Bir
egemenlik aracı olarak üniversiteler *
Fikret Başkaya
Üniversitelere dair retorikle realite arasında
her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden
farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü
düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin
filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde
toplumun bir kaç adım önünde olan, "bilim yuvaları" oldukları vb...
şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan
üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları
dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip-
yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel
bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları
ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen
ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını
döndürecek kadroları 'yetiştirmekten' ibaretti...
Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite
tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye
karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç
değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma
özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir.
Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce
özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine
mahsus bir 'üslûbu', bir 'tarzı' olması gerekir. Şundan dolayı ki,
"öğretme" etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir
meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi
gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat,
öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi
gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik,
herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya
başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek
parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak
zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir 'özelliğe'
sahiptir.
Öğretmen için geçerli olan bu koşul, üniversite
üyesi için daha da geçerlidir. Teorik olarak üniversite üyesi başka yerde iş
bulamadığı için, tesadüfen oraya savrulmuş biri olamaz... Sivil savunmada
memur, avukat, hekim, bankada müfettiş, bir şirkette yönetici, değilse
üniversitede öğretim üyesi... olamaz, olmaması gerekir. Zira üniversite
üyesinin diğerlerinden farklı olarak, etik- entellektüel- bilimsel- estetik,
kaygılar taşıyor olması, tecessüs sahibi olması, şeylerin gerçeğine nüfûz etme
arzusu ve kaygısı taşıması, yaptığı işi sadece bir karın doyurma, bir geçim
vasıtası olarak görmemesi gerekir.
Başka türlü söylersek, üneversetinin, diğerleri gibi bir kurum olmaması
gerekir. "Ayrıksı, 'özel' bir 'niteliğe' sahip olması gerekir.
Dolayısıyla, kendine mahsus bir tarzı, üslubu ve geleneği olması gerekir derken
kast edilen bu... Üçüncüsü, üniversitenin kendini savunabilmesi gerekir. Tabii
kendine mahsus yöntem ve araçlarda. Mesela Amerikancı askeri cunta YÖK'ü
dayatmak üzere harekete geçtiğinde, üniversite üyeleri, öğrencileri, üniversite
personelini ve mümkünse kamu oyunun da desteğini alarak saldırıya karşı
çıkabilseydi: "Biz üniversite üyeleri olarak, varlığımıza yönelik bu düzenlemeyi,
bu saldırıyı kabul edemeyiz, akademinin bir askeri kışla haline getirilmesini
kabul edemeyiz" deselerdi. Bilim namusunun ve entellektüel dürüstlüğün
gereği olan tavrı ortaya koyabilselerdi, YÖK saldırısı püskürtülebilirdi.
Değilse bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Nitekim, üniversitenin böyle bir karşı
hamlesi karşısında cunta iki şey yapabilirdi: üniversiteleri kapatmak veya geri
adım atmak... Fakat, üniversiteyi kapatmak, sadece orada okuyan bir kaç yüz bin
öğrenciyi angaje etmez... Onların aileleri var, akrabaları var, yakınları
var... Sadece bir kaç yüz bin kişi söz konusu değildir. Üniversiteyi kapatmak,
oldukça geniş bir kitleyi karşısına almaktır!
Lâkin hiç te öyle olmadı. Dönemin rektörleri ve akademi başkanları Cunta
şefinin karşısında esas duruşa geçtiler, Şefe fahri doktora (honoris causa)
unvanı bile verdiler... Üniversite üyeleri de meslektaşlarını cuntaya ihbar
ettiler... Geçtiğimiz aylarda 'barış için akademisyenler bildirisi' sonrasında
üniversite yönetimlerinin ve meslektaşlarının tavrına bakılırsa, maalesef 'garp
cephesinde yeni bir şey yok'. Ve nihayet dördüncüsü de, üniversite dahilinde
yapılanların, toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi, kavuşması gerekir.
Zira, toplumdaki özgürlük mücadelesine yabancılaşmış bir kurum, bir gericilik
yuvası olmanın ötesine geçemez...
İşte bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi
için, vazgeçilmez, olmazsa olmaz koşullar bunlardır. Dolayısıyla, bir binanın
ön cephesine üniversite yazıldı diye orası üniversite olmaz... Velhasıl neden
söz ettiğini bilmek önemlidir
Bu günkü üniversitelerin ataları XI. yüzyıldan
başlayarak Batı Avrupa'da ortaya çıktı. İşte ilk kurulanlardan biri, İtalya'da
(1088) Bolonya üniversitesiydi. Onu Paris'te Sorbonne izledi (1215),
İngiltere'de Oxford (1243), Cambridge (1284), Almanya'da Heidelberg (1386),
Köln (1388), Tubingen (1388)... Bu üniversitelerin tarih sahnesine çıktıkları
dönem, Batı Avrupa'da kentlerin, (kent devletlerinin) ortaya çıktığı, meta ilişkilerinin ve ticaretin gelişmeye
başladığı bir dönemdi. Söz konusu üniversiteler Kilise dahilinde faaliyet
gösteriyorlardı ve esas itibariyle de Orta Çağ tarım toplumlarının dine dayalı
egemen ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği kurumlardı. Bizde Batı'dakine
benzer ilk üniversite Darülfünun adıyla 1863 de kuruldu. Bir kaç defa kapanmak
zorunda kaldı ve 1933 yılında bir reform geçirdi. Bu gün 114'ü devlet, 76'sı
özel olmak üzere, kapısında üniversite yazılı olan 190 kadar üniversite var...
Başlarda üniversitelerin işlevi esas itibariyle
ideolojikti. Kurulu düzeni meşrulaştırmanın araçlarıydılar. Rönesans, Reform,
Aydınlanma, İngiliz Sanayi devrimi ve Büyük Fransız devrimi sonrasında,
kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle, reforme edildiler,
dönüştürüldüler ve/veya yenileri kuruldu. Hem ideolojik referansları ve hem de
işlevleri değişti. Artık sadece egemen ideolojinin üretildiği kurumlar
değillerdi. Bundan böyle yeni egemen sınıfın, kapitalist sınıfın, yükselen
sanayinin ihtiyacı olan 'yetişkin' işgücünü de yetiştireceklerdi. Neoliberal
küreselleşmeyle birlikte bir eşik daha aşılmış görünüyor. Şimdilerde
üniversiteler bildik birer kapitalist işletmeye, ticari işletmeye
dönüşmekteler... Artık "özel teşebbüs üniversiteleri" çağındayız...
Eğitim programları, ders müfredatları piyasanın
ihtiyaçlarıyla uyumlandırılıyor!
Sermaye birikimine, kâra endeksli olmayan, insanı, toplumu, dünyayı
anlamaya yarayan disiplinler (dersler) müfredat dışına atılıyor. Öyle ya,
felsefe okutmanın ne alemi var! Temel bilimler, tarih, sosyoloji, antropoloji,
gibi dersler de kârı artırmaya, sömürüyü ve yağmayı büyütmeye yaramadığına
göre... Bundan sonra üniversitede artık sadece "faydalı bilgilerin', 'işe
yarayan' bilgilerin öğretilmesine izin verilecek! Hangi bilginin
"faydalı", 'işe yarar'
olduğuna da 'kutsal piyasa' kadar vermek şartıyla... Bizdeki özel
üniversiteler özel dersanelerin devamıdır. Özel dersaneler sınav ticareti, özel
üniversitelerde de diploma ticareti yapılıyor... Tabii
haklarını da yememek gerekir. Kutsal devleti meşrulaştırma işini de elden bırakmış
değiller... Bunların tipik kapitalist işletmelerden pek bir farkı yok... Zira
orada etik, bilimsel, entellektüel, estetik, filozofik, evrensel... kaygıların
esamesi okunmaz. Gerçek durum böyle ama burunlarından da kıl aldırmazlar...
"Kutsal
devlet" üniversiteye karşı
Türkiye'de üniversiteler hiç bir zaman
üniversite tanımına uygun kurumlar olmadılar. "Kutsal Devlet"
anlayışı ve bağnaz, köşeli, boğucu bir resmi ideoloji geçerliyken, özerk
kafaların, özerk kurumların yaşamasına
izin verilmezdi ve verilmedi. Bizde üniversite denilen kurumlar resmi
ideolojiyi en çok içselleştirmiş kurumlardan biridir. Orada özgür düşünce ve
radikal eleştiri en büyük düşman sayılır, lânetlenir ve cezalandırılır...
Aslında bizdeki üniversiteler lisenin, orta dereceli eğitimin doğrudan
devamıdırlar. Bir farkla: Öğrencilere bir "uzmanlık" kazandırıyorlar.
Elbette bu gereklidir ama yeterli değildir. Orada verilen eğitim, sadece
rejimin, egemenlik sisteminin ihtiyacı olana odaklanmıştır. Sömürü düzenini
yeniden üretme işlevine koşulmuştur. Rejimi sorgulamak yasaklanmıştır. Rejimi
ideolojiyi sorgulamaya cüret edilenler, devlet düşmanı ilan edilirler ve
"hak ettikleri" cezaya çarptırılırlar. "Paradigmanın
İflası" adlı kitabım yayınlandıktan 15 gün sonra soruşturma açıldı. Avukatım
savcıya: "Bu kitabın yazarı bir akademisyendir, bir
üniversite üyesidir, burada yapılan Türkiye'nin 90-100 yıllık döneminin bilimsel
tahlilidir, dolayısıyla bu kitabı 'bölücü
terör propagandası sayıp Terörle Mücadele Yasası dahilinde
yargılayamazsınız" diyor. Savcı
kendinden gayet emin: "Yağma yok!
Hem devletin ekmeğini yiyeceksin ve hem de devleti yıkmaya çalışacaksın, öyle
şey olmaz diyor" diyor! Aslında
bu, dava açıldığı anda ceza da kesinleşmiş demeye gelir... Bu işin TC cephesini
angaje eden yanı... Ceza Yargıtay'da onaylanıp kesinleşince. ceza evi yolu
görününce, araştırma görevlilerimizden ikisi, kısa bir bildiri yazıp, imzaya
açıyorlar, kapısını çaldıkları hocalardan biri: "Ben bu bildiriye imza atmam"
diyor. "Neden"
dediklerinde: "Devlet ceza verdiğine
göre demek ki, bir bildiği var!" diyor... Bu da işin Akademiyi angaje
eden yanı.. Netice itibariyle üniversite
üyeleri ve devlet karşılıklı olarak birbirlerini üretiyorlar. Eleştirinin
olmadığı, özgür düşüncenin olmadığı, farklı düşünenin hain, muhalifin düşman
sayıldığı yerde, üniversiteden söz edilemez. Dolayısıyla "reel
üniversite" tevatür edilenden çok farklıdır...
Gerçi Türkiye'de kelimenin gerçek anlamında
üniversite olmadı ama her zaman sayıları az da olsa üniversiteye yakışan
hocalar, üniversite üyeleri vardı bu gün de var... Bilim namusuna, entellektüel
dürüstlüğe sahip olan, söylediklerinin arkasında sonuna kadar duran öğretim
üyelerinin başına nasıl çorap örüldüğü de ilgili herkesin malumudur... Tabii
özgür düşüncenin, özgür yaratıcılığın, eleştirel düşüncenin iflah olmaz düşmanı
olan bu rejimin, en büyük yazarlarına, sanatçılarına, şairlerine, düşünce
adamlarına, üniversite üyelerine, gazetecilerine... nasıl bir muameleyi reva gördüğü de bir sır
değil! Eğer üniversite, üniversite olsaydı, üniversite üyeleri bilim namusunun
ve entellektüel dürüstlüğün gereğini yapsaydı, YÖK gibi bir ucube var olabilir
ve 34 yıl yerinde kalabilir miydi? Üniversite üyeleri 'ortalama bir memur
kafası' taşımasalar, kendi varlık nedenine yönelen saldırının karşısında
durmayı başarsalardı, bu günkü kepazelik mümkün olur muydu? Sınırlı bir istisna
dışındaki üniversite üyeleri 'devletimiz gibi, devletimizin istediği gibi'
düşünürler... Eğer adına layık gerçek bir üniversite olabilseydi, toplum bu
günkü sefil hallerde olur muydu. Elbette bir belirleyicilik ilişkisi var...
Nitekim devlet ve toplum böyle olduğu için de biraz üniversite ve diğer
kurumlar böyle... Aslında düşünce özgürlüğü hayati öneme sahiptir. Zira, özgür düşüncenin, özgür eleştirinin, özgür
yaratıcılığın yasaklandığı bir toplum, kendisi hakkında düşünme yeteneğini
kaybeder, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker. Bu yüzden boşuna özgür düşünce, ifade
özgürlüğü, eleştirel düşünce hayatî öneme sahiptir denmiyor!
Devletten
ve sermayeden bağımsız, halk üniversitelerini, ezilen halkların-sömürülen
sınıfların, "büyük insanlığın'
üniversitelerini kurmak hem mümkün ve hem de gereklidir.
Eğer mevcut üniversiteler devletin ve sermayenin
hizmetinde birer gericilik yuvalarına, tuhaf ticarethanelere dönüşmüşse,
insanların bilincini köreltmenin, köleleştirmenin ve kâr etmenin araçları
haline getirilmişlerse, bu durum karşısında eli-kolu bağlı kalmak, "sayın
seyirciliğe" devam etmek mi gerekiyor? Neden hayatî öneme sahip bu 'alan'
sermayeye ve onun devletine bırakılsın? Birer gericilik yuvaları olmalarına
izin verilsin? Fakat bir şeyi başarmak için önce onu akıl etmek, gündeme almak,
iş edinmek, farkındalık gerekir. Zira bu gün Türkiye'deki bilimsel-entellektüel
birikim, devletten ve sermayeden bağımsız (özerk değil, tam bağımsız) eğitim
kurumları, tartışma odakları, enstitüler, okullar, adı ne olursa olsun, 'gerçek
üniversite' tanımına uygun, dinamik, canlı, toplumun gerçek anlamda
politikleşmesinin ve özgürleşmesinin önünü açacak kurumlar oluşturmak için
yeterlidir. Bütün mesele o potansiyeli harekete geçirip, geçirememekle
ilgilidir. Meramımızı daha iyi anlatmak
için, Özgür Üniversite'nin [Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı'nın] kuruluş
bildirgesinden bir alıntı yapalım:
"İnsanlık ve uygarlık böyle bir döneme girmişken,
eleştirel bilgi ve düşünce her zamankinden daha büyük gereksinim haline
geliyor. Bilimin ve entelektüel yaratıcılığın artık emperyalist sermayenin,
komprador burjuvazinin bilgi tacirlerinin ve “neoliberal aydın” bozuntularının
sultasından kurtarılmaya ihtiyacı var. Tüm kamusal alanları ve eğitimi
metalaştıran, özel yaşama alanlarını da atomize eden kapitalist ideolojik
hegemonyaya karşı bayrak açılmadan, ne bilimsel bilgi üretilebilir ne de emekçi
sınıfların ideolojik köleliği aşmasının önündeki engeller ortadan
kaldırılabilir. Tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin toplumsal kurtuluş ve
özgürleşme projelerinin de yaratıcı bir tarzda yeniden üretilmeye ihtiyacı
vardır.
İşte Türkiye ve
Ortadoğu Forumu böyle bir tespitten yola çıkıyor ve eleştirel bilgiyi emekçi
kitlelerin hizmetine sunmanın gerekli ve mümkün olduğunu ilan ediyor.
Emekçilerin devletten ve sermayeden bağımsız, eğitim kurumları ve ideolojik
müdahale araçları oluşturmaları gerçek bilimin ve eleştirel düşüncenin de bir
gereğidir. Zira, gerçeğe ihtiyacı olanlar da, bilime ihtiyacı olanlar da,
onlardır ve “devrimci olan da sadece gerçeğin kendisidir”. Sermayenin küresel
saldırısından zarar görenler aynı zamanda bilimsel bilgiye ihtiyacı olanlardır.
Ve bu coğrafyada ezilen halkların özgürleşme çabası ve onların anti-emperyalist
mücadelesi, dayatılan karanlığı ve gericiliği püskürtebilecek potansiyele
sahiptir. Geriye potansiyeli bilince çıkarmak, olanaklarını araştırmak kalıyor.
Zaten Türkiye ve Ortadoğu Forumu ve Özgür Üniversite’nin varlık nedeni de
budur.
Forum ve Özgür
Üniversite, eleştirel bilimsel bilginin, (zira eleştirel değilse bilim de
değildir) yönetilenler, sömürülenler ve ezilen halklar yararına yeniden
üretebileceğini kanıtlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Ve işçilerin, işsizlerin,
yoksulların, sermaye düzeni tarafından dışlanmışların, kimlikleri bastırılmış
halkların, onurlu aydınların ortak çabalarıyla, kendi bilim kurumlarını, kendi
“organik aydınlarını” eğitim süreçlerini, kendi dillerini, bilimsel yöntem ve
araçlarını, üniversitelerini, tartışma kültürlerini, enstitülerini, yazar ve
araştırmacılarını, düşünürlerini yaratabilecek potansiyele fazlasıyla sahip
oldukları inancıyla yola çıkıyor."
İşte bütün mesele bu!
Bütün mesele haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koyacak mıyız,
öyle bir şeye cüret edecek miyiz, yoksa, itilip-kakılmaya, aşağılanmaya, bize
dayatılan kepazeliğe razı mı olacağız!
Özgür Üniversite devletten ve sermayeden tam bağımsız
bir üniversitenin mümkün olduğunu kanıtladı...
Özgür Üniversite
sorunlara, şeylere ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından bakmanın, devletten
ve sermayeden tam bağımsız bir üniversitenin mümkün olduğunu gösterdi. Özgür
Üniversite özerk değil, tam bağımsızdır. Hiç bir yerle, hiç bir güçle, hiç bir
iktidar odağıyla bir bağımlılık ilişkisi içinde değildir. Neyi nasıl yapacağına
kendi karar verir. Ders programını oluştururken hiç bir odağı dikkate alması
gerekmiyor. Fakat Türkiye'deki ilerici-sol muhalefet, Özgür Üniversite'nin işlevini
kavramakta yetersiz kaldı. Türkiye ve Ortadoğu Doğu Forumunu, Özgür
Üniversiteyi bir 'politik fraksiyon' gibi görme eğilimindeydiler. Oysa Özgür
Üniversitenin misyonu ve varlık nedeni tartışma açmak, sorunları tartışılabilir
ve anlaşılabilir kılmak, bilinç alanına
müdahale etmektir. Aksi halde biz de pekâlâ
bir fraksiyon, diğerleri gibi bir 'politik örgüt' kurabilir ve onlarla
"yarışa girebilirdik!". Aslında Özgür Üniversite hakkında böyle bir
algının varlığı, solun bilimsel-entellektüel faaliyeti küçümsemesinin sonucudur
ki, eleştirel teorik bilginin küçümsendiği yerde devrimcilik taslamak
beyhudedir... Zira entellektüel etkinliği, teorik yaratıcılığı küçümseyen bir
sol muhalefet olamaz. Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve bu
yüzden "anlamak aşmaktır"
denmiştir...
Fakat Türkiye'de sola
musallat olmuş tuhaf bir aymazlık var: "Artık söylenmesi gereken her şeyin
söylendiği, dolayısıyla geriye bu düzeni değiştirmek kaldığı" şeklinde
köklü bir anlayış geçerli... Başka türlü söylersek "anlama işi tamam,
şimdi sıra dönüştürmekte"... Bu kafayla sürekli yerinde saymak, patinaj
yapmak kaçınılmazdır. Toplumu anlamadan onu nasıl değiştireceksiniz?.. Aslında
bizde solun böyle bir tavır ve anlayışa sahip olmasının da bir nedeni var:
Okumayı, araştırmayı, tartışmayı önemsemiyor, sevmiyor, öyle bir zahmete
katlanmaya pek niyetli değil... Söylenmiş olanı tekrarlamakla bu dünyayı
nasıl değiştireceksiniz? Kulaktan dolma bilgilerle realiteyi değiştirmek mümkün
müdür?
Özgür Üniversite
kurulduğu günden beri sadece gönüllülüğe dayandı. Orada ders veren, konferans
veren, yazan, çeviri yapan... her ne surette olursa olsun, katkı sunan değerli
dostlarımız o işi gönüllü yaptılar, yaptıklanının maddi bir karşılığı yoktu.
Kaldi ki, zaten 'Kuruluş Bildirgesinde' de "parayla
bilim ve sanat olmaz" yazılıdır... Dolayısıyla Özgür Üniversite
bilimsel-entellektüel-estetik etkinliği meta ilişkileri, meta kategorileri
dışında, müşterekler alanında
gerçekleştirmenin mümkün olduğunu göstermiş bulunuyor. Velhasıl elimizin armut
toplamayabiliceğini gösterdi... Bu vesileyle bunca zamanda Özgür Üniversite'ye
emeği geçen herkese minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Netice itibariyle
şeylerin seyrine müdahale etmek, güce meydan okumak bizim irademizi aşan bir
şey değildir...
* Mesele dergisinin Nisan 2016 sayısında yayınlanmıştır...
1 yorum:
Okuması keyifli bir blog hazırlamışsınız. Elinize sağlık.
Yorum Gönder