Atalay Girgin’le
Söyleşi
Başbakanın Günlüğünden
Sayfalar
A.GALİP’in Atalay Girgin’le Yaptığı ve Aydınlık Kitap’ta
Yayınlanan Söyleyişi
2011 yılında ilk serisini yayınlayan Atalay Girgin dördüncü romanıyla
karşımızda. Kemeutopya denilen bir gezegenin Lağımpaşa, Ambarya gibi semtlerinde
yaşayan küçük, kuyruklu, sevimli yaratıkların kıyasıya iktidar savaşları anlatılıyor.
Romanlarda çizilen fantastik atmosfer şaşkınlık yaratacak bir
biçimde günümüzle paralellik gösteriyor. Ortalıkta uçuşan günlükler,
ses kayıtları için bir öngörü mü yoksa sanatçı imgelemi mi demek gerektiğini
okuyuculara bırakıyorum.
Aşağıda Atalay Girgin’le sanatçı, gündelik hayat ve politik ilgi
konusunda yaptığım bir söyleşiyi sunuyorum.
A.
Galip
- “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” yayınlanan 4.
romanınız. Önce, ilk üç romanınızdan,
“Mehdi ve Mesih”, “Lağımpaşalı” ve “Başbakanın Günlüğü”nden söz etmek
istiyorum. Kemeutopya dediğin bir “coğrafya”da yaşanan son derece tanıdık bir
serüven. Aslında her biri bağımsız da okunabilecek romanlar. Aynı coğrafyada geçtiği
için genişleyerek devam eden bir nehir roman olarak da değerlendirebilir miyiz?
A. Girgin - “Kemeutopya” bir kurgu gezegen ve o gezegendeki ülkeler,
kişi ve olaylar da düşseldir. Kemeutopya başta olmak üzere, romanların
evreninde var olan ülkelerin, kişilerden bazılarının yeni olaylarda boy göstermeye
devam etmeleri, Kemeutopyalılar roman dizisinin bir nehir roman olarak
değerlendirilebilmesine kapı aralamaktadır. Ancak, her biri bağımsız olarak da
ele alınıp değerlendirilebilir.
Örneğin; dizinin ilk romanı olan “Mehdi ve Mesih”te, kendisinin Mehdi olduğuna
inanan bir anti-kahramanın çevresinde kurgulanıp anlatılıyor olaylar ve
kişiler. Doğrudan açıkça söylenmese de her kutsalın ve kutsallaştırılan
herkesin ve her şeyin ardın bir mutfak olduğu sergileniyor.
“ Lağımpaşalı”da ise, iktidarı kendi çıkarları için isteyen, her
geçen gün tescilli bir yalancı haline gelen bir politikacının öyküsü anlatılıyor.
Toplumun ve kendini seçenlerin kutsal değerlerini
kendi amacı için hiç tereddüt bile etmeden harcayışı…
İktidarı bir zenginleşme aracı haline getirişi…
“Başbakanın Günlüğü”nde
ise, seçim zaferi sonrası Lağımpaşalı’nın kendinden geçişi
sergileniyor. Kendini her şeyin hakimi sanırken,
günlüğünün çalınıverişi… En mahrem yaşantılarının olduğu
özel odalarında görüntü ve ses aktarıcı mikro
cihazların bulunduğunu… Ve bunların çevresinde
kurgulanan olay ve kişiler…
“Kıranlar Kırılanlar Zamanı” ise toplumun önemli bir kesiminin haysiyet isyanıyla
ayağa kalkışını, işaret edilmeyi bekleyen “Mehdi”nin
yaşadığı hayal kırıklığı ve kızgınlığı eşliğinde
savruluşunu aktarıyor. Mehdi’nin, efendisi Yoseuf’un sözleriyle “Kendi
sözlerinin büyüsüne kapılışı”… Ve Başbakanın
Mehdi’yle Mehdi’nin Başbakanla kavgası…
A. Galip- Son
derece tanıdık bir serüven. Biraz bu romanları esinlendiren olaylardan söz
edebilir misin?
Romanlardaki
serüvenlerin tanıdık gelmesinin öncelikle iki nedeni vardır. Bunlardan
birincisi her yazarın, çağının çocuğu olmasıdır. İkincisi de okurun, yazarla aynı
toplumsal, siyasal zaman ve mekân koşullarında yaşamasına bağlı olarak, anlatıda
var olanları çağrışımsal düzeyde gerçeklikle bağlamaya, ilişkiler kurmaya
yönelen anlamlandırma ve değerlendirmeleridir.
Ancak
eser ortaya çıktığı zaman ve mekân koşullarından uzaklaştıkça, okur da yazar ve
eserle aynı koşulları paylaşmaktan uzaklaştıkça anlatılanların “tanıdık bir
serüven” olma niteliği giderek ortadan kalkar.
Örneğin;
G. Orwell’in hem “Hayvan Çiftliği” hem de “1984” adlı romanlarının ilk yayımlandıkları
yıllarda okurda yarattığı çağrışımsal “tanıdıklık” etkisiyle, günümüzdeki okurda
yarattığı “tanıdıklık” etkisi aynı değildir.
Çünkü
zaman ve mekânın değişimine, aradan geçen yıllarla birlikte ortaya çıkan yeni
okurlara bağlı olarak bu etki sürekli azalmıştır. Dolayısıyla kitaplarımdaki “tanıdık
bir serüven” etkisi, yazarın, eserin ve okurun aynı zaman ve mekân koşullarında
yaşıyor olmasından, benzer olaylara tanıklık ediyor olmasından kaynaklanmaktadır.
Malzeme devşirmekten tarihsel romana
A. Galip- Bir
romancının tarih ve güncellikle nasıl bir ilişkisi vardır?
Her
romancı, her insan gibi, belli bir toplumsal tarihsel çevrede yaşar. Yaşadığı zaman diliminde olup bitenler,
tanıklıkları onun şimdisidir, güncelidir. Güncelde olup bitenler karşısında
bazen sevinir, üzülür; bazen öfkelenir, taraf olur; duygu ve düşünceleriyle
onların içinde ya da kenarında yer alır. Severken, aşık olurken, sevgilisinden
ayrılırken, vb. Çünkü ‘şimdi’, her türlü eylemin ve etkinin yegane zaman
dilimidir. Bu etki kimi yazarlarda kendine kaçışa, salt bireysel olana yönelişe
neden olur. İçerisinde yaşadığı toplum ve dünya derinden bir alt üst oluş yaşarken,
bilinen ya da bilinmeyen bir dizi nedenle bunları görmezlikten gelir. Kimileri
ise küçücük bir olaydan, küçücük bir tanıklıktan bile, insana ve insanlık
durumlarına ilişkin bambaşka bakışlara, değerlendirmelere uzanır. Düşsel ve düşünsel
olarak bunlara işaret eden, bunları göstermeye algılatmaya çalışan yapıtlar
üretir.
Romancıların
tarihle ilişkisinde de çok fazla neden rol oynayabilir. Bunların başında siyasal
ve ideolojik bakış açısını dikkate almak gerek. Kim neyi neden, niçin ve nasıl
göstermek istiyorsa, yaptığından ne umuyor ya da bekliyorsa ona göre bir ilişki
kuracak ve anlamlandırıp sunacaktır. Örneğin; bazıları “tarihsel roman”la kendi
siyasal ve ideolojik anlayışına malzeme devşirip sunmaya çalışırken, kimileri
neyin nasıl olmadığını göstermeye yeltenecek; bir başkası “pir uçmaz mürit
uçurur” anlayışıyla kalem oynatacaktır. Kimileri de gelecek kaygısının toplumu
sardığı, geçmişten
beslenmenin,
geçmiş övgüsünün revaçta olduğu koşullarda “tarihsel roman” yazmayı bir gelir kapısı
olarak değerlendirebilecektir.
Dolayısıyla
her romancının tarih ve güncellikle ilişkisi çok
farklı açılardan değerlendirilebilir ve bu anlamda “Nasıl?” sorusunun tek bir yanıtı yoktur. Ancak her romancının tarihle ilişki söz konusu
olduğunda, bir tarih felsefesiyle
hareket etmesi gerekir, diye düşünüyorum.
A.
Galip - Genelde edebiyatın özelde ise romanın ne gibi
bir politik gücünden söz edilebilir veya böyle gücü var
mıdır?
Politik
romanlar yazan biri olarak bu soruya “Evet! Vardır” demem beklenebilir. Ancak
hem edebiyatın neliğini hem de yaşanan toplumsal siyasal gerçekliği düşündüğümde
yanıtım şudur: Genelde edebiyatın, özelde ise romanın, anda gerçekleşen, anda
etkisini gösteren politik bir gücü yoktur. İster az satar olsun, isterse çok
satar olsun, tek başına hiçbir roman politik olarak okurlarını bir taraftan bir
başka tarafa yöneltmeye kadir değildir. Bir edebiyat yapıtından da bunu
beklemek doğru değildir. Çünkü bir roman en iyi ihtimalle, gösterdiği insan ve
insanlık durumlarıyla okuru düşündüren, karşılaştığı durumlara ilişkin yeni ve
farklı değerlendirme olanaklarına işaret edişiyle etkide bulunabilir. Bunun yanı
sıra düşünsel ufkunun genişlemesine katkıda bulunarak, mevcut tercihi ve yönelişini
güçlendiren, pekiştiren bir etki sağlayabilir. Velhasıl genelde edebiyatın
özelde ise romanın politik etkisini abartmamak
gerekir.