Ziya
Selçuk’un “2023 Eğitim Vizyonu”nun Felsefesi Var Mı?
Atalay
Girgin*
Baştan belirteyim ki eğer
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un "Niye
hiç kimse Eğitim Vizyonu 2023’ün felsefesine dair yazmadı?” diye yakınan, hayıflanan,
sitemkâr sorusuyla karşılaşmasaydım bu yazı hiç kaleme alınmamış olacaktı. Daha
açıklandığı ilk gün okumuş olmama rağmen bu metin üzerine yazmanın gereksiz
olduğunu düşünmüştüm.
Neyse… Sonunda karar verdim. Liselerdeki binlerce felsefe öğretmeni,
felsefe bölümlerindeki yüzlerce akademisyen, eğitim fakültelerindeki yine
yüzlerce eğitim bilimci ne düşünür, ne der bilemem ama Milli Eğitim Bakanının
sitemkâr sözlerini üzerime alındım. Sonra da bu yazı öncesi metni yeniden
yeniden okudum. Notlarımı çıkardım. Ve işte yazıyorum. Buyurun efendim.
Ancak darılmaca gücenmece yok! Makam ve statüye, hiyerarşiye sığınma da yok!
Çünkü kalemin, ucundan dökülen düşüncelerle arz-ı endam eylediği yerde
hiyerarşi sırra kadem basar. Hemen söyleyeyim: Aşağıdaki satırları okuduktan
sonra, MEB bürokrasisi ve hiyerarşisindeki işgüzar ve işgüder aparatçıklar
aracılığıyla, başta “Öğretmen Düzenin
Duvarındaki Tuğla”, “Aşk Mavidir
Öğretmenim”1 ve bu yazının yayımlandığı
günlerde matbaadan çıkacak olan, hem sizin hem de tüm öğretmenlerin okuması
gerektiğini düşündüğüm “Arzu Okulu”
adlı roman olmak üzere kitaplarımın okullara sokulmasını yasaklamak da yok!
Anlaştık mı bilmiyorum. Lakin kalem kuşanan, kalemle derdini, meramını
anlatanlar, “Ben söyledim, oldu” diyerek kenara çekilemezler. Çünkü söz
söylemek, hem bireysel hem de toplumsal anlamda sorumluluktur. Sözü söyleyen bu
sorumluluğu ahlaki ve entelektüel olarak taşımak, bedelini ödemek, eğer varsa ödülünü
de olgunlukla, edeple kabullenmek zorundadır. Yegâne barutu, fünyesi kavram ve
sözcüklerden ibaret cümleler ve önermelerle dile gelen eleştiri silahına ve o eleştiri
silahının önermelerle tetik düşüren yargısına hazır olmalıdır. Hele de konu, en
temel işlevlerinin başında siyaset ve ideolojinin yer aldığı eğitimse… Hele de
konu, arzusu politika2 olan felsefeyse…
Önce
Kısa ve Genel Bir Girizgâh
Felsefenin arzusu
politika olsa da politikanın, politikacıların ve onlardan lütuf, ulufe, sıfat,
statü, makam bekleyen ya da verilmiş olanları korumak isteyen, bunlar sayesinde
elde ettiği maddi ve manevi haz ayrıcalığını yitirmemek için çırpınan ilineğin
ilineğine dönüşen insanın arzusu da kaygısı da felsefe değildir. Çünkü felsefe
ve asıl olarak da felsefeci ve felsefi düşünen insan, politikayı şiddetle
arzuladığı anlarda bile, aklını paranteze almaması, onu, kutsal addedilmiş
olsun ya da olmasın, herhangi bir dışsal varlığın ipoteğine vermemesi, hizmetine
koşmaması gerektiğini bilir. Bunu yaptığı an, kurduğu onca felsefi önermeye,
kullandığı onca felsefi kavrama rağmen, felsefenin/felsefi düşüncenin sırra
kadem basacağının bilincindedir.
İlinek insan,
ilinekleştirilen ya da ilinekleşmek zorunda kalan ve kendini buna mecbur
hisseden insan ise aklını kendi dışındaki düşsel/düşünsel ya da gerçek varlık ya
da varlıkların ipoteğine, hizmetine koşmakla karakterize olur. Çünkü bu insanın
kaybedebileceği her türlü makama ve maddi zenginliğe ilişkin korkuları,
kaygıları vardır. Keza ilinekleşmekte sınır tanımadığı sürece de neler kazanabileceğine
dair hayalleri, umutları… Bunları korumak, hayallerine erişmek uğruna onurundan
bile vazgeçer ve başta kendi değeri olmak üzere, hem sözünün ve eyleminin hem
de karşısındaki kişinin değerini, ilineğine dönüştüğü varlık ya da varlıklarla
ilişkisinden başlatır. İlinek insan için kendisinin ve karşısındaki insanın
değeri, ilineği olunan varlık ya da varlıklarla kurulan ilişkinin
uzaklığına-yakınlığına, olumluluğuna-olumsuzluğuna, iyiliğine-kötülüğüne ve
taşınan sıfata, statüye, makama göre belirlenir.
Oysa bu, felsefi düşünen
insanın işi değildir. Çünkü o hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin
değerini kendisinden, yani bizatihi “şu” diye gösterilen insandan başlatır.
Felsefi düşünen insan için, İonna Kuçuradi’nin de belirttiği gibi, her insanın
değeri ve değerleri vardır3. Bu
değer, kişinin kendisinden bağımsız olarak var olan ya da var olduğu kabul
edilen, dışsal bir varlıkla ilişkisinin
niteliğinden, sıfatından, statüsünden, makamından, parasından pulundan,
malından mülkünden kaynaklanmaz. Çünkü bir kişinin kendisini ya da
karşısındakini bunlarla değerli ya da değersiz addetmesi bir yanılsama olmanın
dışında, ilinek insan oluşunun da apaçık bir göstergesidir.
Örneğin, çevrenize iyi
bakın! İtibarı ve değeri parada pulda, şanda, şatafat ve gösterişte, oturduğu
ya da yaptığı binaların büyüklüğünde arayan ve gören, Nasrettin Hoca’nın “Ye
kürküm ye!” fıkrasını anımsatırcasına, bunları ekonomiye, maddiyata endeksleyen…
Buna rağmen kendisini ve kendisi gibileri maneviyat ehli, karşısındakileri de
maddiyatçı, madde düşkünü olarak niteleyen… Sıfatı-statüsü-makamı dolayısıyla
önüne gelene canının istediği zaman, yalan-iftira-hakaret dâhil, ağzına gelen her
sözü söyleyebileceğini düşünen ve söyleyen… Canının istediğini yapan ve engellendiğinde
bağırıp çağıran, asıp kesen, tehditler savuran… Kendisinden farklı düşünenlere
ya da kendisine karşı çıkanlara her türlü değersizliği yakıştıran… Sürekli
onaylanmayı bekleyen herhangi birini biliyorsanız, görüyorsanız, bilin ki o ilinek
insandır. Hem de ilineğin dik alasıdır.
Lakin bunun gibilerden
lütuf, ulufe, sıfat, statü, makam bekleyişinde olan, bunların karşısında el
pençe divan duranlar; bunların apaçık yalanlarına, yanlışlarına bile alkış
tutanlar, zerre itiraz etmeyenler/edemeyenler, hatta her sözünde keramet
bulanlarsa, kendilerine atfettikleri değer ne olursa olsun, hiyerarşik bir
biçimde ilineğin de ilineği olmakla karakterize olan kişilerdir. Bunlar,
ilineğine dönüştükleri kişiden, varlıktan korktukları kadar, inandıkları ya da
var olduğunu ileri sürdükleri Tanrı’dan/Allah’tan korkmazlar. Bunlar ilineği
oldukları kişinin, gücün, otoritenin karşısında, gassalin önünde çırılçıplak
uzanan mevta gibidirler. Tam bir teslimiyet içinde o nereye isterse oraya
dönerler. Ve ne yazık ki geriye kalan, aklı, iradesi, hatta bedeni, ilinek
olunan gerçek ya da düşsel/düşünsel varlığa/varlıklara ipotek eylenerek,
varlığım varlığına armağan olsun denilerek üstü çizilen, kendilerine göre değerli
ya da değersiz sıfatlar, statüler giydirilmiş, her biri sureti haktan görünen, birer
insan bakiyesidir4.
Öte yandan; felsefi
düşünen insan açısından, akla dayalı bir biçimde, kavramlarla ve bu kavramların
neliği ve gerçekliğinden hareketle kurulan önermelerin, onlarla örülen ve
eleştiri süzgecinden geçirilen düşüncenin, bilginin nesnesine uygunluğu
temelinde mantıksal bir iç tutarlılıkla ifadesi esastır. Yani ileri sürülen bir
felsefi düşüncenin, ortaya konan bir bilginin, bir metnin öncelikli tutarlılık ölçütü
dışsal bir varlık ya da otorite değildir. Metnin kendisidir. Bunun yanı sıra
felsefede tutarlılığın altın anahtarı, başta bilgi ve değer (etik ve estetik)
olmak üzere siyaset, toplum, eğitim, sanat, kültür, vb. anlayışını da
koşullayan, varlık anlayışıdır. Yani ontoloji, yani bir başka deyişle varlık
felsefesidir.
İlinek ya da ilineğin
ilineğine dönüşmüş olan kişiler için ise ileri sürülen düşüncenin
tutarlılığının, geçerliliğinin ve doğruluğunun mihenk taşı kendi dışında ve
ilineği olunan varlık ya da varlıklardır. Hatta bu noktada tutarlılıktan çok,
ilineği olunan varlığın hoşuna gitmek, onun onayını almak, söylenen her şeyin onun
kabullerine uygun olana bağlanması, kendini nakzetmek pahasına biat bildirimine
dönüşmesi geçerli tek ölçüttür. İlineği olunan varlıklar ise eleştiriden,
sormadan sorgulamadan aridir. Hatta onlar söz ve eylemlerinden dolayı
sorumsuzdurlar. Onlara yalnızca biat ve itaat edilir.
Felsefi düşüncede ileri
sürülen bir bilginin en önemli özelliklerinden birisi de eleştirel olmadır. Konu
edinilen şey ister bir bilgi kırıntısı olsun, isterse kapsamlı bir metin, daima
eleştirel bir değerlendirmeden geçer. Ona ilişkin ifade edilen her önerme,
aklın, onun neliği ve gerçekliğini dikkate alan çok yönlü eleştirel
değerlendirme süzgecine tabidir. Çok yönlü olmasının temel nedeni şudur:
Her bilgi, her daim,
varlığın dününe aittir. Yani hem nesnesi hem de kendisi itibariyle geçmişte
kalmıştır. Bu anlamda her bilgi, her metin toplumsal-tarihsel bir nitelik taşır
ve dünden seslenir. Bu niteliği dolayısıyla, onun üzerine kurulacak her önerme,
ileri sürülecek her düşünce, yalnızca bir değerlendirme değil, esas olarak antropolojik,
hatta felsefi antropolojik temelli eleştirel bir değerlendirme olmak
zorundadır. Çünkü tarihsel-toplumsal bir metnin ve onun aktardığı bilginin
eleştirel bir değerlendirmeden azade tutulması, nesnesi çoktan değişmiş ya da
ortadan kalkmış, yani nesnesini yitirmiş bir metnin, yanılsamalı bir biçimde
tartışılmaz, dokunulmaz, zaman ve mekân üstü mutlak bir doğru olarak kabul
edilmesi anlamına gelir. Oysa insanlık tarihinde varlığın gerçekliğine dair böylesi
bir hakikati bütünsel olarak bildiren hiçbir metin, hiçbir kitap yoktur ve
bundan sonra da olmayacaktır. Zaten herhangi bir bilgiye ya da kitaba ilişkin
varlığın gelmişi, geçmişi, şimdisi ve geleceğine dair hakikat bildiriminde
bulunduğu iddiası safsatadan başka bir şey değildir.
Bunun yanı sıra, felsefi
düşünen insan için nesne edinilen şey, inşa edilen ve sürekli değişen toplumsal
gerçeklik ya da onun farklı veçheleri ve süreçleriyse şayet, bu durumda olanı
olması gereken açısından ele almanın ve değerlendirmenin kaçınılmaz bir gereği
olarak kurulan önermelerin eleştirelliği zorunludur. Bu anlamda, hangi genellik,
hangi akademik formellik zırhına büründürülürse büründürülsün, tarafsız önerme,
“tarafsız cümle yoktur”. Hele de konu, bilinçli ya da bilinçsizce inşa edilen
toplumsal-tarihsel-siyasal gerçeklikse, onun şu ya da bu alanına ilişkinse,
tarafsız bir cümle kurmak imkânsızdır. Dahası, epistemolojik anlamda da sıfatı
ne olursa olsun, gerçekliğe, özellikle de toplumsal-tarihsel-siyasal gerçekliğe
dair her bilgi, kabuller temelinde ideolojik bir nitelik taşır5. Bir kabuller varlığı olan insanın,
insanla anlamlanan, insan tarafından insan için yeniden yeniden anlamlandırılan
nesneler, ilişkiler ve değerlerle kuşatılmışlığın dışında bir var oluşu da
mümkün değildir zaten.
Şimdilik bu kadar
girizgâh yeterli olsa gerek. Bu girizgâhı bir yana bırakarak, inşa edilen
toplumsal gerçekliğin bir alanı olarak eğitime ve bu bağlamda da esas olarak Milli
Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un “2023 Eğitim Vizyonu”na gelelim ve bu metni farklı
boyutlarıyla ele alalım:
Misyonsuz
Vizyon Olmaz
Her misyonun, şaşaayla,
şatafatla, tabiri caizse “davul zurnayla” sunulan ve duyurulan bir vizyonu
yoktur. Ancak bu niteliklere haiz her vizyonun mutlaka, dayandığı, sırtını
yasladığı bir misyon vardır.
Peki; “2023 Eğitim
Vizyonu”nun misyonu nedir? Hangi misyona dayanmaktadır? Yeni bir misyon mu vaaz
etmektedir? Yoksa yıllar önce ilan edilmiş, yani “kindar ve dindar nesiller” misyonuna
şal ve süs mü olmaktadır? Bu misyonu öğretmeninden velisine ve öğrencisine,
başta eğitim camiası olmak üzere toplumun geniş kesimlerine bir zoka olarak
yutturmanın mı aracıdır?
Milli Eğitim Bakanının
sunduğu metin, eklektik karakteri, tutarsız ve çelişik niteliğinin yanı sıra
metaforik ve mecazi göndermelere sığınan anlatısı, yer yer felsefi önerme ve
atıflarına, kullanılan felsefi kavramlara rağmen, misyona ilişkin açık seçik
bir bildirimde bulunmamaktadır. Bunun tek ve en önemli istisnası, metnin
tutarsız ve çelişikliğini, bir biat abidesi oluşunu da billurlaştıran, “16 yıllık süreçte yapılanlara, ortaya çıkan
ihtiyaçlar çerçevesinde yeni halkalar eklenecektir” ifadesidir.
Bu ifade, bugüne kadar
başta sözün sahibi dâhil olmak üzere, hiçbir Milli Eğitim Bakanı tarafından
yadsınmayan / yadsınamayan, aksi ileri sürülmeyen / sürülemeyen, “kindar ve
dindar nesiller” yetiştirme misyonunun kabulünü ilan etmektedir. Hal böyleyken,
“Eğitim-öğretim sisteminin hedefi, aklıselim, kalbiselim, zevkiselim sahibi
bireyler yetiştirmek olmalıdır” denilmektedir. Ancak uzun süredir derlenen ve yenilerinin
yetiştirilmesi hedeflenen “kindar ve dindar nesiller”in aynı zamanda nasıl
“aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim” olabileceği sorulmamaktadır. Keza bu niteliklere
haiz bireyler yetiştirmenin bireysel ve toplumsal anlamda nasıl patolojik sorunlar
yaratacağı da düşünülmemektedir.
Bunu, akıl tutulmasıyla,
bilinci din temelli ve yanılsamalı siyasal-ideolojik kabullerle sakatlanmış,
ulufe ve lütuf bekleyen, takım tutar gibi taraf olan sıradan insanın sormaması
sorgulamaması, düşünmemesi bir yere kadar anlaşılabilir olsa da bir öğretmen ve
eğitim bilimci sıfatını da taşıyan Ziya Selçuk’un sorup sorgulamaması, hatta
eleştiri konusu yapıp karşı çıkmaması anlaşılamaz (Anlaşılamaz dediğime
bakmayın! Elbette anlaşılabilir, açıklanabilir! Ziya Selçuk’un ileride, eğer kendisiyle
yüzleşebilirse bugünlere dair hangi satırları yazacağını şimdiden merak
ediyorum!) Dahası, kullanılan hiçbir metafor da bu tenakuzun üzerini örtmeye
kadir değildir. Hele hele “16 yıllık
süreçte yapılanlara, ortaya çıkan ihtiyaçlar çerçevesinde yeni halkalar
eklenecektir” önermesi, “2023 Eğitim Vizyonu” metni içinde ve dışında söylenen
tüm sözleri, lafı güzafa dönüştürmektedir. Çünkü gerçekliğin neliğe galebe
çaldığı, biadın tam bir teslimiyetle deklere edildiği yer burasıdır. Ve gerisi
hikâyedir.
Buna rağmen devam edelim:
Peki; “2023 Eğitim Vizyonu”nun bir ontolojisi var mıdır? Bu ontoloji,
Descartes’in düalist varlık anlayışına mı dayanmaktadır?
Düalizm
ya da “çift kanatlı varlık” metaforu
Milli Eğitim Bakanı
felsefeyi, felsefe tarihini biliyor. Lakin hamaseti ve metaforu da seviyor. Keza
birilerine mesaj vermeyi ve mecazı da…
Descartes’in düalizmi,
her şeyin temeline madde ve düşünceyi, ruh ve bedeni koyan bir felsefedir. “2023
Eğitim Vizyonu” da döne döne çift kanatlı varlık anlayışından, yani düalist bir
ontolojiden söz ediyor. Çift kanatlı bir varlık, yani ontoloji anlayışının tek
kanatlı bir epistemolojiyi mümkün kılmayacağını düşündüğünden olsa gerek ki bir
de bununla koşullanan bir bilgi anlayışını dile getiriyor. Ancak bunu, yani
çift kanatlı epistemolojinin ne olduğunu açıkça ifade etmiyor.
Aksine “Hakikati/gerçeği
parçalama çabasına girişmeyen, insanın evren içindeki kutsal yerini
putlaştırmayan çift kanatlı bir varlık ve bilgi anlayışı” gerektiğini
belirterek, “Bilginin teorik, pratik,
ideolojik ve inançsal biçimlerde parçalandığı bir bakış açısı, gelecek için
umut vermemektedir” beyanında bulunuyor ki bu hem gerçeğin gerçekliğine hem
de onun neliğine aykırıdır. Hatta “teorik,
pratik, ideolojik ve inançsal biçimlerde parçalan”mamış bir bilgi nasıl bir
şeydir, diye sorsak kimsenin söyleyebileceği bir şey yoktur. Çünkü bilgi özelde
nesnelere, yani insanın düşüncesinin konusu olan ve onun nesneleştirebildiği
her şeye, genelde ise varlığa ilişkindir. Her nesne bir var olandır ancak her
var olan bir nesne değildir. Gerçek ya da düşsel/düşünsel anlamda,
düşünülebilen, düşüncenin ve bilme eyleminin konusu olan, adlandırılan her şey
bir nesnedir. Nesneler dünyası ise var olanlar evreni içinde bir zerredir. Bunu
unutarak ya da yok sayarak söylenen her söz, var olanlar evrenini, bilgisinin
değeri (doğruluğu-yanlışlığı) bir yana, yanılsamalı bir biçimde hem zerrenin hem
de o zerreye dair edinilmiş, ortaya konulmuş bilginin sınırlarına hapsetmektir.
Dahası neliği ve gerçekliğini dikkate almaksızın, insanın kendi kabullerini, tartışılmaz
ve mutlak bir doğru olarak sunması ve bu kabuller temelinde de varlığın
bütünsel, parçalanmayan bilgisinin elde edilebileceğini ileri sürmesidir. Ve
yalnızca bir yanılsamadan ibarettir.
Oysa gerçek ve hakikat,
yani onun doğru bilgisi ile kendisi aynı şey olmadığı gibi, varlığın/gerçek
varlığın hakikatini bütünsel olarak bilmek de mümkün değildir. Bunun birinci
nedeni varlığın, yani var olanlar evreninin sonsuz ve sınırsız oluşudur. İkinci
nedeni ise gerçek varlığın sürekli değişiyor olması ve dün elde edilen bilginin
yarın, hatta bugün, hatta aynı gün içinde bile geçersizleşebiliyor, nesnesine
uygunluğunu yitirebiliyor olmasıdır. Öte yandan, hem varlığın sürekli değişmesi
hem çok yönlü ve çok boyutlu olması hem de onun sonsuz ve sınırsızlığı içinde
nesneleştirilebilenlerin bilgisinin (bu bilginin değerinden bağımsız olarak)
elde ediliş yöntemlerine, anlamlandırılma biçimlerine göre farklılıklar
içermesi, gerçek/hakikat aynılığını da bu konudaki bilginin sıfatlarından,
türlerinden arındırılmasını da olanaksızlaştırmaktadır. Keza bilgiyi ortaya
koyan insanın, yani öznenin de çok yönlü çok boyutlu olması, içerisinde
yaşadığı toplumsal gerçeklik içerisindeki öncelikleri, kabulleri, aidiyetleri, özlemleri,
engellenmişlikleri, beklentileri, anlamlandırma saikleri ve var olanlar evreni
içindeki nesne ya da nesnelerle kurduğu bağın/bağların türü de buna engeldir.
Hal böyleyken, “2023
Eğitim Vizyonu”nda genellikle insan için, nadiren de varlık anlayışı için
kullanılan “çift kanatlılık” metaforu ve bununla bağlantılı olarak kurulan önermeler,
gerçeğin gerçekliği ve hakikati söz konusu olduğunda, yerine göre yalnızca
güzel sav sözler olmaktan öte geçmemekte ve hükmünü yitirmektedir. Aynı durum
ontoloji için de geçerlidir. Eğer metnin ontoloji kabulü Descartes düalizminden
ibaret değilse ya da var olanlar içinde bir var olan olarak yalnızca insana
indirgenmemişse, söz konusu metnin ontolojisi, “ontoloji” kavramına yüklenmiş
bir ontolojidir.
****
Bu bölümün ikinci
cümlesinde dedik ki “Ziya Selçuk hamaseti seviyor”. Hem de kendisinin de içerisinde
yaşadığı toplumsal gerçekliğe gözlerini kapatmak, alenen gerçeğin gerçekliğine
aykırı beyanda bulunmak pahasına seviyor. Ve diyor ki “Bugün toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlar başta olmak üzere,
ülkemizde hemen her alanda ortaya konan başarı hikâyelerini, eğitim alanında
yapacaklarımızla taçlandırmanın tam zamanıdır.” Hem de bunları, ekonomik
kriz ortamında, para bulmak için birileri yaban ellerde uluslararası tefecilerin
kapılarını aşındırırken, yine birileri “ekonomik kurtuluş savaşı”ndan söz
ederken ve bunun bir “beka sorunu” olduğunu dile getirirken söylüyor. İşin
siyasi tarafına değinmeye gerek yok. Çünkü o tam Allah’lık! Şimdilik Allah’a
havale edelim gitsin. Lakin toplumsal çözülme ve kültürel çürümenin, değer
erozyonunun eğitim, yargı, siyaset, ahlak, ekonomi, vb. alanlarda zirve yaptığı
koşullarda toplumsal alana ilişkin başarıdan söz etmekse akıllara ziyandır.
Lakin aşağıda aktaracağım alıntıda da fark edeceğiniz gibi, hamaset bir kez
başlamaya görsün, orada gerçekliğin hakikati sırra kadem basar. Felsefe mi? Onu
hiç sormayın! Neyse… Ziya Selçuk’un yukarıdaki sözlerine dönelim:
Bu sözler, sıradan
biri, yani lütuf, ulufe bekleyen bir kişi tarafından, yalnızca birilerine selam
çakmak, topuk selamına durmak zorunda olunduğu için söylenmişse, gerçekliğe
uygun olmadığı halde, “eeh” denilip kibarca “Lütfen aynaya bakın!” tavsiyesinde
bulunulabilir. Lakin bu sözlerin sahibi, tüm öğretmenlere, öğrencisinden
velisine ve eğitim bilimcisine dek, eğitim camiasına örnek olması gereken, onun
lideri olarak öne çıkan, bunlar yetmezmiş gibi, bir de üstüne üstlük, “ahlaklı
çocuklar yetiştirmek”ten, “ahlak telakkisi”, “etik”, “epistemoloji”, “değer” ve
“değerler”den söz eden birisiyse, normal koşullar altında kendisi bile
söylediklerine “Ehh! Durum öyle gerektiriyordu” deyip geçemez. Eğer geçiyorsa
ya da geçmişse, biline ki etik tutarlılık da “ahlak telakkisi” de hükmünü
çoktan yitirmiştir. Ahlak üzerine söylenen onca sözün, onca göndermenin, hele
hele “İnsanın akıl ve kalple çift kanatlı olmasına dair” yapılan onca
metaforun, metafor olmaktan öte hiçbir hükmü kalmamıştır. Yani abesle
iştigaldir.
Zaten bu metaforun
bir kanadını oluşturan “kalp” mecazının da hangi tahayyülle söylenmiş, hangi
anlamlandırmayla hangi değer atfedilmiş olursa olsun, gerçeklikte “kalp”in organik
ve hayati işlevinin dışında, her hangi bir değeri de amacı da bulunmamaktadır.
Çünkü insan için kalp, ne düşünme ve akletme yetisine haiz bir organdır ne de
ruhsal/duygusal yeteneğe haiz bir organ. Tıpkı, böbrek, dalak, ciğer, göz,
kulak, burun, bağırsak ya da mide, vb. gibi organlardan birisidir. Bunlar ne
kadar akledebilirse, bunlar ne kadar ruhsal/duygusal faaliyette bulunabilirse
“kalp” de ondan ötesini yapmaya yetenekli değildir. Bu durumda “kalp”in yerine,
safra kesesi konulmasında da herhangi bir mahzur olmasa gerek.
Yukarıda olduğu
gibi, uzunca değerlendirme yapmayacağım bir hamaset örneği daha: “Bizim
mücadelemiz dünyaya ve doğaya pusu kuranlara, bilimi ve eğitimi kötüye
kullananlara karşıdır.” “Bilimin rehberliğinde ve vicdanımızın pusulasında bir
bakış geliştirdiğimiz sürece Anadolu’daki varlığımızın bin yıllık iyi
örneklerle bezeli birikimine ve mirasına tam manasıyla sahip çıkmış oluruz.” Felsefi
düşünmenin ve düşüncenin, sorgulama ve eleştirellik özelliğini dikkate alırsak,
Milli Eğitim Bakanı burada, 16 yıllık süre içinde “Bilimin rehberliğinde”
yürünmediğinden ve “vicdanımızın pusulasında bir bakış geliştir”ilmediğinden,
“Anadolu’daki varlığımızın bin yıllık iyi örneklerle bezeli birikimine ve
mirasına tam manasıyla sahip çık”ılmadığından söz ediyor ve eleştiri ya da özeleştiri
yapıyor olmalı, diye düşünüyorsunuz.
Peki; hakikat öyle
mi? Yanıtı yukarıda da aktardığım ve “2023 Eğitim vizyonu”nun 23. sayfasının
sonunda yer alan kendi cümlesinde saklı… Lütfen okuyun. Ve bu yazı boyunca
aklınızdan hiç çıkarmayın!
Şimdilik son bir
örnek daha: “Bu bakış bizi gerçeğin ve insanın parçalanmasından kurtaracak ve
“çoklukta birlik” anlayışının önünü açacaktır. Aynı bakış bizi zıtların
çatışmasından doğan paradoksal birliğe götürecektir. Bu anlayış biz ve öteki
ayrımlarını aşarak “hepimiz” olma bilincini diri tutacaktır. “Hepimiz aynı
takımdayız” duygusunu hissettirecektir.” Açıkça fark edilebileceği gibi, Ziya
Selçuk, teorik ve felsefi olarak nitelenebilecek söz öbeklerini bile birilerine
mesaj vermeye dönüştürüyor. Ancak bunlara rağmen, “Niye hiç kimse “2023 Eğitim
Vizyonu”nun felsefesine dair yazmadı?” diye soruyor. Biz de soralım: Hangi
felsefesine dair? Hangi ontolojisine, hangi epistemolojisine, hangi aksiyolojisine
dair? Yani, hangi değer felsefesine, hangi etik ve estetiğe dair? Ya da metinde
kullanıldığı haliyle, hangi ahlak telakkisine dair?
Biz yukarıdaki
soruları soruyor olsak da hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki başka birileri,
metnin içinden felsefi önermeler, kavramlar ve deruni anlamlar atfettikleri
metaforik ve mecazi sözleri seçerek, “2023 Eğitim Vizyonu”nun felsefesi üzerine
güzellemeler yapacaktır. Daha şimdiden, birilerinin kâğıda kaleme, pardon
klavyeye sarılıp, Ziya Selçuk’un ya da daha doğru bir deyişle “2023 Eğitim
Vizyonu”nun “ideal insanı” üzerine bildiriler hazırlamaya giriştiğini, bu
konuda duyurular yaptıklarını biliyorum.
Lakin hiç kimse
unutmamalıdır ki felsefe ve felsefi düşünme birilerine ya da bir şeylere
güzellemeler yapma, övgüler düzme sanatı değildir. Bu övgü ve güzellemeleri
yaparken kurulan önermelerin ve kullanılan kavramların felsefi niteliği hiçbir
düşünceyi, hiçbir metni, herhangi bir kişi için (elbette yönetmenin talimatları
doğrultusunda film setinde bir ışıkçı gibi davrananlar ya da birilerine yaranma
yarışına girenler hariç) felsefe metni kılmaya yetmez. Çünkü felsefe ve felsefi
düşünme esas olarak, akla dayalı bir biçimde ve onu dışsal hiçbir varlığın
hizmetine koşmadan, eleştirel bir düşünüşle sorma, sorgulama ve düşüncelerini
temellendirerek, tutarlı bir biçimde ortaya koyma etkinliğidir. Felsefi düşünen
insan, gerçekliğe gözlerini kapatmaz. Dahası her felsefi metnin tutarlı olması
gerektiğini de tutarlı her metnin felsefi olmadığını da unutmaz. İster yazılı
olsun isterse sözlü, söylemle eylem arasındaki tutarlılık ilişkisini de
kavramların ve önermelerin neliği ve gerçekliğini de gözden ırak tutmaz. Çünkü
bilir ki “El aleme verir talkını, kendisi yutar salkımı” anlayışıyla
tutarsızlık ve savruluşların egemen olduğu yerde peyda olan, felsefeden çok,
kişisel ya da grupsal beklenti ve çıkar saikleriyle boy veren, birilerine
yaranma, birilerini kandırma kaygısıyla yapılan siyasal-ideolojik ya da dinsel
temelli demagojidir. Bundan dolayıdır ki nelik ve gerçeklik ilişkisi kadar,
düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş tutarlılığı da önemlidir.
Gerçeklik Bağlamında 2023 Eğitim Vizyonu
Gerçeklik
bağlamında “2023 Eğitim Vizyonu”, içerdiği felsefi önerme ve kavramlara,
metafor ve mecazlarına rağmen, felsefi bir metin olmaktan çok siyasi ve
ideolojik bir metindir. Çünkü işlevi, belirlenmiş misyonu hayata geçirmektir. Bu
da eşyanın tabiatına, yani üç temel işlevinden biri siyaset ve ideoloji
aktarımı olan eğitime, sistematik eğitim gerçekliğine uygundur. Ancak metnin “yaşadığımız çağın meydan okumalarına karşı
gerekli tüm hazırlıklarımızda, eğitim meselesinin ideolojik olmaktan
çıkartılması ve pedagojik zemine oturtulması şarttır” sözleri bir bildirim
olmanın dışında, hem gerçekliğe hem de eğitimin, sistematik eğitimin neliğine
uygun değildir. Buna rağmen telaffuz edilmesi ise eğer bir klavye azizliği
değilse, bilinçli ya da bilinçsizce bir yanılsama yaratmaya yönelik, ideolojik
bir yaklaşımın ve anlayışın dışavurumudur. Hedef kitlesini ve olası
muhaliflerini, dahası onlardan gelebilecek eleştirileri daha baştan manipüle
etme, önem atfederek üzerinde durduğu “toplumsal mutabakat” zeminini bir
manipülasyon üzerine kurmak için ön alma girişimidir.
Keza aynı sözler,
olanın olması gereken açısından eleştirel bir değerlendirilmesinin sonucuysa,
bu durumda da mevcut olan eğitimin ideolojik ve siyasal saiklerle
düzenlendiğinin ve tahkim edildiğinin itirafıdır ki 2002’de başlayan bu on altı
yıllık sürecin mimarlarından biri de Ziya Selçuk’tur. Şimdi aynı mimar eğitim
camiasına ve topluma, sanki pedagoji ideoloji dışıymış gibi, bir yandan “16 yıllık süreçte yapılanlara, ortaya çıkan
ihtiyaçlar çerçevesinde yeni halkalar eklenecektir” derken, diğer yandan da
“eğitim meselesinin ideolojik olmaktan çıkartılması”ndan ve “pedagojik zemine
oturtulması”ndan söz ediyor. Hangisine gözlerimizi kapayalım? Hangisini
görmezlikten gelelim de siyasal ve ideolojik bir metnin içine serpiştirilmiş
felsefi önermelerin peşine takılıp onun sözüm ona felsefesi üzerine
değerlendirme yapalım?
Aslında Ziya
Selçuk, her eğitim bilimci gibi işin aslını ve sistematik eğitimin asli
işlevini/işlevlerini biliyor. Keza sistematik eğitimin, toplum mühendisliğinin
en temel, en önemli, en etkili ve en kitlesel araçlarından biri olduğunu da
biliyor. Evet; sistematik eğitim, siyasal-ideolojik, kültürel ve ekonomik
işlevleri temelinde bir toplum mühendisliği faaliyetidir. Bakmayın siz,
iktidarın, adlarının önünde kendilerinden büyük sıfatlar taşıyan her soydan ve
boydan, her renkten ve dinden, kadını erkeğiyle televizyonlarda boy gösteren
gazetecisinden eğitim uzmanı kesilen zevatına dek bir misyoner edasıyla ağız
dolusu söz eden, hatta kendilerine karşı çıkanları “toplum mühendisliği
yapmak”la, “algı operasyonu yapmakla” itham eden hempalarına… Aslında,
sırtlarını bilumum muktedire dayayarak asıl kendilerinin yaptığı bir algı operasyonudur6.
Bu toplum
mühendisliği faaliyeti, genelde bir toplumsal formasyonun, günümüzde ise
kapitalizmin ve onun egemen sınıflarının ve yönetici kesimlerinin, hem
ihtiyaçlarının hem kendi iç çatışmalarının hem de sınıflar mücadelesinin bir
gereği ve sonucu olarak, “Nasıl bir insan?” “Nasıl bir toplum istiyoruz?”
sorularına verdikleri yanıtlar temelinde şekillenir ve içerik kazanır ki “2023
Eğitim Vizyonu”nda “Yetiştirmek istediğimiz insan profilini ortaya koymadan ve Türkiye’nin
eğitimde ihtiyacı olan paradigmayı belirlemeden ruhu, istikameti, gaye ve
felsefesi olan bir evrensel pedagoji yaratmamız güçtür.” satırlarını yazan
Ziya Selçuk’un bundan bihaber olduğunu bir olasılık babında düşünmek bile
saflıktır. Buna rağmen Selçuk, “eğitim
meselesinin ideolojik olmaktan çıkartılması ve pedagojik zemine oturtulması”ndan
söz ediyor, hadi şunun felsefesine bir bakın diyor. Sanki 2003’ten bu yana
eğitimde yapılanların mimarlarından birisi kendisi değilmiş, sanki ortağı
olduğu eğitim kurumlarında uygulanan sistematik eğitim ideolojik değilmiş gibi…
Dolayısıyla bu metnin bütününü de içinde dile getirilen tek tek önermeleri ve
açıklamaları da toplumsal-tarihsel gerçeklikten bağımsız olarak ele almak ve
değerlendirmek doğru değildir. Aksine hem gerçekliği dikkate almak hem de
eleştirel düşünmenin mihenk taşına başvurmak gerekir.
Örneğin; “Eğitimde
başarılı görülen her değişim, dönüşüm ve reform sağlam felsefi yaklaşımlarla
desteklenmiştir” denildikten sonra hiç kimsenin itiraz etmeyeceği “Eğitimin ana öğesi ve baş öznesi insandır.”
önermesine yer verilmektedir. Bu bağlamda, “2023 Eğitim Vizyonu Belgesi’nin en temel felsefi önermesi insanın,
ontolojik birlik ve bütünlüğü içinde yeniden ele alınmasıdır. İnsanı tekrar hak
ettiği biçimde eğitimin gündemine taşımaktır.” cümlesi telaffuz edilmektedir. Ve
bunun biraz altında da şu önerme yer almaktadır: “Ülkemizin bugün için
eğitimdeki en öncelikli konularından birisi ayrıştırıcı tüm özelliklerinden
arındırılmış insana bir bütün olarak eğilebilen sistemi kurmaktır.”
Bugüne kadar
yaşanan gerçekliği dikkate almadığınız, aklınıza ve eleştirel düşünmeye
başvurmadığınız sürece buna kimin itirazı olabilir ki… Lakin meri olan yaşanan
gerçeklik ve onun hakikatinin hükmüdür. Peki; bu kabullerden hareket
ettiğimizde karşımıza çıkan nedir?
Eleştirel okumaya
alıntıladığımız son cümleden başlayalım: “2023 Eğitim Vizyonu Belgesi” ve onun
müsebbibi Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, aslında diyor ki “Ülkemizde
uygulanan eğitim ayrıştırıcı özelliklere sahiptir”, bu eğitim sistemi “insana
bir bütün olarak eğilebilen sistem” değildir. Eğer bu işte hiçbir dahliniz
yoksa siz dışarıdan bakan bir kişiyseniz yukarıdaki sözler bir saptamadır.
Ancak bu sürecin, mevcut eğitim sisteminin, yani ayrıştırıcı ve insana bütünsel
olarak eğilemeyen bir eğitim sisteminin mimarlarından biriyseniz, bu sözler bir
itiraftır. Bu itiraf, bir samimiyetin ve aynı yanlışları ve hataları, kasıtlı
olarak ya da sehven yapmak istemediğinizin ifadesiyse şayet, bu durumda bir
özeleştiriyle taçlandırılması gerekir. Ancak özeleştirinin uzağından bile
geçilmemektedir.
Keza bir üstte yer
alan önermenin de bundan aşağı kalır yanı yoktur. Belgenin “en temel felsefi
önermesi insanın, ontolojik birlik ve bütünlüğü içinde yeniden ele alınmasıdır.
İnsanı tekrar hak ettiği biçimde eğitimin gündemine taşımaktır” denilmektedir
ki bu söz de biraz önceki kadar bir itiraf niteliğine sahiptir. Ve mimarı
olunan süreçte “insanın ontolojik birlik ve bütünlüğü içinde” ele alınmadığını,
bundan sonra onu “tekrar hak ettiği biçimde eğitimin gündemine taşı”yacakları
vaadini içermektedir. Peki; bunun siyasi sorumlusu, eğitim bilimci ve
teknokrat/bürokrat olarak sorumlusu, mimarı kimdir? Aramayın! Ne soru var
ortalıkta ne yanıt! Elbette sorumlu da yok.
Keza benzer bir durum “Eğitimde başarılı görülen her değişim, dönüşüm ve reform sağlam felsefi yaklaşımlarla desteklenmiştir” önermesi bağlamında da geçerli. Temellinde felsefenin, en azından bir eğitim felsefesinin olmadığı bir eğitim sisteminin kurulamayacağının da ifadesi olan önerme, gerçekliği dikkate almadığınızda “nurlu ufuklara doğru” ve “çift kanatlı”lık metaforuyla uçuşa geçişin müjdecisi gibi duruyor. Lakin unutanlar ya da o günleri bilenler için anımsatalım: “Newton’cu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiyoruz” denilerek, bunun “Eğitimde devrim” olduğunun ilan edildiği günlerin ve yılların Talim Terbiye Kurulu Başkanı (TTK) ve bu işlerin mimarlarından biri Ziya Selçuk’tu. Ve o günlerin de ağızlarda çiğnene çiğnene çürütülen, bir öğretme yöntemi ve felsefesi olmaktan çok bir bilgi öğrenme yaklaşımı olmasına rağmen, bir eğitim felsefesiymişçesine telaffuz edilen “yapılandırmacılık”, yani “constructivism” kavramıydı. Metaforu da “Bayrak direği”ydi. Ve daha, “kindar ve dindar nesiller” misyonu ilan edilmemişti. Şimdi, tüm bunlar hiç yaşanmamış hiç olmamış gibi, dahası bunların hiçbirinden haberi yokmuşçasına Ziya Selçuk eğitim camiasına şunları söylüyor:
“İnsan odaklı eğitim anlayışının ve
felsefesinin zirve yaptığı nokta, ontoloji ile epistemoloji birlikteliğini bir
ahlak telakkisiyle taçlandırmaktır.” Elbette haklıdır. Alıntılanan sözde
olduğu gibi, ahlak ahlayışı, yani genelde aksiyoloji, özelde ise estetik ve
etik, ontoloji ve epistemoloji üzerine temellenir ve telaffuz edenlerden de
tutarlılık bekler. Özellikle de etik, ahlak felsefesi, yani ahlak telakkisi
(anlayışı). Burada sözü uzatmayacağım. “Peki; hangi ahlak? Kimlerin ahlakı?
Toplumun, özellikle de televizyon ekranlarına çıkıp bir yalan
makinesiymişçesine yalanı hakikatmişçesine yüzleri bile kızarmadan söyleyerek,
gençlere rol model olanların ahlakı mı? Yoksa bu yalanları söyleyenlerin
karşısında, boyunlarını dalından koptu kopacak bir incir edasıyla bükenlerin
ahlakı mı?” diye sorsam da yanıtının peşinde koşmayacağım.
Bunun yerine daha
somut bir konudan söz edeceğim: Geçtiğimiz aylarda, Milli Eğitim Bakanı Ziya
Selçuk, gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra, yetersiz de olsa ilköğretime
başlama yaşının 60 aydan 69 aya çekilmesi iznini aldı ve bunu karar olarak
kamuoyuna açıkladı. Bu önemli bir adımdı. En azından bir teşekkürü hak etti. Ancak
aynı Ziya Selçuk, 48 aylık çocukların Kuran eğitimi ve öğretimine tabii
tutulmasına ilişkin tek bir cümle kuramadı. Tek bir itiraz kelimesi telaffuz
edemedi. Peki; neden? İşte “2023 Eğitim Vizyonu” belgesinde söylenen onca
önermeye, akademik, teorik, felsefi söze, göndermeye, metafora rağmen sorunun
odak noktası da bam teli de buradadır. Buradan hareketle, işte şimdi
sorularımızı sıralayabiliriz:
Milli Eğitim
Bakanının “İnsan odaklı eğitim
anlayışının ve felsefesinin zirve yaptığı nokta” dediği ve “ontoloji ile epistemoloji birlikteliğini”
taçlandırmaktan söz ettiği “ahlak
telakkisi” bu mudur? Bakanın, insan odaklı eğitim anlayışıyla yetiştirmeyi
tahayyül ettiği çocuklar ve gençler böyle davranması istenen, yani gücü görünce
sesini soluğunu kesip hiçbir şey olmamış gibi davranan, gücün karşısında vecd
içinde secde eyleyen, gerçekliğe ve hakikate rağmen sus pus olan bireyler
midir? Peki; “bireyi beşerlikten
insanlığa tekamül ettire”cek eğitim anlayışı ve onun temeli olacağı
söylenen “ahlak telakkisi”yle hedeflenen böylesi insanlar yetiştirmek midir?
Böylesi bir anlayışla, bireyi beşerlikten insanlığa tekamül ettirecek bir
eğitim sistemi kurulabilir mi? Böylesi bir eğitim ve ahlak anlayışıyla birey
beşerlikten insanlığa tekamül ettirilebilir mi? Yoksa böylesi bir anlayışla iki
yüzlülüğü ve riyakarlığı içselleştiren, güce tapan, gücün karşısında kendi
doğrularından bile vaz geçen, ilineğin ilineği olmakla karakterize olan ve
bundan zerre gocunmayan, utanmayan kişiler mi yetiştirilir? Sözü yeni sorularla
uzatmaya gerek yok. Çünkü her şey ortadadır. Gerçeklik ve nelik bağlamında
eleştirel sorgulamaya tabii tuttuğunuzda “2023 Eğitim Vizyonu” lime lime
dökülmektedir.
Oysa en alelade
felsefe metni bile, içerisinde çarpıcı tutarsızlıklar barındırmadığı, alenen birbirini
nakzeden önermeler içermediği sürece bu denli dökülmezdi. Gerçeklik bir yana,
mantıksal kurgusu ve tutarlılığı nedeniyle size direnir ve uğraştırırdı. Ancak Bakanın,
“felsefesine dair niye yazılmadı?” diye sorduğu “ eğitim vizyonu” bir felsefe
metni değildir. Yukarıda da belirtildi: Bir metnin felsefi önermeler, kavramlar
taşıması, bunların yoğunluğu ne olursa olsun, o metni felsefi kılmayacağı gibi,
felsefesinin olduğu anlamına da gelmez. Ki eleştirel değerlendirme konusu metin
de zaten yerine göre pedagoji terminolojisiyle bezenmiş, yerine göre ve sözüm
ona “toplumsal mutabakat” adına toplumun, başta muhalif olmak üzere, değişik
kesimlerine göz kırpan, teorik siyasal-ideolojik bir metindir. Hem de bu
niteliğine bakmaksızın, ironik bir biçimde eğitimi ideolojiden kurtarmak
gerektiğini vaaz eden bir metin. Bunun da apaçık bir çelişki ve tutarsızlık
olduğunu anımsatmama gerek var mı?
Sözün Bittiği Yer
“2023 Eğitim
Vizyonu” Türkiye’de eğitimin, iktidarın/iktidarların oyun alanı olduğu, eğitim
sisteminin tepeden aşağıya ve içeriği dâhil en ince ayrıntısına dek onun
tarafından tanzim edildiği gerçeği ve hakikatini yok sayarak, “her eğitim sistemi, içinden çıktığı
toplumun bir aynasıdır” diyerek gerçeğin ve hakikatin üzerini örtüyor.
Yaşanan eğitim enkazının sorumluluğunu siyasi iktidarın, onun görevlendirdiği,
atadığı bakan, eğitim bilimci, teknokrat/bürokratların üzerinden alarak,
eğitimin biçiminden içeriğine dek hiçbir belirleme ve denetleme hakkı
bulunmayan sokaktaki insanın sırtına yüklüyor. Oysa Türkiye gibi ülkelerde
eğitim sistemi toplumun değil, iktidarların boy aynasıdır. Onların düşünsel
düzeylerinin, entelektüel kapasitelerinin derinliğini-sığlığını,
genişliğini-darlığını, çaplarının ne olup ne olmadığını gösterir.
Buna rağmen hiç
kimseden itiraz yok! Ne de olsa toplum sahipsizdir. Ona her türlü kötülüğü,
olumsuzluğu yükleyebilir, her sözü söyleyebilirsiniz. Ona yüklediğiniz
olumsuzluklarla kendinizi ve efendilerinizi temize çekebilirsiniz. Onu yerin
dibine batırabilir, kendinizi ve efendilerinizi pürü pak eyleyerek zirveye
yerleştirebilirsiniz. Lakin onun tekil ya da tikel unsurlarından,
görünümlerinden herhangi birinin kılına dokunmaya kalkar, bunlardan birine
olumsuz bir söz söylemeye yeltenirseniz, elbette sıfatınıza, statünüze ve
makamınıza da bağlı olarak, düzenin bilumum kanun ve güvenlik gücünü karşınızda
ya da yanı başınızda görebilirsiniz. Hal bu olunca “Hikmetinden sual olunmaz ya
bu ne hikmettir Allah’ım!” demekten öte bir şey kalmaz geriye…
Keza, benzeri bir
el çabukluğu marifet anlayış ve yaklaşımını
“her eğitim sistemi öğretmenlerin omuzlarında yükselir ve öğretmeninin
niteliğini aşamaz” sözleriyle sergilemekten geri durmuyor, “2023 Eğitim
Vizyonu”. Yukarıdaki önerme gibi, ilk bakışta doğruymuş gibi algılanan bu
genelleme önermesi, özel-genel, nelik-gerçeklik ilişkisini kurarak düşündüğünüz
ve sorguladığınızda gerçekliğin ve onun hakikatinin üzerini örtmektedir. Çünkü
eğitimde yaşanan enkazın faturasını bu kez de öğretmenlere kesiyor. Bir genel
önermenin ardına saklanarak, ‘öğretmenin düzeyi ve niteliği neyse, eğitim
sistemindeki çıktının seviyesi de odur’, tabiri caizse ‘başka ne bekliyorsunuz
ki her şey öğretmeniniz kadardır’, hükmünü veriyor. Lakin söyleneni anlama sorunundan ya da
onların da benzer bir anlayışa sahip olmalarından kaynaklı olsa gerek ki öğretmeni
günah keçisine dönüştüren, sorunun vebalini onun sırtına yıkan bu hüküm
karşısında hiçbir eğitim sendikasından zerre bir itiraz, zerre bir eleştiri
yükselmiyor.
Yalnızca eğitim
sendikalarından mı? Elbette hayır! Bir televizyon programında, daha önce
yönetici sıfatı taşıyan bilumum zevat-ı muhteremin telaffuz ettiği sözlerin
benzerini soruya dönüştüren Onur Buldu’ya demediğini bırakmayan öğretmenler de
ya söyleneni anlama sorunu yaşadıklarından ya da sözü söyleyenin sıfatına göre
tavır aldıklarından olsa gerek, sukut ikrardan gelir dercesine susuyorlar, “gık”
bile diyemiyorlar. Hatta bazıları, bu ve bunun dışındaki açıklamalarda telaffuz
edilen benzeri önermeleri duyduklarında kendilerinin, yani öğretmenlerin onore
edildiğini bile düşünüyorlar. İşte bunlara tanık olunduğu zamanlarda, “2023
Eğitim Vizyonu”nun yukarıdaki hükmüne katılmaktan geri alamıyor, insan kendini.
Ancak devletlûlar ve onların işgüderleri ne derse desin, bu anlarda bile
gerçekliğin hakikatini düşünüp, böylesi öğretmenlere rağmen, eğitim sisteminin
biçim ve içeriğini düzenleyenlerin öğretmenler olmadığını anımsamak gerek.
“2023 Eğitim
Vizyonu”nda yer alan ve yukarıda aktardığımız sözlerine rağmen, bir eğitim
bilimci olarak Ziya Selçuk’un, eğitim alanına ilişkin bunca yıllık akademik ve
teorik donanımına, entelektüel kapasitesine rağmen en büyük şanssızlığı (belki
de kimilerine ve kendine göre şansı), MEB’te görev yaptığı günden bu yana
yapboz tahtasına dönen eğitimde yaşanan sürecin mimarlarından, bu sürecin
temellerini atanlardan biri olmasıdır. Dahası Milli Eğitim Bakanı sıfatı ve
statüsüyle de “2002’den bu yana gerçekleştirilen”leri “niceliksel başarı
hikayesi” diye niteleyerek onaylaması ve sahiplenmesidir. Hatta sözlerini, hiçbir
eleştiri ve özeleştiri girişimine yeltenmeksizin “16 yıllık süreçte yapılanlara, ortaya çıkan ihtiyaçlar çerçevesinde
yeni halkalar eklenecektir.” diyerek bitirmesidir ki bu söz Nermi Uygur’u
anımsatıyor bana.
Ve onun, her öğretmenin,
her eğitimcinin, eğitim bilimcinin kulağına küpe yapması gereken şu sözlerini: “Biricik
geçerli bir tekkültürün işgüderi olmadığını açık-seçik bilmek zorundadır
eğitimci.” Uygur
öğretmeninden, eğitim bilimcisine ve akademisyenine dek tüm eğitimciler için
der ki eğitimcinin, eğitim bilimcinin “İşi, görevi, sözüm ona resmen
kendisine buyurulanları yerine getirmek” (yani egemenlerin işgüderi olmak) “değildir7”.
Peki; eğitim
bilimciler, eğitimciler egemenlerin işgüderi, yani “işi, görevi, resmen kendisine buyurulanları yerine
getirmek” olursa ne mi olur? Eğer yanıtı çok merak ediyorsanız, önce
Milli Eğitim Bakanına bakın derim. Sonra da toplumsal-tarihsel gerçekliği ve
sorunun neliğini dikkate alarak “2023 Eğitim Vizyonu”nu okuyun! Her önermenin,
her cümlenin bir soyutlama olduğunu unutmadan, her genellemeyle aslında hangi
özellerin kapsanıp hangilerinin dışarıda bırakıldığını, neyin/nelerin
gösterilmeye çalışılırken nelerin üstünün örtüldüğünü düşünerek okuyun! İşte o
zaman ne olduğunu da ne olabileceğini de fark edersiniz.
Peki; başka ne mi
olur? Hem eğitim bilimci hem de “öğretmen, düzenin duvarındaki tuğla”ya
dönüşür. Sonra da ya bilinçli ve kasıtlı olarak ya da “derya içre olup da
deryayı bilmeyen balıklar” misali bilinçsizce, “eğitim meselesinin ideolojik
olmaktan çıkartılıp pedagojik zemine” oturtulmasından söz eder. Yetmez! Enkaza
dönüşmüş eğitim sisteminde olup bitenleri “niceliksel başarı hikayesi” olarak
niteler ve bunu taçlandırmaktan bahseder.
Peki; “Tüm bunları
söylerken insan kendisini mi kandırmaya çalışır yoksa karşısındakini mi?” ya da
“Bu hangi felsefeye, hangi ontolojiye, hangi epistemolojiye, dahası hangi ahlak
telakkisine, kimin/kimlerin ahlakına sığar?” diye sorarsanız. “İşte burası
biraz karışık!” derim size… Karar sizindir efendim! Eğer bir karara
varamazsanız da sakın kafanıza takmayın! En iyisi usulca yerinizden kalkıp aynanın
karşısına geçin ve saçınızı tarayın! “Peki; keller ne yapsın?” diye de
sormayın! Ve yalnızca gülümseyin ya da bir nanik yapın aynadaki görüntünüze…
Kesinlikle iyi gelecektir. Çünkü burası sözün bittiği yerdir.
*
Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 MEB kadroları
arasında sıfatı, müdür, ilçe müdürü, öğretmen vb olan bazı çemişler “Aşk Mavidir Öğretmenim” kitabını ve
beni şikâyet ederek hem kitaba hem de bana ilişkin soruşturma açılmasına neden
oldular. Bu soruşturmada maaş kesim cezasına çarptırıldım ve sürgün edildim.
Aynı konuda, bir tacizciyi (bilerek ya da bilmeyerek) okul müdürlüğüne atayan
ve aynı tacizcinin okul pansiyonunda ve öğrenciler arasındaki özel odasında yatıp
kalkmasında herhangi bir sakınca olmadığına karar veren Ankara İl Milli Eğitim
Müdürlüğü, “Aşk Mavidir Öğretmenim” hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Adli sonuç takipsizlik, idari sonuç ise sürgün!!!!
2 Ersin Vedat
Elgür, Felsefenin Arzusu: Politika,
Notabene Yayınları, 2013
3 İoanna Kuçuradi,
İnsan ve Değerleri, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
4 Selahattin Hilav,
ilk kez “Yazko Felsefe Yazıları”nda yayımlanan, daha sonra da “Felsefe
Yazıları” adlı makalelerinin derlendiği kitapta yer alan “Doğu Korku ve Birey”
başlıklı yazısında, ilinekliği neredeyse “Doğu”yla özdeşleştirir. Sanki ilinek
insan, “Doğu”lu insandır. Oysa “Doğu” bir yön belirtir ve durduğunuz yere, bu
yönü kimlerin, neye göre belirlediğine bağlı olarak değişir. “Doğu”yla
“Batı”yla anlatılan bir yön değil de bir düşünüş, eyleyiş, söyleyiş biçimi
olarak ele alındığında, bir zihniyet sorunu olarak ortaya konduğunda ise “Doğu”da
“Batı”, “Batı”da da “Doğu” vardır.
5
http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/04/ideolojiler-ormanndan-kacs-yok.html
6 Bu “algı operasyonu” sözünün de moda
deyişle “trend” olduğunun farkındayım. İşin aslı ise masa başından, gazete
köşelerinden, televizyon ekranlarından yürütülen siyasal ve ideolojik mücadele
ve propagandadan başka bir şey değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder