş etkinliklerini sürdürebilmeleri esasına dayanır. Bilim ise aynı anda farklı kabullere farklı yöntemlere dayalı bir etkinlik olarak gerçekleştirilmez. Hangi bilim alanında olursa olsun, o alandaki bilim faaliyeti, “doğru”luğu ve geçerliliği veri olan kabullere ve yöntemlere göre gerçekleştirilir. Bu kabulleri ve yöntemleri, eleştirebilir, sorgulayabilirsiniz. Buna ilişkin düşüncelerinizi ifade edebilirsiniz. Ancak bunları değiştiremediğiniz sürece, ileri sürdüğünüz kabuller ve yöntemler de en azından onlarla yan yana varlığını sürdürebilecek güç ve etkililikte olmadığı sürece, hükmü meri olan kabuller ve yöntemlerle çalışmaları sürdürmek zorundasınızdır. Ki bu grupta yer alan ve sayıları her dönemde de en az olanlar, işte bu konumdadır. Ve bunlar, doğruluğundan kuşku duymadıkları kendi kabulleri ve yöntemleri ile hükmü meri olan ama değiştirilmesi gerektiğini düşündükleri kabul ve yöntemler arasında sıkışırlar. Trajik bir durumdur bu... Ve eğer “özgürlük” bunların ağzından çıkarsa, bilinmelidir ki, ancak ve ancak neliğini ve gerçekliğini düşünmedikleri, canhıraş bir sözcük olarak dökülür yalnızca... Daha ötesi değil.

İdeolojiler içinden iki ideoloji : Bilim ve bilimcilik

Bilim, ideolojiler üstü bir ideolojidir. Ancak o, istisnai anlar dışında, tarihin neredeyse her döneminde, egemen olan ideolojilerin, siyasal iktidarların ya da iktidar olmayı isteyen farklı odakların denetiminde ve hizmetinde kalmaktan da kurtulamamıştır. Bunun en genelde iki önemli nedeni vardır : Birincisi, zamanın ve mekânın belirli bir yerinde ve anında, içerisinde doğup büyüdüğü koşullardaki egemen değerlerin, inançların, yaşanan bireysel ve toplumsal çatışma ve çekişmelerin etkisi, kuşatması altında bilim faaliyetini yürüten ve “şu” diye gösterilebilen gerçek insanların iktidarda olanlarla, iktidarda olanların da onlarla kurdukları ilişki biçimidir ki bu ilişkilerin seyri, her zaman bilim insanlarının tutumlarına göre gelişmiştir. İkincisi ise, neredeyse düşünsel bilimler (matematik, geometri, mantık) dışında kalan tüm bilim alanlarındaki faaliyetlerin, araştırmaların ise şu ya da bu oranda ekonomik ve toplumsal destek anlamında bir hamiyi gerektirmesidir. Bunun yanı sıra, kendinde bir şey olarak bilimin, tek tek ve dönem dönem kimi bilim insanlarının kişisel hırsları dışında, ekonomik, sosyal, siyasal bir iktidar mücadelesi içerisinde olmayışı da bunlara eklenebilir.

Bilimi, ideolojiler üstü kılan ve onu diğerlerinden ayıran belli başlı özelliği kabullerinin ve yöntemlerinin açıklığıdır. Bu özellik, bilim dışında kalan hiçbir ideolojinin sahip olmadığı bir özelliktir. Bilim, varlığı kendi konu alanıyla sınırlı bir biçimde ele alıp, “neden” ve “nasıl” sorularının yanıtını ararken, bu soruların yanıtlarını, en azından o alanda faaliyet gösteren insanlar için açık seçik olduğu bilinen, geçerliliği ve dolayısıyla “doğru”luğu veri olan kabuller ve yöntemlerle ortaya koyar. Ki bu, hangi alanda olursa olsun bir bilimin ortaya koyduğu bilginin, başka insanlarca da doğrulamak ya da yanlışlamak için, sınanabilir olmasının gereğidir. Bir ideoloji olarak bilimi ve onun ortaya koyduğu bilgiyi evrensel kılan da, bilimin dışında kalan ve dinler dahil tüm ideolojilerce ileri sürülen bilgileri evrensellik iddiasından öteye geçirmeyen de bunlardır. Çünkü diğer ideolojilerin ne kabulleri açık seçiktir ne ileri sürdükleri bilgiyi elde etme yöntemleri bilinir ne de bu bilgilerin doğruluğu ya da yanlışlığı, zamanın ve mekânın şimdisinde sınanabilir. Doğruluğuna ya da yanlışlığına, yalnızca inanılabilir. Hatta bunların dayandıklarını ileri sürdükleri, bilgilerinin kaynağı olarak telaffuz ettikleri nesnelerin varlığı bile tartışmalıdır. İnanırsan vardır, inanmazsan yoktur.

Ancak şunu da belirtmek gerek: Bilim dışındaki ideolojilerin, kabulleri ve bilgiyi elde etme yöntemleri açık seçik bir bilinebilirliğe sahip olmasa da, bu durum onların, bilgilerini yöntemli bir biçimde ve mantıksal tutarlılık temelinde ifade etmelerine engel değildir. İfade edişteki yöntemlilik ve mantıksal tutarlılık ise ne bilginin elde edilişindeki kabullerin açık-seçikliğinin ve geçerliliğinin ne de yöntemin ve nesnesinin bilinebilirliğinin ifadesidir. Öte yandan bilim dışındaki ideolojilerden, evrensellik iddiasına ve/veya bütüncüllük niteliğine haiz hiçbiri temel kabullerinin eleştirilmesine ve değiştirilmesine açık değildir. Çünkü bir ideolojinin temel kabullerinden birini bile değiştirdiğinizde, artık o başka ve yeni bir ideoloji haline gelir. Özellikle bütüncül ideolojilerde bunu yapabilmek hiç de kolay değildir. Değiştirmek isteyenler, istisnai konumda bulunan istisnai kişiler dışında, genellikle bir safra gibi dışarı atılır; aforoz ya da katledilerek... Ölü ya da diri, genellikle ‘çember’in dışında bırakılır böyleleri...

Bu noktada genel olarak ideoloji, birey olarak insanın ya da insanların yaşadıkları zamanın ve mekânın koşullarında, kendileri dahil olmak üzere insanı, toplumu, dünyayı, evreni, insanla anlamlanan ve insanla anlamlandırılan herşeyi, açık seçik ya da flu, akla uygun ya da akla aykırı, ama her daim “doğru” saydıkları ya da doğruluğunu yanlışlığını düşünmedikleri kabullerle, düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş boyutunda, yaşamlarına ve yaşantılarına anlam ve biçim verdikleri, “yeniden” anlama, anlamlandırma, kavrama ve açıklama etkinliğidir. Kabulleri olmayan ideoloji yoktur. Kabuller temelinde gerçekleşen her düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş, dahası bu temelde ortaya konulan her bilgi, her etkinlik, ister yaşamsal olsun isterse düşünsel; ister bireysel olsun isterse grupsal; ister düne ait olsun, isterse şimdiye ve geleceğe, her daim ideolojiktir. Bu anlamda, bilim dahil olmak üzere, felsefe, sanat, din, ahlak, siyaset, dünya görüşü, bilimcilik v.b türünden her insan etkinliği, kendi içerisinde birbirinden farklı ve/veya birbirine karşıt akımları/ideolojileri barındıran, birer ideolojidir. İnsan yavrusu, her daim tarihsel ve güncel anlamda kendisinden öncekilerce nesnelleştirilmiş, tasarımlanmış bir toplumsal ortama ve o ortamdaki ideolojiler ormanına doğan bir varlıktır. Bu hakikât, bilim insanlarından, sanatçılara, din işgüderlerine; felsefecilerden toplum mühendislerine dek her insanı kuşatır.

Ancak bu genel ideolojileri birbirinden ayıran temel ölçütler kabullerinin nelikleri ve gerçekliklerinin, yöntemlerinin bilinip bilinemezliğinin yanı sıra bu kabullere atfedilen niteliklerdir de. Keza kendi alanlarında bilgi elde etme, bilgiyi ortaya koyma yöntemleri kadar, bu bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının sınanabilirliği, eleştiriye açık olup olmayışları; özelde kendi nesnelerine, genelde varlığa ilişkin değerlilik ya da değersizlik ayrımı ve hiyerarşik sıralama yapışları; varlığın ileri sürdükleri bilgisine dair tekillik, tikellik, tümellik ve evrensellik, dahası kesinlik ve mutlak ya da görelilik iddiaları başta olmak üzere, bir dizi farklı ayrım noktaları da ifade edilebilir.

Buradan hareketle bilim, kendi konu alanıyla sınırlı bir biçimde, o alandaki varlığı, nesneyi, ele aldığı malzemeyi , geçerli ve dolayısıyla “doğru” addedilen, bilinen, açık seçik kabuller ve yöntemlerle, anlama, anlamlandırma, kavrama ve onun bilgisini, “neden”i ve “nasıl”ıyla, akla dayalı olarak, sistemli ve mantıksal bir tutarlılıkla, sınanabilir düzeyde ortaya koyma etkinliğidir. Bu etkinlik süreci içine giren her insan, yani her bilim insanı, o alandaki etik değerler bir yana, öncelikle ve esas olarak, kabullerin, yöntemin ve malzemenin tutsağıdır. Kendisinden önce belirlenmiştir kabuller ve yöntem... Keza varlık alanı da... O en iyi ihtimalle, varlık alanı içinde kalan malzemelerden birini seçmek ya da o alanda yeni bir malzemeyi, nesneyi inceleme konusu yapmakta özerktir yalnızca... Bu özerkliği bile malzemeyi, nesneyi incelemeye başladığında, hatta bulduğunda biter. Çünkü, veri olan kabulleri ve yöntemi değiştiremediğiniz sürece bilime götüren yegâne yol, malzeme karşısındaki tutsaklığınızdır2. Ki kabulleri ve yöntemi değiştirdiğiniz sürece gerçekliği, anlama, anlamlandırma, kavrama ve açıklama biçiminiz de değişir. Hatta ortaya koyduğunuz gerçekliğe dair bilgi bile... Bu bilginin koşulladığı değerler ve bu değerlere bağlı eyleyiş bile değişir. Acaba anlamı ve değeri değişmeyen ne kalır bu durumda; düne, bugüne ve geleceğe dair... Dolayısıyla bilim ve bilim faaliyeti bir özgürlük değil, bir özgürlüksüzlük faaliyetidir. Kaçınılmazdır ki, bu faaliyetin içerisinde yer alan bilim insanı için de geçerlidir aynı durum.

Öte yandan “bilimcilik”çiler için geçerli değildir bu. Çünkü onların ileri sürdükleri bilgiler “bilim bilgisi” niteliği taşımaz. Ama onlar dile getirdikleri, ifade ettikleri bilgilerin “bilimsel” ve dolayısıyla “doğru” olduğunda, “evrensel” geçerliliğe haiz kabul edilmesi gerektiğinde ısrarcıdırlar ve kendileri gibi düşünmeyenleri de “bilim dışı” ilan ediverirler. Çünkü bir tek kavram altında nitelenmiş olsa da bir tek “bilimcilik” yoktur. Bilimcilikler çoktur. Ancak hiçbir bilimcilik bilim değildir. Bundan dolayı, her bilimcilik, kendi dışında kalan bilimcilikleri, şu ya da bu oranda, bilim dışı olarak görür.

Bilimcilikleri karakterize eden temel özelliklerin başında, bilimin ortaya koyduğu verileri ve bilgileri, açık ya da örtük bir biçimde kendi siyasal, dinsel, etnik, sınıfsal temelli ideolojik kabullerine ya da dönemsel, güncel çıkarlarına göre yorumlama, değerlendirme ya da bunların referansı kılma gelir. Ki “bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü” sözlerinin yanı sıra, ister akademi çatısı altında olsunlar isterse dışında, “bilimsel özgürlük” ve “akademik özgürlük” sözlerini de en fazla telaffuz edenler bunlardır. Çünkü bunlar ister iktidarda olsunlar isterse muhalefette, bilim faaliyeti yürüterek bilgi ortaya koymaz. İstedikleri yegâne şey, aslında, kendi siyasal, dinsel, etnik ya da sınıfsal temelli ideolojik seçimlerini “bilimsel” sıfatı kazandırabilecek yorumlar yapabilme ve bunları da “bilim bilgisi” diye sunabilme hakkıdır. Ki bu “hak istemi” daha çok ikinciler için geçerlidir; iktidarda olanlar zaten kullanmaktadırlar akademilerdeki ya da dışarıdaki siyasal ve ideolojik temsilcileri ya da farklı kurum ve kuruluşlarıyla.

Üniversite ve akademilerdeki iktidar ya da koltuk kapma kavgalarının ve dalaverelerinin ardında da, bundan dolayı bilim kaygısı değil bilimciliklerin egemen olma kaygısı vardır. Çünkü üniversiteler ve akademilerde sanıldığının aksine, genel olarak bilim faaliyeti yapılmaz. Buralarda azca bilim çokça bilimcilik yapılır.

Başka ne yapılacaktı ki? Her akademisyenin bilim insanı olmadığı, her bilim insanının da akademisyen olarak akademilerde varolmadığı bir yerde, üretilen ya da üretilmek istenen ve “bilimsel” sıfatı ekleniveren bilgiler bilim etkinliğine dayalı olacak değildi ya... Sonuçta üretilenler, daha doğrusu çoğunluğu aktarmacılığa, birazı şerhe ve şerhe şerh3 yapmaya dayanan, “bilimsel” denilen bir formellik ve teorize edilmiş bir söylem biçimiyle yazılan “bilimsel” sıfatı addedilmiş makalelerden ibarettir. Arada “özgün” sıfatını hak eden çalışmalar da çıkar elbette... Ama bunlar “devede kulak” misalidir. Bundan dolayıdır ki, Carl Sagan’ın, “Karanlık bir dünyada bilimin mum ışığı”4ndan söz edişinde bilimciliklerin yaydığı bilgilerin payı göz ardı edilemez.

O halde bilimden çok bilimcilik yapılan günümüz üniversite ve akademilerinin asli işlevi nedir? Buralarda asli olarak yapılan nedir? “Üniversitelerde bilim üretildiği iddiası bir safsatadan ibarettir” diyen Fikret Başkaya, yukarıdaki soruya ilişkin de “Gerçek dünyada var olan üniversitelerin misyonu sömürü düzenini meşrulaştırmak, kapitalist sınıfın ihtiyacı olan ‘yetişkin işgücünü’ eğitmek ve devlet bürokrasisinin ( baskı ayağı densin) ihtiyacı olan memur taifesini ‘yetiştirmektir’”5 yanıtını verir.

Kimileri de, eski zamanlardaki kervanlarla bağlantı kurarak, nüktedanca bir eğretilemeyle “tabir-i caizse deve yağlayıcılığı” dan söz eder... Egemen olanın yoldaki kervanında yük taşıyan ya da taşımaya hazırlanan develerinin yeniden ya da ilk kez yola çıkmaya hazırlanması için... Ancak sadece deve yağlayıcılığının artık itibar sağlamaz hale geldiği yerlerde ve dönemlerde ise, develer için yiyecek yem üretmek de ekleniverir buna... Deve yağlayıcıları arasında bir yarış peydahlanıverir. Neylersiniz ki, kervancıbaşının gözüne girmek gerek...

Üniversite ve akademilerde de, iktidarın ya da kimi güçlü ve farklı iktidar odaklarının ya da birilerinin nacizane lütfuna mazhar olan “hamil-i kart yakınımdır”ların rüzgarıyla, genel olarak bilimcilik bayrağı dalgalanır. Ve bir yarıştır başlayıverir...

İşte o zaman, adlarından ve kendilerinden daha önemli ve büyük saydıkları akademik ünvanların ardından, yazılı ya da sözlü olarak, daha bir istekle vaaz etmeye, oradan buradan yaptıkları aktarmalarla, formellik standartına uygun “yem”, pardon ‘bilimsel’ sıfatı verilmiş makaleler üretmeye başlar, bu ünvanları taşıyanların büyük bir çoğunluğu... Ve bir bakmışsınız ki hepsi ‘bilim insanı’... Standarta uygun üretim yapamayanlara kalan ise, varsa yoksa, çaresizce “özgürlük” istemine sarılmaktır. Karikatürize edilmiş olsa da, istisnaları bir yana, “bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü” söyleminin hali pür meali kısaca budur. Gerisi ise, laf-ı güzâftır...

Son söz : Elbette biliniyor ki, bu konu, yani bilim, bilimcilik, ideoloji ve yanlarına ekleniveren özgürlük kavramı çok mürekkep tüketir. Birileri yukarıda yazılan önerme ve belirlemeleri, harem-i ismetlerine bir saldırı sayarken, başka birileri de bilimin ideoloji olmadığını düşünebilir ya da buna inanabilir. Birileri adlarından daha büyük akademik sıfatlara bakarak kendilerini bilim insanı sayıp, o ünvanın ardından ahkam da kesebilir. Ancak insanın hem bireysel yaşamı ve yaşantılarını, hem doğal ve toplumsal gerçekliği kabullerle anlamaya, kavramaya, anlamlandırıp anlatmaya çalıştığı hakikâtini değiştirmez bu... Dahası, kimi biyolojik etkinlikleri dışında, tüm insan etkinliklerinin kabullere dayalı gerçekleştirildiği hakikâtini de... Her kabuller demeti ise, ister sistematik bir tutarlığa dayalı olsun, isterse eklektik bir yapıya sahip olsun, her daim birer ideolojidir. Ve insan için ideolojiler ormanında ömrünü tamamlamaktan öte bir yol yoktur. ‘Sakız’lar ise çürümediği sürece bunun tadıdır; çürüdüğü ve çürümüşlüğü farkedildiği sürece ise tatsızlığı... Elbette tat alma duyumunu ve algısını yitirmemiş olanlar için...


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
** Örneğin, evrenin dününden bugününe ve yarına; olmuşundan olanına ve olacağına dek her şeyi kutsal kitapları aracılığıyla bildikleri iddiasında olan, herşeyin bilgisinin kutsal kitaplarında yazılı olduğu iddiasını taşıyan dinlerin günümüzdeki temsilcilerinin bu noktada durumları, kelimenin asli anlamında, traji-komiktir. Çünkü bunlar, bilimin varlığa, evrene ilişkin ortaya koyduğu her yeni bilgide, kutsal kitaplarının sayfalarını, bilmem kaç bininci kez karıştırmaya başlar ve sonra sözüm ona kimi şifre bulma ve okuma teknikleriyle, bu yeni bilgilerin kutsal kitaplarında zaten yazılı olduğunu keşfediverirler. Bunu keşfettiklerinde (ki keşfetmemeleri mümkündür değildir ve bir harfin ya da kelimenin bilmem kaç bininci anlamında mutlaka vardır) çocuklar gibi sevinirler. Bazen bu keşfedişler sonunda, bilim insanlarına lanetler okudukları, onları “sahtekarlık”la suçladıkları da görülür. “Kara delikler” konusu bunların en yenilerinden biridir. S. Hawkins’in “Zamanın Kısa Tarihi”nde yazdıkları sonrası, kutsal kitaplarının sayfalarına kafalarını gömüp bunun işaretini arayan gariplerim, şifreyi kısa zamanda bulup çözmelerinin ardından hemen bağıra çağıra, şen şakrak, ağızları kulaklarında ilan ederler durumu... Ama o da ne bir süre sonra, S.Hawkins, “yanılmışım” der. Sevinçleri kursaklarında kalı verir. Al başına bela!... Kutsal kitabı değiştiremeyeceklerine göre, bir yandan bin dereden su getirip değişik mazeretler ve kılıflar bulup yaptıklarını unutturmaya çalışırlar, diğer yandan da, S. Hawkins’e hakaretler yağdırırlar. Ne diyelim ki, kendi sözleriyle “Allah akıl fikir ihsan eylesin” demekten gayrı...
1 A. King, Bilim ve İktidar, sy. 105, 7. Baskı, TÜBİTAK, 2000. Yukarıdaki göndermeye referans olan paragrafın son iki cümlesinin tamamında, “bilimi daha ziyade, iktidarı ele geçirebilen ve kullanabilen iktidar sahibi erkeklerin ve kadınların ellerinde bu değişmelerin etkeni olarak işlev gören bir etken olarak da görebiliriz. Nitekim bilimsel araştırma, iktidarı zaten elinde tutanları sürekli olarak daha da güçlü kılan iktidar üretici bir santrale benzer” der, A. King. Bu durumda iktidarı ele geçiremeyenlere kalan da, ‘bilimin, bilim adamının, bilimsel faaliyetin özgürlüğü’ sakızıdır...
2 M. Ali Kılıçbay, Fernand Braudel’in “Maddi Uygarlık, Gündelik Hayatın Yapıları” adlı eserinin “ Çevirenin Önsöz”ü bölümünde, “Aslında edebiyat da bilim de bir düzenleme ve belki de bir senaryolaştırma faaliyetidir, ama bunları nihayetinde birbirinden ayıran temel nokta, malzeme karşısındaki özgürlükleridir. Malzemeye karşı özgürlük edebiyata, kölelik ise bilime götürmektedir” der.
3 A. Adnan Adıvar, “Osmanlı Türklerinde Bilim” adlı çalışmasında, Osmanlılarda bilim diye karşımıza çıkanın “şerh ve şerhe şerh yazma”dan ibaret olduğunu belirtir. Eğer günümüz üniversite ve akademilerinde yapılan şerhler ve şerhe şerh yazmalar bilim olarak nitelenirse, Osmanlı bilimin ve felsefenin fundalığı demektir ki, ne bilim ve bilim bilgisi, ne de bilimsel faaliyet bunlara indirgenemez. İndirgendiğinde de Osmanlı dönemine yapılan, kelimenin asli anlamında büyük bir haksızlık olur.
4 Carl Sagan’ın Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, TÜBİTAK tarafından yayınlanmıştır.
5 Fikret Başkaya, Üniversite Kavramı ve Faruk Alpkaya “Olayı” başlıklı makale, Haziran 2005.