Fikret Başkaya: “Bu sıradan bir kriz değil, uygarlık krizidir”
Erol Anar, Özgür Üniversite Başkanı Doç. Dr. Fikret
Başkaya ile “dunyalilar.org” adına bir söyleşi
gerçekleştirdi. Fikret Başkaya, Erol Anar’ın sorularına şöyle yanıt verdi:
Erol
Anar: Sevgili Fikret
hocam, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiǧin için ‘dunyalilar.org“ adına teşekkūr ederim.
1990’lı yılların sonlarında “Özgūr Üniversite” ve Tūrkiye Ortadoǧu Forumu Vakfı’nı birlikte yeniden kurmuş ve yaklaşık
dört yıl beraber çalışmıştık. O yılları özlūyorum. O yıllardan bu yana Özgūr
Üniversite anlamında neler deǧişti?
Çalışmalarda ne gibi gelişmeler var?
Fikret
Başkaya (FB): Özgür
Üniversite’nin ilk faaliyete geçişi, Ekim 1992. Ben 1994 yılında “Paradigmanın
İflas” adlı kitabımdan hapse girince, Özgür Üniversite bir sarsıntı
geçirdi. Hapisten çıkınca, 1996’da Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfını kurduk ve
sen kuruculardan biriydin. Ve Özgür Üniversite’yi de vakfın çatısı altına
aldık. Özgür Üniversite’nin ve Forumun başlıca dört amaç etrafında faaliyet
göstermesini amaçlıyorduk: 1. Resmi ideolojiyi ve resmi tarihi teşhir etmek, o
alandaki bağnazlığa dikkat çekmek; 2. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın
entellektüel alandaki olumsuz etkisine dair bir duyarlılık yaratmak; 3.
Emperyalizmin yeni versiyonu olan neoliberal küreselleşmeye karşı mücadele
etmek amacıyla ideolojik-entellektüel bir netleşme, bir karşı duruş yaratmaya
çalışmak; ve nihayet 4. Özellikle Sovyet sisteminin dağılmasından sonra
sosyalist-komünist toplum perspektifi ve idealindeki aşınmanın onarılmasına
katkı yapmak…
İşte bu çerçevede
ve bu amaçlar doğrultusunda, dersler, seminerler atölye çalışmaları,
konferanslar, sempozyumlar yaptık. Periyodik bir yayınımız vardı. Yüz kadar
kitap yayınladık… Merak edenler bir fikir edinmek için web sayfamız ‘ozguruniversite.org’a
bakabilirler… Bu zaman zarfından her yaştan ve meslekten on
binlerce insan Özgür Üniversite’nin etkinliklerine katıldı… İki yıl önce
Ankara’daki merkezi İstanbul’a taşıdık. Şu anda Ankara’da bir şube bulunmuyor.
Son dönemde özellikle “yaratıcı ütopya” temasına odaklanmak gibi bir niyetimiz
var…
EA: Marx’ın özellikle “1844 El Yazmaları” kitabında söz
ettiǧi yabancılaşma gūnūmūzde boyutlandı. Tūketim kapitalizminin
geldiǧi aşamada, insanları kendilerine, çevrelerine, yarattıkları
artı deǧere yabancılaştıracak araçlar da çoǧaldı. Marx’ın sözūnū ettiǧi yabancılaşmanın boyutları inanılmaz biçimde arttı.
Bu baǧlamda gūnūmūzdeki yabancılaşma sorununu nasıl deǧerlendiriyorsunuz?
FB: Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine
dayanıyor ve tabii bir yabancılaşma yaratıyor ve her ileri aşamada yabancılaşma
daha da büyüyor. Kapitalizm maddi olsun, manevi olsun, insan ve toplum
yaşamının tüm veçhelerine, tüm gözeneklerine nüfuz ediyor, dönüştürüyor,
değiştiriyor, dejenere ediyor. Tam bir tsunami gibi her şeyi kapsıyor. Canlı
olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. O kadar ki, felaketleri,
acıları, yıkımları dahi bir kâr aracı haline getiriyor… Şimdilerde kapitalizmin
yarattığı yabancılaşma, Marx’ın yaşadığı döneme göre çok daha derinleşmiş,
genelleşmiş durumda… Nerdeyse insan insanlıktan çıkmanın eşiğine gelmiş gibi…
Velhasıl, ürpertici, vahim bir tablo karşısındayız ama bu kepazeliği sorun
edenler şimdilik çok küçük bir azınlık… Artık insanlar tam birer tüketim
nesnesi haline gelmiş durumdalar. Sanki yabancılaşma kavramı durumu anlatmakta
yetersiz… Akıl almaz bir kültürel çürüme almış başını gidiyor…
2001-2002
yıllarında, Kalecik Cezaevinde, “Çığırından çıkmış bir dünya” adlı
kitabım için okumalar yaparken, Marx’ın, “Kapital”in yayınlanmamış
bölümünde (sonradan yayınlanmış tabii) bir cümleye rastlamıştım. Marx, “öyle
ki, sanki metalar birer insan satın alıcısı olarak ortaya çıkıyor”
diyordu… Bundan birkaç ay önce bir AVM’nin konfeksiyon bölümünün önünden
geçerken gördüğüm manzara, bana birden Marx’ın o söylediğini hatırlattı.
Eşyalar arasına gömülmüş insanların tavır ve hareketleri, “burada kim kimi
satın alıyor” dedirtecek cinstendi… Ve kendi kendime: “Burada iki türlü
eşya var: duran eşyalar, yürüyen eşyalar” dediğimi hatırlıyorum…
Velhasıl durum vahim. Gerçi insanların kafasında bir beyin var, ama bir şeye
yarayıp-yaramadığı artık tartışmalı… Tabii bu kepazeliğin farkında olan bir
kesim de var ve iyi ki, var. Aksi halde durumumuz iyice umutsuz olurdu…
EA: Dūnyada “sol” “ilerici” görūnūmlū hūkūmetler, hatta
“islâmi referanslı” hūkūmetler dahi neoliberalizmin uygulayıcısı durumundalar.
Özellikle Latin Amerika’da bu “sol” görūnūmlū neoliberal politikaları
hūkūmetler var, Brezilya örneǧinde olduǧu gibi. Marksist coğrafyacı Harvey “Farklı
muhalefet türlerinin birleştirilmesi daima temel önemde olacaǧını” belirtiyor. Slovakj Zizek’e göre ise
“demokratik motivasyonlara sahip taban hareketleri başarısız olmaya yazgılı
görünüyor, bu yüzden belki de en iyisi küresel kapitalizmin ‘militarizasyon’
üzerinden süregiden habis döngüsünü kırmak” gerekiyor. Sizce Neoliberal
cendereden çıkış yolu nedir?
FB: Sorduğun bu soruyla ilgili ekseri gözden kaçan bir
şey var: Sanılıyor ki, her koşulda istenen ekonomik-sosyal model uygulanabilir!
Böyle bir şey yok. Her ekonomik-sosyal model belirli sınıfsal güç dengelerine
dayanıyor. Mesela II. Dünya savaşı sonrasında adı öyle konsun, konmasın, sosyal
demokrat bir ekonomik-sosyal model geçerli oldu. O dönemde güçlü bir sendikal
mücadele vardı, sosyalist-komünist ütopya canlıydı, Sovyet sisteminin prestiji
yüksekti ve bir çekim merkezi durumundaydı, 1955 Bandung Konferansı sonrasında
sömürge halkları ayağa kalkmış, “biz de varız, yüzyıllardır uzak tutulduğumuz
sofraya dahil olmak istiyoruz” diyorlardı, sömürgeciliğin tahribatına son
vermek istiyorlardı… Velhasıl, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen sınıflar
lehine bir güçler dengesi oluşmuştu. Tabii böylesi bir güçler dengesi durumu da
kapitalizmin kuşatılması, ödünler vermek, “uyumlanmak” zorunda
kalması demekti…
Lâkin, 1979-1980
‘den başlayarak, neoliberalizmin kendini dayatmasıyla, güçler dengesi kesin
olarak sermaye lehine döndü. Dolayısıyla verili yeni güç dengesi durumunda
artık ‘ben sol, sosyal demokrat bir program uygulayacağım’ demenin bir
karşılığı yoktu… Hangi parti iktidara gelirse gelsin, yapabileceklerinin sınırı
neoliberalizm tarafından belirlenmişti. Bir fikir vermek için, Türkiye”de 16
milyondan fazla işçi (proleter) var ve bunun sadece %6’sı sendikalı… Üstelik bu
%6’nın %3’ünün toplu sözleşme hakkı yok! Sendikalarda “örgütlü” kesim 1 milyon
kadar işçiyi kapsıyor. Sendikaların %90’ı da AKP iktidarının destekçisi… Şimdi
böyle bir tablo varken kendine sosyal demokrat diyen bir partinin ne kadar
şansı olabilir?
Senin de
söylediğin gibi dünyanın neresinde olursa olsun, “sol” adına iktidar olan tüm
partilerin neoliberalizme teslim olmalarının nedeni bu! Kaldı ki, artık sosyal
demokrasi geride kaldı, O sayfa kapandı… Mesela neden CHP 1970’li yıllarda
%40’ların üstünde oy alabiliyorken, şimdilerde %25’lerde patinaj yapıyor? Artık
sosyal demokrasi mümkün değil, zira o sayfa kapandı ama başka şey yapmak mümkün…
EA: Kapitalizmin būyūk krizlerine baktıǧımızda, uzun depresyondan būyūk depresyona, 1873’ten
1929’a ve içinde yaşadıǧımız krize
kadar bir sūreç var. Bu son krizin, sūrekli kriz olduǧu yönūnde yorumlar yapılıyor. Bu kriz bir anlamda
kūreselleşmenin krizi. Bu kriz gerçekten size göre sūrekli bir kriz mi?
FB: Mevcut durum, bildik “kriz” kavramıyla açıklanabilir
mahiyette değil. Öyle bir noktaya gelindi ki, kapitalizm çözdüğünden daha çok
sorun yaratmadan yol alamıyor, patinaj yapıyor. Bu da genel bir sürdürülemezlik
durumunun ortaya çıktığı anlamına geliyor. Başka türlü söylersek, söz konusu
olan sıradan bir kriz değil, bir uygarlık krizi… Dolayısıyla
geride kalan dönemin yapısal krizlerinden farklı. Artık kapitalist sistem
sadece sosyal kötülükler yaratmakla kalmıyor, ekolojik krizi de derinleştiriyor
ve bu ikisi karşılıklı olarak bir birini azdırıyor, derinleştiriyor. Zaten
içinde bulunduğumuz çağa antroposen çağ (anthropocène) deniyor. Bu,
insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliğinin jeolojik dengeleri
alt-üst edebilir duruma gelmesi demek! Tehlikeli jeolojik sonuçlar doğurma
potansiyeli demek. Dolayısıyla, insanlığın ve uygarlığın geleceğinin tehlikeye
atılması demek… Sorun ciddi, durum vahim yani… Velhasıl, insanların aklını
başına alması gerektiği bir zamandayız… Zira işin şakaya gelir tarafı yok… Eski
rotada ilerlemek giderek daha da zorlaşıyor…
EA: Tūrkiye’de yeni AVM’ler yapılıyor her gūn. AVM
kūltūrū egemen oluyor toplum içinde. Brezilya’da son zamanlarda moda olan
“rolezinho”, özellikle yoksul gençler tarafından sosyal medya aracılığıyla
yapılan çağrılarla, alışveriş merkezlerinde (AVM) toplu bir buluşma olarak
niteleniyor. Bu, küçük bir gezi yapmak, bir tur atmak anlamına geliyor; ancak
fiili bir işgal anlamına geliyor. Buralar, Marx’ın özellikle “Kapital”de dile
getirdiği “meta fetişizmi” kavramının birebir görülebileceği alanlar. AVM
kūltūrūnū, Tūrkiye açısından nasıl yorumluyorsun hocam?
FB: Şimdilerde AVM’lerin mantar gibi bitmesi, biraz da
“fonksiyonel kent” denilenle ilgili. Bu kavram 1933 yılında Le Corbusier tarafından
ortaya atılmıştı. Otomobilin (arabanın) mesafeyi “sorun olmaktan çıkarması”,
arabayla kent arasındaki ilişkiyi araba lehine çevirdi. Ve o aşamadan sonra
araba kente değil, kent arabaya ‘uydurulur’ hale geldi. Bu tam bir saçmalıktı.
O zaman kent merkezinin uzağında “uydu kent” denilenler inşa edildi ve devasa
alış-veriş merkezleri (AVM’ler) kuruldu. Arabanın kenti esir alması ve
AVM’lerin çoğalması, kenti çölleştirdi, İnsanların ayağı kent merkezinden
kesildi. Artık insanlar evlerinden tiyatroya, sinemaya, alış-veriş yapmaya,
gezinti yapmaya gitmek için şehir merkezine değil, ekseri merkeze uzak, yürüme
mesafesinde olmayan AVM’lere gidiyorlar. Metalaşma, çürüme pupa-yelken
yol alıyor. Ve bu kepazelik bir de işte, büyüme, kalkınma, ilerleme adına
meşrulaştırılıyor, kabullendiriliyor!
Türkiye’de AVM
çılgınlığı o kadar büyük ki, dünya ölçeğinde bir yarışma olsa, dereceye girmesi
kesin gibi… Artık AVM’ler birer tapınak haline gelmiş durumda … Genel eğilim
dışında bunun bir nedeni de AKP iktidarının emlâk üzerinden yol alması, inşaat
sektörünü ekonominin birinci sektör durumuna getirmesi. Emlâk rantına dönük bir
politika önceliğine sahip olması. Fakat inşaat tam bir yıkıma dönüşmüş durumda…
Netice itibariyle AVM kültürü meta yabancılaşmasını azdırdı, bir üst basamamağa
taşıdı… Mesela ben Ankara’nın bir “uydu kenti” olan Batıkent’te ikâmet
ediyorum. Yakınlarda, yürüme mesafesinde ne bir bakkal, ne bir manav, ne bir
kasap, ne bir kırtasiyeci, ne bir kuru yemişçi, bunların hiçbiri yok… Sinema,
tiyatro da ha keza… O zaman bizim yaşadığımız yerde sosyal ilişki, kültürel
etkinlik yok demek!
EA: Biraz da gūncele gelelim hocam. Son dönemde Tūrkiye’de
Rus uçaǧının vurulması gūndemde. Ayrıca gazetecilerin
yaptıkları haberlerden dolayı hapsedilmeleri. Bu baskı her zaman vardı aslında.
Ancak son yıllarda daha da pervasızlaştı sistem. Son olarak Can Dūndar ve Erdem
Gūl tutuklandı. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi katledildi. Var olan kısmi
özgūrlūkler de elden gidiyor ve cendere iyice daralıyor mu?
FB: Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde
sistem sıkışmış durumda. Ve bu durum bazı veçheleri itibariyle 1914 öncesini
çağrıştırıyor. Böylesi durumlarda patinaj yapan aracın tekrar yola devam
edebilmesi için iki seçenek var veya iki şey mümkün: Devrim veya savaş! Ve
savaşın bir versiyonu olan faşizm… Türkiye hızla dinci faşizm rotasında yol
alıyor. Demokratik-sol-seküler muhalefetin bir varlık gösterememesi, bu
tehlikeli gidişi durduramaması durumda faşizm kaçınılmaz. Bir savaş ihtimalini
de içererek tabii… Artık genel olarak kapitalizmin, özel olarak da Türkiye’deki
rejimin insanlara teklif edebileceği bir şey yok. Bu rejiminin oyalama-aldatma
yeteneğinin aşındığı anlamına geliyor ama tabii onu bir şansa dönüştürmek
kaydıyla… O halde ellerinde bir tek seçenek kalıyor: baskıyı-şiddeti ve terörü
tırmandırmak ve tırmandırıyorlar! Son birkaç ayda yapılan katliamlar, işlenen
siyasi cinayetler ortada… Fakat çelişik olarak bu süreç bir skandalla birlikte
yol alıyor: Hâlâ demokrasiden, demokratikleşmeden, işte AB kriterlerinden de
söz etmeye devam ediyorlar.
Kürtlere yönelik
utanmaz saldırı 1990’lı yılları bile geride bırakmış durumda. Her türlü
demokratik tepki kanla bastırılıyor. Maalesef sol-sosyalist-demokrat-seküler
muhalefetin bir yapısal şansızlığı da var: Türkiye’de bir aydınlanma ve
modernite devriminin yaşanmamış olması demek, insanların ortalama bilincinin
yurttaş bilinci değil, teba bilinci olması demektir. İşte bu durum, demagojiyi
etkin bir şekilde kullanabilen kaşarlanmış şarlatan profesyonel
politikacıların işini kolaylaştırıyor… Son iki günde Can Dündar ve Erdem
Gül’ün tutuklanmaları, dün Diyarbakır Baro başkanı değerli dostumuz Tahir
Elçi’nin hundarca, alçakca katledilmesi, işlerin ne yöne ve nasıl evrildiğinin
bir göstergesi…
EA: AKP’yi nasıl deǧerlendiriyorsunuz? Aslında bence bunlar Neo-Osmanlıcı
da deǧiller. Bu sadece içi boş bir söylemden ibaret kalıyor.
Elbette diǧer partilerden biraz farkları var, ama AKP’nin
sisteme, resmi ideolojiye “laiklik” dışında bir itirazı yok; aksine tepeden
tırnaǧa resmi ideolojiyi “tek dil, tek ulus, tek millet…”
kavramlarını savunuyor. Resmi ideolojinin yeni temsilcileri bunlar ve resmi
ideolojiyi olduǧundan biraz farklı yorumluyorlar yalnızca. Bu konuda
ne dūşūnūyorsunuz?
FB: Şahsen başlarda, hatta dört beş yıl öncesine kadar,
AKP’yi, DP, AP, ANAP’ın devamı bir merkez sağ parti olarak görüyordum. AKP ve
neoliberalizm temalı bir kitabın editörlüğünü de yapmıştım. Aslında o zaman o
tespit büyük ölçüde doğruydu. Öyleydi ama bu gün artık öyle değil. AKP devlete
egemen olup, yerini sağlamlaştırınca, gerçek yüzünü gösterdi, gerçek ajandasını
açık etti… Aslında dönüm noktası 2010 anayasa referandumu ve 2011 “Arap
Baharıydı”. Anayasa değişikliği elini güçlendirdi, Tunus ve Mısır’da Müslüman
Kardeşlerin iktidar olması, Başta T. Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerini
heveslendirdi. Osmanlıyı XXI’inci yüzyılda ihya etme, Sūnni Müslüman kuşağın
lideri ( halifesi) olma hayallerini depreştirdi. Tabii aç tavuğun düşünde
kendini mısır ambarında görmesine bir mani yok… Suriye politikasında bunca
bağnazlığı başka türlü açıklamak mümkün değil.
Tabii senin de
söylediğin gibi, öyle resmi ideolojiyle hesaplaşmak diye bir dertleri yok ve
hiç olmadı, olması da mümkün değildir. Amaç iktidar olup, bütçeyi ve hazineyi
yağmalamak ve o işi Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir başarıyla yaptılar.
Toplumu dincileştirerek, tebanın onayını alarak iktidarlarını kalıcılaştırmayı
umuyorlar. Şimdilerde din, resmi ideolojinin asıl dayanağı haline gelmekte…
Aslında dini ve milliyetçiliği kullanıyorlar bu alanda bir yenilik yok. Fakat
ne yaparlarsa yapsınlar, şu veya bu şekilde arabanın duvara toslaması
kaçınılmaz…
EA: Slavoj Zizek, “Sol, Paris
saldırılarının ardından radikal Batılı kökenlerine sarılmalı” diyor. Bu,
Avrupa merkezci bir görüş mü? Chomsky ise, devlet terörünü sorguluyor ve
“terör” kavramının üzerinde kararı kılınmış bir niteleme olmadığına dikkat
çekiyor. Siz Paris saldırıları ve İŞİD hakkında ne düşünüyorsunuz?
FB: Doğrusu bu soru bir söyleşi boyutunda
cevaplandırılabilir türden değil ama yine de bir özet denemesi yapabiliriz.
Slovaj Zizek’in söylediğinde bir sorun yok. “Batılı kökene sarılmak” demek,
aslında “aklını başına al” demek ve bunun Avrupa-merkezli bir görüş olduğunu
sanmıyorum. Chomsky’nin tezlerine aynen katılıyorum. Netice itibariyle asıl
terör devlet terörüdür veya devlet tarafından paydahlanan- araçsallaştırılan
terördür. Kaldı ki, neyin terör, kimin terörist olduğuna da ABD
ve Avrupalı müttefikleri karar veriyor. Dün “özgürlük savaşçısı” dediğine,
başka bir gün dünyanın gelmiş geçmiş en tehlikeli teröristi diyebiliyor…
Aslında terör söylemi tam bir tuzak işlevi de görüyor. Zira evrensel direnme
hakkını sulandırıyor. Artık direnme hakkını kolaylıkla terör kategorisine dahil
etme yolu açılıyor… Ve bu çok tehlikeli… Şahsen kavramlar üzerinde titizlikle
durulması gerektiğini düşünüyorum. Zira kavramlar özgürleşmenin de
köleleştirmenin de aracı olabiliyor…
İŞİD’e gelirsek,
İŞİD’in ne olduğunu anlamak için ABD’nin II. Savaş sonrası jeostratejisini ve
jeopoliğini ve Suudi Arabistan’ın ne mene bir “devlet” olduğunu bilmek
gerekiyor. O halde iki şey: Birincisi, Suudi Arabistan denilen “tuhaf” devlet
bir İngiliz yapımıdır; ikincisi, İŞİD ve benzeri selefi cihatçı Vahabi
örgütler, bir ABD-Suudi ortak yapımıdır… Bunlar öyle gökten zembille inmedikleri
gibi, son birkaç yılın meselesi de değiller…
Eğer, İŞİD ve
benzeri El-Kaide türevleri nedir denirse, bunların aslında ABD-Suudi ortak
yapımı (co-production) bir Frankeştayn olduğu söylenebilir. Ki, bunu vaktiyle
Pakistan’ın ilk kadın devlet başkanı olan Benazir Butto, ABD yöneticilerini
uyarmak için söylemişti. “Dikkat edin, bir Frankeştayn yaratmak üzeresiniz.”
demişti… Ve 2008’de o Frankeştayn tarafından hunharca katledildi… İŞİD’in ve
benzerlerinin doğum yeri Afganistan’dır. Nur Muhammed Taraki yönetimindeki
sosyalist hükümet 30 Nisan 1978’de iktidara geldi. Rejimi laikleştirdi,
feodalizmin etkisini kırdı, dini bağnazlığı geriletti, kadınlara eşit haklar
tanıdı, çocuk evliliklerini yasakladı, aynı şekilde başlık parasını da…
Sendikaları yasallaştırdı, okullar, hastaneler açtı, yollar yaptı, yaygın bir
okuma-yazma seferberliği başlattı, küçük çiftçileri destekledi… Ve tabii Sovyet
yanlısı bu rejimin yaşamasına ABD ve Suudiler izin vermeyecekti.
Ne yaptılar? CIA
(ABD), Suudiler ve Pakistanlılar 40 farklı ülkeden 35 bin teröristi eğittiler,
donattılar, silahlandırdılar, finanse ettiler. Gelenler arasında ünlü Bin Ladin
de vardı. İşte daha sonra “İslamcılar” denilenler böylece doğmuştu. Unutmamak gerekir
ki, o dönemde Amerikalılar “mücahit savaşçılara” özgürlük savaşçısı diyorlardı…
O özgürlük savaşçıları kurbanlarına işkence yapıyor, burunlarını, kulaklarını
ve cinsel organlarını kesiyor, ölümleri uzasın diye derilerini yüzüyorlardı…
Neler yaptıkları biliniyordu ama önemli olan “kimin için ve neden
yaptıklarıydı…” Nitekim, ABD Başkanı Ronald Reagan o “özgürlük savaşçılarının”
temsilcilerini Beyaz Sarayda ağırlamış ve bir de onlara övgüler yağdırmıştı…
Fanatik dinci
mücahitler Taraki rejimini yakarken, Sovyetlere, komünizme karşı savaşırken ne
yaptıkları önemli değildi. İşte İŞİD dahil, tüm El- Kaide türevleri o kökten
türedi ve dünyanın dört bir yanına yayıldı. Geride kalan dönemde ABD- Suudi
ortak yapımı Frankeşteyn’ın neler yaptığı malûm…
Mūsaadenle bir
rakam vereyim. Bugün itibariyle Suudiler, Vahabiliği yaymak için, cami yapımı,
imamların maaşı, “İslam kültür merkezleri, kitap yayını, gazete,
radyo-televizyon, uydu, vb. için tam 87 milyar dolar harcadı…
2011 “Arap
Baharından” sonra cihatçılar ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından
desteklendiler… 2012 de ABD, Fransa, İngiltere ve Türkiye, Ürdün’de bir
eğitim kampı oluşturdular. Orada eğitilenlerden bir kısmı İŞİD’e katıldı. Aynı
yıl ABD’nin Irak ve Suriye’nin bazı bölgelerinde bir İslam devleti
projesi vardı… Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
EA: Hocam çok teşekkūrler.
FB: Ben teşekkūr ederim.
http://dunyalilar.org/fikret-baskaya-bu-siradan-bir-kriz-degil-uygarlik-krizidir.html
http://dunyalilar.org/fikret-baskaya-bu-siradan-bir-kriz-degil-uygarlik-krizidir.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder