Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?
Fikret Başkaya
"Kim eleştirecek olursa... 'birlik'
tabusuna karşı günah işliyor demektir."
Theodor W. Adorno
AKP cephesi ve onun lideri Tayyip Erdoğan, rejimi değiştirme niyetlerini açık ettikleri son bir kaç yılda, sürekli bir Osmanlı güzellemesine baş vuruyorlar. Osmanlı dönemini ve Osmanlı padişahlarını kutsamak için büyük çaba harcıyorlar. Akıllarına gelen her yere ve her şeye bir Osmanlı adı koymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Nedense en gözdeleri de Sultan II. Abdülhamit... Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, mutat 'muhtarlar' toplantısında, Lozan Konferansı'nın - (ki asıl adı: Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı'dır) - bir ihanet olduğunu söyleyerek, ortalığı yeniden dalgalandırmayı başardı...
O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entellektüel kaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir "ecdat" güzellemesi/tekerlemesini gündeme getiriliyor? Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?
Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
06 Ekim 2016
22 Haziran 2016
Aşk Mavidir Öğretmenim Üzerine...
Bu yazımı GENÇLERE armağan ediyorum.(Halit Suiçmez)
AŞK MAVİDİR ÖĞRETMENİM Üzerine
Halit Suiçmez
Okullar tam yaz tatiline girdi.
Lise öğrencileri eğitimle, okul yönetimleriyle, hak ve özgürlükleriyle ilgili olarak bildiriler yazıp açıkladılar.
Tam da bu konuları; eğitimi, okul yönetimlerini, dersleri, öğrencilerin insan ilişkilerini, öğretmenleri işleyen, anlatan güzel bir kitap var elimizde.
Düşündürücü, zevkli, ufuk açıcı ve insanı ileri okuma-düşünme-tartışma ve araştırma noktalarına götürecek bir eser..
Romancı, Felsefe Öğretmeni, Dostum Atalay Girgin’in son romanı, “Aşk Mavidir Öğretmenim” yeni yayımlandı.
NotaBene Yayınlarından çıktı bu büyüleyici, güzel eser.
Gençler, orta yaş gençler, eğitim, felsefe, bilim, sanat, aşk üzerine düşünen, yazan-çizen, aşkı, “arayan-anlatan” dostlar; hemen alın bu 239 sayfalık kitabı ve geçin masaya..
Yanınızda da ucu iyi sivriltilmiş bir kurşun kalem olsun bence, çünkü altı çizilecek, dönüp yeniden okunacak, tartışılacak o kadar çok, güzel, sarsıcı, ruhu ve düşünceyi genişletici cümle var ki, bir felsefe, bilim, sanat, içtenlik şöleni, duygusu, sohbeti içinde bulacaksınız kendinizi..
Ben bir kez okudum, hemen ilk izlenimlerimi yazıyorum, daha rahat zamanlarımda yeniden okuyup, edebi, psikolojik, felsefi, eğitsel, sosyal ve siyasal yönlerden de genel bir değerlendirme yapacağım.
Romanın kahramanları; Meryem, Afşin ve Felsefe öğretmeni Evin Derya Ay, (Evin öğretmen) Evin, Türkçede, bir şeyin özü, anlamında, Kürtçede ise, aşk anlamına geliyor.
Evin öğretmenin anne ve babası aşk anlamını düşünerek Evin adını vermişler, kızlarına. Evin öğretmenin açıklamasına göre, Türk bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuş.
Öğrencileri de bu bilgilenmeden sonra ona; “aşk öğretmen” diye seslenmişler.
Evin öğretmen güleç, “aslan yelesi gibi ensesinden omuzlarına dökülen, gür ve kızıla boyalı dalgalı saçları olan, okulda beyaz önlük giyen, manken edasıyla düzgün yürüyen, dik omuzlu, kemerli burunlu, iri gözlü, dolgun dudaklı, köşeli çeneli, bir hanım öğretmen.(s;61)
27 Nisan 2016
Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler
Bir
egemenlik aracı olarak üniversiteler *
Fikret Başkaya
Üniversitelere dair retorikle realite arasında
her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden
farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü
düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin
filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde
toplumun bir kaç adım önünde olan, "bilim yuvaları" oldukları vb...
şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan
üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları
dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip-
yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel
bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları
ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen
ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını
döndürecek kadroları 'yetiştirmekten' ibaretti...
Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite
tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye
karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç
değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma
özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir.
Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce
özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine
mahsus bir 'üslûbu', bir 'tarzı' olması gerekir. Şundan dolayı ki,
"öğretme" etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir
meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi
gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat,
öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi
gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik,
herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya
başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek
parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak
zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir 'özelliğe'
sahiptir.
“Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” Sempozyumu
İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü bünyesinde 5 Mayıs 2016 tarihinde “Doğan Özlem:
Felsefede Elli Yıl” başlıklı bir sempozyum düzenlenecektir. Bu sempozyum,
Türkiye’de felsefeye önemli katkılarda bulunmuş olan Prof. Dr. Doğan Özlem’in
felsefi çalışmalarını çeşitli yönleriyle ele almayı ve değerlendirmeyi
amaçlamaktadır.
Sempozyuma bildirileriyle katılacak kişiler arasında şu isimler yer
almaktadır: Mehmet
Akkaya, Mehmet Atay, Prof. Dr. Mehmet
Bayrakdar, Prof. Dr. Ayhan Bıçak,
Metin Cengiz, Prof. Dr. Cengiz
Çakmak, Prof. Dr. Kadir Çüçen, Prof.
Dr. Ayşe Durakbaşa, Prof. Dr. Hasan
Bülent Gözkan, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay, Doğan Hızlan, Prof. Dr. Ahmet
İnam, Yrd. Doç.Dr. Levent Kavas, Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Prof. Dr. İlber
Ortaylı, Doç. Dr. Sema Önal, Doç.
Dr. Güncel Önkal, Prof. Dr Örsan Öymen, Prof. Dr. Nebil Reyhani, Prof. Dr. Ömer Naci Soykan, Doç. Dr. Hasan Şen, Doç. Dr.
Ali Utku.
İstanbul
Üniversitesi, Avrasya Enstitüsü, Seyyid Hasan Paşa Medresesi Konferans
Salonunda, 5 Mayıs 2016 tarihinde, 10:00-17:00 saatleri arasında yapılacak
sempozyum, ilgi duyan herkese açık ve
ücretsizdir.
13 Nisan 2016
Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...
Tayyip Erdoğan
ve AKP'nin Suudi Aşkı...
Fikret Başkaya
Suudi Arabistan, anayasası bile olmayan bir
mutlak monarşidir ki, dünyada nesli tükenmekte olan dört mutlak monarşiden
biridir. Diğer üçü: Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland'dır. Velhasıl Orta-Çağ kalıntısı bir devlettir.
Göstermelik de olsa bir parlamentosu bile yoktur. Suudi Arabistan bir ulus adı
değil bir aile adıdır. Suud Ailesine
ait olan anlamındadır. Ona o adı takan
da, Kral Abdül-Aziz İbn-i Suud'dur... Velhasıl,
"bundan sonra buranın
adı böyle olacak" demiştir ve olmuştur... Aslında "Hasan'ın yeri" demek gibi bir şey...
Özgürlük, sosyal eşitlik, laiklik, demokrasi, sekülarizm, sosyalizm, komünizm
gibi kelimeler Suudlar ülkesinin sınırlarına bile yaklaşamaz. Aksi halde
karanlıkçı-bağnaz krallığın "büyüsü bozulur", varlık nedeni ortadan
kalkardı...
Bu dünyada
Suudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi
Krallığında sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz.
Orada kadının adı yoktur... Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar
kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına
hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması
yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası,
ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir... 2002 yılında Mekke'deki bir yatılı
kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen
krallığın din polisi Mutava , sabahın o saatinde kızların giyiminin "uygun
olmadığı", ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların
tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da
yaralanmıştı... Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun
etmedi... Neden mi? ABD'nin "ulusal çıkarının" ve bir bütün olarak
emperyalizmin 'yüksek menfaatlerinin' bir gereği olarak...
11 Nisan 2016
FELSEFE VE DİN APAYRI İKİ DÜNYA
Felsefe ve din: Ortak gibi duran apayrı iki dünya
“Dinde her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler.”
AFŞAR TİMUÇİN
Bazen
içiçe bazen yanyana bazen karşı karşıya konulan ve genelde uyumlu kardeşler
gibi gösterilen bu iki alan, felsefe ve din, dünyanın her yerinde sesli sessiz
bir çekişme içindeler. Her ikisi de çok yerde kaba siyasetlerin kullandığı
alanlar olarak kalıyorlar. Bu iki alana bilgece dürüstçe yönelenlerinse sesleri
pek çıkmıyor. Her iki alanla ilgili bilgilerimiz ve sezgilerimiz yeterli mi?
Bunu tartışmıyoruz bile. Felsefenin üstüne dinle gitmek, dinin üstüne
felsefeyle saldırmak eski alışkanlıklarımızdandır. Bir takım çıkarcı
bilgisizlerin din bilgini kesildiği, bir takım kendini bilmezlerin Kant Marx
Heidegger diye ileri geri sözde felsefe konuştuğu bir dünyada her iki alan da
yara alıyor. Bazı yetersizler ellerine geçirdikleri yazım kılavuzunun ışığında
bol virgüllü karanlık yazılar yazmaya kalkarken din konularına ve felsefe
konularına da giriveriyorlar.
Dinle
ve felsefeyle uzmanlık düzeyinde uğraşanların yetersizlikleri de bu noktada
belirleyici değil mi? Özellikle televizyonda görüşler bildiren ilahiyat kökenli
“felsefe”cilerin hem din hem felsefe adına söyledikleri içimizi acıtıyor. Din
çevreleri açık ya da örtülü biçimde dinin kurallarına göre evcilleştirilmiş bir
felsefeden yana çıkıyorlar, böyle egemen bir felsefenin düşlerini görüyorlar. Böyle
bir felsefe geçerli olursa düşünmek inanmakla bir olacaktır. Zihin sağlığı
yerinde insanlar yetiştirebilmek için kavramların doğru içeriklerine ulaşmamız,
bu arada dinin ve felsefenin ne olup ne olmadığını görmemiz gerekiyor. Bu da
öncelikle bu iki alanın birbirine karıştırılmamasını gerekli kılar. Dinle
felsefe aynı şeydir diyecek kadar işi düşürmüş olanların oyunlarını bozmak
zamanıdır. Felsefeyi felsefe olmaktan çıkarmak isteyenlere dur diyebilmek
önemlidir.
Dinde
her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller
vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler. Din deyince aklımıza öncelikle
inanç kalıpları yani dogmalar gelir. Dinin buyruğunda bir felsefe ister istemez
dogmalara boyun eğecektir. “Dogmalara dayalı bir felsefe” felsefenin özüne
aykırıdır. Felsefe dogmalaştığı yerde felsefe olmaktan çıkar. Din evcildir,
yumuşak başlıdır, kendi dışına sert de baksa kendi içinde uzlaşmacıdır. Uyarsız
saydığını dışlamaya eğilimlidir. Felsefe yırtıcıdır, kalıpları kırmak ister.
İyileşmez biçimde yenilikçidir. Dönüşen dünyayla dönüşür ve dönüşen dünyayı
dönüştürmeyi amaçlar. Bu yüzden din ve felsefe benzeşmezler. Biri benimsenmiş
olanın içinde özenle bir şeyler arar gibi yapar, öbürü her zaman olanın ötesine
taşmak ister: bu sürekli bir kendini aşma durumudur. Felsefe durmadan kendini
yenileyen, sık sık kendine yabancılaşan bir etkinliktir. Dinin yeniyle işi
yoktur: önemli olan özden ayrılmamaktır, onda kendini yinelemek önemlidir.
Dinde felsefi bakış açısına yaklaştığımız ölçüde yolu şaşırma tehlikesiyle
karşılaşırız.
Devamı:
27 Mart 2016
Öğretmen Toplumsal Çürümeden Etkilendi
Öğretmen toplumsal çürümeden etkilendi
Atalay Girgin, Aşk Mavidir Öğretmenim’de çürümeye dikkat çekiyor. Kitap, Karaman’da şeytanlaştırılan öğretmenin sistemden bağımsız olmadığını da ortaya koyuyor.
Serbay Mansuroğlu
serbaymansur@birgun.net
Okul, öğrenci, öğretmen ve sendika ekseninde toplumsal alanda yaşanan dönüşümü ve bu dönüşüm çerçevesindeki ilişkileri konu alan Aşk Mavidir Öğretmenim kısa süre önce raflarda yerini aldı. Kitabın yazarı Atalay Girgin ile kitabı ve eğitim dünyasını konuştuk.
Girgin yıllar önce yazdığı Lağımpaşalı kitabı nedeniyle aynı zamanda kısa süre önce Cumhurbaşkanı’na hakaretten hakkında soruşturma başlatıldı ve ön rapor kapsamında sürgün edildi. Girgin'in anlattıkları Karaman'da 45 öğrenciye tecavüzle suçlanan öğretmenin çürüyen bir sistemden bağımsız olmadığını ortaya koyuyor.
Aşk Mavidir Öğretmenim
kitabı sizin yedinci kitabınız. Kitapta ne anlatıyorsunuz?
İdealize bir düzeyde, eğitimin, toplumsal çözülme ve çürümenin
panzehiri, değer erozyonunun engelleyicisi olduğu düşünülür. Yanılsamalı ve
eğitimin içeriğinden bağımsız bir biçimde de öğretmen, sanki bu panzehirin genç
kuşaklara şırıngacısıdır. Okulda ve sınıftaki duruşuyla, toplumsal değişme
sürecinde olumluluk atfedilen, ahlâki anlamda yüceltilen doğruluk, dürüstlük,
iyilik, ilkelilik ve tutarlılık gibi, her biri görelilik arz eden değerlerin
öğrenci karşısında model alınması gereken örneğidir.
İşte Aşk Mavidir Öğretmenim, okul-öğretmen-öğrenci ve kısmen de
veli çerçevesinde kurulan olayları, kişileri ve aralarındaki ilişki
biçimleriyle yukarıdaki kabullerin bir yanılsama olduğunu sergiliyor. Bunları
sergilerken, hem eğitim ve okulun hem de öğretmenin kendilerini kuşatan ve
sürekli değişen toplumsal, siyasal koşullardan bağımsız olmadığını ve aynı
zamanda toplumsal çözülme ve çürümeden nasıl nasiplerini aldıklarını anlatıyor.
Aynı zamanda ahlaki açıdan olumlu anlamda öğrenciye örnek olmak bir yana,
ilkesiz ve tutarsız düşünüş, söyleyiş ve eyleyişleriyle değer erozyonunun fiili
bir unsuru haline gelişlerini, gücün karşısında rüzgârın önündeki kuru bir
yaprak gibi savruluşlarına işaret ediyor. Keza tüm bunlara inat, gerçek hayatta
olduğu gibi, umudu yeşertmeye çalışanlara da…
Hem öğretmenlik hem yazarlık
bir arada nasıl oluyor? Yazmak meşakkatli bir süreç değil mi?
Elbette… Yazmak meşakkatli bir süreç. Öğretmenliği ve yazarlığı bölünmeden,
düşünsel sürekliliği koparmadan bir arada yürütebilmek oldukça zor. Bundan
dolayı, eğitim öğretim sürecinde uzun erimli ve hacimli çalışmalara
girişemiyorum. Kısa yazılarla, bazen de yalnızca okuyup araştırmakla
yetiniyorum. Kapsamlı çalışmalar, örneğin roman yazımı için, eğitim öğretim
döneminin bittiği yaz tatilini sabırsızlıkla bekliyorum.
Yazarken hangi gayeyle
yazıyorsunuz? Bir derdiniz var mı?
25 Mart 2016
Uluslararası PEN'den Başbakan'a Açık Mektup
Uluslararası PEN’den Başbakan’a açık mektup
Uluslararası PEN,
Başbakan Davutoğlu’na hitaben bir açık mektupla Türkiye’deki tutuklu gazeteci
ve yazarların bırakılmasını talep etti. Metnin imzacıları arasında Adonis, J.M.
Coetzee, Colm Tóibín, Knausgaard ve Herta Müller de bulunuyor. “Mektup”un
Türkçe çevirisi aşağıdadır.
“Sayın Başbakan
Davutoğlu,
İfade özgürlüğünü
tüm dünyada korumayı ve savunmayı görev bilen yazarlar olarak biz aşağıda adı
geçenler, Türkiye’de korku ile sansür ikliminin ve eleştirel seslerin üstündeki
baskının giderek artmasından endişeliyiz.
PEN’in
Türkiye’deki ifade özgürlüğüne dair son raporunda
da görülebildiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri son yıllarda eleştirel
ve muhalif sesleri susturmak için olağanüstü bir çaba harcıyorlar. Bu, Gezi
Parkı’ndaki barışçıl eylemlerin sertçe bastırılmasından internette ifade
özgürlüğünün giderek kısıtlanmasına ve onlarca yazar, gazeteci ile
akademisyenin tutuklanıp gözaltına alınmasına kadar etkisini Türkiye toplumunun
tüm alanlarında gösteriyor. Son iki yıl içinde Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne yapılan ifade özgürlüğü başvurularının yarısı Türkiye’yle ilgili.
Günümüzdeki yasalar ve gözetleme uygulamaları sadece ülkedeki yazar ve
gazetecilerin konuşma özgürlüğünü kısıtlamakla kalmıyor, aynı zamanda on
milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının temel hak ve özgürlüklerini de
ciddi bir şekilde tehdit ediyor.
Sadece son 12 ay
içinde, yaşanan birtakım endişe verici gelişmeler ifade özgürlüğünün daha da
kısıtlanmasına ve bastırılmasına yol açtı: İç Güvenlik Yasası’nda yapılan
değişikliklerle polise hâkim kararı olmaksızın dinleme yetkisi verilmesi;
Twitter, Facebook ve YouTube’un sürekli engellenmesi; solcuların ve Kürtlerin
internet sitelerinin kapatılması. Bunun yanı sıra birtakım kitaplar ya
sansürlendi ya da yasaklandı.
Son aylarda ayrıca
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eleştirel sesleri bastırmak için yürüttüğü kampanya
dahilinde cumhurbaşkanına hakaret davaları açtığına tanık olduk; bu, dört
yıllık hapis cezası olan bir suç. Türkiye’nin adalet bakanına göre,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014’te seçilmesinin ardından bu şekilde 1.845 dava
açıldı. Örneğin Şubat 2016’da, Atalay Girgin’e, bir grup fareyle ilgili bir
masal anlattığı Lağımpaşalı adlı kitabında cumhurbaşkanına hakaret
ettiği gerekçesiyle soruşturma açıldı.
21 Mart 2016
AŞKSIZ BİR DÜNYA OLMAYACAK!
Aşksız Bir Dünya Olmayacak
Röportaj: Tekgül Arı
Atalay Girgin:Türkiye toplumunda geçer akçe
olan değerler ve ilişki biçimleri neyse okul ve öğretmende yansıyan da odur.
“Mehdi ve Mesih”,
“Lağımpaşalı”, “Başbakan’ın Günlüğü” ve “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” adlarını
taşıyan fabl türü romanlarının ardından, öykülerini derlediği “Allah Dedi
Üstad-ı Azam”la okurun karşısına çıkan Atalay Girgin ile yayınlanan son romanı
“Aşk Mavidir Öğretmenim” üzerine söyleştik.
Girgin’in ilk kitabı “Öğretmen; Düzenin Duvarındaki Tuğla”
kitabını da okumuştum. Sistem ve sistemin kendine entegre etmeye çalıştığı
öğretmenin eleştirisi oldukça etkileyiciydi. “Aşk Mavidir Öğretmenim” kitabını
raflarda görünce şaşırmadım, çünkü Atalay Girgin, düzenin duvarında tuğla
olmamak için mücadeleyi seçmiş bir felsefe öğretmeniydi. Romanı okuduğumda, okul, öğretmen, öğrenci ve
sistemin dayattığı eğitim ilişkisini, kurguladığı karakterlerin üzerinden
edebiyat disipliniyle verirken Türkiye’deki mevcut eğitim sisteminin ve öğretmenin
gelmiş olduğu durumu da okura güçlü karakterler üzerinden gösteriyor. Öyle
sanıyorum ki roman okurları, bilmediklerini öğrenecekler, bildiklerinin de
aslında bilmedikleri olduğunu görecekler. Her roman gibi çok katmanlı bir
yapıya sahip olan Aşk Mavidir Öğretmenim bağlamında yer alan her katmana, her
konuya değinemesek de Girgin’le uzunca konuştuk bu konuları.
- Önceki romanlarınızın aksine, Aşk Mavidir
Öğretmenim’de karakteriniz hayvanlar değil insanlar. Merak ettim: Artık fabl türü yazmayacak
mısınız? Yoksa Kemeutopyalılar’a ara mı verdiniz?
Hayır… Elbette yazacağım.
Ancak fabl türü öykü ve romanlar, nedense birçok insanda masal algısına neden
oluyor. Masalların da yetişkinler değil de sanki yalnızca çocuklar için
yazıldığının düşünülmesine… Bu sorun birçok başka sorunla birleşince Kemeutopyalılar
roman dizisindeki kitapların hem arafta kalmasına hem de okurla buluşmasına
engel oldu. Oysa bu dizi bir masal değildi. Aksine fablın ironik anlatısıyla
örülü siyasal ve felsefi bir çalışmaydı. Dolayısıyla Kemeutopyalılar’a şimdilik
ara verdim. Ancak bu dizi benim ilk göz ağrım ve en kısa zamanda yeniden
döneceğim.
- İçinde dört
uzun öykünüzün yer aldığı ve özellikle kitaba adını veren, bir tür novella
olarak değerlendirilecek “Allah Dedi Üstad-ı Azam” ile “Anarşist Öğretmenin
Veda Hutbesi”ni “Aşk Mavidir Öğretmenim”i yazmaya iten bir geçiş olarak
değerlendirmek mümkün mü?
Yalnızca adını andığınız
öyküler değil. “Allah Dedi Üstad-ı Azam”da yer alan diğer iki öykü de olay ve
kişileriyle insanlar üzerinden kurgulanıp anlatılmıştır. Ele alınıp
işlenişleri, gelişmeye açık oluşlarıyla neredeyse dördü de romana teşnedir ki
bildiğiniz gibi novelladan romana uzanan yol çok da uzun değildir. Bu anlamda
öyküleri kısmen de olsa Aşk Mavidir Öğretmenim’e bir geçiş, romanlar arası bir
soluklanma olarak değerlendirmek de mümkündür.
- İlk romanlar otobiyografiktir” denilse de sizin ilk
romanlarınız için böylesi bir sonuca varmak mümkün değil. Ancak son romanda öğretmen oluşunuzu dikkate
aldığımda, acaba otobiyografik
özellikler taşıyor olabilir mi? Eğer öyleyse sizi, roman kahramanlarından hangisinde bulabiliriz?
Haklısınız. Şu ana kadar
yazdıklarımın, hele hele Kemeutopyalılar kapsamındaki romanların otobiyografik
nitelikte olmadığı açık. Ama bunun yanı sıra şunu da söylemek gerek: Her yazar
zamansal ve mekânsal anlamda kendi gerçekliğinden, içerisinde yaşadığı
çevrenin, toplumun, çağın olaylarından beslenir. Onlardan olumlu ya da olumsuz
etkilenir. Tepkiler verir. Onlar karşısında üzülür, sevinir, kızar, küfreder,
öfkelenir. Yazdıklarında şu ya da bu oranda olup bitenlerden, dahası kendinden
izler vardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, romanda, tanıklıklarımdan,
yaşantılarımdan izler var. Hatta şu kadarını da belirteyim: Romanı okuyanlar,
bazı kahramanlar için sergilenen özellikler, anlatılan olaylardan hareketle
“Aaa! Ben bunu tanıyorum. Bu şu!” da diyebilir. Beni tanıyanlar, olaylar
karşısındaki tutumlarımı bilenler, benden izler de bulabilir. Ne var ki bunlar
romanı otobiyografik olarak nitelemeye yeterli değildir. Dahası roman
kahramanlarından hiçbiri de ben değilim. Galiba otobiyografik bir roman yazmak
için kendimi ne yolun başında görüyorum ne de yolun sonunda… Kim bilir, belki
bir gün yazarım.
Atalay Girgin: Okul mücadele alanıdır.
- Öğretmen ve okuldan söz etmişken şunu sormak
istiyorum: Genelde var olan öğretmen ve okul algısıyla, gerçekten var olan okul
ve öğretmen arasında büyük farklar var mı?
25 Şubat 2016
Cumhuriyeti Nasıl Bilirsiniz?
Cumhuriyeti nasıl bilirsiniz ?
Fikret
Başkaya
Cumhuriyet
29 Ekim 1923’de “kuruldu”. Nasıl “kurulduğu” ne olduğundan bağımsız
değildi. Kavramın gerçek anlamındaki Cumhuriyetle [res publica] bir ilgisi
yoktu. Sadece o tarihten sonra “Eski Rejim” yeni adıyla çağrılacaktı.
Cumhuriyetin kurulmasında halkın [res publica’nın] bırakın bir dahli
olmasını, kuruluştan [ilânından densin] haberi bile olmamıştı. Elbette haberi
olmayan sadece halk değildi. Mustafa Kemal Nutukta “kuruluş” hikayesini
şöyle anlatıyor: “Yemek esnasında; yarın cumhuriyet ilân edeceğiz
dedim. Hazır bulunan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği
terk ettik. O dakikadan itibaren, sureti hareket hakkında, kısa bir program
tespit ve arkadaşları tavzif ettim.” ... “Efendiler, görüyorsunuz ki,
cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı
davete ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum görmedim. Çünkü, onların
zaten ve tabiaten benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum.
Halbuki o esnada Ankara’da bulunmayan bazı zevat, selahiyetleri olmadığı halde,
kendilerine haber verilmeden ve rey ve muvafakatları alınmadan, Cumhuriyetin
ilân edilmiş olmasını vesileyi iğbirâr [gücenme] ve iftirak [ayrımcılık]
addettiler.” Sofrada bulunan ‘kemikcilerin’ şefleriyle hemfikir olmaması
elbette mümkün değildir ve şefin ‘Ankara’da bulunan arkadaşların’ niyetini
okuduğu da kesin.
O
halde Ankara dışında bulunan ve ‘selahiyetleri de olmayanlar’ neden iğbirâr
ve iftirak ediyorlardı? [Ki, Cumhuriyet'in ilan edildiği oturumda 289
milletvekilinin 130'u yoktu]. İtirazın nedeni ne idi? Bu soruya cevap vermeden
önce, Saltanatın 1 Kasım 1922’de ilga edildiği halde rejime neden cumhuriyet
adı konmadığına, bunun için bir yıl beklendiğine açıklık getirmek gerekiyor.
Zira saltanatın ilgasıyla rejim açısından Eski ile Yeni arasında
ortaya çıkan yegane fark, Padişah’ın sahneden çekilmesi, iktidarın veraset
yoluyla geçmeyeceğinin ilân edilmesiydi. Dolayısıyla gerçekleşen bir hükümet
darbesiydi ve emekçi toplum sınıflarının, devlet dışı unsurların herhangi bir
dahli söz konusu değildi. Fakat Mustafa Kemal’in ebedî şef ilân
edilmesine bakılırsa, saltanatın ilga edilmesinin bu bakımdan da pek bir
kıymet-i harbiyesi olmadığı anlaşılacaktır. Eğer yüzyıl yaşasaydı ki, bu teorik
olarak mümkündür, 62 yıl Ebedî sef olarak saltanat sürecekti. Bilindiği
gibi, Osmanlı padişahlarının tahtta kalmalarının aritmetik ortalaması 17, 3
yıldır. 46 yıllık saltanatıyla rekor Kununî Sultan Süleyman’a aittir. Sultan
II. Abdülhamid 33 yıllık saltanatıyla ikincidir... Mustafa Kemalin milli
hareketin başına getirildiği tarihten ölümüne kadar geçen süre de 19 yıldır...
01 Şubat 2016
Acil Sivil Müdahale Boykot!
Göz önünde olan gerçek şudur ki, Tayyip Erdoğan kendinden önceki devlet yöneticileri gibi, halkın alın teri ile beslenen bu azgın, bu soygun ve talan düzeninin selâmeti için bir savaşa ihtiyaç duyuyordu. Gayesi vatan, millet ve bayrak nutukları ile şovenizmi tırmandırıp halkın bir kesimini kendi şemsiyesi altında toplamak, kendisine karşı olan diğer kesimleri de korkutarak sindirmek ve dikkatleri savaşa çekip ezilenleri kendi sorunlarının çözümünü düşünemez hale getirmekti.
İşte bu nedenlerle sadece Kürtlerin değil, tüm dünyanın kandırıldığı o sahte, o uyduruk "müzakere" masasını buharlaştırıp PKK'ye savaş açtı. PKK de, sömürgeci düzenin can damarları sivil projelerle kurutulup Tayyip Erdoğan'ın savaş hamlesi boşa çıkarılabilecek iken, bunu yapmadı, kapışmayı tercih etti. Tayyip Erdoğan da bunu bir fırsata dönüştürüp yaydığı can korkusuyla 1 Kasım milletvekili seçiminde savaşı oyladı ve dökülen her damla kanı bir oy pusulasına çevirdi.
Asker ve polislerin “YUKARI MAHALLE” tarafından göz göre göre ölüme gönderildikleri bu savaş öyle tuhaf bir savaş ki, birbirlerini kara toprağa gömenler ne yazık ki “BİZİM MAHALLENİN” gençleridir. Yani yoksullar sınıfı olarak aslında kardeş ve aynı kötü kaderin ortaklarıdırlar. Daha dün Sur ve Cizre'de görüldüğü gibi, YUKARI MAHALLE yoksulların çocuklarını acımasızca ölüme gönderirken kendi çocuklarını saraylarda yaşatıyor.
Kaldı ki, bu savaşta sadece asker, polis ve PKK'liler ölmüyor; anne karnındaki bebekler ölüyor, çocuklar, kadınlar, yaşlı insanlar, siviller ölüyor. Kuşatmaya alınan Kürt kentleri IŞİD'ın Kobani'de yaptığı gibi toplarla delik deşik edilerek mezar kentlere dönüştürülüyor, halk göç ettiriliyor. İnsanlar kendi ölülerini bile gömemiyor.
GERÇEK ÇÖZÜM HALKTA
23 Ocak 2016
Üniversite Olmanın Kriteri
Bir binanın ön cephesine 'üniversite' yazmakla orası
üniversite olmaz!
Fikret Başkaya
Özerklik üniversite için vazgeçilmezdir. O kadar ki,
"özerk değilse üniversite değildir" denecektir. Kendi kendini
yönetemeyen bir kurum üniversite adını hak etmez... Fakat, devlet ve sermaye
karşısında özerklik önemli olmakla birlikte, yeterli değildir. Veya aynı anlama
gelmek üzere, özerklik bir şekil sorunundan ibaret değildir. Özerk üniversite,
özgür düşünceyi, eleştirel düşünceyi içselleştirmiş, bilim namusuna ve
entelektüel dürüstlüğe sahip akademi üyelerini varsayar. Aksi halde, kapısına
istediğiniz kadar üniversite yazın, diğer devlet kurumlarından bir farkı olmaz.
Bizde üniversite üyelerinin ezici çoğunluğu, bilimsel- entelektüel kaygılara
yabancıdırlar. Pekâlâ başka bir devlet kurumunda, bir bankada, bir şirkette de
çalışıyor olabilirlerdi... Onun için, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi
kaygılar taşıyanlar, bilimsel- entelektüel iddiası olanlar çok küçük bir
azınlıktır. Aslında orada Mete Kaynar'ın, "uzman yetiştiren uzmanlar" dediği söz konusudur.
Türkiye'de gerçek üniversite tanımıma uygun kurumlar hiç bir
zaman olmadı. Ama her zaman sayıları çok az da olsa, bilim namusuna ve
entelektüel dürüstlüğe sahip, üniversiteye yakışan hocalar oldu! Zaten devletin
kutsal sayılıp tabu mertebesine yükseltildiği bir rejimde, hiç bir özerk kurumun
yaşamasına izin verilmezdi ve verilmedi. Tabii hiç bir farklı, aykırı,
eleştirel düşünceye de yaşama şansı tanınmadı. Böylesine bağnaz, böylesine
köşeli, böylesine boğucu bir resmi ideolojinin geçerli olduğu bir rejimde,
özgür düşüncenin serpilip, gelişmesi mümkün değildir. Türkiye'nin sürekli
yerinde saymasının, patinaj yapmasının başlıca nedenlerinden biri, toplumun
bağnaz bir resmi ideoloji tarafından rehin alınmış olması, özgür düşüncenin ve
özgür tartışmanın önünün kesilmesidir. Özgür düşünce ve özgür tartışmanın
yasaklandığı, dahası lânetlendiği durumdaysa, toplum kendisi hakkında düşünme
yeteneğini kaybeder, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker...
11 Ocak 2016
Federalizm ve Özyönetim ... Üzerine
FEDERALİZM,
ÖZYÖNETİM …
Üstüne Notlar
Mehmet ERKAN
1-
Giriş
Demokrasi,
federalizm, otonomi/ademi-merkeziyetçilik/özerklik, desantralizasyon, yerel
yönetimler, kamusal alan vb. kavramlarının geçtiği konuşmalara dikkat
edildiğinde, bütün sorunun kitlelerin siyasete katılması, yurttaşların kendi
kendilerini yönettiği bir idari, siyasi ve ekonomik sistemin kurulması, mekân
ve kurumlarının yaratılmasıyla ilgili olduğu görülür. Fakat her iki sınıfın
aydınları aynı kavramları kullandıkları anlarda bile, asla aynı şeyi anlatmazlar.
Sosyalistler açısından sorun ya bir devrim sorunu bağlamında ele alınır, ya da
işçi devletinde sosyalizmin inşası sürecinde işçi sınıfı başta olmak üzere
emekçi kitlelerin sosyalist sınıf bilinciyle donanmış yurttaşlar olarak, mümkün
olduğunca, siyaset sahnesindeki yerlerini almaları bağlamında. Siyaset, kendi
iktidarına sahip çıkmanın, kendi kendini yönetmenin öteki adıdır artık. Burjuva
düşünürleri açısından ise, sorun toplumdaki (yöneticiler-yönetilenler,
sömürenler-sömürülenler) arasındaki sistemin devamını tehdit eden çatlağın
genişlemesinin, uçuruma dönüşmesinin yarattığı tehlikenin onarılmasıdır. Bu
düşünürler, zaman zaman sosyalistlerle aynı terimleri kullanarak, sömürülen
kitlelere sistemin bir parçası olduklarını hissettirecek, siyasal hayattan
dışlanmadıkları sanısını yaratacak kum havuzlarının yaratılması ve onaylarının
alınarak sisteme entegre edilmeleri yolunda burjuvazinin yönetici sınıflarına
akıl verirler.
Örneğin,
burjuva düşünürlerin de sık sık dillerine dolanan bu yukarıdaki kavramlardan
biri olan yerel yönetim birimleri, sosyalistler açısından, kapitalist sistem içinde, “ne katılımın, çoğulculuğun ve taban inisiyatifinin en uygun araçları olduğu için ne de demokrasinin gerçek
beşikleri oldukları için ilgi odağıdır. Önemi, tarihsel süreç içinde sermayenin
ve dolayısıyla emeğin yoğunlaştığı ve hem nesnel hem de ideolojik olarak
yeniden üretildiği mekânlar olan kentlere ait bir olgu olmasıdır.” “Bu yeniden
üretimde, ‘temsil’ gibi yerel yönetimleri de kapsayan ideolojik motifler yer almaktadır.
Sonuç olarak, solun görevi, bu nesnel zemin üzerinden, emekçi kesimlerin
kentsel mekanda ideolojik kuşatılmışlığına düzenli, uzun erimli stratejilerle
müdahale etmektir.” [1]
“Burjuva ideolojisine alternatif bir ‘karşı ideoloji’
oluşturmak hedeflenmelidir. Emekçi kesimlerin siyasallaşması ‘yerel
inisiyatif’, ‘katılım’, ‘özerkçilik’, ‘özyönetim’ vb. kavramlarla
sınırlandırılmamalı. Özellikle ‘belediyecilik’ ideolojisinden uzak durularak,
ülkenin bütününe ilişkin eşitlikçilik, kamuculuk, sömürü karşıtlığı, adalet
gibi motifler öne çıkarılmalıdır. Biraz açmak için ‘katılımcılığı’ ele alalım:
“Katılma ilişkisi, yönetilenlerle devlet arasında bir ilişkidir. Taraflardan
birinin bulunmadığı ya da bir tarafın ötekini etkilemesinin tümüyle olanaksız
olduğu ortamlarda, bir ilişki de söz konusu olamaz.[2]” [3]
Yerel
yönetimlere bugün kapitalist sistem içinde nasıl yaklaştığımız ve yarınki
sosyalizm projemizde nasıl bir yer verdiğimize işaret ederek, bunun
düşüncemizde bir sürekliliği barındırdığını göstermemiz gerekiyor. Eğer yerel
yönetimleri Komün gibi bir işçi hükümetiyle, “Emek’in iktisadi kurtuluşunun
gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçim”le birlikte ele almazsak “komünal
kuruluş bir olanaksızlık ve aldatmaca olurdu”. Çünkü “Üreticinin siyasal egemenliği
onun toplumsal köleliğinin sürdürülmesiyle bağdaşamaz.”
Bu
yazı bütün bu sözü edilen kavramların genel olarak sosyalizm düşüncesi içinde
nasıl bir yer tuttuğuna, tutması gerektiğine dair bir giriş denemesidir. Bu
yazının dolaylı konularından biri bu. Bu nedenle de bu yazıda somut, pratik
çıkarımlar ve öneriler yok. Bunun için, örneğin, az önce sözü edilen Ceyda
Işık’ın yazısıyla ve Metin Çulhaoğlu’nun “Varoşlar
ve Kent Yoksulları ...” yazısına bakılabilir.
Suçortağı Olmamak Mümkün!
Suçortağı
Olmamak Mümkün!
Fikret
Başkaya
Türkiye Cumhuriyeti devleti 90 yıldır Kürtleri
katlediyor, insanlık suçu işliyor. Her seferinde katliama bir gerekçe bulunuyor
(eşkiya, terörle mücadele, vb). Aslında durumun nüanse edilmesi gerekiyor, zira
kelimenin gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu değil ve hiç bir zaman da
olmadı. (Tabii bu başka yerlerdekinin matah bir şey olduğu anlamına gelmez).
Zaten öyle olmadığını memleketin
sahipleri de itiraf ediyor: Devletin
ülkesi ve milleti diyorlar. Yani bir devlet var, ve bir de onun ülkesi ve
milleti var. Gel keyfim gel... Eğer gerçekten Cumhuriyet söz konusu olsaydı, o zaman ilişkinin yönü halktan
devlete doğru olurdu. Cumhuriyet, respublica
olsaydı, aracın direksiyonunda "memleketin sahipleri" değil halk
otururdu... Respublica demek herkesin olan veya hiç birkimsenin olmayan demektir.
Kadir Cangızbay'ın “hiç kimsenin
cumhuriyeti” dediği şey... Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Eğer
gerçekten cumhuriyet, respublica olsaydı,
o zaman halk kendi kendini yönetir, tabii katliam gibi aşırılıklara da yer
olmazdı. Oysa TC'nin adından başka cumhuriyet rejimiyle bir ilgisi yok.
Elbette bu zaman zarfında, katliamlar, siyasi
cinayetler, işkenceler, her türden siyasi baskı, sadece Kürtlere yönelmedi.
Müslüman- Türk- olmayan, farklı düşünen, resmi "gerçeği" sorgulayan,
gerçekten muhalif olan, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talep eden
herkesi kapsadı. Bu öyle bir devlettir ki, her hangi bir hak talebine olumlu
cevap vermesi, asla mümkün değildir. Herhalde öyle bir şeyin "kutsal
devletin" büyüsünü bozacağını düşünüyorlar ve her talebi şiddetle ezme
yoluna gidiyorlar... Devletten bir hak talep eden herkes "iç
düşmandır" iç düşman "dış düşmandan" daha tehlikelidir,
dolayısıyla katli vaciptir...
08 Ocak 2016
İOANNA KUÇURADİ'yle SÖYLEŞİ
İoanna Kuçuradi: Dünyamızı insanoğlu insanlar ayakta tutuyor
Türkiye’nin felsefedeki bir numaralı ismi o. Türkiye Felsefe Kurumu’nu kurdu; Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’na başkanlık etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkçe’nin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız” deyince, on yıllardır Türkçede felsefe yapan İoanna Kuçuradi’ye sorduk... Hem “Yapılır” dedi hem nasıl yapacağımızı anlattı.
Felsefe, ‘üretmeyle’, yani yeni felsefi bilgi ortaya koyma, olan bitenlerde problem görebilmemizle ilgili. ‘Problem’ derken bir aykırılığı kastediyorum: Örneğin gördüğümüz, farkına vardığımız bir şeyle aynı konuda bildiğimiz arasında bir aykırılık. Bir problem yakaladığımız zaman, onu herhangi bir dille dile getirme yolunu da buluruz. Türkçeyle de öyle.
O halde “Türkçede problem yok” diyebilir miyiz?
Birkaç dille aynı ‘şeyi’ dile getirmeye çalıştığımız zaman, her dilde farklı güçlüklerle karşılaşabiliyoruz. Ama ben buna ‘eksiklik’ demem. Diller, o dillerde yazanların eserleriyle zenginleşir.
“Türkiye’den filozof çıkmadı, çıkmıyor” denir sürekli. Bildiğim kadarıyla siz hocanız Takiyettin Mengüşoğlu’nun ‘filozof’ olduğunu söylüyorsunuz. Nedir onu diğer isimlerden ayıran?
01 Ocak 2016
Aşk Mavidir Öğretmenim
AŞK MAVİDİR ÖĞRETMENİM
Aşkın ne öğretmeni vardı, ne okulu, ne de ustası…
Her insanın yüreğinde çıraktı aşk… Ne denli uysal olursa olsunlar, yolu aşka düşenler asileşirdi...
Eğer bilmiş büyükler dünyası karışmasa, gençler kendi deneyimleriyle yaşayıp öğrenecekler ve gökyüzünün maviliklerinden geçip güneşe uzanacaktı aşkları. Ama karıştılar…
Ve bir gün gençler “Aşk Öğretmen”le karşılaştılar. Çünkü o “Aşkın rengi nedir?” diye sorabilen biriydi. Aşkı bakışmalardan öğrenmiş bir kız öğrenci, Tavbanu: “Aşk mavidir Öğretmenim! Aşk mavidir.” diyebilme cesaretini gösterdiğinde bilmiş büyüklerin dünyası gücünü yitirmeye başladı…
Atalay Girgin, iki liseli sevgilinin ilişkisiyle başlayan romanında okulu, öğretmeni sorgular. Okulu kuşatan toplumsal koşullardaki iktidar çarkının öğretmenler üzerindeki etkisini, yarattığı güçlü karakterler üzerinden gösterir. Soru sormaktan geri durmayan öğrencileri, onlara sahip çıkan velileri ve duruşlarıyla iktidar çarkına çomak sokan öğretmenleri anlatır. Sıfatlarının, statülerinin, makamlarının ardına sığınan okuldaki iktidar temsilcilerini de…
Ve onların söz ve eylemleriyle öğrencilerin zihninde billurlaşır sorular:
“Sevmek günah mı?”
“Sevmek ahlâksızlık mıdır? Ya da namussuzluk mudur sevmek?”
Bir kez sorulmaya görsün, her soru yanıtını bulur… Her soru bir itiraza dönüşürdü. (Tanıtım yazısı)
NOT: "Aşk Mavidir Öğretmenim", yeni kapağıyla 15 Ocak'tan itibaren kitabevlerinde ve tüm D&R'larda...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)