kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

07 Aralık 2021

Yurttaş Mı, Tüketici Mi?

 

Yurttaş Mı, Tüketici Mi? 

Fikret Başkaya 

"Kimse özgür olduğu yanılsamasına ikna olanlar (ya da kapılanlar) kadar umutsuzca köle değildir."

Goethe 

Yurttaş, bir ülkede yaşayan, bir nüfus cüzdanına- şimdilerde bir kimlik numarasına- sahip olan, beş yılda bir önüne konan sandığa oy atan mıdır? Eğer siyaset arenasında hiçbir etkinliği yoksa, toplumsal yaşamda hiç bir dahli yoksa, toplumun bu gününe ve geleceğine dair söyleyecek sözü, bir fikri yoksa, yasalar ve düzenlemeler gıyabında yapılıp-uygulanıyorsa, ödediği verginin hesabını soramıyorsa… hala ‘yurttaştan’ söz edilebilir mi… Kelimelerin, kavramların, bir anlamı, bir içeriği olması gerekmiyor mu? Aslında bunlar yoksa, yurttaştan değil de, tebaadan söz etmek gerekmez mi? Tebaa, bir devletin hükmü altında bulunan kimse, uyruk demek olduğuna göre… 

Kanunları kim, neden, kimin hesabına yapıyor? Mesela anayasa daha baştan insanları politikanın dışına atmıyor mu? Eğer, siyaset sahnesinde kitlelerin bir dahli olsaydı, böyle anayasa ve kanunlar olur muydu? Bir de köklü bir anayasa fetişizmi var… Eğer iyi bir anayasa yapılırsa, her şeyin güzel olacağı sanılıyor… Netice itibariyle anayasa bir kağıt parçasıdır… Ne olduğu, onu kimin, neden, nasıl ve kimin hesabına yaptığındın bağımsız değildir. Onu yapanlar sizin dışınızdakilerse, ülkenin varını-yoğunu yağmalayan egemen sınıflar hesabına yapılmışsa, neyi içerdiğinin bir önemi olur mu? Onu yapanlar/yaptıranlar, istedikleri gibi de uygularlar… İstedikleri zaman da değiştirirler… Türkiye’de bu gün yürürlükteki anayasa, yerli-yabancı sermaye hesabına NATO’cu, cuntacı ordu tarafından yapıldı… O anayasa topluma politika yapma yolunu kapatıyordu, son derece geri-gerici bir metindi… Bu gün o anayasa bile ‘bol geliyor’, uygulanmıyor, neden? 

Eğer “politika yapma işi” münhasıran profesyonel burjuva politikacılarının işiyse, orada demokrasiden söz edilebilir mi? Bir kere demokrasi, politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdahil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar, toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edilebiliyorsa [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar sürecine katılma], başka türlü söylersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir…

02 Ekim 2021

Fikret Başkaya Diyor Ki...

 

Fikret Başkaya Diyor Ki... 

"İnsan kendi ölümünü engelleyemez ama insanlığın ölümünü engelleyebilir”… 

 Söyleşi: Doğan Baran Tüfekçi.

Doğan Baran Tüfekçi: Paradigmanın İflasının yayınlanmasından bu yana 30 yıl geride kaldı. Bu arada çok sayada kitabınız ve makaleniz yayınlandı. Sadece eleştirmiyorsunuz, aynı zamanda çıkış yollarına dair de yazıyorsunuz. Geleceğe dair iyimser misiniz?

 Fikret Başkaya: Eleştiri bir amaç değil. Şeylerin gerçeğine nüfûz etmek için gerekli. Tabii radikal olmak kaydıyla… Yoksa ekseri yapıldığı gibi eleştiriyormuş gibi yapmak değil. Radikal olmayan eleştiri şeylerin etrafında dolanmaya, kendini ve başkalarını aldatmaya, sömürü düzenini meşrulaştırmaya yarar… Radikal olmak, sorunları kökeninden ele almaktır… Mesele, iyimserlik-kötümserlik meselesi değil. Bunların ikisi de realiteden uzaklaşmaktır… Biri bir tarafa öteki diğer tarafa doğru abartır… Önemli olan umutlu olmaktır. Umut da ‘mümkün olanla muhtemel olan arasında bir yerlerdedir’…

Doğrusu umutluyum. Umutluyum çünkü insan irade sahibi bir varlıktır. Bu da şeylere, olaylara müdahale edebilme yeteneğine, potansiyeline gönderme yapar. Eğer araç yürümüyorsa, patinaj yapıyorsa, tamir edersin, değilse yenisini yaparsın… O halde mesele ne? Kapitalizm sosyal kötülükleri azdırmadan, ekolojik yıkım ve iklim krizi peydahlamadan yapamıyorsa, insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmişse, bütün bu olup-bitenler, saçmalıklar, akılsızlıklar da bir takdir-i ilahinin eseri değilse, ki değildir, o zaman sen de başkalarının bozduğunu yapmaya talip olursun… Aracın direksiyonunu “iyi yaşamdan” tarafa çevirirsin… Bazı insanların bozduğunu başka bazı insanlar neden yapmasın? Dar bir küresel oligarşi, dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirmişse, bu süreçten zarar gören Büyük İnsanlık neden bu kepazeliği kabullensin… Olup-bitenleri seyretmekle yetinsin? 

DBT: Ekolojik sorun çalışmalarınızda önemli bir yer tutuyor. Son kitaplarınızdan birinin başlığı, ‘İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım’. Bu ikisiyle yüzleşmek, süreci tersine çevirmek mümkün mü?

 FB: Vakitlice harekete geçmek kaydıyla bu güzel gezegeni hala yaşanabilir bir yer haline getirmek mümkün… Aksi halde belirli bir eşik aşıldığında ki, maalesef o eşiğe hızla yaklaşılıyor- artık kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Geri dönüş mümkün olmayabilir… Aslında yapılması gereken de bir sır değil. Vakitlice silkinip ayağa kalkmamız, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı değiştirmemiz gerekiyor ki, bu da insan iradesini aşan bir şey değil… İnsan kendi ölümünü engelleyemez ama insanlığın ölümünü engelleyebilir… Saçma bir üretim ve tüketim almış başını gidiyor… Üstelik bu kepazelik, büyüme, kalkınma, ilerleme adına meşrulaştırılıp, dayatılıyor… Kapitalizm sınırsız büyüme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir. Fakat bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor…

 Bu kör gidişi durdurmak süreci tersine çevirmek de ekonomik, politik, ekolojik ve etik bir radikal devrimi gerektiriyor. Fakat yerel ve küresel oligarşiler (mülk sahibi sınıflar), burjuva siyasetçileri, kendilerinin ve başkalarının ‘aydın’ dediği zevat, sömürü düzeninin akıl hocaları, “kanaat önderleri”hala bu aracın bu rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyorlar. Esasen radikal eleştiri zaafı var ki, şeylerin, süreçlerin bilince çıkarılmasını zorlaştırıyor…

15 Temmuz 2021

Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti Çöküyor

 Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti De Çöküyor 

Fikret Başkaya 

“Bu ancak şu anlama gelebilir: Oradan çıkmak için yol yok değil ama artık vakit, bugüne kadar bellediğimiz bütün eski yolları terk etme vaktidir”. Aimé Césaire 

“Eski dünya ölüyor, yenisi ise ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor”.Antonio Gramsci

 Kapitalizm krizlerle yol alabilen bir sistem. Krizler arızi, beklenmedik bir şey değil, sistemin mantığına ve işleyişine içkin… Kapitalizmin tarihi, devresel ve ‘yapısal krizlerin’ de tarihidir. Fakat şimdilerde durum farklı… Artık söz konusu olan, geçmişte yaşanan krizlerden biri daha değil. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir; zira kriz, normal ‘denge durumundan’ bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de ima eder… Çöküş ise geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak… 

Birincisi, yeni durumda artık ‘kriz’ şu veya bu sektörü ya da veçheyi angaje etmiyor. Aynı zamanda ekonomik, finansal, ticari vb. toplumsal yaşamın tüm veçhelerini girdabına almış durumda… İkincisi; sadece şu veya bu ülkeyi ilgilendirmiyor, küresel bir nitelik taşıyor. Üçüncüsü; sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, ekolojik, iklimsel,politik, etik kriz söz konusu…Bunun anlamı, hastalığın tüm bünyeyi sarmasıdır…Gramsci’nin organik kriz, Samir Amin’in bunak kapitalizm dediği durum… Gerçek durum böyle ama burjuva akıl hocaları, aracın hâlâ aynı rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyor… 

İkinci emperyalistlerarası savaş (1945) sonrasında, hâkim politik yönetim modeli ‘parlamenter demokrasi’ veya ‘temsili demokrasiydi… Sağ ve sol partilerin etkili olduğu bir politik yaşam geçerliydi. Savaş sonrasının sınıfsal güç dengeleri, başta işçi sınıfı olmak üzere, bir bütün olarak ezilen ve sömürülen kesimlerin pazarlık gücünü artırmış, önemli kazanımlar sağlanmıştı… Döneme ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ damgasını vurmuştu… Liberal-muhafazakâr partiler de ‘sosyal devlete’ uyumlanmışlardı - aslında uyumlanmak zorunda kalmışlardı. İktidardaki partinin adından bağımsız olarak, az-çok benzer ekonomik ve sosyal programlar söz konusuydu. 

20 Kasım 2018

Robotların "Yapay Zekâsı"


Robotların "yapay zekâsı"
sizi yeryüzü cennetine taşır mı?

Fikret Başkaya

Robotlar, insanın bazı özelliklerini taklit edebilen makinalar. Robot kavramı ilk defa Çek yazar-dramaturg, Karel Capek tarafından bir bilim-kurgu oyununda [1920] kullanılıyor. Slavca rabota'dan türeme ve eski [kadim] Slavca'da angarya, serf anlamına geliyor. Yapay zeka Batı'da önemli bir ilgi, kaygı ve tartışma konusu olsa da, bizde sıra öyle şeylere pek gelmiyor. Şeytanla mücadele, kadınların nasıl giyineceği, kız çocuklarının ne zaman evleneceği... gibi önemli konulardan yapay zekaya, robotlara bir türlü sıra gelmiyor...    

Robotlar, yapay zeka aslında kapitalizmin ürettiği/kapitalizmi üreten teknolojinin ulaştığı son aşamadan başkası değil. Kapitalizm teknikçi bir üretim tarzı. Üretim, vahşi/yıkıcı bir rekabet ortamında gerçekleşiyor. Her bir kapitalist veya kapitalist işletme, rekabetçi konumunu korumak, yarışta kalabilmek, için her seferinde en ileri üretim tekniklerini kullanmak, sermayesini büyütmek zorunda. Aksi halde toplam artı-değerden yeterli payı kapamaz ve yarışın dışına itilir. Başka türlü ifade edersek, kapitalizm dahilinde teknoloji, münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindedir... İnsanlar daha az zahmetle, daha az çalışarak, daha kolay üretsinler, rahat yaşasınlar diye üretilmiyor. Kapitalist sınıfın her seferinde daha çok zenginliğe el koyması için peydahlanıyor ve kullanılıyor. Modern teknoloji harikalar yaratırken, insanlığın ve uygarlığın tehlikeli bir eşiğe gelip-dayanması, bu temelli çelişkinin/bu saçmalığın bir sonucudur...

22 Kasım 2015

YA KOMÜNİZM YA DA...



"Ya komünizm ya da bu iş karakolda biter..."*

Fikret Başkaya

Kapitalizm uzun insanlık ve uygarlık tarihinde sadece küçük bir parantez. İşte sanayi kapitalizmi tarih sahnesine çıkalıdan bu yana ikiyüzelli yıldan az bir zaman geçti. Buna rağmen insanlığın ve uygarlığın geleceği riske atılmış bulunuyor. Kapitalist üretim tarzı "yaratıcı yıkıcılık" sayılsa da, şimdilerde çoktan yıkıcılığın yaratıcılığın önüne geçtiğini söylemekte bir sakınca yok. Artık her geçen gün yaptığından daha çoğunu yıkıyor, daha çoğunu yok ediyor, daha çok kirletiyor...

 O halde neden böyle oldu, neden genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı, neden tüm işaret lambaları kırmızıya dönmekte? Neden her geçen gün sosyal kötülükler (işsizlik, açlık, yoksulluk sefalet, anlam kaybı...) çığ gibi buyuyor, ekolojik dengeler alt-üst oluyor? Bütün bunlar oluyor zira kapitalizm insanlığın ve uygarlığın normal hali değil, bir sapmaydı... Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve kapitalizm dahilinde üretim etkinliğinin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Kullanım değeri değil değişim değeri üretmektir...

Başka türlü söylersek, bir ilişki tersliği söz konusu. Öküz arabanın arkasına koşulmuş durumda... Her üretim çevrimi sonunda yaratılan değer, artık ürün, artı-değerin (kârın) her seferinde yeniden yatırılma zorunluluğu var, bir sonraki üretim çevrimine sokulması gerekiyor. Ve sonuç "üretim için üretim" biçimini alıyor. İkincisi, kapitalizm kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe dayanıyor. Bir kutupta zenginlik biriktirmek, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmekle mümkün oluyor. Aksi halde dünya nüfusunun %1'inin dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, %8.1'inin de dünya zenginliğinin %86,4'üne el koyması mümkün olmazdı... Üçüncüsü de kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu yerde üretimin insanî -sosyal ve ekolojik sonuçları (zararları) dikkate alınmıyor. Netice itibariyle fatura topluma ve doğaya çıkıyor, Burjuva iktisatçıları buna "dışsal ekonomiler" diyerek işin içinden çıktıklarını sanıyorlar... Oysa dışarda kalan hiç bir şey yok...

Neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla, yıkıcılık hızlandı, kapsayıcılığı daha da arttı. Kapitalizm dahilinde insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliği şimdilerde jeolojik sorunlar da yaratır duruma gelmiş bulunuyor ki, buna antroposen çağ (anthrophocène) deniyor.  Artık kapitalizm dahilinde sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Dolayısıyla hem yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması gerekiyor ve hem de bunun vakitlice yapılması gerekiyor. Zira sistemin yıkıcılığı bu ölçüde hızlanmış, kapsamı da bu ölçüde büyümüşken, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir...

Gerçek durum böyleyken ve genel bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkmışken, küresel plütokrasinin, küresel oligarşinin sözcüleri, akıl hocaları, "eğer büyüme gerçekleşir, modern teknoloji (teknik bilim) de gelişmesini sürdürürse, sorunların çözüleceğini, işlerin yoluna gireceğini" söylüyorlar. Oysa, kapitalizm dahilinde, üstelik onun vahşi neoliberal versiyonunun geçerli olduğu durumda, bu ikisi sorunların çözümünün anahtarı olmak bir yana, bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bulunuyor. Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr, daha çok sermaye biriktirmek olan, insana ve doğaya saygısız, her türlü etik değerden yoksun bir sistem dahilinde büyümenin hiç bir sorunu çözme şansı yoktur. Aynı şekilde, kâr etmenin ve yıkımın hizmetine sunulmuş teknolojik harikaların da sorunları çözmesi mümkün değil ama daha da azdırması kaçınılmaz...

19 Kasım 2014

İŞİD Neyin İşareti?

İŞİD Neyin İşareti?
(Fikret Başkaya ile söyleşi...)

Kerem Uslu


Kerem Uslu: Ortadoğu denilen bölgede neden savaşlar, çatışmalar, kargaşa ve kaos bir türlü eksik olmuyor? Size göre ABD ve müttefikleri neden hep gözlerini oraya dikiyor?

Fikret Başkaya: Ortadoğu denilen bölge, başta ABD olmak üzere, NATO’cu cephe için iki bakımdan son derecede önemli: Birincisi, bu bölge siyasi coğrafyası, jeopolitik konumu itibariyle vazgeçilmez; ikincisi de enerji ve maden deposu olarak  hayatî öneme sahip. Bölgede yangının sürekliliği, doğrudan emperyalist çıkarlarla ilgili. Zira enerji (petrol, doğa gaz) kapitalizmin damarlarında dolaşan kan gibi bir şey. Dolayısıyla, kapitalizm için, emperyalizm için vazgeçilmez. Lâkin bu kaynaklar sınırsız değil ve ona sahip olmak isteyen başkaları da var. Mesela Çin... Çin dünya nüfusunun %20’si kadar ama dünyadaki enerjinin sadece %2’sine sahip... Tabii bölgedeki savaşların bir nedeni daha var: Çin ve diğerlerinin sofraya dahil olmasını engellemek. Çin başta olmak üzere, “yükselen ülkeler” de denilen yeni yetme kapitalist güçleri Ortadoğu ve Afrika’ya sokmamak, mümkünse oradan kovmak... Mesela Çin’in Nijerya’da önemli yatırımları var ve bu durum başta ABD olmak üzere, kollektif emperyalizmin diğer bileşenlerini rahatsız ediyor...

ABD ve müttefikleri Nijerya’da da mı savaş çıkaracak demek istiyorsunuz?

Zaten çıkarmış sayılırlar. Boko Haram denilen El- Kaide türevi fanatik dinci örgüt orada neden ve kimler tarafından devreye sokuldu? Taliban Afganistan’da, El-Nusra Suriye’de, İŞİD Irakta ve Suriye’de ne ise, Boko Haram da Nijerya’da aynı şey. Nijerya büyük ekonomik potansiyele sahip bir ülke. Günde 2,5 milyon varil petrol üretiliyor. Çin’in orada daha şimdiden petrol dahil bir çok sektörde önemli yatırımları var. Boko Haram ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve Çin’in oradaki büyüyen etkisi kırmak için sahaya sürüldü. Bu dinci fanatik örgütler, Emperyalizm tarafından reel ve potansiyel rakipleri etkisizleştirmek için, rejim değişikliği amacıyla kullanılıyorlar... Bu bakımdan bu savaşlar bildik savaşlardan epey farklı... Dolayısıyla Ortadoğu’da olup-bitenler sadece o bölgeyle ilgili değil.  

Siz yazılarınızda ve konuşmalarınızda sürekli olarak nedensellik hiyerarşisinin önemine vurgu yapıyorsunuz, ve bütün nedenler için asıl nedeni ortaya çıkarmak gerektiğini söylüyorsunuz. Ortadoğu’da olup bitenlerin asıl nedeni ne o halde?

Ortadoğu’nun emperyalist Batı’nın egemenlik alanı olarak kalması ve başka bölgelere de bir atlama tahtası işlevi görebilmesi için, oradaki halkların, ulusların kendi ayakları üstünde durmalarını engellemeleri gerekiyor. Eğer oradaki halklar uluslar, devletler kendi ayakları üzerinde durmayı başarırlarsa, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu, kapitalist/emperyalist sömürünün sonu demeye gelir. Oysa biliyorsunuz, emperyalist/kolonyalist/ kapitalist Batı’nın 500 yıllık saltanatı, dünyanın geri kalanının kaynaklarının küstahça sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Mesela İkinci emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında Avrupa’nın “şanlı otuz yılından”, işte Alman ve Japon “mucizelerinden” söz ediliyordu... Siz hiç o “şanlı otuz yılın” o “mucizelerin” ne pahasına gerçekleştiğini sorun edene rastladınız mı? “Mucizeler” o yıllarda “Üçüncü Dünya” denilen dünyanın geri kalanının, enerji kaynakları başta olmak üzere, doğal ve beşeri kaynaklarının aşırı sömürüsü sayesinde mümkün oldu. Mesela petrolü sudan ucuz kullanıyorlardı. Stratejik önemi olan diğer madenleri de... Elbet bir gün tarih, yeryüzünün lânetlileri tarafından yeniden yazılacak...

04 Kasım 2014

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Fikret Başkaya

“ Kâr yokluğu sermayenin kâbusudur. Sermaye, mâkûl bir kâr kokusu aldığında cesaretlenir. %20 kârla coşar, %50’de gözünü budaktan sakınmaz; %100’le ayakları yerden kesilir ve hiç bir insanî yasa ve değerle ilişkisi kalmaz. %300 kâr söz konusu olduğunda da artık hiç bir cürümden geri durmaz”.
                                                                           Karl Marx

Bu güne kadar devletle ilgili birlerce kitap, on binlerce makale yazılmıştır ama bunlar ekseri devlet katındaki adamlar, “karşı taraftakiler” tarafından yazılmıştır. Bu işte kadınların dahli son derecede sınırlı ve önemsizdir. Devletle ilgili genel algı ve kanaat da kabaca şöyledir: Devlet kamunun, toplumun genel iyiliğini, toplumsal çıkarı gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur. Özel kesim özel çıkarların hizmetindedir, devlet de kamu yararını gerçekleştirmenin aracıdır... Oysa ortaya çıktığı günden beri devlet iki şey demektir: Asayiş (güvenlik) ve ekonomi yönetimi... Dolayısıyla özel kesim-devlet veya piyasa-kamu ayrımı, anlı-şanlı devlet teorisyenlerinin bir kuruntusuydu. Zira bu ikisi “sıfır toplamlı” bir denklem değildir. İşte, devlet alanı ne kadar genişse, özel alan o kadar dardır, ya da visa versa...  Devlet oldum olası mülk sahibi sınıfın-sınıfların bir iktidar aracıdır. Zamanla mülk sahibi sınıflar katında değişim olsa da, devletin işlevinde bir değişiklik olmamıştır. Zira, kapitalist dönemde, özellikle de neoliberal küreselleşme çağında, devlet ve sermaye artık bir ve aynı şeydir... Devletin hiç bir müdahalesi yoktur ki, mülk sahibi sınıfların aleyhine olsun, onları kayırmasın... Aksi halde devletin varlık nedeni ortadan kalkardı...

Gerçek durum böyledir ama olup bitenlere, yaşananlara mülk sahibi sınıflar tarafından bakan “âkil adamların” anlattığı hikâye ve yaratılan “bilinç” farklıydı. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca ve hiç bir zaman toplumsal sözleşme diye bir şey olmadı. Keşke olsa demekle de olmazdı... Fakat bu ilerde ona benzer şeylerin olmayacağı anlamına da gelmiyor... Eğer devlet gerçekten toplumun, kamunun hizmetinde olsaydı, mesela su özelleştirilir, parayla alınır-satılır mıydı? Bir özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülür müydü? Hızını alamayıp bir de su vergisi alınır mıydı?  Siz kimin suyunu ve ne hakla kime satıyorsunuz denmez miydi? Üstüne üstlük alınan vergi bir de suyu satan kapitaliste “teşvik” adı altında hediye edilir miydi? Hangi insan aklı, hangi mantık suyun özelleştirilmesini, bir kâr aracına dönüştürülmesini haklı gösterebilir? Ortada basbayağı bir insanlık ayıbı, bir insanlık suçu yok mu? Bundan büyük ayıp, bundan büyük suç olur mu?

08 Temmuz 2014

Üretmek, Tüketmek, Yok Etmek!

Üretmek, tüketmek, yok etmek!

Fikret Başkaya


Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.  

05 Nisan 2013

Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?


Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?

Fikret Başkaya*

Özelleştirme [privatisation], neoliberal saldırının üç sloganından biri. Diğer ikisi  serbestleştirme [libéralisation] ve kuralsızlaştırma [déréglementation]. Özelleştirme kamu mallarının, kamuya ait işletmelerin özel sermayeye, kapitalistlere satılması,  devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin de özel sektöre havale edilmesi demek. Velhasıl tüm bu alanların meta kategorisine indirgenmesi, metalaştırılması, paralılaştırılması, kâr etmenin hizmetine sunulması demek. Aslında asıl söz konusu olan, topluma/kamuya [socium‘a] ait varlıkların ve değerlerin kapitalistler tarafından yağmalanmasıdır... İşe önce bizde bir zamanlar KİT [Kamu İktisadi Teşebbüsleri] denilen, kamuya ait işletmelerin satışıyla başlandı. Fakat önce özelleştirmenin neden gerekli, neden vazgeçilmez olduğuna insanların inandırılması gerekiyordu.

Bu amaçla ünlü iktisat profesörleri, “konunun uzmanları”, bilimi kendinden menkûl zevat sahaya sürüldü. Gazete köşelerine çöreklendirildiler, televizyon ekranları özelleştirmecilere sonuna kadar açıldı. Her akşam neden özelleştirmek gerektiği, özelleştirmenin nasıl hârikalar yaratacağına dair tartışma programları düzenlendi. Nakarat kabaca şöyleydi: Devlete ait işletmeler verimsizdir, kaynak israf ediyorlar, bütçe açığını azdırıp enflasyona ve işsizliğe neden oluyorlar. Bir kere kamu işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin “verimsizliği” bilim erbabı tarafından kanıtlanınca, artık üretilen yalanı medya büyütüp yayabilirdi ve insanların üretilen yalana inanması için fazla zaman gerekmedi. Politikacıların da devreye girmesiyle iş tamam oldu... Artık ortalama insan kamu işletmelerinin ne büyük bir bela olduğuna, tüm kötülüklerin kaynağı olduğuna  inandırılmıştı.   

Oysa özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin tamamı uydurmaydı. İki nedenden dolayı: Birincisi bu tür işletmeler ve hizmetler başlangıçta kâr etmek amacıyla oluşturulmazlar. Ekonomik kalkınma, kamu sağlığı,  sosyal refah gibi amaçların gerçekleşmesi için kurulurlar, orada kapitalist mantık dışı kaygılar ve amaçlar söz konusudur; Ve ikincisi, verimlilik kavramıyla ilgilidir. Bir kurum, bir hizmet kimin için verimlidir? Verimlilikten ne anlaşılması gerekir? Mesela 1930’lu yıllarda Karabük Demir Çelik Fabrikaları kâr amacıyla kurulmuş değildi. Ekonominin sağlıklı gelişmesi için gerekli görüldüğü için kurulmuştu. Aynı şekilde 1970’li yıllarda Et ve Balık Kurumu, Zirai Donatım Kurumu vb. kâr amacıyla kurulmadılar. Dolayısıyla bir işletme veya bir hizmet kamunun elinde zarar eder, özel sektörün elinde kârlıdır demek saçmadır. İstenirse bir işletme “verimli” bir şekilde kullanılabilir. Nasıl kullandığınıza bağlı olarak. Zira kamu işletmelerini yönetenler başka dünyadan gelmiyor, başka bir kumaştan yapılmış da değillerdir... Asıl saçmalık bir kamu hizmetinin bir kâr aracına dönüştürülmesidir. Aksi halde insanlardan neye onca vergi alınıyor sorusu akla gelir... Tabii hala birazcık akıl kalmışsa. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor ve buna rağmen kamu hizmetleri ve sosyal hizmetler de dahil, her şey özelleştiriliyor. Bu işte bir yanlış yok mu? Bu sefil durum neden sorun edilmiyor. Kaldı ki, kapitalist için kârlı olan herkes için iyidir anlayışı saçmadır. Eğer verimlilik eşittir kâr anlayışı geçerliyse, çelişkiden yakayı kurtarmak mümkün değildir.

Bu anlayış daha baştan kavramın kendinde [ contradiction dans le terme] bir çelişki barındırıyordu. Zarar eden, “verimsiz”  bir işletmeyi yegane amacı azami kâr olan bir kapitalist satın alır mıydı? Siz kapitalist olsaydınız satın alır mıydınız? Sorun verimlilik-verimsizlikle ilgili değildi. Asıl amaç “yapısal kriz” koşullarında değerlenme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmakla ilgiliydi ve o alan açıldı... Özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerden biri de söz konusu işletmeleri rekabete açmaktı. Zira rekabet “etkinliğin” vazgeçilmezi sayılıyor. Mesela Tüpraş neredeyse tuz-sabun parasına, belki bir kaç yıllık kârına eşit bir fiyattan satılınca rekabete açılmış mı oldu? Daha önce bir devlet tekeli olan, bir özel sektör tekeline dönüştü. Hangi babayiğit Tüpraş gibi bir işletmenin karşısına dikilip, onunla rekabet edebilir? O halde iki şey: Birincisi, verimsiz hiç bir işletmeyi hiç bir kapitalist satın almaz; ikincisi, zaten kârlı olan işletme özelleştirmenin hemen ardından işçilerin en az üçte birinin işine son verir. Azami kârın bir gereği olarak... Fakat ona işten atmak denmez, “esneklik” denir...

Tabii bir başka önemli sorun da özelleştirilen [ sermayeye peşkeş çekilen] işletmelerin değerinin nasıl saptanacağıyla ilgilidir. Zira satılacak olan domates, biber değil ki, bilinen bir fiyatı yok. Tabii fiyat tespiti için emperyalist ülkelerin “uzman kurumlarına” milyonlarca dolar ödenmesi ayrı bir kepazelikti... Fakat satılan işletmelerin fiyatı ekseri alıcılar tarafından belirleniyor. Eğer özelleştirmeci bir iktidar varsa, zaten fiyat teferruattır. Böylece kamu kaynaklarıyla, yurttaşlardan toplanan vergilerle oluşturulmuş kamu işletmelerinin yerli/yabancı sermaye tarafından yağmalanması büyük bir başarı olarak sunulabildi...

Fakat o kadarı sermaye sınıfı için yeterli olmazdı. “Verimli” hale getirmek için eğitim ve sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb. de özelleştirme kapsamına alınıp, sermayeye peşkeş çekilmeliydi ve çekildi. Artık kimse bunların “verimliliğinden”, “kârlılığından” şüphe etmiyor. Şimdilerde tüm kamu hizmetleri sermayenin etkinlik alanı haline getirildi, metalaştırıldı, paralılaştırıldı, amaçlara ve varlık nedenlerine yabancılaştırıldı. Giderek üniversiteler bile birer kapitalist işletmeye, öğrenciler de müşteriye dönüşmekte...

Kalkınma yolunda hızlı adımlarla ilerlemek, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” için, topluma ait ne varsa özelleştirilmeliydi. Özelleştirmenin bir biçimi de 49 veya 99 yıllığına kamu mallarının, kamuya, hazineye ait varlıkların kapitalistlere kiralanmasıydı... Bu, kapitalistler için kaymaklı ekmek kadayıfı gibi bir şeydi... Devlet Üretme Çiftlikleri bu yöntemle peşkeş çekildi. Sonra özelleştirme sırası yollara, köprülere geldi. Şimdilerde DDY’nin satışı gündemde ama özelleştirilmeden önce “güzelleştirilmesi” gerekiyor. Bunların kapitalistlere hediye edilmeden önce yüksek kâr edecek hale getirilmeleri, “modernize edilmeleri”, bu amaçla da kamu bütçesinden milyarca dolar harcanması gerekiyor. Aksi halde aşırı kâr mümkün olmaz...

Gazetelere yansıyan haberlere göre sıra milli parklara gelmiş ama ona özelleştirme demiyorlar. Haber şöyle: “Milli Parklar İmara açılıyor”. Tabii imar iyi bir şey, Arapça ümrân’da türeme, “şenlendirme, bayındır hale getirme” demeye geliyor. Şenlendirmeye kim karşı çıkabilir? Eğer bu operasyonu haber yapan gazeteci, işin esasından haberdar olsaydı ve ikiyüzlülüğü sevemeyen biri olsaydı, nasıl bir başlık atması gerekirdi? Kimbilir belki şöyle: “Kamu mallarının yağmalanma sırası Milli Parklar’a geldi...” Yine yakın tarihte Bodrum’da bir belediye parkının özelleştirildiğine dair haberler yayınlandı.
Kamu işletmeleri, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, yollar, köprüler, koylar, göller, denizler, ormanlar, yerin altı ve üstü, su, belediye hizmetleri, parklar, müzeler... velhasıl toplumca ortak sahiplenilmesi, kullanılması gereken her şey dar bir oligarşinin özel mülkü değilse etkinlik alanı haline geldiği bir toplumda ortak yaşam mümkün müdür? Bu sürdürülebilir bir şey midir? Orada artık yurttaş kavramının bir karşılığı var mıdır? Toplum çoğunluğunun oluşturan emekçi kitlenin Orta Çağ’ın serf’inden, reayasından, bir farkı kalır mı? Bu durumda artık havayı ne zaman ve nasıl özelleştirecekleri merak konusu demektir...

Varı-yoğu, ortak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken ne varsa dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplum ne mene bir şeydir? Böyle bir rejimin hala demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi kalır mı? Böyle bir toplumda birlikte yaşamanın, ortak yaşamın varlık nedeni kalır mı? Kimse kendini aldatmasın, eğer bu sefil ve akla zarar süreç vakitlice durdurulamazsa, ufukta görünen kâbustan başkası olamaz... Her şeyin dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplumda birey nasıl bir şeydir, orada hâlâ yurttaş kavramına yer var mıdır? Oligarşi demokrasinin inkârı olduğuna göre...

Bir tarafta oligarşik dinamikler ve süreçler hızla yol alıp kendini dayatırken, öte yanda demokratikleşiyoruz demenin bir karşılığı olur mu? Bu yolun Türkiye’yi nereye taşıyacağını sanıyorsunuz? Oligarşik iktidar hızla sınırlı demokrasi kırıntılarını da yok ediyor. Demokrasiden çok söz ediliyor da, oligarşi kavramı nedense hiç telaffuz edilmiyor. Bu size mânidar gelmiyor mu? Diktatörlük ve demokrasiye dair yüzbinlerce kitap yayınlanırken, oligarşiye dair nerdeyse tek bir kitabın bile yayınlanmamış olması tuhaf değil mi? Oligarşi bahsinde durum böyle çünkü zenginlik bir tabudur. Tabu da üzerinde konuşulması yasaklanan, yok sayılan demektir...

Eğer bir rejim tek parti rejimiyse, ki Türkiye’deki rejim muhalefet partilerinin varlığına rağmen, reel olarak bir tek parti rejimidir, zira iktidar partisi AKP, her istediği yasayı, her düzenlemeyi hiç bir engelle karşılaşmadan yapabilir durumda. İktidarı frenleyecek/dengeleyecek/denetleyecek etkin bir karşı odak yok. Dolayısıyla çok partinin varlığı denklemde bir değişiklik yaratmıyor. İktidar medyayı ve yargıyı da denetimi altına almış durumda. Zaten polisi de tam bir fütursuzlukla kullanabiliyor. Buna bir de “demokratik, laik. sosyal hukuk devleti” diyorlar... Siz öyle dediniz diye öyle olması mı gerekiyor? Böyle bir rejim söz konusuyken hala demokratikleşmeden söz etmek abesle iştigalden başkası değildir. O halde rejime demokratiklik süsü ve görüntüsü veren ne? İşte seçimler, çok parti sisteminin varlığı, “hür” medya, kuvvetler ayrılığı, vb... Oysa mevcut durumda bunların artık reel bir değeri ve karşılığı yok... Seçimler seyirciyi aldatmaya yarayan tam bir sirk oyunu, siyasi partiler tek kişi şirketine benziyor, medya da artık medya olmaktan çıkmış, oligarşinin bir parçası, iktidarın bir baskı ve yıldırma aracına dönüşmüş durumda. Her halde son yarım yüzyılda otosansürün bu kadar yaygın olduğu bir dönem hiç yaşanmadı. Bir zamanlar “dördüncü kuvvet” denilenlenden artık eser yok...Tabii kuvvetler ayrılığının da bir kıymet-i harbiyesi yok. Böyle bir rejime bir isim koymak gerekse ne demek gerekirdi? Totalitarizm size bir şeyler hatırlatıyor mu?.. O halde bir önerim var: Gelin oligarşiyi tartışalım...



* ÖZGÜR ÜNİVERSİTE http://www.ozguruniversite.org

18 Ocak 2013

ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE DAİR


Eleştirel Düşünceye Dair

Fikret Başkaya

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl   mümkün oldu? Her halde ya  gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!”  
                                                                          Santiago Rámon y Cagal

Bir seferinde bir tanıdığım: “Biz söylüyoruz bir şey olmuyor, sen söylediğinde başın belaya giriyor” demişti. “Neyi, nasıl ve ne amaçla söylüyorsun da başına bir şey gelmiyor” dediğimde, yüzüme şaşkın bakmıştı. Belli ki, ne düşünce, ne düşünce özgürlüğü, ne de eleştirel düşünceye dair hiç kafa yormamıştı... Oysa, öylesine akıldan geçen, günlük yaşamda söylenen sıradan şeyler düşünce değildir. Düşünceden söz edebilmek için, bir amaç için tasarlaması, uygun araçlara ifade edilmesi ve düşüncenin hedefine ulaşması, insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ancak hedefe ulaşıp, kitleye mâl olduğunda düşünceden söz edilebilir ki, ben buna düşüncenin gerçekleşmesi diyorum. Bertold Brecht: “Bir fikrin etkinliğinden söz edebilmek için , kimden kaynaklanıp, kime yöneldiğine bakmak gerekir” derken her halde tam da bunu kastediyordu.

Düşüncenin “gerçek düşünce” olabilmesinin koşulu, onun bu dünyada olup-biten her şeye eleştirel bakabilme istidâdır. Buna kendi de dahildir. Başka türlü söylersek, düşüncenin tutarlı olabilmesi için aynı zamanda oto-kritik olması gerekir. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, düşünsel alan iyiden iyiye bayağılaşmış, piyasacı “tek düşünce” neredeyse bir tsunami gibi tüm alanları kaplamış durumda... Eleştirel düşünce radikaldir, öyle olmak zorundadır. Olguları, süreçleri, olup-bitenleri  kavramanın bilince çıkarmanın yolu, radikal olmayı, görüntünün esiri olmamayı, velhasıl görüntünün ötesine geçmeyi varsayar. Başka türlü ifade etmek istersek, radikal olmak, sorunları kaynağında, kökeninde yakalamak, temeline inmektir.. Radikal düşünce için neden sorusunun önceliği vardır. Oysa yaygın bayağı düşünce daha çok nasıl sorusuyla yetinmekten yanadır. Radikal düşünce açıkça ve ikircikli olmayan bir şekilde, yalanı, dolanı ikiyüzlülüğü aşmayı, gerçeğin üstünü örten örtüyü kaldırmayı amaçlar. Bu da şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir. Zira adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir... Kapitalizm kavramının geçmediği bir yoksulluk tahlili mümkün müdür? Yoksulluğu yaratan kapitalizm olduğuna göre... 

Mesela bu günün dünyasında hegemonya, emperyalizm, kolonyalizm kavramlarını kullanmadan yapılan savaşla ilgili bir tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Savaşların gerisinde emperyalist hesaplar ve çıkarlar olduğuna göre... Aynı şekilde kapitalizmi ağzına almadan yapılan ekolojik tahlilin bir değeri olur mu? Eğer insanlığın yüz yüze geldiği ekolojik sorunlar kapitalist işleyişin doğrudan sonucuysa...

Eleştirel düşünce tarihselliği esas alır. Şimdilerde kapitalist sistemi, yegane mümkün toplum düzeni, insanlığın normal hâli olarak sunma ve dayatma gayretleri yaygın. İnsanların kafasına sokulmak istenen kabaca şu: Kapitalizm hep vardı, bu gün de var, gelecekte de olacak... Kapitalizm “tarihin sonudur”, alternatifi yoktur, alternatif üretmeye çalışmak da beyhûdedir! Aslında amaç belleği yok etmek, geçmişi unutturup yok saymaktır. Oysa tarih bilinci bize bu günkü durumun [hâlin], karmaşık, kompleks sosyal süreçlerin ve belirleyiciliklerin bir sonucu olduğunu, pekâlâ başka türlü de olabileceğini, bu gün olanın potansiyel olarak “mümkün” olabileceklerden sadece biri olduğunu öğretiyor. Bu gayri insani ve irrasyonel sistemin insanlığın yegane ufku olarak sunulabilmesi, ancak tarih bilincinin yokluğunda mümkün olabilir. Oysa tarih bilincinden yoksun bir insanlık mümkün değildir. Başka türlü söylersek, tüm sosyal süreçler geçicidir, tarihseldir ki, buna kapitalizm de dahildir. Nitekim kapitalizmin beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin ikiyüz yıllık, “neoliberal kapitalizm” denilenin de otuz küsur yıllık geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantezdir... Şeyleri, olguları, toplumsal süreçleri tarihsellik dışında düşünmek saçmadır. Bir zamanlar kapitalizm diye bir üretim tarzı, öyle bir toplumsal düzen yoktu ve bir zaman sonra da olmayacak. Artık tüm sürdürülemezlik emareleri belirmişken bunu söylemek de bir kehânet sayılmaz...

Eleştirel düşünce fıtraten ve doğası gereği anti-kapitalisttir. Alternatifsiz sayılıp,  dayatılan [neoiberal] kapitalizm, ekonominin özel şirketlere bırakılmasını, kamuya ait bu alanda faaliyet gösteren işletmeler varsa özelleştirilmesini, çalışma yaşamının liberalleştirilmesini, işçiyle patron arasına girilmemesini, devletin çalışma yaşamına karışmamasını, sosyal hizmetlerin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik], devletin ve belediyelerin su, elektrik, gaz, konut, ulaşım ve haberleşme, vb. kamusal mal üretiminde ve sağlanmasında rol almamasını, almışsa, bunların acilen özelleştirilmesini, sermayeden [mülk sahibi sınıflardan] alınan vergilerin olabildiğince  azaltılmasını, devlet etkinliğinin sadece güvenlik, yargı ve savunmayla sınırlandırılmasını, kredi sisteminin de özel alana terk edilmesini, bütçenin açık vermeyecek biçimde yönetilmesini, yerli yabancı sermaye ayrımı yapılmamasını ve tüm bunların da sadece teker teker ülkeler düzeyinde değil, uluslararası ilişkilerin de vazgeçilmezi sayılmasını vâaz ediyor...  Yaklaşık otuz yıllık neoliberal ekonomik ve anti-sosyal politikaların sonucu ortada: Zenginlik-yoksulluk uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması; birlikte [ortak] yaşamanın giderek daha da sorunlu hale gelmesi; derinleşen ekolojik kriz... Velhasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu... Eğer durum böyleyse bu sürecin kurbanları için “alternatifsizlik” mavalı ne demeye gelebilir?  Kaldı ki, insanın olduğu her yerde alternatifler daima vardır. Zaten politikanın bir anlamı da alternatiflerin varlığıdır...

Eleştirel düşüncenin anti-kapitalist olmasının koşulu da, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist olmayı varsayar. Zira emperyalizm ve kolonyalizm kapitalizme mündemiç [içkin] eğilimlerdir. Bu da demektir ki, kapitalizm varoldukça emperyalizm de,  kolonyalizm de varolacaktır. Bu arada kolonyalizmin kültürel veçhesini de ciddiye almak gerekir. 1980 sonrasında “Üçüncü Dünya”daki rejimlerin kompradorlaşmasıyla, kolonyalizmin yeni bir versiyonu hortladı. Batı üniversitelerinde üretilen kültür, bizimki gibi dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde büyük tahribata neden oluyor. İdeolojik hegemonyanın araçları olan,  “bilimsellik”, “evrensellik” ambalajlı “moda düşünceler”, sorgusuz sualsiz ithal edilip kullanılıyor... Dolayısıyla, ideolojik egemenliği püskürtmek hayâtî önem taşıyor...

Eleştirel düşünce “ilerlemeciliği” sorun ve mahkûm eder. Geride kalan dönemde sözde “iyimserlik” aşılayan ilerlemeciliğin her türlüsü, özellikle de teknik bilim kültü, büyük insâni, sosyal ve ekolojik yıkımlara neden oldu. Kapitalist üretim tarzının temel eğilimlerinin bir sonucu olan, daha çok üretim, daha çok tüketim, dolayısıyla “sınırsız büyüme” sarmalı, sosyal kötülükleri, ekolojik bozulmayı derinleştirdi ve bir sürdürülemezlik durumu yarattı. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında teknik bilimin yüceltilip, her derdin devası sayılmasının payı büyüktü. Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın içine sürüldüğü çıkmazdan çıkmasının yolu “ilerlemeci felsefesinin” radikal eleştirisinden ve aşılmasından geçiyor. Zira kapitalizmin yarattığı sorunlar, kendinden menkûl bir teknik bilimle aşılabilir değildir... Politik ve sosyal mahiyette çözümler gerekiyor. Elbette bunu söylemek bilim ve teknik karşıtlığı değildir. Kimilerinin alaylı bir şekilde söylemeyi adet edindiği gibi, mağaraya, kara sapana, muma, çıraya... dönmek değildir. Modernite karşıtlığı asla değildir. Şimdilerde bilim ve teknik modernitenin tarihsel rotasından çıkmış, asıl misyonuna ve varlık nedenine bütünüyle yabancılaşmış bulunuyor... Münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindeki bir bilimi ve tekniği yüceltmenin, her derdin devası saymanın ne âlemi var? Velhasıl bu tersliğin aşılması gerekiyor ki, bunu da ancak eleştirel düşünce yapabilir...  

Eleştirel düşüncenin vazgeçemeyeceği bir şey de, tarih boyunca ezilen ve sömürülen sınıfların eşitlik, adalet, özgürlük için yürüttüğü şanlı  mücadele hafızasını canlı tutmaktır. Bu konuda Gunter Holzmann şöyle diyordu: “Yarınlardaki mücadelemiz için, daha özgür, daha âdil, daha eşitlikçi, daha kardeşçe ve dayanışmacı bir dünya için, mücadele hafızamızı canlı tutmalıyız”. Zira şimdilerde sinsi ve açık bir bellek kaybı yaratma çabası, unutturma kampanyası yürütülüyor. Oysa geçmişin müthiş bir mücadele mirası var. İnsanlık tarihi en zor koşullarda bile ezilenlerin nasıl isyan ettiklerinin, nasıl itiraz ettiklerinin, nasıl baş kaldırdıklarının destansı mücadele öyküleriyle dolu. İşte o soylu mücadelelerdir ki, insanlık onurunu bu günlere taşımıştır... Aslında sosyal eşitsizliğin olduğu her yerde eşitlik için, ayrımcılığın olduğu her yerde ayırmcılığa karşı, sömürünün olduğu her yerde sömürüye karşı mücadele, insan fıtratında mündemiç olan bir şeydir. O kadar ki, toplumun sınıflara bölündüğü dönemden beri eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hiç ara vermeden devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden tarihe avcılar tarafından değil de aslanlar tarafından bakıldığında, tarihin aynı zamanda köle isyanları, köylü isyanları, işçi isyanları, boyunduruk altına alınmış hakların isyanları velhasıl tüm ezilenlerin başkaldırı tarihi olduğu görülecektir... Bu, mitolojide başı her kesildiğinde tekrar canlanan ejderha gibi, yenilgiyi asla kabullenmeyen bir mücadele geleneğidir. Söylemek istediğimizi her halde en iyi Spartakus’un: “isyan ediyorum, o halde varım” özdeyişi ifade edebilir... Elbette geçmişin soylu mücadelelerini unutmamak, belleği sürekli canlı tutmak son derecede önemlidir ama bu, geçmişte yapılan hataları yok saymak anlamına da gelmez. Aksi halde yukarıda söylediğimiz, eleştirel düşünce “bu dünyada olup-biten her şey karşısında eleştireldir” tespitinin bir değeri kalmazdı. 

Eleştirel düşüncenin gerçekten adına lâyık olabilmesi için, reel dünyadaki sorunlarla doğrudan bağ kurması ve sürekli olarak kendini yenilemesi gerekir. Zira insanlığın başına gelen belalar ekseri ölü bilgilerin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Başka türlü ifade edersek, düşüncenin dönüştürücü bir praksis olması gerekiyor ve bu niteliğinden ötürü de angaje olma zorunluluğu vardır... Bu anlamda entelektüel bir düşünce işçisidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi amaçlar ve Antonio Gramsci’nin veciz bir şekilde ifade ettiği ğibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”. Nasıl çiftçi buğday üretiyorsa, fırıncı ekmek üretiyorsa, insanların ihtiyacı olanı yaratıyorsa, entelektüel de mücadele için gerekli olan fikirleri üretendir. Gerçeğin safında ve peşinde olduğu için de, ister istemez ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında, egemenler blokunun karşısındadır. Bu yüzden egemenler katında muteber sayılmaz, düşmanı çoktur... Unutmamak gerekir ki, bu dünyada yalanla gerçek arasında bir orta yol mümkün değildir. Biraz yalan biraz gerçek mümkün olamayacağına göre... Bu da demektir ki, gerçekten ve açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların safında olmayan bir düşünür, istediği kadar bilgili olsun entelektüel sayılamaz. Zira haksız ve adaletsiz bir durum [ilişki] söz konusuysa, taraftara eşit mesafede durmak, “tarafsız kalmak” mümkün değildir. Entelektüel eleştireldir ama eleştiri de kendi başına bir amaç değildir. Eleştirinin misyonu ve varlık nedeni, varolanı eşeleyip-deşelemek, görünür ve anlaşılır kılmak, oradan hareketle de dönüştürmeyi ve değiştirmeyi potansiyel bir olasılık haline getirmektir. Başka türlü söylersek, eleştirel düşünce alternatif düşüncedir, mevcut olanı aşmayı amaçlar...

Şimdilerde az sayıda dev sermaye tekeli insanlığın kaderini belirler durumda. Sermayenin saldırısı karşısında insanlar da sessiz ve tepkisiz değil. Saldırının olduğu her yerde elbette tepkinin olması da kaçınılmazdır ama bu kadarı sorunun çözümü için yeterli değildir. Bölük- pörçük, birbirinden kopuk, ortak bir vizyona ve perspektife sahip olmayan, bir alternatif toplum projesinden mahrum “sosyal hareketlerin”, “sivil toplum örgütü” denilenlerin taşı yerinden oynatması mümkün değildir. Elbette şimdilerde eksik olan eleştirel düşünce değil. Asıl eksik olan, eleştirel düşünceyle kitle eylemleri arasında tutkal işlevi görecek bütünlüklü bir perspektif, bütünleştirici bir politik proje ve örgütlülüktür. Dolayısıyla, apolitik “sivil toplum” ve “sivil toplum örgütleri“ [STK] söyleminin aşılması gerekiyor. Zira sivil toplum söylemi dahilinde faaliyet gösterenler, karşı oldukları, mücadele ettikleri, şikayet ettikleri durumu yaratan gerçek nedenleri sorun etmiyorlar. Oysa, şeylerin  gerçek nedenlerini sorun etmeden, bölük- pörçük, “kısmî” mücadelelerle bir şeyler kazanmak, taşı yerinden oynatmak mümkün değildir…

Neoliberal saldırı insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam ederken, bu saldırıyı sorun etmeyen bir insan hakları mücadelesi ne kadar etkili olabilir?  Kapitalizmi sorun etmeden işsizlikle mücadele edilebilir mi? Hayır kurumlarıyla yoksulluğun üstesinden gelinebilir mi? Bu tür çabalar sadece sorunu ertelemeye, insanları oyalamaya yarar. Radikal yaklaşımsa, işe neden yoksulluk var sorusunu sorarak başlar... Militarizme, neokolonyalizme, emperyalizme ve bunların gerisindeki kapitalizme karşı çıkmadan “ben savaş karşıtıyım”, “barış istiyorum” demenin bir anlamı olabilir mi? Savaşı çıkarmakta çıkarı olanlardan barış beklemek abes değil midir? Son on yıllarda hükümetlere ve burjuva partilerine yapılan “barış” çağrılarından bir sonuç alındı mı? Mesela son dönemde dayatılan iş piyasasındaki taşeronlaştırmayı, neoliberal kapitalizmi sorun etmeden defetmek mümkün müdür? Neoliberal saldırıyı sorun etmeden şimdilerde “iş kazası” denilen cinayetleri önlemek mümkün müdür? Toplumun varı yoğu özelleştirme adı altında yağmalanır, talan edilirken, nerdeyse her dereye HES’ler kurulurken, bu saldırı hukuk yoluyla, danıştaya dava açılarak püskürtülebilir mi? Politik bir saldırıyla karşı karşıya olunduğuna göre... Yasaları yapanlarla çekleri imzalayanlar aynı güç ve iktidar odakları olduğuna göre... O halde sosyal mücadelelerin politikleştirilmesi, yeniden sınıf mücadelesi rotasına oturtulması, kapitalizmi aşmaya yönelik radikal bir perspektif dahilinde bütünleştirilmesi gerekiyor...

http://www.ozguruniversite.org 


05 Haziran 2012

YALAN!!!


Yalan!!!

Fikret Başkaya

Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur, teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her yalan hakikâttir...

Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğmaya karar veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun devamı için son derecede işlevseldir...

Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bulunduğu, bombanın içi çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse,  bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu şirketlerinin evet demesi mümkün değildir...

Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yıkım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi...

Suriye’de özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [ AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa rejimi çökertmek için  bu durumu fırsat saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm...

Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri,  kadınları, çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi  hunharca ketleden katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın parası, emperyalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz?  Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var...

Annan Planı bir oyundu...

Suriye’yi çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban ki-Moon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi kesmesi değil midir? Tek taraflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık “insânî yardım”, “insânî müdahale”  cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...

Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor

AKP hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin,  AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak  ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir şey değil midir?

Muhalefet Suriye konusunda sınıfta kaldı...

Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşünüyorsa, buna belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememenin mazereti olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...
http://www.ozguruniversite.org