05 Eylül 2011

"Edebiyatın Amacı..." Üzerine Bir Sorgulama

Edebiyatın amacı …” üzerine bir sorgulama

Atalay GİRGİN

Uzun zamandır, zihnimi meşgul eden bir konu “edebiyatın amacı...”. Özellikle edebiyat dergilerinde ya da edebiyat üzerine yazılmış kitaplarda, yerli yersiz, gerekli gereksiz, “edebiyatın amacı…” ile başlayan cümlelerle, sözlerle, önermelerle karşılaştıkça daha da çok depreşiveriyor bu meşguliyet. Hele hele buna ilişkin önermelerin, temellendirilme; gerekçelerinin ortaya konulma gereğinin bile hissedilip düşünülmediğini ve “ben söyledim oldu” dercesine yazılıp geçiştirildiğini görüp okuduğum durumlarda…

Örneğin; işte “edebiyatın amacı…”ndan söz eden yazarlardan birkaçı: “Gerçekçiliğin Tarihi”nde, edebiyatın “amacı yaşamı anlamak, onun bir bilgisini edinmek”tir dedikten sonra, bir de onun “temel ideolojik estetik görevi”nin “toplumsal ilişkileri incelemek”1 olduğunu yazıveren Boris Suçkov’u anlamak mümkün. Çünkü Suçkov, edebiyata ilişkin temel bir nelik ve gerçeklik sorgulamasından çok, sorgulamaya bile yeltenmediği kendisi için veri olan siyasal-ideolojik kabulden ve edebiyat anlayışından hareketle, genel olarak edebiyata hem amaç hem de görev biçmektedir.
Ancak Hürriyet Gösteri’nin 287. sayısında, edebiyat “yaşamı biçimleme ve yönlendirme gücüne de sahiptir”2 hükmünü verdikten sonra, “edebiyatın kendine özgü amaç”ından söz eden Metin Cengiz’i anlamak kolay değil. Çünkü Cengiz, ne “edebiyatın kendine özgü amaç”ının “ne olduğu”na ilişkin bir tek söz etmektedir ne de edebiyatın, yaşamı nasıl biçimlendireceği ve yönlendireceğini belirtmektedir.

Keza “Yazın Gene Yazın” adlı yapıtında Tahsin Yücel, Roland Barthes’ın, Essais critiques’de yer alan bir söyleşide “Yazın nedenden ve amaçtan yoksun bir araçtır; hatta onu tanımlayan da budur” dediğini aktardıktan sonra, “Yazını nedenden ve amaçtan yoksun bir araç olarak nitelemek zordur”3 diye yazar. Ancak hemen ardı sıra, “yazının amacı”nı ortaya koymak, bunu göstermek, bunun ne olduğunu yazıp söylemek yerine, bireysel olana yönelerek, “her yazarın bir yazma nedeni, bir yazma amacı vardır” hükmüyle yetinmektedir. Sanki edebiyatın amacı, tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacına içselmiş gibi… Ya da tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacının toplamı, sanki edebiyatın amacıymış gibi…

Önce Sorular

Pedagojik olarak algılanma ve nitelenme pahasına önce sorularla başlayarak adım adım gidelim: Edebiyatın amacı var mıdır? Edebiyatın, edebiyat alanında yer aldığı kabul edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen ya da bu alanda yer alabilmesi için bir yapıta mutlaka içkinleştirilmesi gereken, aşkın ve değişmez olan bir amacı var mıdır? Eğer varsa, bir yapıtın edebiliğinin ölçütü, bu amaçtan ne denli pay alıp almadığı mıdır? Eğer böyle bir amaç varsa, bu amacı bilen ya da bilmeye yetenekli olanlar kimlerdir? Şairler, öykücüler, romancılar, edebiyat eleştirmenleri, v.b. mi? Edebiyat üzerine düşünen, soran, sorgulayan ve bütünsel anlamda onu kendisine konu edinen düşünürler, filozoflar mı? Yoksa bunların hepsi mi? Ya da tüm bunların içinden, hangisi olduğunu bilemediğimiz az sayıda bazı ‘seçilmiş’ler mi? Bu durumda, kerameti kendinden menkul olan, bu ‘seçilmiş’leri seçen ya da bilen, bilmeye kadir olan kimdir? Soruları daha da çoğaltmak mümkün elbette. Hatta “Edebiyat nedir?”, “Amaç nedir?”, “Var olan nedir?” diyerek ayrıntılandırmak da… Ama şimdilik, şu an için gerek yok daha fazlasına.

Edebiyatın Amacı Var Mıdır, Yok Mudur? Varsa Aşkın mıdır, Yoksa İçkin mi?

Ontolojik ve epistemolojik boyutuyla, üzerine düşünen ve sorgulayanları Platon ve Aristoteles’e kadar geri götürebilecek olan yukarıdaki soruları, şair, öykücü, romancı, eleştirmen, v.b.’den oluşan, bir edebiyatçılar topluluğuna yöneltmiş olsanız, daha ilk soruda, onların genel olarak, istisnalar hariç, ikiye ayrıldığını görürsünüz: Bunlardan ezici bir çoğunluğu “vardır” yanıtını verirken, azınlıkta kalan bir kısmı ise “yoktur” yanıtını verecektir. Hadi haksızlık yapmayalım, belki bunların içinden, istisnai olarak birkaçının, utana sıkıla da olsa, “Ben edebiyatçı olarak nitelensem de edebiyatın amacının var olup olmadığı bilinemez” diyebilme cesaretini gösterebileceklerini de varsayalım. Böylece, daha ilk soru karşısında edebiyatçılar topluğu kendi içerisinde ayrışır. Ki bu ayrışmayla birlikte, söz konusu topluluğun bir kısmı, yani “yoktur” ve “bilinemez” diyenler, “Edebiyatın amacı nedir?” sorusu karşısında muafiyet kazanırlar.

Bu durumda, “Edebiyatın amacı nedir?” sorusunun tek muhatabı olarak, “vardır” yanıtını verenler kalır. Ancak bunlardan da, “Edebiyatın amacı …dır” diye tek bir yanıt alamazsınız. Her biri, kendi edebiyat anlayışına, bireysel ve toplumsal seçimlerine, inançlarına, siyasal ve ideolojik tercihlerine, felsefi düşüncesine, insana, topluma, dünyaya bakışına ve anlamlandırışına göre, amaç belirlemesi dile getirir. Daha ikinci soruya geçmeden, edebiyatın amacının olduğunu söyleyenler de kendi aralarında ayrışmaya başlar. Hem de ilk soru karşısında olduğu gibi yalnızca ikiye üçe değil, çok daha fazla sayıda grup ya da kişiye tekabül eden bir ayrışmadır bu.

Ancak ikinci soru, yani “Edebiyatın, edebiyat alanında yer aldığı kabul edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen ya da bu alanda yer alabilmesi için, bir yapıta mutlaka içkin kılınması gereken, aşkın ve değişmez olan bir amacı var mıdır?” sorusu karşısında ise, “Edebiyatın amacı vardır” yanıtını veren ve bu amacı, birbirine benzer ya da karşıt bir anlam ve içerikle belirlemeye çalışan topluluğun tüm bireyleri arasında daha keskin bir ayrışma yaşanır. Çünkü sorun, edebiyatı da kapsayan ve aşan ontik bir boyut kazanmaya başlar. Felsefi düzeyde ontolojik bir tartışmanın kapısı aralanır. Buna rağmen topluluğun, “vardır” hükmünü veren kısmı, “edebiyatın amacının ne olduğu”na ilişkin yanıtları ne olursa olsun, kendi kendileriyle tutarlılıklarını sürdürürler.

Bunların dışındakilerden, “yoktur” hükmünü bildirenler ise, daha ikinci temel soruda kendilerini nakzetmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü ana hatlarıyla izlediğimizde, “yoktur” hükmü, öncelikle edebiyatın “aşkın ve değişmez” bir amacının olmadığını bildirir. Ki bu durumda, ilk soruya verilen “vardır” yanıtının geçerliliği hükmünü sürdürüyorsa, amacın “aşkın”lığı değil, “içkin”liği söz konusudur. Kendilerini nakzetmemek ve kendi kendileriyle tutarlılıklarını sürdürebilmek için de tıpkı “aşkın” bir amacın varlığını kabul edenler gibi, bunlar da “içkin” olduğunu ileri sürdükleri amacın “değişmez”liğini de kabul etmek durumundadırlar. Aksi takdirde, yani hem “aşkın” hem de “içkin” ve “değişmez” bir amacın olmadığını ya da amacın “içkin” olduğunu ama bunun sürekli değiştiğini ileri sürdüklerinde, tutarlılıklarını yitirir ve tenakuza düşerler. Çünkü “var” dedikleri ve edebiyata içkin olduğunu söyledikleri “amaç”, zamandan zamana, toplumdan topluma, hatta aynı zaman ve toplumdaki şair, öykücü, romancı, vb.’den oluşan edebiyatçılar topluluğundan topluluğuna, edebiyat akımından akımına, dahası tek tek edebiyat yazarından yazarına değişen ve bu haliyle “edebiyata özgü” olarak nitelenip belirlenebilen bir “amaç” olma özelliğini yitirir ve kendiliğinden “yoktur” hükmüne bürünüverir. Bu son nokta, ilk soruya verilen “vardır” hükmünü ortadan kaldırmaya yönelmek ya da “yoksa da var, varsa da var” türünden abesle iştigal bir inatlaşmayla karşı karşıya bırakır bu “yoktur”cuları.

Öte yandan, “yoktur” yanıtı ve hükmü, ikincil olarak, “aşkın” bir amacın olmadığını, aksine bu amacın “içkin” ve “değişmez” olduğunu da bildirir. Bu bildirim, edebiyatın amacının “içkin” ve “değişmez” olduğunu ileri süren “yoktur”cuları kendi kendileriyle tutarlı kılarken, onları şöyle bir sorunsalla karşı karşıya bırakır: Hangi çağda, hangi koşullarda, hangi kaygılarla yazılmış ve söylenmiş; neyi, neden ve nasıl anlatmış olursa olsun, edebiyatın içerisinde varolan her yapıtı, “içkin” ve “değişmez” olduğu söylenen aynı şeyle, yani aynı amaçla ıralamak. Ki aslında bu durumda asıl yapılan, dünya görüşleri, inançları, siyasal-ideolojik düşünceleri, sınıfsal ve toplumsal tercihleri, bireysel istek ve özlemleri ne olursa olsun, edebiyat alanında yapıtlar ortaya koyan gelmiş geçmiş tüm yazarları aynı amaçla ıralamaktır. Çünkü, “şu” diye gösterdiğimiz herhangi bir kitabın amacı yoktur. Amacı olan ve onu “şu” diye gösterilen bir yapıta içkinleştiren yazardır. Bir edebiyat yazarı, yazar olmadan önce de bir insandır. O halde sormak gerek: Edebiyatın “içkin” ve “değişmez” olduğu kabul edilen ve her edebiyat yapıtına içkin kılınan amacını, bir insan olarak tüm edebiyat yazarları daha doğuştan mı bilmektedir? Yoksa sonradan, yazmaya söylemeye başladıklarında kendilerine vahiyle mi bildirilmekte (ki bu durumda bir içkinlikten değil aşkınlıktan, dışında bulunmaktan söz etmek gerek) ya da sezgisel olarak mı bilincine varmaktadırlar? Dahası, “içkin” ve “değişmez” olduğu söylenen bu amacı belirleyen kimdir, nedir, nasıl bir varlıktır?

Edebiyatın “içkin” ve “değişmez” bir amacının olduğunu ileri süren “yoktur”culara yöneltilen bu son soru, küçük bir değişiklikle, “vardır” yanıtıyla, edebiyatın “aşkın ve değişmez” bir amacı olduğunu söyleyenler için de geçerlidir. Çünkü “aşkın”lık ve “değişmez”lik kabulü, amacın edebiyata dışsallığını, onun dışında bulunduğunu daha baştan dile getirir. Dolayısıyla, bu aşkın ve değişmez olan amacı kimin ya da hangi türden bir varlığın belirlemiş olduğu sorununu da…

Edebiyatı da aşan ontik bir sorun

Sorun bütünsel olarak ele alınmaya başlandığında edebiyatı da kapsayan ve onu aşan bir boyuta ulaşır. Çünkü ister aşkın isterse içkin ve değişmez bir amaç söz konusu edilsin, bunu belirleyen bir varlığın kabulü, onu edebiyata dışsal kılar. Bu noktada, dışsal bir varlığın belirleyiciliği altında gerçekleştiği, onun belirlediği amaçla vücut bulduğu kabul edilen edebiyatın neliği de gerçekliği de bir başka sorun olarak ortaya çıkar. Yalnızca bu da değil. Aynı zamanda yazarın, sanatçının işlevi de… Dahası bir yapıtın değeri sorunu da…

Sorun bu boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, edebiyatın var olduğu ileri sürülen, aşkın ya da içkin ve değişmez olduğu kabul edilen amacının, ona dışsal bir varlıkça belirlendiği yaklaşımı, anlayışı, ontolojik anlamda metafizik problemlerin yanı sıra, mistifikasyondan epistemolojik ve aksiyolojik alana dek uzanan yeni sorunsalları beraberinde getirir. Kendine özgü özellikleri temelinde, insan açısından insan için bir anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliği olan edebiyatı, kendi gerçekliğinden koparıp yanılsamalı bir biçimde, kutsallık zırhına büründürür. Bir insan olarak yazara, insanüstü vasıflar yüklemeye, atfetmeye neden olur. Genel olarak sanatın ve edebiyatın, özel olarak ise yapıtın aksiyolojik değerini, kendisinden çok dışsal olanla ilişkisinde aramaya ve onunla belirlemeye yöneltir. (Edebiyatın amacı ve aksiyolojik değerlendirme ilişkisini bir başka yazıda ele alacağım.)

Görünürde, bilinçli ya da bilinçsizce verilmiş, küçücük bir “vardır” yanıtıyla başlayan bu sorunların temel nedeni, idealizmle malul erekçi düşüncedir. Kendini erekçi düşüncenin sarmalına kaptıran insanlar için amacı olmayan hiç bir şey yoktur. Onlar, her şeye bir amaç biçer; her şeyde bir amaç bulur. Dahası bu amaç dışsal bir varlık tarafından belirlenmiştir. Bunun mantıksal boyutlarını izlediğinizde, daldan düşen kuru bir yapraktan, yolda yürürken ayağınıza takılan taşa, tepenize düşen saksıdan üzerinize düşen kuş pisliğine dek her şey için geçerlidir bu.

Kabuller Varlığı Olarak İnsan


İnsan kabuller varlığıdır. Kabullerinin doğruluğunu yanlışlığını, gerçekliğe uygun olup olmadığını sorgulayan insanların sayısı ne geçmişte ne de günümüzde çok olmuştur. Çünkü kabullerle ve onları sorgulamadan yaşamı sürdürmek daha kolaydır. Kabulleri sorgulamak, hele hele eleştirip değiştirmeye, yerine yenisini koymaya çalışmak çok zordur. Yalnızca bireysel insan yaşamı açısından değil, bilimden felsefeye dek tüm alanlarda geçerlidir bu. Düşünün bir kez; bugün kolayca ve hiçbir kaygı taşımadan telaffuz ettiğimiz “Dünya dönüyor” önermesi ve kabulünü bile bir zamanlar söyleyebilmek hiç de kolay değildi. Bedeli vardı. Ve birileri ödedi bu bedeli.

Kabuller; insanı, toplumu, dünyayı, daha ötesinde evreni anlayıp anlamlandırmanın, açıklama girişimlerinin ana hatlarını, bir biçimde çerçevesini sunar. Kabuller gerçekliğe uygun olduğu sürece, olup biteni olabildiğince doğru bir biçimde anlamaya yardımcı olur. Gerçekliğe uygun olmadığı sürece de yanılsamalar üzerinde yükselen sorunlarla boğuşup durmanın, yel değirmenleriyle savaşmanın kapısını aralar. Kabullerinizi değiştirdiğinizde insan, toplum, dünya ve onun içerisinde yaşanan tüm gerçeklik yeniden ve bambaşka bir anlam kazanır.

Aynı şey edebiyat için de geçerlidir. Edebiyatı kendi değişen gerçekliği ve neliği temelinde kavramaya yönelip kabulleri bunun üzerinden belirlemek gerek. Eğer bunun yerine ve bundan bağımsız olarak, doğruluğu ve yanlışlığını sorgulamadığımız dinsel, siyasal, felsefi kabullerle edebiyata anlam, görev ve amaç biçmeye yeltenirsek yanılırız. Yanılmakla kalmaz, yanılsamalarımızı gerçeklik ve hakikat saymaya yöneliriz.

Sözün özü: Kabullerimizi sorgulamak, eleştirel olarak değerlendirmek ve gerektiğinde bunları gerçekliğe uygun olanlarla değiştirip var olanı yeniden anlamlandırabilmek gerekir. Bu yapılabildiğinde görülecektir ki kendinde bir şey olarak, genel anlamda edebiyatın amacı yoktur. Yalnızca edebiyatın değil, kendinde bir şey olarak, genel anlamda felsefenin de amacı yoktur. Dolayısıyla bunlardan bütünsel anlamda hayatı değiştirip biçimlendirmesini beklemek, yanılsamadan öte, hayal dünyasına kapılanmak, uyanık düşler görmektir. Dünyayı değiştirmek isteyen herkes tez zamanda bu düşlerden ayılmalıdır.

• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Boris Suçkov, Gerçekçiliğin Tarihi, sf., 193, Çev. Aziz Çalışlar, Adam Yayıncılık, Eylül 1982.
2 Metin Cengiz, “Gerçeklik olarak globalizm ve edebiyat ilişkisi”, Hürriyet Gösteri Sayı 287, sf. 21.
3 Tahsin Yücel, Yazın Gene Yazın, sf., 24, Can Yayınları, 2005.

Hiç yorum yok: