Cüppeli Ahmet hoca bir istisna değil
Fikret Başkaya
" İşçi çıkarılınca kıdem tazminatı almak caiz midir? şeklindeki soru
üzerine, Ahmet Mehmet Ünlü, "Caiz
değil. Çünkü, kıdem tazminatı hakkı değil, maaşını almış. Kendi çıksa alamıyor,
adam çıkarırsa alıyor. Hakkı olsa kendi çıksa da alması lâzım. Demek ki hakkı
değil" demiş. Tepkiler hocaya yönelik ama asıl önemli olan böyle bir
sorunun sorulabiliyor oluşudur. Zira bu soru, işlerin nereye vardığını, dinci
gericiliğin aldığı mesafeyi gösteriyor. Fakat daha da önemli olan, Cüppeli
Ahmet Hoca'nın bir istisna olmamasıdır.
Dinler her zaman mülk sahibi
sınıfların ve devletlerinin hizmetinde oldu. Tarih sahnesine çıktığı günden
beri din, sömürüyü, yağma ve talanı, savaşları, toplumsal eşitsizliği, adaletsizliği
meşrulaştırma ve kabullendirme işlevi gördü. Velhasıl egemenlik sistemini
meşrulaştırma aracıydı. Elbette bunu söylerken bir 'kurum' olarak dinden söz
ediyoruz. Bir de bireyi ilgilendiren veçhe var. Öleceğini bilerek yaşayan bir
varlık olarak insan, haklı olarak ölümden sonrasını merak ediyor. Bir rahatlamaya
ihtiyaç duyuyor. Tanrı arayışının, bir "kurtarıcı" arayışının asıl
nedeni bu...
Neolitik dönem öncesinde komün
yaşamı geçerliyken, din, devlet, para, politika, vs. mevcut değildi. Komünal yaşam tarzı aşınıp,
toplum sınıflara bölününce, devlet, politika, ticaret ve parayla birlikte din
de ortaya çıktı. Ve başlıca üç sınıf söz konusuydu: Üretici sınıf, savaşçı
sınıf ve rahipler (din) sınıfı... Kapitalizm ve modernite devriminden sonra bir
kurum olarak dinin önemi azaldı ama bu her yerde öyle değildi. Modernite
devriminin ve aydınlanmanın yaşanmadığı, özellikle Müslüman dünyada din önemli
olmaya devam etti. Fakat, kapitalizm her şeyin üstünden bir buldozer gibi
geçtiği için, dini de hizaya getirdi/getirmekte... Dini de kendi mantığıyla
uyumlandırıyor veya kendi suretinde bir din yaratıyor. Dolayısıyla din artık
sadece egemenlik sistemini meşrulaştıran/kabullendiren bir kurum, bir araç
olmaktan öte, zenginleşmenin, kâr etmenin, yağma ve talana ortak olmanın da bir
aracı haline geldi. Söylediğime tipik bir örnek "helal" retoriğidir. Her
yiyeceğin, her içeceğin, her giyeceğin, vb. önüne helâl sıfatı eklenerek,
satılan şeyin farklı olduğu, dine uygun olduğu izlenimi ve yanılsaması
yaratılmak isteniyor... Helâl kelimesi bir "değer artışı"- "değer fazlası" düşüncesini
çağrıştırıyor" İşte helâl su, helâl et, helâl çamaşır, helâl tişört, vb...
Aslında oradaki amaç kapitalist işletmenin pazar payını, dolayısıyla kârı
artırmaktır... Bu iki şey demeye geliyor: O zaman helâl safsatası 'icat
edilmeden' önce içilen su haramdır; ikincisi, helâl mührü basılmamış mal
alanlar haram alanına girmiş oluyorlar, günah işliyorlar... Aslında ortada
zihinsel bir manipülasyon, sinsi bir tuzak var. Lâkin, helâlci taife suyun özelleştirilmesini
de son derecede yerinde, gerekli ve olağan sayıyor... "Allah'ın suyunu
parayla satmak caiz değildir" diyen bir din alimine hiç rastladınız mı? Öyleyse
yapılan ve yapılmak istenen, dini kapitalizmle, neoliberalizmle
uyumlandırmaktan ibarettir...
O halde dinci gericiliğin devleti
ve toplumu kuşatmasının, işlerin bu hale gelmesinin sebebi ne? Bu nasıl mümkün
oldu? Buraya nasıl gelindi? Bu ülke neden ve nasıl karanlıkçı dinci tarikatların
çiftliği haline geldi. Ya da Türkiye'de rejimin adım adım bir 'imam hatip
cumhuriyetine' dönüştürülme çabası nasıl açıklanacak?
Batı'da laiklik, Eski Rejim'e [Ancién Régime] ve onun geleneksel ideolojisine [Kiliseye-dine]
karşı yürütülen radikal bir mücadelenin ürünüydü. Bizde öyle bir şey hiç bir
zaman yaşanmadı. Tam tersi söz konusuydu: Eski
Rejime ve onun egemen ideolojisine karşı mücadele söz konusu bile değildi. Amaç
mevcut olanı aşmak değil yaşatmak, ömrünü uzatmaktı... Din devletin göbeğinde yer almaya
devam etti. Cumhuriyet döneminin Diyanet İşleri Başkanlığı (ki, Din İşleri
Bakanlığı denmesi gerekir) İmparatorluk dönemindeki Şeyh-ül İslamlık makamının
devamıydı. Devlet ne surette olursa olsun, dine karışırsa, din de devlete
karışırdı! Dolayısıyla Cumhuriyet Türkiye'si en fazla yarı-laikti. Fakat İkinci
Dünya Savaşı sonrasında sınırlı laiklik de aşındırılacaktı! Bunun iki nedeni
vardı: Birincisi, Türkiye'nin komprador mülk sahibi sınıfları sadece kendi uyduruk
resmi ideolojisine dayanarak yönetemezlerdi. Geleneksel ideoloji olan dini
yardıma çağırmak zorundaydılar. Özellikle de 1960'lı yılardan itibaren Türkiye'de
antikapitalist- anti emperyalist sol hareketin etkili bir aktör olarak sahneye
çıkması, mülk sahibi sınıfları ürkütmüştü... Nitekim Diyanet İşleri
Başkanlığına ayrılan kaynağın sürekli artması, aynı şekilde İmam Hatip Okulları
ve İmam Hatip Kız Okulların ve Kuran Kursları sayısının hızlı artışı, o
korkunun sonucuydu. Böylece yükselen ilerici-sosyalist, aydınlıkçı hareketin
önü kesilmek isteniyordu. Komünizmle Mücadele Derneklerinin kurulması ve devlet
tarafından desteklenmesi öyle bir gerekliliğin
sonucuydu.
Fakat dinci gericiliğin
arkasında sadece Türkiye'nin komprador mülk sahibi sınıfları ve devlet yoktu.
NATO'cu emperyalist cephe de dinci gericiliğin desteklenmesinden yanaydı. İki
nedenle, birincisi, emperyalist kamp dinci gericiliği bölgede yükselen ulusçu,
sol, sosyalist, komünist, ilerici, anti- kapitalist, anti-emperyalist dalgayı
kırmak istiyordu; ikincisi, Sovyet Rusya'nın kuşatılmasında dini, İslam'ı
kullanma tercihi yapılmıştı. Türkiye, başkomutanı Amerikalı bir general olan,
askeri saldırı paktı NATO'ya üye olduğu anda bağımsız dış politika uygulama
yeteneğini kaybetmişti. Tam bir emperyalist uydusu haline gelmişti. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 NATO'cu askeri darbeleriyle
iki aşamada ilerici-sol- anti-emperyalist hareket ezildi, dinci gericiliğin önü
sonuna kadar açıldı. Dolayısıyla dinci gericiliğin önünün açılması bilinçli ve sürekli bir devlet politikasıyken,
"Fetullahcılardan" şikayet etmelerinin hiç bir anlamı ve inandırıcılığı
yoktur. Zira, hayli zamandır Türkiye bir tarikatlar, cemaatler federasyonu
tarafından yönetiliyor. Devlet aygıtını kuşatmış durumdalar. Durum böyleyken
"devlete sızma" söylemi ahmakları aldatmaya yarayan tuhaf bir yalan.
Dinci geriliği dayatarak,
insanları köleleştirmek, iktidarlarını güvence altına alıp, sürekli kılmak
istiyorlar. Aydınlıktan korkmalarının, özgür yurttaşa ve yaşam tarzına düşmanlıklarının
asıl nedeni bu. Zira, özgür yurttaşı bir tehdit olarak görüyorlar! Sadece İmam Hatip Okullarının sayısını artırmıyorlar,
tüm okulları İmam Hatibe dönüştürmek için sinsi bir mücadele yürütüyorlar. Ders
müfredatlarını kafaya takmaları da boşuna değil... Dinci gericilik, başta
eğitim sistemi olmak üzere, sirayet ettiği her kurumu bir kanser hücresi gibi çürütüyor...
Velhasıl, sınırlı laiklik kırıntılarını da tasfiye etmek istiyorlar. Türkiye
artık fetvalarla yönetilen bir ülkeye dönüşmekte... Zaman zaman, Türkiye bir
Suudi Arabistan, bir Pakistan olur mu? soruları gündeme geliyor. Elbette hiç
bir rejim diğerine benzemez ama vakitlice bu sürecin önü kesilmez ise,
Türkiye'deki rejimin özel tip bir İmam
Hatip Cumhuriyetine dönüşmesi şaşırtıcı olmaz. Fakat unutulmaması, gözden
kaçırılmaması gereken bir şey var: Her şeye rağmen bu ülkede kayda değer bir
aydınlanmış kitle var, sol potansiyel var, demokrasiyi ve özgürlükleri
önemseyen, özgürlük bilincine sahip, gerici-karanlıkçı saldırıya pabuç bırakmayacak kitleler var. Dolayısıyla saldırıyı
püskürtmek mümkün ama bir şartla: Sınıf mücadelesini yükselterek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder