Aşksız Bir Dünya Olmayacak
Röportaj: Tekgül Arı
Atalay Girgin:Türkiye toplumunda geçer akçe
olan değerler ve ilişki biçimleri neyse okul ve öğretmende yansıyan da odur.
“Mehdi ve Mesih”,
“Lağımpaşalı”, “Başbakan’ın Günlüğü” ve “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” adlarını
taşıyan fabl türü romanlarının ardından, öykülerini derlediği “Allah Dedi
Üstad-ı Azam”la okurun karşısına çıkan Atalay Girgin ile yayınlanan son romanı
“Aşk Mavidir Öğretmenim” üzerine söyleştik.
Girgin’in ilk kitabı “Öğretmen; Düzenin Duvarındaki Tuğla”
kitabını da okumuştum. Sistem ve sistemin kendine entegre etmeye çalıştığı
öğretmenin eleştirisi oldukça etkileyiciydi. “Aşk Mavidir Öğretmenim” kitabını
raflarda görünce şaşırmadım, çünkü Atalay Girgin, düzenin duvarında tuğla
olmamak için mücadeleyi seçmiş bir felsefe öğretmeniydi. Romanı okuduğumda, okul, öğretmen, öğrenci ve
sistemin dayattığı eğitim ilişkisini, kurguladığı karakterlerin üzerinden
edebiyat disipliniyle verirken Türkiye’deki mevcut eğitim sisteminin ve öğretmenin
gelmiş olduğu durumu da okura güçlü karakterler üzerinden gösteriyor. Öyle
sanıyorum ki roman okurları, bilmediklerini öğrenecekler, bildiklerinin de
aslında bilmedikleri olduğunu görecekler. Her roman gibi çok katmanlı bir
yapıya sahip olan Aşk Mavidir Öğretmenim bağlamında yer alan her katmana, her
konuya değinemesek de Girgin’le uzunca konuştuk bu konuları.
- Önceki romanlarınızın aksine, Aşk Mavidir
Öğretmenim’de karakteriniz hayvanlar değil insanlar. Merak ettim: Artık fabl türü yazmayacak
mısınız? Yoksa Kemeutopyalılar’a ara mı verdiniz?
Hayır… Elbette yazacağım.
Ancak fabl türü öykü ve romanlar, nedense birçok insanda masal algısına neden
oluyor. Masalların da yetişkinler değil de sanki yalnızca çocuklar için
yazıldığının düşünülmesine… Bu sorun birçok başka sorunla birleşince Kemeutopyalılar
roman dizisindeki kitapların hem arafta kalmasına hem de okurla buluşmasına
engel oldu. Oysa bu dizi bir masal değildi. Aksine fablın ironik anlatısıyla
örülü siyasal ve felsefi bir çalışmaydı. Dolayısıyla Kemeutopyalılar’a şimdilik
ara verdim. Ancak bu dizi benim ilk göz ağrım ve en kısa zamanda yeniden
döneceğim.
- İçinde dört
uzun öykünüzün yer aldığı ve özellikle kitaba adını veren, bir tür novella
olarak değerlendirilecek “Allah Dedi Üstad-ı Azam” ile “Anarşist Öğretmenin
Veda Hutbesi”ni “Aşk Mavidir Öğretmenim”i yazmaya iten bir geçiş olarak
değerlendirmek mümkün mü?
Yalnızca adını andığınız
öyküler değil. “Allah Dedi Üstad-ı Azam”da yer alan diğer iki öykü de olay ve
kişileriyle insanlar üzerinden kurgulanıp anlatılmıştır. Ele alınıp
işlenişleri, gelişmeye açık oluşlarıyla neredeyse dördü de romana teşnedir ki
bildiğiniz gibi novelladan romana uzanan yol çok da uzun değildir. Bu anlamda
öyküleri kısmen de olsa Aşk Mavidir Öğretmenim’e bir geçiş, romanlar arası bir
soluklanma olarak değerlendirmek de mümkündür.
- İlk romanlar otobiyografiktir” denilse de sizin ilk
romanlarınız için böylesi bir sonuca varmak mümkün değil. Ancak son romanda öğretmen oluşunuzu dikkate
aldığımda, acaba otobiyografik
özellikler taşıyor olabilir mi? Eğer öyleyse sizi, roman kahramanlarından hangisinde bulabiliriz?
Haklısınız. Şu ana kadar
yazdıklarımın, hele hele Kemeutopyalılar kapsamındaki romanların otobiyografik
nitelikte olmadığı açık. Ama bunun yanı sıra şunu da söylemek gerek: Her yazar
zamansal ve mekânsal anlamda kendi gerçekliğinden, içerisinde yaşadığı
çevrenin, toplumun, çağın olaylarından beslenir. Onlardan olumlu ya da olumsuz
etkilenir. Tepkiler verir. Onlar karşısında üzülür, sevinir, kızar, küfreder,
öfkelenir. Yazdıklarında şu ya da bu oranda olup bitenlerden, dahası kendinden
izler vardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, romanda, tanıklıklarımdan,
yaşantılarımdan izler var. Hatta şu kadarını da belirteyim: Romanı okuyanlar,
bazı kahramanlar için sergilenen özellikler, anlatılan olaylardan hareketle
“Aaa! Ben bunu tanıyorum. Bu şu!” da diyebilir. Beni tanıyanlar, olaylar
karşısındaki tutumlarımı bilenler, benden izler de bulabilir. Ne var ki bunlar
romanı otobiyografik olarak nitelemeye yeterli değildir. Dahası roman
kahramanlarından hiçbiri de ben değilim. Galiba otobiyografik bir roman yazmak
için kendimi ne yolun başında görüyorum ne de yolun sonunda… Kim bilir, belki
bir gün yazarım.
Atalay Girgin: Okul mücadele alanıdır.
- Öğretmen ve okuldan söz etmişken şunu sormak
istiyorum: Genelde var olan öğretmen ve okul algısıyla, gerçekten var olan okul
ve öğretmen arasında büyük farklar var mı?
Hem de çok! Öğretmene ve
okula ilişkin geçmişten gelen ve şu ya da bu oranda hala etkisini sürdüren algı
ile gerçeklikte var olan öğretmen ve okul arasında büyük bir uçurum vardır.
Aslında öğretmenin ve okulun işlevi dünden bu yana fazlaca değişmemiştir:
Öğrenciyi siyasal-ideolojik, kültürel ve ekonomik anlamda istenen doğrultuda
biçimlendirmek. Değişen olumlu ya da olumsuz olarak onlara atfedilen değerdir.
Okul sistematik yapısı içine aldığı herkesi biçimlendirmeye yönelir. Öğrenciden
önce de öğretmeni biçimlendirmeye girişir. Sonra da her ikisi elbirliği içinde
öğrenciyi yoğurmaya girişirler: Onları, yani öğrencileri bazen başarılarından
dolayı övüp göklere çıkararak, bazen tehdit ve cezalandırmaların hedef
tahtasına dönüştürerek, bazen yerin dibine geçirircesine aşağılayarak, bazen de
küçük ayrıcalıklarla muhbirleştirerek, istendik davranışlara yöneltmeye
çalışırlar.
- Veliler bu durumun farkında değiller mi?
Yalnızca veliler değil, çoğu
insan bile farkında değildir bu durumun. Farkına varanların da önemli bir
bölümü bu durumu görmezlikten gelir ya da meşru görür. Günümüzde özellikle
çocukları için gelecek kaygısının sarmalına düşmüş, çaresizlikten eğitime ve
okula can simidi gibi sarılan velilerin çoğunluğu ise gerçeklikte ne
yaşandığından habersizdir. Çünkü var olan gerçekliği sorup sorgulamaya girişen,
ne olup bittiğini anlamaya çalışanların sayısı yok denecek kadar azdır. Bu
durum yalnızca veliler ve öğrenciler için değil, ne yazık ki öğretmenlerin
çoğunluğu için de geçerlidir. Velhasıl, okula ve öğretmenlere ilişkin var olan
algı ile gerçeklikte yaşanan arasında oldukça büyük fark vardır. Algı bir yana,
aslında okulda ve öğretmende yansıyan, onların içerisinde bulunduğu toplumda
egemen olan ilişkiler ve erozyona uğrayan değerlerdir. Toplumsal ve kültürel
anlamda çözülen ve çürüyen günümüz Türkiye toplumunda geçer akçe olan değerler
ve ilişki biçimleri neyse okul ve öğretmende yansıyan da odur.
- Hem öğretmen hem de bir yazar olmak yaşamınızı,
örneğin öğrencilerinizle ilişkinizi nasıl etkiliyor?
Öğretmenlik ve yazarlığın
birbirini olumlu etkileyebileceği düşünülse de benim çalışma tarzım açısından
böyle olduğunu söyleyemem. Öğrencilerimle ilişkilerim açısından da öyle… Beni
tanıyan, çevremdeki birçok öğretmen ve farklı meslek grubundan insan gibi,
öğrencilerim de şunu iyi bilir: Sınıfta ya da okulda, hatta okul dışında bile birileri
sormadığı sürece yazarlığımdan ya da kitaplarımdan söz etmek bana yadırgatıcı,
sıkıcı ve fazlaca gereksiz bir iş gibi gelir. Elbette buna rağmen
kitaplarımdan, yazılarımdan haberdar olan ilgili öğrenciler her zaman karşıma
çıkmıştır. Keza kitaplarımı isteyen öğrenciler de…
- Çalıştığınız okulda, öykü atölyesi seminerlerinde yer almıştım.
Öğrencilerinizin çoğunun sizi ayrı bir yerde tuttuğunu görmüştüm. Sorunları
olduğunda ilk size başvurduklarına da şahit oldum. Siz ne kadar yazar
kimliğinizi gizlemeye çalıştığınızı söyleseniz de onların sizi takip ettiğini
fark ettim. Bunu nasıl başardınız?
İstisnalar hariç öğrencilerle
ilişkim saygı ve sevgi temelinde gelişmiştir. Sanırım bunun önemli bir etkisi
olsa gerek. Onların okul içi ve okul dışı farklı saiklerin ve yönlendirmelerin
etkisiyle hem felsefeye hem de bana ilişkin algılamaları kırılgan ve değişken
olsa da benim için her biri öğrencidir. Ve her öğrenci düşünüşü, söyleyişi ve
eyleyişiyle bir diğerinin aynı değildir. Keza algılama ve anlamlandırma düzeyi
de… Benimle taban tabana zıt düşüncelere sahip olanlara bile düşüncelerinden
dolayı herhangi bir olumsuz tavır almam. Hatta bazı idareciler tarafından
bilinçli olarak üzerime yönlendirilen öğrencilere bile… Öğrencilerimden bazılarıyla öğrenci-öğretmen
ilişkisinin ve okulun ötesine geçen entelektüel boyut kazanan bir süreç
yaşanmıştır. Yazarlık, kısmen de olsa bu açıdan kolaylaştırıcı olmuştur,
diyebilirim. Ama daha ötesi değil.
- Aşk Mavidir Öğretmenim’de gerçek öğrenciniz olmuş
kişiler var mı? Ya da öğrenciliğinizden, öğretmenlik yaşamınızdan tanıdığınız
öğretmenlerin izi var mı?
Romanın
mahremine ilişkin fazla ayrıntı vermek istemiyorum. Ancak, daha önce de
belirttiğim gibi, her yazar kendi gerçekliğinden, bireysel ve toplumsal anlamda
tanıklıklarından, yaşantılarından beslenir. Bu anlamda, tanıdığım bazı öğretmen
ve öğrencilerin izlerini, özelliklerini, bazı roman kahramanları ve kişilerinde
bulmak ya da onlar arasında çağrışımsal benzerlikler kurmak mümkündür. Ama
özellikle belirtmek isterim ki hiç kimse alınganlık yapıp da üstüne alınmasın:
Bu bir romandır ve burada şu diye gösterilebilecek hiçbir gerçek kişi yoktur. Daha
ötesini de söyleyeyim: Hiçbir edebiyat eserinde gerçek yoktur. Çünkü gerçek, ne
herhangi bir kitaba ne de dünyanın tüm kitaplarına sığdırılabilecek denli
küçüktür.
- Romanın bir yerinde, karakterlerden
biri “Okul mücadele alanıdır” diyordu. Gerçekten okul bir mücadele alanı mıdır?
Eğer öyleyse, öğretmenler, öğrenciler bunun neresindedir?
- Evet! Okul, onun asli
işlevini bilen herkes için, bir mücadele alanıdır. Hem de siyasal, ideolojik, kültürel,
vb. boyutlarıyla. Öğrenciler, özellikle
egemenler ve onların eğitim alanındaki gönüllü ya da gönülsüz temsilcileri
açısından, bu mücadelenin, biçimlendirilmesi gereken nihai nesneleridir. Çünkü
bir toplumun bugününü satan, kapitalist sömürü düzeninin egemenlerine peşkeş
çeken yetişkinler olsa da her toplum daima kendi gençliğinden teslim alınır.
Ancak onlardan önce nesne kılınıp biçimlendirilen, istendik davranışlar
kazandırılanlar, bu süreçte Skinner’ın farelerine dönüştürülenler ise
öğretmenlerdir. Ne yazık ki öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu, sınıfta
kullandıkları ve kendilerine hizmetkârlığın karşılığı olarak egemenlerin
lütfettiği iktidarın büyüsünden kurtulup da bunu fark etmezler. Fark edenlerin
çoğu da ya sineye çeker ya da boş vermişliğe vurur işi. Sonuçta, gerçeklik ve
onun bilgisi sırra kadem basar, yanılsama galebe çalar. Bir yanda silahlar,
toplar patlasa, katliamlar yaşansa da sınıfın kapısı, bu silahların,
katledilenlerin sesine, toplumsal gerçekliklerin bilgisine kapanmalıdır. Kapanmalıdır
ki okul tarihsel ve güncel anlamda siyasal ve ideolojik işlevini yapabilsin.
Öğretmeni düzenin duvarında bir tuğla olarak tutarken, öğrenciyi de düzene
uygun kafalara dönüştürebilsin.
- Gerçek ve gerçeklik demişken, genelde edebiyatta
özelde ise roman ve öyküde gerçekçilik, toplumsal gerçekçilik, eleştirel
gerçekçilik, 12 Eylül’den buyana sanki kaçınılması gereken bir öcü, bir veba
gibi… Sizin açınızdan da bunlar kaçınılması gereken, edebiyat tarihi içinde bir
yana bırakılması gereken akımlar mı?
Yaşamın her alanında ne çok
öcüler var değil mi? Hem de herkes için… Çocukluğumuzdan başlıyor ve yaşam boyu
adları değişerek, farklı kavramlarla karşımıza çıkarılıveriyor. Bazılarımız
kaçınıyor bundan, bazılarımız ise umursamıyor. Gerçekçilik, toplumsal
gerçekçilik, eleştirel gerçekçilik konusunda söylenenlere ve yaratılan /
yaratılmak istenen algıya da bu açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum. Kendi
adıma umursamıyorum. Keza bunların yerine ikame edilmek istenen ya da dönemsel
olarak servis edilen akımları da… Dahası, tıpkı, toplumsalın güvencesi
altındaki insanın yanılsamalı yalnızlık saplantısı gibi, sanat ve özellikle de
edebiyat alanında yazan, söz söyleyen insanın da mutlak anlamda gerçekten,
gerçeklikten ve toplumsal gerçeklikten bağımsız düşünebilmesi, onlar karşısında
eleştirel bir düşünüş, söylem ve anlamlandırmadan uzak durabilmesi mümkün
değildir. Gerçeküstü, fantastik eserler bile yazarının içinde yaşadığı
gerçeklikten, toplumsal gerçeklikten, onların farklı zaman ve mekân
koşullarında kişileri ve olaylarıyla tasarlanıp yeniden anlamlandırılmasından
beslenir. Hal böyleyken, sözünü ettiğin akım ve anlayışlara ilişkin ne denli
farklı anlamlar yükleniyor, eleştiriler yöneltiliyor olursa olsun, bunlar benim
için öcü değildir. Bana göre bu konuda asıl dikkat edilmesi ve sorgulanması
gerekenler, bu akımları ısrarla “Öcü” olarak göstermeye çalışanlar ve kendini
bu rüzgâra kaptıran yazarlar, sanatçılardır, diye düşünüyorum. Ama bunu
söylerken ardı sıra zihnimde şu beliriyor: Dünden bugüne muktedirlerin
karşısında el pençe divan duran, ibrikçibaşının önünde ibrikler misali hizaya
geçip boyunlarını büken, Saray kapılarında kapıkulluğu yarışına giren, üç
kuruşluk çıkar uğruna yaşamlarının sonbaharında efendi bellediklerine
güzellemeler yapmak uğruna gerdan kıranların arsızca arz-ı endam eylediği bir
zamanda, sorgulanacak, eleştirilip mücadele edilecek onca sorun varken, yukarıdakilerin
önceliği nedir ki şimdilik…
- Anladığım kadarıyla Saray’ın davetine icabet eden
sanatçı ve yazarlara yönelik ağır bir eleştiride bulundunuz. Öncelikle, sanatçı
ya da yazar aydın insan mıdır sizce? Ya da sistemin yaptığı haksızlıklara
ortaklık mıdır amaç yoksa nemalanmak mı?
Her “aydın” sıfatı
yakıştırılan insan, yazar ve sanatçı olmadığı gibi, her sanatçı ya da yazar
sıfatı taşıyan insan da aydın değildir. Gramsci’nin, sınıflar mücadelesi
temelinde yaptığı organik aydın ve inorganik aydın ayrımı bu açıdan zihin
açıcıdır. Tarihsel ve güncel anlamda, sınıflar mücadelesinde işçi sınıfından
yana düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle açık bir tavır almayanlara atfedilen
sıfat, ister entelektüel, aydın, isterse sanatçı ve yazar olsun, bunların tümü
bu düzenin ve tahakkümün duvar örücüleri ve var olan duvarın da tahkimcileri,
meşrulaştırıcıları ve cilacılarıdır. Lakin “Aç ayı oynamaz” denir ya bunların
da kursağına, efendilerin sofrasından kırıntı babında da olsa ulufe girmezse
olmaz. Ulufenin kokusunu aldıklarında her yere gider ve her şeyi yaparlar.
Neyse bu sinir bozucu bir konu… Benim için Dünyanın tüm saraylarının temelinde,
yapısında, koridorlarında, duvarlarında kan vardır, yalan, talan, hırsızlık ve
yolsuzluk vardır. Jack London’ın Demir Ökçe’de yazdığı gibi, eteklerinden kan
damlar onların… Ve o saraylar, yalnızca efendilerinden ulufe bekleyen, onların
önünde ya da ardında vecd içinde secde etmeye amade, ayrıcalık peşinde koşarken
muktedirler karşısında çengileşen ya da dolma kalemleşenlerin yeridir.
Atalay Girgin: Cizre’de, Silopi’de,
Nusaybin’de, Sur’da, dahası Kobanê’de, Suriye’de yaşanan ve çaresizce
izlediğimiz insanlık dramları… Soma’da, Ermenek’te gerçekleşen ve adına sözüm ona
‘iş kazası’ denen katliamlar, insan olan herkesi etkilemeli.
-Peki; söylediklerinizi dikkate aldığımda, doğusundan
batısına, güneyinden kuzeyine Türkiye toplumunda yaşananlar sizi ve
yazdıklarınızı ne kadar etkiliyor?
Elbette… Elbette etkiliyor.
Nasıl etkilemesin ki… Yalnız Türkiye’de yaşanan ya da egemenlerin yaşattıkları
değil, Dünyada olup bitenler de etkiliyor. Düşünüş, söyleyiş ve eyleyişimiz
üzerinde doğrudan ya da dolaylı bunları gözlemlemek mümkün. Cizre’de,
Silopi’de, Nusaybin’de, Sur’da, dahası Kobanê’de, Suriye’de yaşanan ve
çaresizce izlediğimiz insanlık dramları… Soma’da, Ermenek’te gerçekleşen ve
adına sözüm ona ‘iş kazası’ denen katliamlar… Sonra Gezi’de öldürülen,
yaralanan, sakat kalan gencecik insanlar; 17/25 Aralık ve ardı sıra ortalığa
dökülüp saçılan hırsızlıklar, bunları aklamak adına dine ve onun aklın
aydınlığını örten karanlık şalına sığınılarak, utanıp arlanmadan söylenen yalanlar…
Yakınımızda ya da uzağımızdaki tüm bu toplumsal gerçeklikler yalnızca beni,
sizi değil, insan olan herkesi etkilemeli… Ve bence tüm bu olup bitenlerin
müsebbibleri, meşrulaştırıcıları, kayıtsız şartsız destekçileri tek tek kayıt
altına alınıp hesap sorulmalı… Bu hesap “Unutmadık, Unutmayacağız,
Unutturmayacağız” nakaratıyla, ne zaman olacağı belirsiz bir geleceğe
ertelenmemeli, diye düşünüyorum.
-Yazarken özgür müsünüz? Nihayetinde bir devlet
kurumunda öğretmensiniz, bu sizi korkutmuyor mu?
Özgürlük bambaşka bir
tartışma konusu. Ancak yazma eylemi açısından, bir cümleyi kurarken, bir olayı
kurgularken ya da onunla bağlantılı bir biçimde kahramanları ve onların söz ve
eylemlerini tasarlarken, “Kim ne der?”, “Bu yazılan kimin hoşuna gider ya da gitmez?”
diye düşünmüyorum. Öğretmen olmak ve korku meselesi ise bunlardan bağımsız
değil. Kemeutopyalılar dizisinden ilk ikisi yani, Mehdi ve Mesih ile
Lağımpaşalı yayımlanınca, çevremdeki bazı insanların da etkisiyle
endişelendiğimi itiraf etmeliyim. Ancak bu kısa sürdü. Özellikle Gezi’de
katledilen gencecik insanları, Berkin Elvan’ı, ardı sıra Soma’da, Ermenek’te
diri diri toprağa gömülenleri, keza Sur’da, Cizre’de, Silopi’de çocuk yaşta
öldürülenleri gördükçe bu endişeden de eser kalmadı. Ne yapabilirler ki dedim,
olsa olsa işime son verebilirler, düzmece bir dava ve yargıdaki kimi tetikçi
yargıçlarının kararıyla tutuklayabilirler, daha ötesi ise ölüm… Ölüm sever
değilim ama katledilen çocukların, gencecik insanların ölümünün yanında ölüm
korkusu yaşamanın anlamı ne ki… Öte yandan bunca yaşanan karşısında, sinerek,
memurlaşarak, sözüm ona öğretmenlik yapmaktansa, hiç yapmamak evladır. Zengin
değilim; param pulum, malım mülküm yok bir yerlerde… Ama yine de gerekirse
ayrılırım. Zaten yıllar öncesi sözümdü: “Memurlaşmak zorunda kalırsam,
öğretmenliği bırakırım, yapmam bu işi” demiştim.
- O halde, bu olup bitenleri
düşündüğünüzde kendinizi nerede görüyorsunuz? Bir yanda ölenler öldürenler,
katledenler katledilenler, soyanlar soyulanlar varken, siz neredesiniz?
Ben, eşitsizlik ve
adaletsizlikle kaim bu zulüm düzeninde, insanın insanı sömürüsüne dayanan
kapitalist sömürü düzeninde ve onun her soydan, her boydan, her dinden siyasal
ve ideolojik temsilcisi karşısında mazlumların yanındayım. Etnik, dinsel, cinsel,
vb. sıfatlarından dolayı herhangi bir ayrım yapmaksızın, işçisi, işsizi, her
geçen gün yoksullaşan köylüsüyle ezilen, sömürülen insanların yanında… Çünkü
bu, görünenin / gösterilenin aksine etnik, dinsel ya da cinsel değil, dünyanın
her metrekaresinde süren sınıfsal bir mücadeledir. Ne var ki bu mücadelede
şimdilik ne mazlumların ne de ezilen ve sömürülen kitlelerin, sınıfların
çoğunluğu kendi safındadır. Bunların ezici çoğunluğu umutlarını, yanılsamalı
bir biçimde kendilerini ezenlerin lütfuna bağlamıştır. Oysa bu, ekonomik,
sosyal, siyasal anlamda sürekli savaş üretmekten başka çıkar yolu olmayanların
çıkmaz sokağında, bataklığında can çekişmektir. Efendilerin savaşında onlar
için ölmeye ve öldürmeye hazır olmak, yine onların sözüm ona barışında, yalnızca
kendinin değil çocuklarının, torunlarının bile şimdisini, yarınını ipoteğe
koymaktır.
- Barış mümkün mü? Edebiyatçılar sizce barışı mümkün kılabilir
mi? Edebiyatın böyle bir gücü, etkisi var mı?
Biraz önceki sözlerimi açmam
gerek: İçerisinde yaşadığımız ve tüm insanlığı kuşatan kapitalist sömürü düzeni
ve onun egemen sınıfları ve siyasal temsilcileri için savaş kaçınılmazdır. Ne
var ki insanlar savaş denildiğinde, yalnızca silahların, bombaların
patlamasını, toplu ölümleri, evlerin, köprülerin, vb. yıkılmasını, uçakların
ölüm kusmasını anlıyor. Savaşa ilişkin algı bu olunca, barış da bunların
olmamasına, bombaların patlamamasına, silahların susmasına, uçaklardan ölüm
yağmamasına indirgeniyor. Oysa bu barış değildir. Dünyada açlık, yoksulluk
genelleşirken, işsizlik artarken, insanlar sigortasız, sendikasız, sosyal
güvencesiz çalışmaya mahkûm edilirken, iş kazası denilen katliamlarda her gün
ölürken / öldürülürken, barıştan söz etmek hem bir yanılsama, hem de bu düzeni
meşrulaştıran ideolojik bir körlüktür. Tüm bunları dikkate aldığımızda,
kapitalizm koşullarında, insanın insanı sömürüsü koşullarında barış yalnızca
bir yanılsamadır.
- Biz yazarlar barış derken kof bir umudun peşinde mi
koşuyoruz ?
Kimse alınmasın demeyeceğim.
Bence herkes alınsın ve düşünsün. Hatta şimdi söyleyeceklerimi harim-i ismetine
bir saldırı saysın. Ama yine de üzerine düşünsün isterim: Dünyada ve Türkiye’de
kapitalist sömürü düzeni hükmünü sürdürdükçe, hiçbir edebiyatçı, hiçbir insan,
barışı mümkün kılmak gibi ham hayallere kapılmamalı, kendine böylesi nitelikler
atfetmemelidir. Dolayısıyla, herhangi bir amacı olmayan, aksine insanla
anlamlanan, insanla anlamlandırılan her şeyi, insan açısından insan için,
kendine özgü bir biçimde yeniden anlamlandırma, görme ve gösterme etkinliklerinin
genel adı olan edebiyatın da böylesi bir gücü ve etkisi yoktur. İnsanlık için
toplumsal bir barışı sağlama mücadelesi, tek tek düşünsel etkinlik alanlarından
insanları da kapsayarak yeni bir toplumsal düzen mücadelesidir. Asıl yapılması
gereken, hem de ertelenmeden yapılması gereken budur. Değiştirme ve dönüştürme
mücadelesi için kalem ve yazı gereklidir. Ama asla yeterli değildir. Gerisi
yanılsamaların hakikat sanıldığı, bu düzenin küçük ya da büyük bir bataklığında
yaşamaya devam eden insanların kendi tanıklıkları, bilgileri eşliğinde acı
çekerek debelenmelerinden, en iyi ihtimalle de ham hayaller kurmalarından
ibarettir. Yani kısacası laf-ı güzaftır.
- Savaş içinde de olsa, insanlar yaşamaya devam edecek
diyorsunuz. Peki; yeniden romana dönelim: Ya aşk?
Aşk… İnsanlar yaşamaya devam
ettiği sürece hangi sınıftan, hangi dinden, hangi etnik kökenden, hangi yaştan
olursa olsun aşk da sürecek. Elbette yaşanış biçimini, rengini içerisinde doğup
büyüdüğü koşullardan alacak. Kadın ve erkek var olduğu sürece, savaşın,
yoksulluğun ortasında bile olsa, aşksız bir Dünya olmayacak bana göre… Aşk;
aşığın düşünsel, duygusal ve bedensel olarak kendini bütünsel anlamda
özne/nesnesinde var kılma, aşığını da aynı bütünsellikte kendinin kılma
yönelişidir. Bu anlamda iyi ki adına aşk dediğimiz böylesi bir ilişki var,
diyorum. Çünkü aşk ve aşıklar bulundukları yer neresi olursa olsun, tüm
çirkinliklere rağmen, boy verdikleri yerde dünyayı güzelleştiriyorlar. Tıpkı en
güzel çiçeğin bataklıkta açması gibi…
-Romanda iki karakter; okul müdürü ve beden eğitimi öğretmeni
gerçekten sinir bozucu. Gerçekten böyle karakterler var mı, okullarda? Varsa
böyle yönetici ve öğretmenlerin arasında çocuklarımızı nasıl bir gelecek
bekliyor?
Romanın kendi kurgusal
evreninde her şeyi yazamıyor, her şeyi anlatamıyorsunuz. Keza her şeyi
gösteremiyorsunuz da… Olaylar ve karakterleri, kendi bağlamında ve kendi
dinamikleri içinde aktarabiliyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Tahsin
Yücel, yazar anlattıklarından, yazdıklarından sorumludur, diyordu. Yani
yazmadıklarından, anlatmadıklarından değil… Bunları dikkate aldığımızda,
okullarda söz konusu iki karaktere rahmet okutacaklar da var. Ben yalnızca
küçük bir ayna tuttum. Muhtemelen, başta öğretmen ve öğrenci okurlar, hatta
dikkatli ve duyarlı veli okurlar, romanda yer alan karakterlerin benzerlerini kendi
okullarında ve çevrelerinde de görecekler ya da hızla fark edeceklerdir.
Örneğin, iktidara ya da yeni gelen müdürün tutumuna göre sabahtan akşama
sendika değiştirme, sendikasından istifa yarışına giren öğretmenler; göreve
gelir gelmez, eski mi yeni mi olduğuna bakmadan makam odası mobilyalarını
değiştiren müdürler… Bakalım okurlar, aynada başka neleri görecekler? Çocukları
nasıl bir geleceğin beklediği ise apayrı bir konu… Çünkü gelecek kaygısını
aşmanın, umudu yeşertmenin yolu, bu eğitim sisteminden, ilkesiz, tutarsız bir
biçimde “gelene ağam, gidene paşam” diyen, rüzgârgülüne dönmüş öğretmenlerden geçmiyor.
Aksine onu da kapsayan toplumsal bir mücadeleyi gerektiriyor.
- Romanın inandırıcılığı sanki bugünün gerçekliğini ve
böyle giderse daha da kötü olaylara gebe kalacağımızın izlerini taşıyor. İyi
bir gözlemci olduğunuza kuşku duymuyorum.
Ama düşsel, düşünsel bir kurgu olduğunu söylediğiniz romanın tespit
ettikleri, devamını yazacağınız diğer romanda, bir eyleme dönüşecek mi? Yani
karakterleriniz, sisteme karşı ne yapacaklar? Çabaları bireyselin içinde mi
sıkışıp kalacak, yoksa toplumsal bir harekete doğru mu evrilecek? Okurun ihtiyacı olan o düzelme haline giden
yolu görecek miyiz?
Yazarın ve okurun içerisinde
yaşadığı şu anki toplumsal koşullarda, bireysel anlamda pembe düşler, istendik
ve özlenen hayaller kurmak mümkün olsa da hiçbir edebiyat yapıtının, kendi
evreninin dışında, yani dış dünyada, bunu gerçekleştirmeye kadir olmadığını
düşünüyorum. Düzeltmek, değiştirmek, savaşmak, yaşamak ve yaşatmak roman
kahramanlarının değil, şu diye gösterebildiğimiz gerçek insanların işi, keza
umut da… Uumudu çoğaltmak, düşlerini düşüncelerini kuvveden fiile dönüştürmek
de… Dolayısıyla dizinin ikinci ve üçüncü kitabında hangi olayların yer
alacağını, hangi kahramanın ya da karakterin bunlar karşısında hangi tepkileri
verip vermeyeceğini şimdiden söylemek olası değil. Neler olacağını, kimlerin
neler yapacağını ben de bilmiyorum, desem sanırım daha uygun olur şimdilik. Öte
yandan… Ne denli fantastik, gerçeküstü ya da ütopik olursa olsun, hiçbir roman
ne salt gerçekliğe, yaşanmışlıklara ait anlatılardan ibarettir ne de salt
düşsellikten. Tüm romanlar, hatta tüm edebiyat, düşsel, düşünsel bir kurgudan
ibarettir. Bunun içerisine yazarın düşleri, hayalleri, özlemleri, tutkuları da
karışabilir. Otobiyografik romanlar da dâhildir buna… Bu anlamda Aşk Mavidir
Öğretmenim’de de gerçekliğin bilgisi, tanıklık ve yaşanmışlıklar, kurgusal bir
biçimde elbette yer almaktadır. Şu kadarını söyleyeyim: Bazen yüzlerce
sayfasıyla bir roman fısıldar hakikati, bazen kısacık bir öyküyle dile gelir,
onunla kanatlanır hakikat. Düşsellik nerede biter, hakikat nerede başlar; bunu
sezmek ve bulmak ise okurun işidir.
-Sırada ne var?
Sırada, şimdilik, dizinin
ikinci kitabı var. Eğer değiştirmezsek adına “Aşk Öğretmen – Öğretmen Aşk”
dediğim. Bir de kendisine dönmemi bekleyen “Sıfatzedeler” var. Aslında
Kemeutopyalılar çağırıyor beni… O kadar çok malzeme birikti ki sabırsızlanıyorum.
Ama dediğim gibi, öncelik “Aşk Öğretmen”in…
NOT: Hürriyet GÖSTERİ Dergisi'nde Yayınlanan Yukarıdaki Söyleşi, Yazar Tekgül Arı Tarafından Yapılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder