FEDERALİZM,
ÖZYÖNETİM …
Üstüne Notlar
Mehmet ERKAN
1-
Giriş
Demokrasi,
federalizm, otonomi/ademi-merkeziyetçilik/özerklik, desantralizasyon, yerel
yönetimler, kamusal alan vb. kavramlarının geçtiği konuşmalara dikkat
edildiğinde, bütün sorunun kitlelerin siyasete katılması, yurttaşların kendi
kendilerini yönettiği bir idari, siyasi ve ekonomik sistemin kurulması, mekân
ve kurumlarının yaratılmasıyla ilgili olduğu görülür. Fakat her iki sınıfın
aydınları aynı kavramları kullandıkları anlarda bile, asla aynı şeyi anlatmazlar.
Sosyalistler açısından sorun ya bir devrim sorunu bağlamında ele alınır, ya da
işçi devletinde sosyalizmin inşası sürecinde işçi sınıfı başta olmak üzere
emekçi kitlelerin sosyalist sınıf bilinciyle donanmış yurttaşlar olarak, mümkün
olduğunca, siyaset sahnesindeki yerlerini almaları bağlamında. Siyaset, kendi
iktidarına sahip çıkmanın, kendi kendini yönetmenin öteki adıdır artık. Burjuva
düşünürleri açısından ise, sorun toplumdaki (yöneticiler-yönetilenler,
sömürenler-sömürülenler) arasındaki sistemin devamını tehdit eden çatlağın
genişlemesinin, uçuruma dönüşmesinin yarattığı tehlikenin onarılmasıdır. Bu
düşünürler, zaman zaman sosyalistlerle aynı terimleri kullanarak, sömürülen
kitlelere sistemin bir parçası olduklarını hissettirecek, siyasal hayattan
dışlanmadıkları sanısını yaratacak kum havuzlarının yaratılması ve onaylarının
alınarak sisteme entegre edilmeleri yolunda burjuvazinin yönetici sınıflarına
akıl verirler.
Örneğin,
burjuva düşünürlerin de sık sık dillerine dolanan bu yukarıdaki kavramlardan
biri olan yerel yönetim birimleri, sosyalistler açısından, kapitalist sistem içinde, “ne katılımın, çoğulculuğun ve taban inisiyatifinin en uygun araçları olduğu için ne de demokrasinin gerçek
beşikleri oldukları için ilgi odağıdır. Önemi, tarihsel süreç içinde sermayenin
ve dolayısıyla emeğin yoğunlaştığı ve hem nesnel hem de ideolojik olarak
yeniden üretildiği mekânlar olan kentlere ait bir olgu olmasıdır.” “Bu yeniden
üretimde, ‘temsil’ gibi yerel yönetimleri de kapsayan ideolojik motifler yer almaktadır.
Sonuç olarak, solun görevi, bu nesnel zemin üzerinden, emekçi kesimlerin
kentsel mekanda ideolojik kuşatılmışlığına düzenli, uzun erimli stratejilerle
müdahale etmektir.” [1]
“Burjuva ideolojisine alternatif bir ‘karşı ideoloji’
oluşturmak hedeflenmelidir. Emekçi kesimlerin siyasallaşması ‘yerel
inisiyatif’, ‘katılım’, ‘özerkçilik’, ‘özyönetim’ vb. kavramlarla
sınırlandırılmamalı. Özellikle ‘belediyecilik’ ideolojisinden uzak durularak,
ülkenin bütününe ilişkin eşitlikçilik, kamuculuk, sömürü karşıtlığı, adalet
gibi motifler öne çıkarılmalıdır. Biraz açmak için ‘katılımcılığı’ ele alalım:
“Katılma ilişkisi, yönetilenlerle devlet arasında bir ilişkidir. Taraflardan
birinin bulunmadığı ya da bir tarafın ötekini etkilemesinin tümüyle olanaksız
olduğu ortamlarda, bir ilişki de söz konusu olamaz.[2]” [3]
Yerel
yönetimlere bugün kapitalist sistem içinde nasıl yaklaştığımız ve yarınki
sosyalizm projemizde nasıl bir yer verdiğimize işaret ederek, bunun
düşüncemizde bir sürekliliği barındırdığını göstermemiz gerekiyor. Eğer yerel
yönetimleri Komün gibi bir işçi hükümetiyle, “Emek’in iktisadi kurtuluşunun
gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçim”le birlikte ele almazsak “komünal
kuruluş bir olanaksızlık ve aldatmaca olurdu”. Çünkü “Üreticinin siyasal egemenliği
onun toplumsal köleliğinin sürdürülmesiyle bağdaşamaz.”
Bu
yazı bütün bu sözü edilen kavramların genel olarak sosyalizm düşüncesi içinde
nasıl bir yer tuttuğuna, tutması gerektiğine dair bir giriş denemesidir. Bu
yazının dolaylı konularından biri bu. Bu nedenle de bu yazıda somut, pratik
çıkarımlar ve öneriler yok. Bunun için, örneğin, az önce sözü edilen Ceyda
Işık’ın yazısıyla ve Metin Çulhaoğlu’nun “Varoşlar
ve Kent Yoksulları ...” yazısına bakılabilir.
Bu
yazının bir diğer, asıl yazılma nedeni de şu: Sosyalizmden komünizme geçişin
uzun süreci kapsayacağını söylüyorsak, (Örneğin Metin Çulhaoğlu, sosyalizmin ve
komünizmin inşasını toplam olarak 100 üstünden 98’i sosyalizm veya bir başka
ifadeyle işçi devleti ve demokrasisi, 2’sinin de işçi demokrasisinin
yetkinleştirilerek aşıldığı bir komünizm olabileceğini tahayyül etmemizi,
ihtimal dahilinde tutmamızı öneriyor[4]), bu,
işçi devletinin siyasal ve idarî yapısı, işleyişi üstüne, yani “devlet aygıtının örgütlenişinde demokrasi”
üstüne daha çok kafa yormamız gerektiği anlamına geliyor. Örneğin “... şu türden sorular, sosyalist demokrasinin genişliği
hakkında bir fikir verebilir: ‘Toplumu devletleştirmeye değil, iktidarı
sosyalleştirmeye ağırlık verecek bir politik sistem’in ana ilkeleri nelerdir?
Burjuva demokrasisinin insanları siyasal yönden atomize eden parlamento, genel
oy, temsil vb. anlayışı reforme edilebilir mi? Siyaset, üretim, özel hayat
arasındaki duvarlar nasıl yıkılabilir? ‘Üretici ile tüketici’, ‘insan ile
siyasal insan’, ‘özel ile kamu’ arasındaki parçalanmışlık, yabancılaştırıcı
ayrımlar nasıl aşılabilir? Siyasetsizliğe geçişi ifade eden bir işçi devleti
hangi ‘alternatif’ demokrasi ilkelerini vazgeçilmez saymalıdır?.. Klasik
marksizmin daima gündeminde olmuş bu sorular, bugün yepyeni bir yakıcılık
kazanmış durumdalar. Bütün yaşanmış deneylerin ışığında, üretim birimlerinin
siyasal alan haline gelmesi, temsilcilerin her an geri çağırılabilirliği,
devlet hizmetlilerinin maddi ve manevi imtiyazlardan yoksun kılınışı gibi
ilkelerin hangi garantilerle sağlamca uygulanacağı üzerine düşünülmelidir.” [5]
Özgürlükçü
Sosyalizm, Adem-i merkezî yerel yönetimlerin bir federasyonu üstüne kurulmalı
ve doğrudan demokrasiye olan inanç ve özgürlükçü komünist toplum görüşüyle
devletçiliğe karşı dinmeyen bir muhalefet yürütmelidir. Günümüzde radikal
özgürlükçü sosyalizmin en önemli sorunu, bu ilkelerle ne yapacağı? Onlara nasıl toplumsal şekil ve içerik
kazandıracağı? Hangi şekillerde ve
hangi araçlarla onları günümüze
taşıyıp ve özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için örgütlü sosyalist bir
hareketin hizmetine sunacağıdır.
2-
Tarihsel Bir Ürün Olarak Yurttaş ve Demokrasi
Demokrasi
tarihsel bir üründür. Yani, tarihsel-kültürel birikimin edinilmişliği, üretici
güçlerin belli bir olgunluğa erişmişliği ölçüsünde demokratik bir sistemin
işlemesi mümkündür. Demokrasi, içine doğduğu toplumun üretici güçlerinin
gelişkinliği ölçüsünde ve tarihsel, kültürel ve politik mirasındaki birikimin
ve deneyimin zenginliği ölçüsünde vardır. Bu da zaman unsurunu dikkate almamızı
gerektirir. Bir demokrasi denemesinin, şartlar yeterince olgunlaşmadan buna
girişilmesi halinde pek az başarıya ulaşma ve yaşama şansı vardır. Toplumun ve
ülkenin tarihsel olgunluğundan, söz edilmesinin sebebi de budur. Bu anlamda,
demokrasinin, belirli bir tarihin, belirli bir tarihsel oluşumun, ürünü
olduğunu söylemek daha açıklayıcı olacaktır. Bu da, demokrasinin bir topluma
ancak büyük güçlüklerle ve çok zaman harcayarak yukarıdan aşağıya
getirilebileceği anlamına gelir.
Bu
tarihsel ve kültürel birikimle, deneyimle donanmış olmak, özellikle işçi
demokrasisi için daha çok önem taşıyor. Çünkü toplumun ezilen, sömürülen
çoğunluğunu yönetime katmak gibi bir iddiası var. Yani üretim araçlarının özel
mülkiyetine son verilmesiyle iş bitmiyor, aksine yeni başlıyor. Hem siyasal
alanda, hem de üretim alanlarında yönetici-yönetilen ilişkilerini değiştirmeye
yönelik adımlar atmak, eski ilişkileri değiştirmek gerekiyor. “Bu da ancak, üretenlerin üretim araçlarına kendilerinin
sahip olduklarını, sosyal mülkiyetin öznesi
olduklarını bizzat günlük yaşamlarında bilmeleriyle, uygulamalarıyla ve siyasal
mekanizmanın da tümüyle kendi iradelerine tâbi kılındığını görmeleriyle, yani
hem üretim alanında, hem de siyasal alanda yığınların çok geniş demokrasisiyle,
üretenlerin yönetme yeteneğine, o gelişkinlik düzeyine yükselmeleriyle, siyaset
ve diğer yönetim organlarını kendi dışlarında, kendi bilgi ve ilgilerinden uzak
bir başka alan, bir uzmanlık alanı, bir yetenekliler işi olarak görmemeleriyle
mümkün”.[6]
Ama devrimlerin gerçekleştiği ekonomik ve toplumsal açıdan görece geri
ülkelerde emekçi çoğunluk, yıkmak konusundaki becerisini hayatın rutin olarak
örgütlenmesinde o kadar çabuk ortaya koyamıyor; çoğunluğun bagajı politik ve
tarihsel-kültürel birikim açısından genellikle pek dolu olmuyor. Bu nedenle, demokrasinin, “demokratik düzenin gelişimi kendi hayatı
üzerindeki söz ve karar alma hakkını elde etmek bilincinde olan bir halkın
oluşması süreci ile koşuttur.” [7]
Miliband’ın bir
cümlesini değiştirerek söylersek: Demokrasi için temel ihtiyaçlardan birisi de,
yurttaşlar arasında genel bir kültürel eşitliğin olmasıdır; böylece, toplumdaki
hiçbir grup sürekli ve sınırsız bir güce ve karar almada da böylesi bir etkiye
sahip olamaz. Politika, işte bu eşitler
arasındaki bir ilişkidir. Yani hukuken eşit olmak, (politik anlamda) yurttaşlık
için gerek şart, ama yeter şart değil; hukukî eşitlik gerçekten eşit olmak
anlamına gelmiyor. Toplumsal, politik anlamda yurttaşlar olarak eşit olmak için
bir “kültürel düzey”
gerekiyor. Gerçek eşitliği belirleyen turnusol kağıdı bu oluyor. Öyle ki,
kültürel düzeyin yetersizliği, işçi devletinde “çoğunluk
kararı” alınmasını engelliyor,
bürokratlaşmayı artırıyor. [8]
Yani, M.
Çulhaoğlu’nun deyimiyle, “devrimin siyasal yanı ile toplumsal
yanı arasında bir boşluk (ya da eşitsizlik)”
görülüyor. Devrimin toplumsal koşullarının nesnel
geriliği ile siyasal gelişme arasındaki
açıyı/boşluğu ve işçi sınıfının tabakaları arasındaki bilincin eşitsiz
gelişiminin yarattığı sorunları, işçi sınıfının ileri unsurları ve onun
partisi, yani öznellik
kapatıyor/dolduruyor.[9] İşçi
sınıfının ileri unsurları işçi sınıfının çoğunluğu adına Sovyetleri taşıyor,
yeni jakoben özne, proletaryanın diktatörlüğünü ikâme ediyor. Proletarya
diktatörlüğü, süreç içinde, “sınıfın devrimci
unsurlarının diktatörlüğü”ne dönüşüyor.
İşçi devleti daha baştan deformasyona mahkûm görünüyor. H. Draper, Lenin’in, ”açıkça,
partinin bir azınlık diktatörlüğünün bilinçle kabul edilmesi çizgisine doğru” yöneldiğini söylüyor. Lenin’i Kamanev, Buharin ve
dönemin Trotskiy’i izliyor, özellikle Trotskiy zaman zaman daha da uç noktalara
giderek.[10] Parti-devlet’ler bu
süreçten geçerek oluşuyorlar.
Dolayısıyla,
“proletarya demokrasisi ‘çok demokratik’ bir siyasal yapıyı değil, toplumdaki
sosyalist ilişkilerin özünden doğan demokrasiyi” anlatmaktadır ve sorun
“teknik” bir sorun değildir. Kuşkusuz, “Özgürlükçü bir perspektifin içeriği ‘şeffaf insan’ değil ‘şeffaf
yönetimler’ ve ‘şeffaf kurumlar’dır.”[11]
Fakat demokratikleştirilmesi gerekenin yalnızca “yönetim” ve “mekanizmaları”
sorunu olmadığı, aynı zamanda eşsiz, yaratıcı ve yetkin bir varlık olarak her
bir bireyin ‘benlik’inin de eksiksiz geliştirilmesi gerektiğinin altını da
çizmek gerekir. Kuşkusuz, “tümüyle gelişmiş birey, tümüyle gelişmiş bir
toplumun sonucudur”. Fakat, bu yönde bir çaba olmadan, yeni tür bir yurttaş
özne, yani kendi kendini yöneten yurttaşın geliştirilmesi söz konusu olmadan,
gelecek toplumdaki ideallerimiz olarak bu toplumsal tahakküm düzeninin yerini
alacak bir özyönetimden ve özetkinlikten bahsedemeyiz; devletin sönmesinden
bahsedemeyiz. “Devletin, onu eleştiren yurttaş karşısında güvenceye alınmasını
değil, tersine, insanın devlet müdahaleleri karşısında güvenceye
kavuşturulmasını; insanın devlet tarafından denetlenmesini değil, devletin
devletsizleştirilip toplumsallaştırılmasını; bürokrasinin ve sosyal kurulların,
işletme ve sanayi kuruluşlarının; ilgili, muhatap kimselerce denetlenmesini
istiyorsak bu gelişkin yeni sosyalist bireye ihtiyaç vardır.” Kısacası
“kararnamelerle sosyalizm kurulamıyor”. Sosyalizm ve demokratik düzenin oluşup
gelişimi kendi hayatı üzerindeki söz ve karar alma hakkını elde etmek
bilincinde olan bir halkın, sosyalist bilinçle donanmış yurttaşların ve yeni
kamusal alanın oluşması süreci ile koşuttur. Ve bu oluşum sürecinin mekânı
kentler ve kent kültürünün de bu konuyla yakından ilişkisi vardır.
* * *
Bu söylediklerimiz açısından tarihsel deneylere
baktığımızda ve/ya biraz literatür taradığımızda görüyoruz ki bir çok düşünür,
politikacı vb. bu konu üstüne epeyce kafa yormuştur.
Örneğin,
“Lenin’in Sovyetler’e desteği tamdı.
1918 baharında Sendikalar Kongresi’nde Sovyetler’i “üretici ve tüketicilerin
kendi kendilerini yönettikleri Komünler” olarak tanımlıyordu. 6-8 Mart 1918’de
toplanan parti kongresinde, üretimin işçi örgütleri, sendikalar ve fabrika
konseyleri vb. tarafından yönetilmelerine dair tezler kabul edildi.”[12]
Ama işçisi ve mujiğiyle Rus halkı buna tarihsel olarak hazırlıklı değildi. 1917
yılının Rus işçisiyle 45 yıl öncesinin Paris Komünü döneminin Fransız işçisi
karşılaştırıldığında ortaya şu çıkıyordu: “Rus işçisi, Fransız işçisi gibi
belli bir dönem için proletaryanın politik eğitiminde önemli bir etkeni temsil
eden uzun bir parlamentarizm ve demokrasi okulundan geçmemişti.” Rus
proletaryası “Fransız proletaryasının zengin devrimci geleneklerinin en ufak
bir parçasına bile sahip değildi”. Rusya’da en dinamik yerler kentlerdi. Bu
kentlerdeki işçi sınıfı belki Fransız işçi sınıfı kadar kültürlü ve deneyimli
değildi. Fakat Rus işçi sınıfı, “Fransız proletaryasının devrimci enerjisini
sınırlayan şüphe zehiri ve çözülme acısıyla ruhunu köreltmemişti” ve
hafızasında 1905 devrim deneyinin sıcak ve canlı hatıraları vardı. Bir de,
Komün’de olmayan, işçi sınıfına öncülük eden merkezileşmiş kusursuz bir öncü
örgütü vardı Rusya’da.[13] Bu
nedenle, iki büyük Fransız devrim deneyinin de dersine sahip Lenin, devasa
Rusya coğrafyasında nicelik olarak küçük bir yer işgal etseler de, nitelik
olarak önemli bir yer tutan işçi sınıfının hâkim olduğu kentlere büyük önem
verdi.
“Lenin’de proletarya diktatörlüğü ‘öncüden işçi
sınıfına ve bu yığından da emekçilere kuvvet aktaran’ bir ana kaynaktır.
Yine Lenin, bu kaynağın asıl gücünü şöyle tanımlıyordu:
‘Proletarya diktatörlüğü yalnızca sömürücülere karşı güç
kullanımı demek değildir. Bu güç kullanımının temeli, başarı güvencesi,
proletaryanın, kapitalizmle kıyaslandığında emeğin toplumsal örgütlenmesinde
daha yüksek bir düzeyi temsil etmesi ve bunu yaratmasıdır.’
Geleneksel solda genellikle Lenin’in ‘şiddeti
sevmemesinin’ kanıtı olarak kullanılan bu sözler, herhalde çok önemli bir başka
saptamaya daha işaret ediyordu. Lenin, Rusya’nın bütününden söz etmeden, emeğin
gelişkin toplumsal örgütlenmesiyle birlikte kentlerde
sosyalizm doğrultusunda oldukça ileri adımlar atılabileceğine inanıyor. Başka
deyişle büyük kentler, giderek gelişen ve güçlenen sosyalizmin daha sonra
çevreyi de etkileyen kaleleri olacaklardı. Lenin’in döneminde, bu kalelerin,
tarım kesimindeki sorunlar nedeniyle bir süre sonra yiyecek ekmek bile
bulamayacağı akla gelmedi.” [14]
“Lenin’in kırsal kesime ilişkin beklentisi sanırım
oldukça açıktır. Kentlerde, emeğin ‘komünist örgütlenmesi’ girişimlerinde besin
ihtiyacı sorunsuz şekilde karşılandığı sürece, tarım kesimini zorlamanın gereği
yoktur. Ve Lenin yaşamının sonuna dek, elektrifikasyonun getireceği belirli
süre kısalmaları için kayıt düşmenin dışında, tarımda sosyalizme geçiş
konusunda hiçbir şekilde tezcanlı ve zorlayıcı olmamıştır. Lenin’in bu tutumunu
açıklayan gerekçeler özetlenirse, önce ‘dış tehdit’e ilişkin gerçekçi bir
iyimserlikten, sonra belki de kırsal kesimde uzun dönemli sınıf ayrışmalarına
bağlanan umutlardan söz etmek gerekir.” [15]
“Lenin’in tarımdaki geçiş modelini belirleyen
düşüncelerini özetle görmeye çalıştık. Kısaca yinelersek, kent sosyalizmi,
kırsal kesime de düşen bir ateş değil, merkezdeki ısısıyla çevredeki buzları
çözecek bir kor olacaktı. Lenin, ekonominin ve bir bütün olarak da toplumun bu
nedenle sergileyeceği düalist yapıdan pek ürkmüyordu. (...)” [16]
Çünkü,
1789 Fransız Devrimi’nde de, 1871 Paris Komünü’nde de kentler önemli rol
oynamışlardı. Lenin’in Komün’ü “biçimsel demokrasinin bir ifadesi” olarak
göstermeye kalkışan Kautsky’e, “soyut teorik dolandırıcılık” cevabını aktaran
Trotskiy, “Komün, hem
gelenek olarak hem de liderliğini yapan politik partinin -Blanquistler- anlayışı
bakımından devrimci kentin ülke üzerindeki diktatörlüğünün bir ifadesiydi.
Büyük Fransız Devrimi’nde bu böyleydi; Komün başlangıç günlerinde çökmeseydi,
1871 devriminde de böyle olacaktı. Paris’te bizzat genel oy hakkı temelinde
seçilmiş bir hükümetin olması çok daha önemli bir olguyu -Komün’ün, yani tek
şehrin köylü Fransa’ya, yani tüm ülkeye karşı yürüttüğü askeri operasyonlar
olgusu- dışlamaz.”[17]
diyor. Bu anlamda, “Komün, biçimsel
demokrasinin yaşayan bir inkârıydı, çünkü kendi gelişimi içinde işçi sınıfı
Paris’inin köylü ülke (Fransa) üzerindeki diktatörlüğünü ifade ediyordu. Geri
kalanların hepsine baskın olan, bu olgudur.” [18]
* * *
Bazı
anarşistler de kültür, tin (geist), özyönetim, devletin sönmesi bağlamında
zaman zaman Marksistlere yaklaşmaktadırlar. Örneğin anarşizan Alman öğretim
görevlisi Cantzen şöyle demektedir:
“Bir çok devrimci anarşistin başlıca talebi olan devlet
mekanizmasının hemen parçalanması talebinin, bugünkü Batı ve Doğu sanayi
toplumlarında hayata geçirilmesi olanaksızdır. Dolayısıyla da böyle bir amaç
peşinde koşulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü mevcut toplumun
içinde, o toplumun egemenliğine dayalı devletçi organizasyonun yerine
geçebilecek özgürlükçü sosyal yapılar geliştirilmediği sürece, büyük tarihsel
devrimlerin de gösterdiği gibi, yıkma eylemleri
büyük bir olasılıkla iktidar ve güç sahiplerinin yer değiştirmesinden
öte bir amaca hizmet etmemektedirler. Zaten devlet, mevcut toplumda önemli
işlevler yüklenmektedir ve öyle bir çırpıda kaldırılıp bir yana atılamaz.” [19]
Devletin
bir devrimle bir çırpıda ortadan kaldırılamayacağının farkında olan bazı başka
anarşistler de bu konuda kültürün önemini vurgulamakta, kültürün devletin
sönmesindeki öneminin altını çizmektedirler. Örneğin Gustav Landauer’e göre, “Tin'in bulunduğu yerde toplum vardır. Tin'sizliğin
bulunduğu yerde devlet. Devlet, tin'in kusurlu bir ikamesidir.”[20] Yani devletin baskın rolünün bir nedeni de toplumun
kültürel düzeyidir. Bu düzey yükseldikçe, insanlar kamusal hayata, kendi
bugünlerinin ve geleceklerinin belirlendiği politik hayata daha çok katıldıkça,
bir yurttaş (citoyen/citizen) olarak devlete yıkılan sorumlulukları daha çok
üstlenip sahiplendikçe devlet de daha çok küçülecek, sönümlenecektir.
Dolayısıyla,
“… özgür anlaşma ve uzlaşmalarla;
komünal-Ademi-merkezî birleşmelerle yapılanmış bir toplumun gerçekleşmesini
önle”yen, güçlü, merkezileşmiş bir devletin varlığı “’tinden’ ve ‘kültürden yoksunluğun’ da (bir)
simgesidir.”[21]
Cantzen'e
göre, Landauer'in, diğer bazı anarşistlerden farkı, “devleti öyle bir devrimle ortadan kaldırılacak bir şey
olarak kabul etmemesidir.” Yâni Landauer'e göre, “Devlet de tıpkı sosyalizm gibi, insanların birbirlerine
olan davranışlarının tarz ve biçimidir. Devlet, gerçekte insanlar arasındaki
öteki (sosyalist, toplumsal) ilişkilerin serpilip gelişmesi ölçüsünde bertaraf
edilebilir.”[22] Kısacası
“Ancak eksiksiz yapılaşmış bir toplum, devletin mirasına konabilecektir.”[23]
Kendi kendilerini yönetebilmeleri için toplumun,
insanların siyasal ve toplumsal eğitimi, yurttaşın yetkinleştirilmesi
Bookchin’in de ısrarla altını çizdiği, üzerinde durduğu bir konudur. Çünkü
kendi kendini yöneten yurttaşın, gelişkin “öz”lerin, “benlik”lerin yokluğunda,
özyönetim “öz” ve “yönetim” olarak bileşenlerine ayrışacak, hiyerarşik yeni bir
tahakküm düzeninin kapılarını açacaktır. Bu nedenle “Autonomia
ya da ‘kendi kendini yönetme’, şayet Helenik polis’i (özellikle de
Atina demokrasisini) teşkil eden ben’lerin/öz’lerin kardeşliği, muazzam
‘yönetim’ sorumluluklarını üstlenebilecek sağlam karakterde insanlardan
oluşmamışsa, tamamen anlamsızlaşır. Kısaca polis, gücü güvenilir biçimde
kullanma yetisine sahip olduklarından dolayı yurttaşlara ‘güç’ verilmesi
öncülüne dayanır; bu yüzden, yurttaşların yönetmek üzere eğitilmeleri demek,
onlara kişisel yetkinlik, zekâ, ahlâki dürüstlük ve toplumsal bağlılık eğitimi
verilmesi demektir. Yılda en az kırk kere toplanan bir yurttaş meclisi olan
Atina ecclesia’sı kendi kuralını koyma (autonomia -m.e.)
eğitiminin sınav alanıydı; Atinalıların neredeyse bütün işlerini yürüttükleri
kamusal meydan, agora ise bunun kendine özgü okulu oldu. Benlik, aslında, ilk
olarak, üretim süreçlerinden değil, bir kişilik politikasında doğdu. (Burada
şunu açığa kavuşturmalıyım: ‘Politika’ sözcüğünü terimin hellenik anlamında,
yani seçim politikaları değil, polis’in yönetimi anlamında kullanıyorum. Polis’in
yönetimi, Atinalılar için, her yurttaşın katılması beklenen canlı bir toplumsal
etkinlik olduğu kadar sürekli bir eğitim süreci olarak da görülüyordu.)
Etimolojik olarak, ‘ben/öz’ sözcüğünü terimin Yunanca anlamında toplumsal yaşam
üzerinde denetim uygulama, ‘yönetme’ kapasitesinden ayırmak neredeyse saçmadır.
Kişisel metanet ve ahlâki dürüstlük gibi yananlamlarıyla özniteliksel
anlamından koparılmış benlik, tıpkı endüstriyel faaliyetlerinin enkazı gibi
burjuva toplumunun artıkları arasına saçılmış insan kişiliğinin boş, genelde
nevrotik kabuğu, ‘egoluk’a (‘egohood’) indirgenir.” [24]
Kısacası,
yukarıda sözü edilen, “Böylesi özlere en
alt düzeyde ulaşılmadıkça, özyönetim terim olarak çelişkili bir hale gelir.
‘Yönetmesi’ beklenen ‘öz’ olmaksızın özyönetim, aslında, karşıtlarına ayrışır:
İtaat ve tahakküme dayalı hiyerarşi. Sınıf yönetiminin ortadan kalkması hiçbir
biçimde bu tür hiyerarşik ilişkilerin varlığına meydan okumaz. Bu ilişkiler
aile içinde, cinsler arasında, farklı etnik gruplar içinde, özgürlükçü bir
örgütlenmenin ya da toplumun politikalarını uyguladığı iddiasındaki
bürokrasiler ve idari toplumsal gruplar içinde varlığını sürdürebilir. Hiçbir
toplumsal oluşumu, hatta en kararlı anarşist grupları bile, bireyin benlikle
ilgili potansiyelini ‘gerçekleştirme’den gelen ‘özbilinç’ olmaksızın,
hiyerarşik ilişkilerden bağışık tutmanın yolu yoktur. Bu, Sokrat’tan Hegel’e
Batı felsefesinin verdiği mesajdır. Bu felsefenin, hakikate ve içgörüye ulaşmanın
biricik rehberi olarak erdem ve özbilinç çağrısı erken dönemdeki, daha
bütünlüklü toplumlarda olduğundan çok daha heyecan vericidir.” [25]
3- Kısa Tarih: 1789 Fransız Devrimi’nde
Merkeziyetçilik ve Demokrasi
Anayasa
Meclisinin son vermek istediği şeylerden biri vilayetlerin sahip olduğu eski
rejimden kalan partikülarizmdi. Anayasa Meclisi, eski vilayetlerin feodal
tarihi gelenek ve düzenden gelen bu partikülarizmini yok edip yerine geniş
otonomiye sahip yeni idari ve politik yerel yapılar oluşturmak istiyordu.
Fransa
coğrafyasının ulus-devlet öncesi idari-politik bölünümüne ve bütün
bölgesel/yerel ayrıcalıklarına son vermek üzere gelen önerilerden birine (Tiers
Etat milletvekili Abbe Sieyès’e), göre,
Fransa 80 vilayetten (İl’den) oluşan 324 kareye bölünmeli ve her vilayet 9
belediyeye ve her belediye 9 kantona (nahiyeye) bölünmeliydi.
Tartışmalar
sonucunda Yasama Meclisi, aşağı yukarı bugün de devam eden, 83 vilayet ve geniş
yetkilerle donanmış yaklaşık 44 bin belediyeden oluşan idari-politik bir bölünümü
kabul etti. 1791 Anayasası, belediye meclislerinin vilayet meclislerine,
vilayet meclislerinin de krala bağlanmasını öngören bir “anayasal monarşi”
kabul ediyordu. (Cumhuriyet ilânı fikri henüz siyaset ortamına çıkmamıştı. 21
Eylül 1792’de monarşi kaldırılıp cumhuriyet ilân edildi.) Bu bağlılık
ilişkilerini kontrol edecek ve güvenceye alacak kişinin Yasama Meclis
tarafından seçilmesi ve bu seçilenin, geniş yerel otonomiye sahip vilayet ve
belediye meclislerini denetlemesi de öngörülüyordu. Ayrıca belirtmek gerekirse,
belediye meclisi üyeleri seçilmiş üyelerdir ve her yıl yarısı
yenilenebilmektedir.
Anlaşılacağı
gibi belediyeler yeni burjuva iktidarının temel örgütlenmeleridirler.
İdari-politik
sistemin bu yeni organizasyonu ve işleyişi, bugünün gözüyle baktığımızda
burjuva anlamında bile “yarı demokratik”tir ve sadece burjuvazinin ihtiyaçları
o günkü ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Burjuva anlamda bile “yarı
demokratik”tir, çünkü sadece “aktif yurttaşlar”ın seçme hakkı vardır. Yani
toplumun, yaklaşık 4 milyon kadar olan, en zenginlerin oluşan bir “erkek” kesim
için demokrasidir bu. “Pasif yurttaş” denilen 3 milyondan fazla yoksul “erkek” kesim ve zenginiyle yoksuluyla bütün
kadınlar için (seçilme hakkı bir yana) seçme hakkı yoktur.
Ek
olarak burada belirtmek gerekirse, doğal olarak aktif yurttaşlar, aralarından
en zenginleri belediye meclisi üyesi olarak seçmekte ve seçilmişler de
aralarından vilayet meclisi ve ulusal meclis üyelerini seçmektedirler.
Fakat
desantralizasyon da belediyeler düzeyinde bir realiteydi. Her belediyenin
emrinde bir ulusal muhafız birliği vardı. Belediyeler toplam olarak 3 milyon
civarında silahlı muhafıza sahiptiler ve bu ciddi bir güç anlamına geliyordu.
Burada da altını çizmek gerekir ki, bu silahlı muhafızlar “aktif yurttaşlar”dan
oluşmaktaydı, yani burjuvaziden.
Kısacası
Fransız Devriminin ilk döneminde tanınan demokratik hakları, desantralizasyon
ve demokrasi uygulamalarını halkın tamamını kapsayan uygulamalar olarak görmek
yanılgısına düşmemek ve demokrasinin de bir tür ayrımcılığı (sonuncusu
sınıfsal) içerdiğini ve sınıflar arası güçler ilişkisi sorunu olduğunu
unutmamak gerekiyor.
Bu
anlamda bir devrimi hukuk kurumlarının değil, kitlelerin bilinç ve inisiyatifin
ve örgütlülüğünün var ettiğini, koruduğunu ve ileriye ittiğini burada tekrar
hatırlatıyoruz.
Kralın
ve eski rejim taraftarlarının bu kadarına bile tahammül edememesi ve kralın
Fransa’nın doğusuna doğru kaçarken Varenne şehri halkının kendiliğinden
eylemiyle tutuklanması, bu yukarıdaki ayrımları silip süpürdü. Süreç içinde,
yavaş yavaş emekçi kitlelerin inisiyatifi ve silahlı gösteriler de dahil olmak
üzere eylemlilikleri ve Yasama Meclisi üzerindeki baskıları arttı. 1792’den
itibaren mevcut anayasa fiili olarak geçersizleşti, kadük hale geldi. Yeni bir
Yasama Meclisi (Convention) seçildi. Kral düşürüldü, ve yine sadece erkeklere
olmak üzere, genel oy hakkı kabul edilerek aktif yurttaş-pasif yurttaş ayrımı
ortadan kaldırıldı. Bu kararlar, karşı-devrimci eski rejimin restorasyon
çabalarına karşı burjuvazinin radikal kanadının ihtiyaç duyduğu emekçi
kitlelerin geniş desteğini sağladı.
Konvansiyon
içinde burjuvazinin ekonomik olarak en güçlü kanadının temsilcileri olarak
Girondenler devrimin bir yerde durması gerektiğini, artık fazla ileriye gitmeye
başladığını düşünmeye başladılar. Denge sağlamak ve aşırıya kaçtığını
düşündükleri bu gidişatı durdurmak için Paris’te simgeleşen merkezi
idareye/iktidara karşı yerel idareleri öne sürerek bir çatışma odağı yaratmayı
denediler. Paris’in Fransa’nın 83’te biri (yani 83 vilayetten biri) olduğunu ve
kendi yasasını bütün ülkeye empoze edemeyeceğini öne sürdüler, bir tür
federalizm talebinde bulundular.
Girondenlerin
bu “federalizm” talebi, kamu örgütlenmesi ve işleyişi üstüne basit bir idari
anlayış farklılığından gelmiyordu. Bu anlamda, bu tartışma, Konvansiyonun en
radikal kanadı olan Montagnardlarla (Dağlılarla) Girondenlerin arasındaki basit
bir fikir ayrılığı değildi. Yani politik sınıfsal nedenleri ve doğuracağı
sonuçları vardı, kısacası nötr değildi. Bu nedenle çatışmalar da sert oldu.
Fransız
Devrimine karşı savaş açmış Avrupa’nın gerici devletler koalisyonunun ordusuna
karşı kazanmak ve Girondenlerin başkaldırısını kırmak için Dağlıların lideri
Robespierre, toplumun en yoksul kesimi olan “baldırı çıplaklar”ı harekete
geçirdi. Baldırı çıplaklar, Paris’te 48 seksiyon halinde Devrimci Komün’de ve
taşra il ve ilçelerinde ise, benzeri bir model ama farklı adlar altında,
dernek, kulüp ve komiteler şeklinde örgütlenmişlerdi.
Kitleler
iradelerini gündelik yaşamda kabul ettiriyor, hatta empoze ediyorlardı.
Kendileri bizzat yönetmemekle birlikte, kendi adlarına alınan kararları,
yapılan uygulamaları yakından takip ediyorlardı. İdari uygulamaları
denetliyorlar, belediye yetkililerini gözlüyor ve meclisler üzerinde baskı
yapıyorlardı.
İktidarın
bu aşırı şekilde merkezileştirilmesi ve baldırı çıplakların inisiyatifi
sayesinde, karşı-devrimcilerin askeri müdahalesi kırıldı. Bu yukarıda sözü
edilen bileşim sayesinde, merkezi iktidar ve yerel iktidarın doğrudan silahlı
halk tarafından icra edilmesi artık bir aynı şeydi.
Baldırı
çıplaklar devrimi kurtarmıştı.
Artık
burjuvazi bu devrimci döneme bir son vermek ve zaferin tadını çıkarmak
istiyordu. Taşlar yerli yerine konmalıydı. Baldırı çıplaklar
silahsızlandırılmalı, iktidardan uzak tutulmalıydı. Bu stabilizasyon isteği,
1794 yılında Dağlıların ve baldırı çıplakların liderinin, Robespierre’in
iktidardan düşürülmesiyle ve Directoire’ın göreve başlamasıyla kendini ortaya
koydu. Ordu burjuvazinin hizmetinde, emekçi kitlelerin isyanlarının bastırılması
ve artçı komplolarla, General Bonaparte’ın iktidara gelmesine, diktatörlüğünü
tesis etmesine kadar hakem rolü oynadı.
Napolyon
Bonapart’ın 18 Brumaire (Kasım 1799) darbesinden sonra, burjuvazinin eski rejim
üstündeki zaferi perçinlenerek ve kitlelerin baskısından ve müdahalesinden
korunacak biçimde merkezi iktidar yerel yönetimler ilişkisi yeniden düzenlendi.
Tabii bu arada merkezi iktidar icra yetkisini yerel yönetimler aleyhine
genişletmiş oldu.
Bundan
böyle, değişik ilhaklarla birlikte, 98’i vilayet ve 400’ü ilçe (arrondissement)
olmak üzere 40 bin belediye vardı. Ama valiler, kaymakamlar ve belediye
başkanları merkezi iktidar tarafından atanıyordu.
Valiler
tek idari yetkiliydiler. Yeni bonapartist anayasanın “baba”larından biri olan
Daunou’nun sözünü sakınmadan söylediği gibi, Valiler ve kaymakamlar,
yönetilenlerin seçtiği temsilciler değil, hükümetin doğrudan birer eli,
aracıydılar. Halkın yerel yöneticileri doğrudan genel oyla seçmeleri fikri,
sadece federal anayasaların hüküm sürdüğü yerlerde kabul edilebilirdi ya da
eski feodal sistemin zayıfladığı veya kalmak üzere olduğu yerlerde mümkündü.
Vali
kamuyu denetliyor, askere alımları organize ediyor, şehrin, sağlık
kuruluşlarının ve hayır kurumlarının ihtiyaçlarının ikmaliyle ilgileniyor.
Özellikle belediyeler üstündeki vesayet yetkilerini kullanıyordu. Küçük
şehirlerdeki belediye başkanlarının atamasını o yapıyor, büyük şehirler için
belediye başkanlarını Napolyon Bonapart’a o öneriyordu. Belediye meclisi
üyelerinin ataması da onun yetkisi dahilindeydi. Belediyelerin bütçesi de ondan
soruluyordu ve onun yetkisi olmaksızın hiçbir önemli karar alınıp
uygulanamıyordu. Paris özel bir statüye sahipti. Bir büyük şehir ve başkent
olarak Paris 12 ilçeye (arrondissement) bölünmüş ve eyalet valisi aynı zamanda
belediye başkanı olarak da görev yapıyordu.
Napolyon
Bonapart öyle bir merkeziyetçi rejim kurdu ki, merkezi iktidarın temsilcileri
her düzeyde yerel iktidarın görevlerini icra ediyorlardı. Halkın her düzeydeki
en küçük politik denetimi bile dışlanmış, ama yerel yönetim yetkililerinin
halkı denetimi onların görevleri arasına yazılmıştı. Marx, valilerin böylesine
önemli rol oynadığı yerde, bu kurumun basit bir gerici araca dönüşmesinden söz
ediyordu.
Bu
valilik sistemi, Fransa’da, günümüze kadar uygulamada kaldı. Bugün de, ana ilke
olan “atanmışların seçilmişleri denetlemesi ilkesini” zedelemeden bazı
reformlarla ve demokratik rötuşlarla birlikte uygulanmaya devam ediyor.
19.
yüzyılda monarşinin en gericileri bile bu sistemi, bürokrasisini ve bu aşırı
merkeziyetçi bürokratik yapının yarattığı ekonomik israfı eleştiriyorlardı.
Monarşist sağ, mevcut sistemi eleştirirken ve taşra kentleri lehine daha fazla
iktidar/yetki için desantralizasyon talep ederken bunu, halkın yerel düzeyde
kendi kaderi üstünde daha fazla söz sahibi olması, müdahalede bulunabilmesi
için istemiyordu. Onlar desantralizasyonu, sadece zengin taşra eşrafının kendi
yerel bütçe üstünde daha fazla söz sahibi olması için istiyorlardı.
Ama
bu eleştirilere rağmen, ne 19. Yüzyılın birinci yarısında hüküm süren monarşist
rejim, ne de geçici İkinci Cumhuriyet, idari sistemde esaslı, ciddi bir
değişiklikte bulunabildiler. Sadece yetkilerini artırmaksızın biraz daha fazla
yer verdiler yerel meclis seçimlerine. Bu durum Louis-Napolyon Bonapart’ın 2
Aralık 1851 darbesine kadar sürdü. Bu darbeyle amca Bonapart’ın kurduğu düzene
geri dönüldü.
Devlet
aygıtı III. Napolyon döneminde iyice irileşerek büyümeye devam etti; 500 bin
memur ve 500 bin sürekli asker vardı.
Paris işçi sınıfı, 1871 Paris Komünü’yle
bu devasa bürokratik devlet aygıtının parçalanabileceğini ve işçi sınıfının bu
kapasiteye sahip olduğunu kanıtladı. Marx Komün’ü Fransa’da İç Savaş adlı
kitabında uzun uzun analiz etti. Marx’ın gelecek toplum projesine örnek
oluşturan ve önemli dersler içeren bu girişim bütün komünist hareketin
tarihinde önemli bir yer teşkil etti.
“Toplumsal
yaşamın daha eski ve hatta sönmüş biçimleriyle belli bir benzerlik gösteren
yepyeni tarihsel oluşumların haksız yere o biçimlerin bir yinelenmesi olarak
görülmeleri genellikle bu yeni oluşumların kurtulamadıkları bir yazgıdır.
Nitekim çağdaş devlet aygıtını paramparça eden bu yeni Komünde de ilkin bu
devlet iktidarına öngelen ardından onun
temelini oluşturan ortaçağ komünlerinin bir canlanması görülmek istendi.
Komünal kuruluş haksız yere başlangıçta zor yoluyla kurulmasına rağmen, şimdi
güçlü bir toplumsal üretim etkeni durumuna gelen ulusların o büyük birliğini,
Montesquieu ve Girondenlerin düşlerine uygun bir küçük devletler federasyonu
biçiminde bir bozma girişimi olarak görüldü. Komün ve devlet iktidarı
karşıtlığı, haksız yere aşırı merkeziyetçiliğe karşı eski savaşımın aşırı bir
biçimi olarak görüldü. (...) Komünal kuruluş, o güne kadar toplumun sırtından
geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından
emilen tüm güçleri toplumsal gövdeye geri verecekti.” (Marx, Fransa’da İç
Savaş, sf. 59-60, Sol Yayınları, 1991)
“Komün, sürekli ordu ve devlet memurculuğu gibi iki büyük
gider kaynağını ortadan kaldırarak, bütün burjuva devrimlerin o ucuz hükümet
sloganını gerçekleştirdi. Komünün varlığı bile sınıf egemenliğinin, hiç değilse
Avrupa’da, olağan yükü ve vazgeçilmez maskesi olan krallığın yokluğunu öngerektiriyordu. Komün cumhuriyete,
gerçekten demokratik kurumlar temelini sağlıyordu. Ama ne ‘ucuz hükümet’, ne de
‘gerçek cumhuriyet’ onun son ereğiydi; bunlar onun gerekli sonuçlarından başka
bir şey değildi.”
4- Merkeziyetçilik, Otonomi
ve Federalizm
“Merkeziyetçilik ile federalizm arasındaki ilişkiler
sorunu, XIX. yüzyılın ilk üçte ikisi boyunca tartışmaların en önemli konusunu
oluşturuyordu. Federalist düşünceler 1789 Fransız devriminden sonra, Almanya ve
İtalya’nın birleşmesinin yol açtığı yarım yüzyılı aşkın bir zaman boyunca
kafaları kurcalayıp duran en yakıcı sorunların izinde geniş bir yaygınlık kazanmışlardı.
Bu düşünceler birbirini pek tutmayan düşüncelerdi ve kendilerine yol açan
çeşitli ideolojik ve toplumsal etkenleri yansıtıyorlardı. Bazıları, jakoben
diktatoraya karşı bir tepki oldukları için, gerici bir ayrımcık (nüans)
taşıyordu. Ama genel olarak bu düşüncelerin çoğu, küçük burjuva devrimcilerin
düşünceleriydi. Kapitalist gelişmenin merkezleştirici gücüne karşı
küçük-burjuva bir protesto olarak Birinci ve İkinci İmparatorluğun bir merkeze
bağlı siyasetine doğal bir tepki niteliğiyle ortaya çıkıyorlardı. Bir çok küçük
burjuva ideolog için federalist rejim, onlara göre bireyin özgürlük ve
bağımsızlığını güvence altına almaya en elverişli rejim olduğu için,
demokrasiyi simgeliyordu. Marx ve Engels’in bu ütopyacı teoriler karşısındaki
tutumu ve özellikle Almanya’nın birleşmesi dolayısıyla benimsedikleri davranış
biliniyor.” [26]
Marx
ve Engels, tarihi açıdan ilerici olarak gördükleri kapitalizmin gelişmesi için
en iyi arena olması açısından, milliyetçiliğe herhangi bir erdem atfetmeden,
ulusal devletin arzulanır olduğunu iddia ederek Almanya’nın birleşmesini
istediler.[27]
“1871 Alman birliğine, şu ya da bu biçimde Alman
topraklarında politikayla ilgilenen herkesin, buna karşı çıkmayı isteyenlerin
bile temel ilgi odağını oluşturan, uzun süredir beklenen bir hedefe ulaşılması
gözüyle bakılıyordu. Marx ve Engels bile Bismarck’ın ‘1866’da olduğu gibi,
şimdi bizim işimizin bir parçasını kendilerince (yapıyorlar)’ (diye -m.e.)
hissetmişlerdi.”[28]
Marksistler,
hiçbir fikrin, kavramın kendi içinde, kendinden menkul bir değeri olduğunu
savunmamışlardır. Bu ademi merkezileşme, federalizm vb. kavramları için de
geçerlidir. Çünkü Paris Komünü ve daha sonra da Sovyetler Kongresi vb., “hepsi
de yüksek derecede merkezi, ama yine de oldukça demokratiktir. Öte yandan, feodalizm
hem ademi merkezi ve hem de fazlasıyla bürokratikti. Kilit soru, ‘merkezi’
aygıtın aşağıdan (seçilmiş ve geri çağrılabilir delegelerce) denetlenip
denetlenmediği veya sözde adına hareket ettiklerinden kendisini ayırıp
ayırmadığıdır.” [29] Ademi merkeziyetçilik ve
federalizm bunu kolaylaştırıcı idarî ve siyasî bir faktördür sadece. Ama önemli
bir faktör. İşte bu faktörün önemi devrimin ateşinin düştüğü, heyecanının
azaldığı yıkma döneminin bitip yapma (kuruluş) döneminin başladığı süreçlerde
daha iyi anlaşılır.
* * *
Anarşistler
açısından, özyönetim, sovyetler, konseyler, fabrika ve işyeri komiteleri, tarım
komünleri (kooperatifler, kibbutzlar vb.) kavramlarını, federalizm ve otonomi
kavramlarından ayrı olarak ele alabilmek mümkün değil. Ama komünistler bu
kavramları federasyon ve otonomi kavramlarıyla hiç ilişkilendirmeden
kullanabiliyorlar. Yani, anarşistlerin tersine, komünistlerin literatüründe ve
pratiğinde, federalizm ve otonomi kavramlarını toplumsal örgütlenmede
sınırlayan yaklaşım örnekleri hâkim. Oysa federalizm kavramı Paris
Komüncülerinin literatüründe vardı ve bir komünar için, “komün” kavramını
“federalizm” kavramından ayırmak (neredeyse) imkânsızdı. Henri Lefebvre’in
ifadesiyle, “Komüncüler için,
zafer, yani tasarılarının gerçekleştirilmesi, merkeziyetçi olmayan ve
federalist projenin gerçekleşmesiydi: özgür üretici birlikleriyle toplumun
radikal dönüşümü.”[30] Komünarlara, federeler (les fédérés) ve Komün’ün sonunda,
yığınsal olarak katledildikleri Père Lachaise’deki duvara da Federeler Duvarı (le
mur des fédérés) denmesinin nedeni Komün’de federalizm fikrinin yaygınlığıyla
ilgili.[31]
Fakat bu kavram, Komün deneyinden Marksist literatüre geçemedi. Acaba bunun
nedeni proletarya diktatörlüğü kavramı mı sorusu geliyor hemen akla. Yani
proletarya diktatörlüğü ile komünlerin/sovyetlerin/konseylerin kentsel,
bölgesel ve ulusal federasyonu, ulusal federal birliği çelişkili mi bulundu?
Proletarya diktatörlüğü kavramının Komün deneyinden sonra içeriğinin yeniden
doldurulduğunu biliyoruz. Bu yeni içerik komüncülerin ve (bir bütün olarak)
federalizm fikrinin bir eleştirisi miydi?
Bizce
değildi. Çünkü, “Sosyalist
demokrasi, merkeziyetçiliğin ve Ademi-merkeziyetçiliğin diyalektik bir
bütünselliğini içerir.”[32] En azından Marx’ta da değildi diyebiliriz. Marx ve Engels’in “Çağdaşlarından çoğunun Komün’ü, salt federalist bir ayaklanma olarak
yorumladıkları biliniyor; özellikle bakuninciler onu, her şeyden önce kendi
aşırılıkçı bir federalizm kavramlarının bürünümü ve doğrulanması olarak
görüyorlardı. Komün üzerine bu yargının anlamdan yoksun olduğu söylenemezdi.
Ancak bu yargı, görüşlerin yüzeysel niteliğini, yeni görüngüler ve gelişme
eğilimlerini eski basmakalıp ve beylik düşüncelerle örtüştürmek isteğini açıkça
ortaya koyuyordu.”[33] Kuşkusuz Komün, 1789 Fransız Devrimiyle başlayan merkezî
üniter yapıya, esas olarak da (Bonapartist) İkinci İmparatorluk döneminde
yaratılan aşırı merkeziyetçi devlet yapısına ve “kapitalist gelişmenin merkezileştirici gücüne karşı
küçük burjuva protesto olarak”[34]
doğal bir tepkiyi içeriyordu. Ama buradan Komün (federasyon/federalizm) ve
devlet iktidarı (merkeziyetçilik) arasında karşıtlık olduğu fikrine varmak da
diğer uca savrulmak, Komün’e olduğunun ötesinde nitelikler yüklemek anlamına
geliyordu. “Komün’ün
karşısına çıkan sorun, özyönetimi belli bir merkeziyetçilikle birleştirmekti”.
“Komün’ün yerel inisiyatif ile belli bir merkeziyetçiliği en çok birleştirme
olanağı sağlayan biçimleri aramaktan başka bir yapacağı yoktu.”[35]
Yani, Komün’ün oluşturduğu federalist yapı anarşistlerin federalizm anlayışıyla
birebir çakışmıyordu. Bu nedenle, Komün’ü, kendi fikirlerinin gerçekleşmesi ve
“devletin ilgası” olarak gören Bakunin gibi anarşistler, Komün’ün, devrimci bir hükümet ve bir ordu kurmasını,
“jakoben gericiliğin yoluna” girmesi olarak görüyorlardı.[36] “Komün’ü proletarya diktatorasının ana örneği olarak
gören Marx ve Engels (ise), proleter devletin ulusal ölçekte örgütlenmek
zorunda olduğunu, merkeziyetçilik ve yerel özerkliği içermesi gerektiğini
belirtiyorlardı.”[37] Bu
iki zorunluluğu Marx, “iktisadi gelişme
gereksinmelerine, proleter devletin ‘ulusal ve uluslararası düzeyde bu
biçimlerin (toplumsal üretim biçimlerinin) uyumlu eşgüdümüne’ yol açacak artan
bir iktisadi etkinlik gereksinimlerine bağlıyordu.”[38]
“Marx Komün’ün eski aşırı bürokratik merkeziyetçiliğin
olumsuzlaması olduğunu yadsımıyordu. Ve bu konuda, Komün’ün sınıfsal niteliğini
ortaya çıkaran Marx, bunun genel olarak
devletin sönmesine doğru atılan ilk adım olduğunu açıklıyordu. Belirgin bir
sınıf çözümlemesi ve devletin gelişme (sönümlenme) yasalarının bulgulanması
Marx’a, aynı zamanda yeni görüngünün içerik ve biçimini de ortaya koymak
olanağını sağlıyordu. Marx Komün’ün, ‘Fransa’nın Fransız toplumu dışında
varolan bu biçimsel birliği yerine, Fransız toplumunun komünal örgütlenmeden doğan
siyasal birliğini geçirmeye’ giriştiğini yazıyordu. Bir başka deyişle,
proletaryanın sınıfsal egemenliği, ulusun tepeden tırnağa yeni bir temel
üzerindeki birliğine yol açıyordu. Proletarya diktatorası devleti, yerel
özyönetim ve yığınların etkinliğine dayanan yeni bir merkeziyetçilik türüydü.”[39]
Bu
dersleri daha sonraları Henri Lefevbre, günün ihtiyaçları doğrultusunda yeniden
ele alıp yorumladı. “Sermayenin
merkezileşmesi ve yoğunlaşması olgusunun, adem-i merkezileşmeye ve federatif
ilkeye, ki sadece bunlar azgelişmiş ülke ve bölgelerin büyük ekonomik birimlere
sömürü ve egemenlik altına girmeksizin katılmasını sağlar, yeni bir anlam
yüklediğini (uyum, pratik) de ekliyoruz. SSCB gibi Yugoslavya'da federasyondur
ve bu federasyonlarda ademi-i merkezileşme sorunu, devletçi merkeziyetçiliğin
aksi yöndeki eğilimlerine rağmen giderek keskinleşen bir aciliyetle ortaya
çıkacaktır. Yarının Avrupa’sı ya ademi-i merkezileşecek ya da dayanılmaz
biçimde otoriter olacaktır.
“Üstelik, büyük işletmelerin çoğalmasıyla gelişen
endüstri, teritoryal olarak tanımlanmış komünün yanında, üretimin birliğini
(işletme) özyönetimin ve serbest birlikteliğin temeli olarak ortaya koyacaktır.
Bu nedenle, sadece ve sadece ademi-i merkezileşme projesi bir programa
dönüşebilir ve, reeli ve olasıyı ideolojik olarak temsil etmeyi bırakarak
praksise girebilir.” [40]
Tekrar
Marx’ın Komün değerlendirmesine dönersek... Komün deneyini gelecekteki işçi
devletinin ve sosyalist toplumun örgütlenmesi açısından çözümleyen Marx,
kentlerin komünal temelde (belediyeler bazında) federal birliğini esas alan
Komün’ün siyasî (ve idarî) yapısının, yalnızca eski merkeziyetçiliğin
olumsuzlanması olmadığını gösterdi. Kuşkusuz, Komün’ün bir “ulusal örgütlenme“
planı hazırlayacak zamanı olmadı; ama kendisine, kentlerdekine benzer bir şeyin
“Komünün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi” olması
gerektiğini de açıkça ortaya koydu.[41]
Marx, 1870’e kadar, proletaryanın Fransız Devrimi örneğini
izleyerek iktidarı ele geçirmesi, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesi ve
sosyalist bir parlamenter demokrasi inşası öngörüsüne, 1848 Alman devriminin
yenilgisine rağmen, bağlı kalmıştı. Fakat embriyon halinde olmasına ve değişik
ideolojik ve politik etkilerin verdiği/yarattığı karışıklığına rağmen Paris Komünü
deneyi, Marx’ın bu jakoben modele ve parlamenter demokrasiye olan bağlılığına
son verdirtti. Marx, hem jakoben modelin, hem de parlamenter demokrasinin
aşılmış olduğu kanaatine vardı. Paris Komünü’nü ‘çalışmanın ekonomik
özgürleşimini gerçekleştirmeyi mümkün kılan nihayet bulunmuş model’ olarak
gördü. Komün’de başka tür bir demokrasi buldu Marx. Genel oyla seçilmiş
temsilcilerden oluşan, yasama, yürütme (ve hattâ belki yargı) yetkileriyle
donanmış, yani iktidarın bütününü elinde tutan komünlerin ve konseylerin federasyonuydu
bu.[42]
“Engels (ise), Komün’den sonra 1875 yılında Bebel’e
yazdığı bir mektupta ‘halkın yasamacılığını’ boş bir talep olarak
değerlendiriyor(du). Asıl, halkın ‘bizzat idareciliğini’ önemli buluyor ve bunu
da ‘demokratik’ bir talep olarak nitelendiriyor”du.[43]
İktidarın
bu derece yoğunlaşmasının/merkezileşmesinin çalışanlar için tehlike yaratmaması
için Marx, birçok engel dikiyor, tedbirler alıyordu. Her şeyden önce,
çalışanların örgütlerinin çoğulluğu (partiler, sendikalar, kooperatifler),
sınırsız söz ve basın özgürlüğü, sonra silahlı halk milislerinin varlığı, ve
buna karşılık polisin ve sürekli ordunun lağvedilmesi. Çalışan halkın tamamı
silahları ellerinde tutma hakkına sahip olacaklar ki, iktidarın kötüye
kullanılması halinde, düzendeki ayrıcalıklı olabilecek bir toplumsal tabakanın
hâkim olma girişimlerine karşı direnebilsinler, başlarına örülecek çorabı
parçalayıp atabilsinler.
Bu
durumda, silahlı başkaldırı sadece bir hak değil, aynı zamanda çalışanların,
demokrasi savunucularının ve (işçi devletini bizzat yaratmış olan) devletin
koruyucularının/sahiplerinin görevidir. Sosyalist demokrasinin gelişmesi ve
yayılmasıyla, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ve sınıfların kendisinin ortadan kaldırılması ve onların ardından da,
bir sınıfın bir diğer sınıf üstündeki egemenlik aygıtı olarak devlet, kendi
misyonunu tamamlayıp yok olacaktır.[44]
Marx’ın,
Komün deneyinden sonra işçi devletini jakoben tarzı bir devlet olarak tasavvur
etmekten vazgeçtiğini söyledik. Franz Mehring, “Marx’ın Hayatı” adlı biyografik çalışmasında, bu dönüşümün altını
bir de şu noktada çiziyor. 1848 tarihli “Komünist
Parti Manifestosu”, devletin sönmesi tasarımına/fikrine sahipti, ama sadece
uzun bir sürece yayılmış olarak. Marx’ın Komün deneyinden çıkardığı dersleri
içeren “Fransa’da İç Savaş” kitabı,
bu noktada da Manifesto’yu belli
ölçülerde revizyondan geçiriyordu. Mehring, Komün değerlendirmesinde Marx’ın,
deyim yerindeyse, liberterlere yaklaştığını söylüyor. Fakat daha sonraki
süreçte, Marx’ın ölümünden sonra Engels, anarşist akımlarla mücadelede bu
düzeltmeye boş veriyor ve eski, yani Manifesto’nun kavramlarına geri dönüyor.[45]
Bir
başka kaynak ise, Engels’in, Paris Komünü’nünden sonra da, 1891’de, Marx’ın
1871’den itibaren terk ettiği, artık aşılmış olan eski proletarya diktatörlüğü örneğine, jakoben
modele referanslarda bulunduğunu, kurumlarının ne olacağını belirtmese de
proletarya diktatörlüğüyle sarmalanmış bir demokratik cumhuriyetten söz
ettiğini belirtiyor. [46]
Miliband
ise, Engels ile ilgili olarak biraz farklı düşünüyor.
“1850’de Marx ve Engels ayrıca, proleter devrimcilerin
temel görevlerinden birisinin küçük burjuva devrimcilerinin merkeziyetçilikten
uzaklaşma eğilimlerine karşı çıkmak
olduğunu öne sürmüşlerdi. Oysa ‘işçiler yalnızca tek ve bölünmez bir Alman cumhuriyeti
için uğraşmakla yetinmemeli, ayrıca bu cumhuriyet içinde iktidarın devlet
otoritesinin ellerinde en kesin biçimde toplanması için çalışmalıdırlar ...’
(MECW,sf. 106)”
“Bu yalnızca Marx’ın (ve Engels’in) çalışmasındaki en
aşırı ‘devletçi’ reçete -Marx’ın bu konudaki ilk ‘Hegelci’ bildirilerini bir
kenara bırakırsak, türünün ilk örneği- olmakla kalmaz. Daha önemlisi, bu
reçetenin proleter devrimi için değil,
burjuva demokratik devrim için düşünülmüş olmasıdır. (...)”
“Bu konuda, Engels’in Çağrı’nın 1885 basımına, bu pasajın
Fransız devrimi deneyinin ‘yanlış anlaşılmasına’ dayandığını ve ‘yerel ve
eyalet öz-yönetimlerinin’ ‘ulusal merkezleşme’yle çelişmediğini açıklayan bir
not eklemeyi gerekli sayması biraz ilginçtir.(age., sf. 107”[47]
diyor Miliband.
* * *
Federalizm
ve otonomi kavramlarının programatik metinlerde toplumun ve devletin
örgütlenmesi bağlamında yer almamasının bir diğer nedeni de, bazılarının
zannettiği gibi, demokratik merkeziyetçilik kavramıyla, otonomi ve federalizm
kavramları arasında bir çelişki olması değildir. Çünkü bunlar aynı düzeyin
kavramları değildir.
Örneğin
Rolf Cantzen, demokratik merkeziyetçilik ile (idarî) merkeziyetçilik’i
karıştırmakta ve demokratik merkeziyetçilik ilkesini, bir parti ya da
sendikanın işleyiş ilkesi olmaktan çıkarıp devlete ve topluma uygulamakta ve
şöyle demektedir:
“Federal Alman Cumhuriyetinde federalizmin içinin oyulup
boşaltılmasının yanı sıra, genelde ‘yasal yönden güçlü bir’ Birleşik Avrupa'nın
yaratılması hedefinin büyük ölçüde benimsenmiş olması, merkezi olmayan yapılar
üstüne kurulacak bir federalizmin, merkeziyetçi tahakküme yönelik bu eleştirel
boyutunu unutturmaya çalışıyora benzemektedir. Geleneksel ‘Demokratik merkeziyetçilik' anlayışı, geçmişte olduğu gibi
bugün de kurtuluşun ve özgürleşmenin çaresi olarak görülmektedir. Bu
nedenle, merkezi olmayan yapılara görünürde değer veriliyor gibi yapılması,
mevcut merkeziyetçi yapılar çerçevesi içinde, Ademi-merkezîyetçi yapıların
sadece düzeltici ve bütünleştirici işlevlerini etkin kılma amacına yöneliktir
diyebiliriz; federalizm fikrinin egemenlik eleştirisine yönelik itici gücü ne
yazık ki yitmeye yüz tutmuştur.” (abç) [48]
Cantzen’in
karıştırmadığını varsaysak bile, demokratik merkeziyetçilik anlayışı, Cantzen
ve başka bazılarının zannettiği gibi, sadece Bolşevik Marksistlere özgü bir
ilke ve anlayış da değildir. Kuşkusuz
Bolşevikler bu anlayışın tarihsel, ilk ve özgün bir formülasyonuna sahipler.
Fakat bu ilke, ilk anlamıyla, belli bir insan sayısına ve genişliğe ulaşmış tüm
politik örgütlenmeler için olmazsa olmaz bir geçerliliğe sahiptir. Lafzî
düzeyde bu ilkeyi reddetmek bir şeyi değiştirmez. Bu ilkenin örgüt içinde
aldığı şekil Bolşeviklerin özgün örneğine benzemese de temelde aynı amaca
yöneliktir: azınlığın söz ve eleştiri hakkını saklı tutarak çoğunlukla alınan
kararları uygulamaya sokmak; örgütü canlı, dinamik ve kararlı tutmak. Bu ilkeye
karşı öne sürülmüş “konsensüs” gibi diğer ilkelerin bu ilkeden kaynaklandığı
düşünülen zaaflardan daha büyük zaaflarla malûl oldukları, örneğin konsensüsle
alınan kararların daha sonra sahibinin bir türlü bulunamamasından da
anlaşılmaktadır.
“Diğer yandan, konsensüs yoluyla karar alma, sürmekte
olan anlaşmazlığı (dissensus)
–yokluğunda bireysel yaratıcılığın olduğu kadar toplumsal yaratıcılığın da olanaksız
olacağı sürekli diyalog, itiraz etme, meydan okuma ve karşı meydan okuma
sürecini— engeller.
Konsensüs temelinde işleyişin sağladığı bir şey varsa o
da, önemli karar alma süreçlerinin ya bir azınlık tarafından manipüle edilmesi
ya da tamamen sonuçsuz kalmasıdır. Ve alınan kararlar, görüşlerin en küçük
paydasını temsil eder ve anlaşmanın en az yaratıcı düzeyini oluşturur.”[49]
Ayrıca
“demokratik merkeziyetçilik” yerine “demokrasi”yi geçirmek tamamen göz
boyacılığıdır. Eğer kitlelerin ve kadroların entellektüel, politik düzeylerinde
bir yükselme, aralarındaki ilişkilerde bir değişme, yakınlaşma, yoldaşlık ve
militan politik eşitlik duygusu yoksa, ister demokratik merkeziyetçilik,
isterse sadece demokrasi olsun hiçbir şey değişmemektedir. Örneğin, demokratik
merkeziyetçilik kavramını artık programlarında kullanmayan yani
literatürlerinden çıkaran Komünist partilerin örgütsel işleyişinde bu anlamda
hiçbir değişiklik olmamıştır. Demokratik merkeziyetçilik ilkesini tüzüklerinden
çıkarmadan önce ne kadar bürokrat ve ruhsuzsalar, şimdi, çıkardıktan sonra da o
kadar bürokrat ve ruhsuzdurlar.
5- Özyönetim, Doğrudan
Demokrasi
Anarşistlerin
federalizm ve otonomi kavramlarıyla ilişkili olarak toplumun örgütlenmesine
ilişkin olarak kullandıkları diğer kavramlar ve tarihsel örnekler (sovyetler,
fabrika ve işyeri konseyleri/komiteleri, kent ve tarım komünleri vb.) Marksist
sözlüklerde ve konu üstüne kitaplarda proletarya diktatörlüğü ve işçi
demokrasisi vb. gibi kavramlarla ilişkili olarak bulunuyor, kullanılıyor. Ama bunun
yetmediği düşünülüyor ki, 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, yeni veya
geleneksel, hemen hemen tüm solun literatürüne tamamlayıcı olarak bir de
“özyönetim” kavramı giriyor. Özyönetim kavramı Marksist hareket içinde bir
arayışı ve dönüşümü ifade ediyor. Bir çok Marksist hareket ve parti önce bu
kavramı literatüre kabul etmek istemiyor. Örneğin trotskistler bu kavramı 1968
sonrası kabul ederlerken, Avrupa'da bile SBKP'nin bir çok kardeş partisi bu
kavrama karşı tutumunu 70'li yılların ikinci yarısına kadar sürdürüyor. Örneğin
Fransız Komünist Partisi bunlardan biri. Bu kavramın Marksist literatüre
girişi, bize, federalizm ve otonomi kavramlarının Marksist literatüre ulus
sorunuyla ilişkili olarak tek boyutlu girişinin doğurduğu bir eksikliği giderme
çabası gibi geliyor. Çünkü özyönetimi bu kavramlardan ayırmak mümkün
görünmüyor.
Özyönetim,
sınıflı toplumlarda, parlamentarizm kadar zengin bir tarihe sahiptir.
Antikçağ’dan Ortaçağ’a özyönetim, ya toplumların ve yeni devletlerin
yapılarının ortak anlatımı, ya da mevcut toplumsal düzenin ve kurumlarının bir
biçimde reddiydi. (Eski Yunan, Siteler, Hussites’ler hareketi, Reform).
Demokrasinin ve yurttaşlık kavramlarının doğuşuna kaynaklık eden Atina Polis’i
(Site’si) kendi kendini yönetmenin ilk özgün örneğiydi. Yunan polisi,
yurttaşların yüksek kültürel birikimine ve etik değerlere yaslanıyordu ve
siyasal yönden tamamen özerktiler. Ticaretin yabancılaştırıcı ve yozlaştırıcı
etkilerinden kendilerini korumaya özen göstermişlerdi. Ama zamanla büyüyen
Akdeniz ticareti bir yandan polis’in, özgün bir burjuva çizgide
gelişmesini engellerken, bir yandan da onun yurttaşlık değerlerini zayıflattı.
Polis büyümekte olan Akdeniz ticaretinin kurbanı oldu. Polis’in kentsel
değerleri, bin yıldan sonra, Ortaçağ kentlerinde yeniden boy verdi; ancak bu
kent komünleri Yunanlıların toplumsal yaşamlarına getirdikleri açık
rasyonellikten yoksundular.[50]
Bir
de genç Amerikan devletleri birliğinin (Birleşik Devletler) özyönetim sistemi
örneği var. On dokuzuncu yüzyıldaki bu Communities
adı verilen örgütlenmeler, göçmen
kolonilerini İngiltere kralına,
Yerlilere ve Fransızlara karşı bir araya getiriyordu. Bu örgütlenmeler
(Communiti’ler) aslında çok demokratikti (elbette, Antik Yunan demokrasisini,
yani Atina Polis’ini değerlendirirken yapıldığı gibi, kölelerin varlığı ve cins
ayrımcılığı bir yana bırakılırsa), siyasal yönden özerktiler, geniş yetkileri
vardı. “Bu kuruluşlarda, merkezî olmayan ve kendi kendilerini yönetmenin
değişik biçimleri” bulunuyordu. Ama zamanla Amerikan sermayesinin etkisi
altında bugünkü temsili sisteme ulaşmak üzere, yetki ve imtiyazları,
direnmelerine karşın azar azar sınırlandılar. Başka daha az demokratiklerden
biri olarak: özyönetimci geçmişlerinden sadece bir kaç kalıntıyı korudular;
yargıçların ve şeriflerin seçimle göreve gelmesi örneği gibi. Sanayi devrimiyle
ve merkezî ulusal devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, yerel ve ekonomik
yönden bağımsız birimlerin sınırlanması eğilimi günümüze kadar artan bir hızla
sürmüştür.[51]
Farklı
mümkün toplumsal örgütlenme biçimleri üstüne
düşünen geçen yüzyılın sosyalistleri, özyönetim kavramını geliştirip
incelttiler. Ama Amerikan deneyinin etkisi altında kalıyorlardı. Bu noktadan
itibaren de anarşistler tekrar prim yapmaya başladılar. Aynı dönemde
Marksistlerin ilgisi, işçi sınıfı tarafından iktidarın ele geçirilmesi yolları
üstüne yoğunlaşmıştı, özyönetim üstüne bazı araştırmalar da küçük burjuva
üretim sistemi, doğaya dönüş, toplumun atomizasyonu ve bugünden yarına devletin
kaldırılması konularıyla bütünleşmişti. Bu da, Marksistleri bu konulardan
uzaklaştıran bir başka etken oldu. Oysa, kendi kendini yönetmenin, halk
yönetiminin sorunları tam da bu konularda ortaya çıkıyordu, beliriyordu.[52]
Özyönetim
kelimesine günümüzde “ne anlam yüklediğini” Çek Marksisti P.Uhl şöyle
açımlıyor: “Biz (bu)
kelimeden toplumun tamamı için geçerli kurumlaşmış bir iktidar sistemini
anlıyoruz. Yasama, yürütme, yargı işlevlerini birleştiren ekonomik ve politik
iktidarın bir örgütlenmesi. Uluslararası ilişkileri olan ve bütün insanî
aktivite alanlarını kapsayan bir sistem olarak özyönetim. Tarih bu anlamda
özyönetimci girişime tanık oldu. 1871’de Paris komüncülerinin kahramanca
girişimi vardı. Rusya’daki (1905 et 1917) işçi, köylü ve asker temsilcileri
sovyetleri de özyönetimci birer davaydı, ama sovyetler ağır basan temsilî bir
karakter içeriyordu. (....)”[53]
Görüldüğü
gibi, Ademi-merkezi (otonom) komünlerin birliği olarak federalizm ve özyönetim
kavramları içiçe geçmiş bir biçimde kullanılıyor. Çünkü, işlevleri düzene
lojistik destek sağlamak, mevcut yapıyı düzenleyip güçlendirmeye, muhafaza
etmeye yönelik oldukça, “Ademi-merkezileşme” isteği bütünüyle anlamsızdır. Bu
tür bir Ademi-merkezileşme, sadece merkezi kararların uygulanmasında yerel
düzeyde idari yürütmeyi güçlendirir, yoğunlaştırır. Toplumun çalışan çoğunluğu
yine toplumun bütününü ilgilendiren karar alma ve bu kararları uygulama
süreçlerinin, kısacası “politika”nın dışında kalır, yani “seyirlik politika”ya
mahkum olmaya devam eder. Bu nedenle, “Herkesin karar alma süreçlerine özgürce katılabildiği ve tüm maddi yaşam
araçlarının komünal olarak sahiplenip üretildiği ve bölüştürüldüğü bir
özyönetim olmaksızın ‘Ademi-merkezîleşme’ talebi katıksız bir
cehaletperverliktir.” Bu nedenle, “Ademi-merkezîleşme ve insan ölçeğine evet! Ama, mülkleri, ürünleri ve
çevresi komünal olarak paylaştırılan ve hiyerarşik olmayan bir biçimde
yönetilen bir toplumda.”[54]
Bu
nedenle “sosyalist hareket
kendisini salt siyasal bir hareket olarak görmez ve mücadelesini siyasal
faaliyetle sınırlamaz. Siyasal demokrasiyi aşmaya yönelik bir perspektifi
vardır. ‘Doğrudan demokrasi’ kavramının
anlamı burada ortaya çıkar. ‘Doğrudan’ sözcüğüyle, bütün bütüne ortadan
kaldırılması imkânsız olan temsil ilişkisi değil, tüm toplumsal kararların
alınmasındaki siyasal dolayım yadsınmaktadır.”
Dolayısıyla
“proletarya demokrasisi ‘çok
demokratik’ bir siyasal yapıyı değil, toplumdaki sosyalist ilişkilerin özünden
doğan demokrasiyi” anlatmaktadır.[55]
Konuyu
tamamlamak üzere, “değişik
uygulamaları dikkate alan iki özyönetim tanımı” daha aktarıyoruz.
Bu tanımlar da şöyle:
“Özyönetim, sadece ekonomik değil, aynı zamanda (bir
politikacılar kastının yönetim tekeli olarak anlaşılan) politika kavramını
ortadan kaldırarak, her aşamada insanların işlerini kendi ellerine almalarına
olanak verecek biçimde ona yeni içerik
kazandıran radikal bir dönüşümdür.”[56]
“Özyönetim, her şeyden önce toplulukların -belediyeler,
işletmeler, bölgeler- kendi düzeylerine tekabül eden ve devlet işi niteliğini
taşıyan görevlerin taban tarafından yönetimidir. Fakat aynı zamanda siyasi
kararları uygulayıp denetleyen bir iktidar biçimidir.” [57]
6- “Devlet Aygıtının
Örgütlenişinde Demokrasi”
R.
Yürükoğlu, “devlet aygıtının
örgütlenişinde proletarya diktatörlüğünün kendi yapısına en uygun olan yığın
demokrasisi için” “sahip olması gerekenleri” şöyle sıralıyor: “Lenin’in
sözleriyle ‘merkezde proletarya diktatörlüğü, yörelerde özerklik’. Bu, şu
anlama gelir: Ülkenin her yanına söz geçirebilen yetkin merkezî otorite. Yerel
organlarda, örneğin belediyelerde vb. ise geniş bir özerklik, ve bu özerkliği
güvence altına alacak malî kaynak, personel, ekonomik olanak vb. Yoksa özerklik
sözde kalır.” [58]
Yürükoğlu,
yerel organlara, örneğin Paris Komünü’ne adını veren “belediyelere” (komünlere)
“geniş bir özerklik” (otonomi) verilmesini ve bunları güvenceye alacak ekonomik
önlemleri de şöyle gerekçelendirip açımlıyor:
“Böyle bir mekanizma kurulması bürokratizme karşı en
güçlü savaşım araçlarından biridir. Çünkü en küçük bir konuda bile karar almak
için yukarıya başvurmak zorunluluğu ortadan kalkar. Yerel organ kendi kararını
verir, geneli ilgilendirir biçimde uygun gelmediği zaman merkezin o kararı
değiştirme yetkisi vardır. Fakat bu yukarıdan aşağıya doğru bir şeydir. Aşağıdan
yukarı danışmayı kaldırınca bürokrasiyi önleyen en önemli önlemlerden birini
almış olursun. Yığınların devlet çalışmasına, yönetime katılmasına kapıyı açan
en büyük olanaklardan biri budur. Bu aynı zamanda proletarya diktatörlüğünün
hedefi olan ucuz, basit, çabuk devleti sağlamanın yollarından biridir.”
(abç)[59]
Yürükoğlu
ayrıca sosyalist devlet aygıtının örgütlenişinde demokrasiyi güçlendirici,
tamamlayıcı bir etken olarak “toplumu
ilgilendiren önemli konuların, çıkartılan önemli yasaların halk oylamasına
(referanduma) sunulmasını” öneriyor.
[60]
Çünkü, “Referandumlarda
halk etken öznedir; karar alma sürecinin başında vardır (partilerine oy ve yön
vererek ya da halk inisiyatifinde tasarı metnini bizzat hazırlayarak),
ortasında vardır (partisinin milletvekillerine görüşme ve uzlaşma yetkisi
vererek), sonunda vardır (sonuç belgesini onaylayarak). Egemenliğin sahibi
olarak tüm görüşler ifade edildikten sonra oluşan nihai kararın en yüksek,
demokratik meşruiyet kaynağıdır. Plebisitte halk edilgen nesnedir; sürecin
yalnızca sonunda vardır. Tek seçeneği evetleme/hayırlama durumunda bırakıldığı
ve egemen gibi davranamamış olduğu içindir ki, kendisine çoğunlukla olaydan
sonra (ex post facto) ve usulen
onaylatılan kararın ve eylemin meşruiyeti de yapaydır.” [61]
“Siyasal topluluklarda yasama işlevini yerine getirirken,
temsilî demokrasinin ayırdedici özelliği seçim ve seçim dönemi boyunca
vekâlettir. Temsilî demokrasiden katılımcı demokrasiye uzanan yol üzerinde,
halkın kendi oyu ile seçtiği yasama meclisi üyeleri üzerinde seçim süresi
içinde de denetimini aktif olarak sürdürmesinin ve yasama faaliyetine doğrudan
katılmasının ana mekanizmalarının başında referandum gelir.” [62]
Daha
sonra bir çok sosyalist ülke insanı da farklı terimlerle dillendirdi bunu. “Sosyalizmin stratejik sorunu bundan (küçük ölçekli
kollektif ve bireysel mülkiyete dönmekten -m.e.) daha büyük bir şeydir;
ekonominin bütünü hepimizin denetimine verilmelidir. Bunu bir kez denedik, ama
yürümedi, yürüdü mü? Ama uğraşmaya devam etmedik; sorun buydu. Evet, sık sık
ilan ettik, ama yaptığımız şey oldukça farklıydı. Ulusallaştırma ve kamu
mülkiyeti sloganı altında işçilerin mülkiyete yabancılaşmasını ve bürokratizmi
yerleştirdik.
“O zaman ne yapacağız? İktidarın işçilere, mühendislere
ve fabrikalardaki ekonomistlere devredilmesiyle başlayabiliriz, ama bununla
yetinemeyiz!
“İnsanlar, kendi işlerinde yönetim ve örgütlenme
konularıyla ilgilenmeye başladıkça, bürokrasiyle mücadelede asıl sorunların üst
düzeydekilerden kaynaklandığını hızla öğreneceklerdir. Bir yanda bakanlıkların
ve hükümet dairelerinin diktası, diğer yanda da embriyon halindeki piyasa.
Bunların birincisi, müşterilerden çok göstergelerle ilgilenen ve planı
yücelten, söz dinleyen ve etkili bir yönetici gerektirir. İkincisi ise, ticarî
gizlilik, girişimci bir yönetici ve elinde kullanabileceği fonları olan,
pazarın durumuna göre hareket edebilecek bir işadamı... Her iki durumda da,
gerçek özyönetim bunlara yardımcı değil, engel olacaktır. Bu koşullarda işçi
inisiyatifi de en fazla takım düzeyinde ya da atölye düzeyinde kalacak, daha
ilerisi işçiyi ilgilendirmeyecektir. (Teknokratik yönetim eğilimlerinin
kurumlaştığı, 30 yılı aşkın süredir, işletmenin işçiler tarafından
yönetilmesiyle piyasa ekonomisini uzlaştırmaya çalışan Yugoslavya’da olduğu
gibi.)
Farklı bir yaklaşım geliştirmeye çalışalım. Özyönetim ve
halkın üretimi kontrol etme ilkesini yerel, endüstriyel (günümüzde endüstriler
arası) ve ulusal planda daha üst düzeye çıkardığımızı düşünelim. Bu yaklaşım,
ilk bakışta ütopya olarak görülecektir.” [63]
“Şimdi de fabrikayı aşan düzeylerde özyönetime kısaca göz
atalım. İlk deneyime bakalım; kendi ekonomik yaşamlarına egemen olma çabalarına
işletme, kent ve bakanlık bürokrasisinin engel olduğunu hisseden Kuzbass
fabrikalarının işçileri ne yaptılar? Birleşmeye ve kent grev komiteleri
(grevden sonra İşçi Komiteleri adını aldı) oluşturmaya karar verdiler. Neden?
Kent ve bakanlıkların yetkililerinin hareketlerini kontrol etmek, ücretlerin
ödenmesinde, kuralların koyulmasında ve sermayenin yatırıma dönüştürülmesindeki
keyfiliği önlemek için birbirlerine yardımcı olmak amacıyla.
“Tabii ki, bu ilk adımdır. Daha doğrusu, ilk adımı atmak
için bir girişimdir. Ama kendi tarihimize güvenirsek, Batı Avrupa ve
Japonya’daki bürokratik olmayan ve pazara da yönelmeyen ekonomik düzenlemelerin
toplumsal yönlerinin doğuşuna bakarsak, yeni bir modelin ana hatlarını
görebiliriz. Bu modelin esası, özyönetim, planlama (Buzgalin ve Kolganov buna,
aynı yazı içinde bir başka yerde, ‘diyalog içinde planlama’ diyorlar -m.e.) ve
toplumsal hedeflerdeki önceliğin bileşimidir.” [64]
Görüldüğü
gibi, “komünal karar
verme imtiyaz ve yetkilerinin ve bunların yeniden biçimlendirilmesi
olanaklarının genişletilmesi yönündeki talep, merkeziyetçi devlet düzeninin
yapısının federalist bir toplum düzeni yapısına dönüştürülmesi perspektifine
kadar genişletilememektedir. Ancak günümüzde sık sık ortaya atılan
merkezileşmenin dağıtılması, demokrasiyi tabana yayma ve tabanın aktif
katılımını sağlama talepleri, (...) federalizm projelerine dikkatimizi
yöneltmemizin gerekçesi olabilirler.” [65]
Çünkü,
daha önce söylediğimiz gibi, “halk yönetiminin sorunları tam da bu konularda
beliriyor”, yani toplumun devletin ve ekonominin yönetimine katılma, bu
konularda söz sahibi olma, politika yapma hakkı, kısacası özyönetim konusunda.
Ve federatif siyasî demokrasi de, bu bağlamda, sosyalist ekonominin bir
özyönetim olarak örgütlenmesinin tamamlayıcısı, onun bir parçasıdır.
7- Anarşistler ve
federalizm ve ütopizm
Anarşistler,
Saint Simon, T. More ya da Campanella gibi ayrıntılı gelecek toplum projeleri
çizmediler. Onların böylesi belirlenmiş, programlanmış ayrıntılı ütopyaları
olmadı, ama yine de geleceğin dünyasının bazı genel hatlarını çizmeye de çaba
gösterdiler. “Hemen tüm
anarşistler özgür bireylerin gönüllü işbirliğine dayalı merkezsizleştirilmiş
bir toplum; hükümetsiz ya da mülkiyetsiz, açlık ya da yokluğun olmadığı,
insanların kendi işlerini herhangi bir otoritenin engellemesi olmadan
yürüteceği bir toplum öngörüyorlardı. Çoğu anarşistler için, böyle bir toplumun
doğal çevresi hem kentsel, hem de kırsal özyönetim komünlerinin gevşek
bir federasyonuydu.”(abç)[66]
Ama
yine de anarşistler ütopyacılıkla suçlanmışlardır. Çünkü ta başından bu yana,
Paris Komününden bile önce, passeist bir yanları, bir kanatları oldu hep. Bu en
modernlerinden, teknik ilerlemeden yana olanlarında bile görülebiliyordu. Bu
ikincilerde passeizm özerklik, federasyon vb. kavramlarıyla sarmalanmış olarak
ortaya çıkıyordu.
“Ancak bunun ötesinde, pek az bir anlaşma söz konusuydu. Kimi
anarşistler için altın çağ, yalın bir geçmişe, insanları ruhsuz robotlar ordusu
durumuna dönüştürmeye başlayan büyük ölçekli sanayinin öncesine bir geri dönüş
demekti. Onlar ortaçağ komünündeki ve sanatçılar (zanaatçılar ?)
kooperatifindeki doğrudan insan ilişkilerini geri getirmeyi ve ne çarın ne
devletin olduğu, yalnızca toprak ve özgürlüğün bulunduğu ilkel bir mutluluğu
yeniden kurmak istiyorlardı. Bununla birlikte, çoğunluk teknik
ilerlemeyi olumlu karşılıyor, çağdaş makinaların insanları bıkkınlık ve
yorgunluktan kurtaracağına, dinlenme ve kültürel uğraşlar için zaman
bırakacağına ve kol emeğine geleneksel biçimde vurulmuş olan lekeyi
temizleyeceğine inanıyorlardı. (...)” (abç) [67]
Henri
Lefebvre de Paris Komünü’ne ilişkin şunları söylüyor:
“Komüncüler için, zafer, yani tasarılarının
gerçekleştirilmesi, merkeziyetçi olmayan ve federalist projenin gerçekleşmesiydi:
özgür ortakların (üreticilerin) beraberliğiyle toplumun radikal dönüşümü. Ancak
bu projenin ve koşullarının olgunlaşmamış olduğunun altını çizmek zorundayız. Projenin
belirsizliklerine ve geçmişe özlem duyan (passéiste) yönlerine işaret ettik: Ortaçağın
yeniden canlandırılması, bölgecilik, kavalın sesini takip etme (sürü
psikolojisi), jirondizm.” (abç)[68]
Lefebvre’in
anarşistlerin önemli bir rol oynadıkları Paris Komün’ünde yaptığı passeizm
saptamasının, bir benzerini Avrich, az üstteki alıntı da görüldüğü gibi 1917
Rus Devrimi anarşistlerinde yapıyor.
Anarşistlerle
Marksistlerin federasyon ve konfederasyon terimlerinden aynı şeyi anlamadıkları
çok açık. Bu terimlerden anarşistler, otarşik kentler, tarım komünleri,
konseyler vb. arasında, yaptırım gücü olmayan bir koordinasyon, Avrich’in
ifadesiyle “kentsel ve kırsal özyönetim komünlerinin gevşek bir federasyonu”nu
anlıyorlar. Marksistlerse bunu, Paris Komünü’nün yenilgi sebeplerinden biri
saydıkları için eleştiriyorlardı. Komün’ün başarısızlığında bu passeist otarşik
özerklik anlayışı etkili olmuştu. Küçük burjuvalar, kapitalizmin (sermayenin)
merkezileştiren gelişmesine ve örgütlenmesine karşı tepki duyuyorlardı. Bu
nedenle, bu etkinin altında kalan komünarlar, ortaçağın özerk, kendine yeten
kentlerinin hayaliyle, Komün’ün merkezî bir örgütlenmeye gitmesine de karşı
çıkmışlar, Paris özelinde de bunu geciktirmişlerdi. “Pasiflik ve kararsızlık,
bu durumda, kutsal özerklik ve federasyon ilkesiyle” desteklenmişti. “Bilindiği
üzere, Paris diğer birçok komün arasından yalnızca biriydi. Paris kimseyi bir
şeye zorlamak istemiyor”du. Paris, komünlerin ulusal düzeyde merkezî federal
birliğini gerçekleştirmek, ulusal çapta bir proletarya diktatörlüğü örgütlemek
için mücadele vermiyordu. “Hattı müdafaa
yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” deyip Versailles’ın
üstüne yürümek, saldırmak yerine, “Paris’in önderleri kendilerini komünal özerkliğe hapsetmeye kalkıştılar:
Eğer diğerleri onlara saldırmazsa, onlar da diğerlerine saldırmayacaklardı; her
şehir kendini yönetme kutsal hakkına sahipti.” Komün “bir küçük
burjuva reformu olan komünal özerkliği, gelişmekte olan proleter devrimin
yerine” koymaya çalıştı ve partikülarizme boyun eğdi. “Hangi forma bürünürse
bürünsün partikülarizme eğilim, ölü geçmişin bir mirasıdır.” (Trotskiy, sf.
49-50)
Kapitalizmin
gelişip güçlendikçe her şeyi yavaş yavaş merkezileştiren örgütlenmesine karşı
haklı düşmanlık, öbür uca savrularak, Fransız proletaryasına olumsuz bir miras
bıraktı: passeizm ve partikülarizm. Sermayenin merkezileştiriciliğine karşı
küçük burjuva bir tepki olarak ortaya çıkan merkeziyetçiliğe düşmanlık ve
yerelliğin ve özerkliğin yüceltilmesi, Fransız proletaryasının belirli bir
bölümünün güçsüz yanıydı. Bu olumsuz miras, özerklik, federasyon vb. kavramları
ardına saklanarak, onunla sarmalanarak ortaya çıkıyordu. “Bazı devrimciler için
mahalleler, bölgeler, taburlar, şehirler için özerklik, gerçek etkinliğin ve
bireysel bağımsızlığın en mükemmel garantisi”ydi. “Fakat bu, Fransız
proletaryasına pahalıya mal olan büyük bir hatadır.” (Trotskiy, sf. 50)
Paris
Komün’ü, ne yazık ki sadece kuşatılmış bir şehirle sınırlı, bir ulusal
ayaklanmadan çok yerel bir ayaklanma olarak kaldı. Bu da tabii ki, yenilgiye
uğramalarının bir nedenidir.[69]
Komün’ün bir başka yenilgi nedeni ise, hemen yukarıda Lefebvre’in sözünü ettiği
komünarların projelerinin koşullarının olgunlaşmamış olmasıdır.
Bazı anarşistlerin federalizm anlayışı, bana,
ütopik sosyalistlerin sosyalizm anlayışıyla bir noktada birleşiyormuş gibi
geliyor. Her ikisi de içinde yaşadıkları şehirden, topluluktan, yani
köklerinden koparak, bir ölçüde tarihsizleşerek yeni bir yerleşim yeri ve yeni
bir topluluk/komün oluşturmayı öneriyorlar sanki. Bu tür anarşistlerin
federalizmi bu komünlerin “gevşek” bir federasyonu anlamına geliyor. (Çağrışım
yaptırması açısından buna belki de en iyi örnek, tarihsel bir komünist ve
anarşist etki almış olmakla birlikte komünist ve anarşist olmayan, köklerinden
koparak dünyanın dört bir yanından gelmiş insanların kurduğu İsrail’in ilk zamanlarındaki
Kibbutzlar.) Bu nedenlerle anarşistlere ütopist denmesi ve onların federalizm
anlayışlarına şüpheyle bakılması anlaşılabilir bir şeydir.
Anarşistler
her şeyin hep daha özerk, daha bağımsız, daha özgür, daha bireysel olanını
istiyorlar; federasyonun gevşek, örgütsel ilişkinin yatay olanını, kararların
bağlayıcı olmayanını. Bu nedenle merkezî bir ilişkiyi ve merkeziyetçi bir
yapıyı gerektirecek her türlü çokluktan sakınmaya çalışıyorlar. Ve bireyci
anarşizme ve nihilizme kadar uzanan bir çeşitlilik oluşturuyorlar. Bizi burada
ilgilendiren bu çeşitlilik değil. Bizi ilgilendiren işçi sınıfına yakın duran,
bu sınıfla şu ya da bu düzeyde ilişkisi ve geleceğe yönelik projesi olan
anarko-sendikalistler ve anarko-komünistler ve onların dün ve bugün (daha çok
dün, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde güçlü oldukları geçmişte) ne
söyledikleridir.
Örneğin
Anarko-komünist Bookchin, Anglo-Amerikan dünyasında moda post-modern, bireysel
anarşizmdeki bu passeizmin çok yeni ve uç versiyonlarının eleştirisini yapıyor,
“Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı
Anarşizmi mi” adlı kitabında. Bookchin,
“Ekolojik Bir Topluma Doğru” adlı kitabında da, sürekli olarak, passeizme düşmemek, ama
geçmişten öğrenmek gerektiğini söylerken, kendince ince ayrımlar yapıyor. Ve
komünü ve komünoteyi esas alan, yüz yüze demokrasiyi öngören geleceğin
toplumsal projesinde “insanî boyutlu”, “bir bakışta kavranabilen” kentler hayal
etmekten de geri kalmıyor. Bookchin Antik Yunan’ın “Polis”inden ve Ortaçağın
lonca kentlerinden vb. öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylerken haklı olarak
(negatif anlamıyla) ütopyacı olduğunu kabul etmiyor. Ama Bookchin, geleceğin
özerk, otarşik, kendi kendine yeten anlamında özerk kentlerinden oluşacak bir
komünler konfederasyonu tasarlarken de (negatif anlamında) ütopyacı değil,
sadece radikal olduğunu düşünüyor. Bu
nedenle de Herbert Marcuse’ü eleştirirken şöyle diyor:
“Marcuse ve Lenin’i ortak bir inançta birleştiren şey,
Marcuse’ün sözleriyle, ‘modern bir kitle toplumunda, hangi biçimiyle olursa
olsun demokrasi, bir temsil sistemi olmaksızın kavranamaz’ görüşünü
paylaşmalarıdır. Bu formülü moleküllerine ayırdığımızda, Engels’in sosyalizmi
fabrikalar olmaksızın hayal edemediği gibi, Marcuse’ün de sosyalizmi bir ‘kitle
toplumu’ olmaksızın hayal edemediğini görürüz ..” (Bookchin, sf. 213)
Bookchin
güzel şeyler söylüyor, üstünde düşünebileceğimiz ilginç öneriler getiriyor, ama
Bookchin bir politik devrim olmadan bunların (sosyal devrimin) nasıl olacağına
dair bize bir şey söylemiyor. Bir yandan antik kent komünlerine, düştüğü
şerhler durumu kurtarmıyor, aşırı övgüler düzerek passeizme, bir yandan da her
şeyi kendiliğindenliğe, özerk site, mahalle ya da kasaba sakinlerinin
toplantılarına bırakarak; geleceği mikro politikalara bağlıyarak partikülarizme
düşüyor. Otarşik, ekonomik olarak kendine yeten, alternatif eko-teknolojiler
sayesinde enerji bağımlılığı olmayan, politik olarak özerk (bağımsız) kent
komünlerinin ya da belediyelerin konfederasyonunu öneriyor. Konfederasyon, hiç
bir yaptırım, müdahale gücü vb. olmayan bir koordinasyon örgütlenmesi anlamına
geliyor. Bookchin bu projenin, ancak “tümüyle gelişmiş bireylerle” mümkün
olduğunu söylüyor ve ekliyor, “tümüyle gelişmiş bir birey, tümüyle gelişmiş bir
toplumun sonucudur”. Ama bu topluma, “kitlelerin” nasıl gideceğini söylemiyor.
Bir devrim örgütlenmesi olarak konseylere, sovyetlere de yer vermiyor kendi
projesinde. Onların temsili kurumlar olduğunu ve yüz yüze demokrasiye,
özyönetime zarar verdiklerini söylüyor. Çünkü ona göre, konsey türü
örgütlenmeler coğrafî yaşam alanlarından koparılabilen, koparılan
örgütlenmelerdir.
Paris
Komünü’yle ilgili olarak Bookchin’in de andığı “evrensel cumhuriyet” nasıl
gerçekleşecek? Bookchin, sınıf mücadelesine ve işçi sınıfına düşüncesinde
merkezi bir rol vermediği, hatta bir rol bile vermediği ve toplumsal devrimi
önceleyen bir politik devrim öngörmediği için, “evrensel cumhuriyet ve komünal
toplum” hedefine nasıl ulaşılacağını
bilemiyoruz. Bookchin’in projeleri ve o güzel önerileri, birer ütopya olarak
şimdinin (güncelin) mikro politikalarında ve kent sakinleri “kitlesinin”
kendiliğindenliğinde, günlük sıkıntılarında hapsolmuş durumdadır. Diyelim ki,
bir ülkede bir devrim oldu, Bookchin, bu durumda emperyalist saldırganlara
karşı, o devrimin kendisini nasıl savunacağını da söylememektedir. Daha önce
bir başka biçimde söylediğimiz gibi, eğer partikülarizm ve otarşik otonomizm
bir devrim için tehlikeliyse, bunlar bir devrimci ordu için çok daha fazla
tehlikelidir; yenilgiye de mahkumdur. Bilmiyoruz, belki de Bookchin ve onun
gibi düşünen anarşistler “eş zamanlı bir dünya devrimi” savunuyorlardır.
Kısacası,
federalizme tarihsel deneylerin dışında ve onlardan ders çıkarmadan, onları yok
sayarak özel anlamlar yüklemek (negatif anlamıyla) ütopizmdir. Bazılarının
sosyalizm deneylerini “reel sosyalizm” diye küçümsemesine ve sosyalizmi ve
komünizmi yine geçmişin ya da geleceğin ütopyalar dünyasına göndermesine
benzer. Bu, sosyalizmi de, federalizmi de tarihsel koşullardan ve deneylerden
kopararak, gerici ya da ilerici, passeist ya da fütürist anlamda ütopyaya
indirgemek demektir. Reel olanı küçümseyip karalayarak, imajiner bir dünyaya
sığınmaktır; tarihsel gerçekçi, ya da (olumlu anlamında) ütopist olmamaktır.
Bizim bugün imkânsız, ütopya olarak görülen fikirlerimiz, projelerimiz bugün
için ve bu düzen içinde imkânsızdır; bu doğru. Ama yarın, siyasal devrimle
gelecek bir başka düzende ise imkân dahilindedir. Tarihsel şartlara,
devraldığımız mirasa ve bize bağlı olarak bunlar realize edilebilirler,
reeldirler. Oysa anarşistlerin ve bütün post-...ların, gelecek toplum
projeleri, ütopyaları fiiliyatta, tarihin getirdiği güncel görevlerden kaçmak,
yani bir tür apolitizm anlamına gelmektedir. Burada ütopya, gerçekliği
değiştirmek adına politikadan kaçmak ve ellerini kirletmemek için uzak geleceğe
sığınmak demektir.
8- Ulus, Ulus devlet,
federalizm ve SSCB
Komünist
Enternasyonal’in II. Dünya Kongresi’nin 26 Temmuz 1920’deki oturumunda “Milliyetler ve Sömürge Sorununa İlişkin”
alınan kararların 7. ve 8. maddeleri şöyleydi:
“7. Federasyon, bütün ulusların emekçilerinin
birleşmesine bir geçiş biçimidir. Pratikte federasyon, hem Rusya Sosyalist
Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin öteki Sovyet cumhuriyetleriyle olan ilişkisi
içinde (geçmişte Macar, Fin, Lituanya, şimdi Azerbaycan, Ukrayna Sovyet
cumhuriyeti ile) hem de Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti içinde
(geçmişte -ç) ne bir devlet varlığına, ne de kendi hükümetlerine sahip
bulunmayan milliyetler karşısında (örneğin Rusya Sosyalist Federatif Sovyet
Cumhuriyeti’nde 1919 ve 1920’de kurulan Başkır ve Tatar özerk cumhuriyetleri)
yararlı olduğunu kanıtlamıştır.
“8. Bu açıdan Komünist Enternasyonal’in görevi, sovyet düzeni ve sovyet hareketi temelinde
oluşan bu federasyonların sadece
geliştirilmesi değil, aynı zamanda incelenmesi ve deneylerinin sınanmasıdır da.
Federasyon, tümden birleşmeye doğru bir geçiş biçimi olarak tanınırken,
federatif bağların sürekli daha sıkılaştırılması yönünde çaba harcanmalıdır.
(...)” (abç) [70]
Daha
sonraları, Marksist literatürde federasyon ve otonomi kavramları, ulusal
sorunla ilişkili olarak zaman zaman gündeme geldiğinde, neredeyse kimse, bu
federasyonların “sovyet düzeni ve sovyet
hareketi temelinde oluş(tuğundan)” söz etmez oldu. Unutuldu. Artık en
fazla, çok-uluslu bir devlet içinde bir komünün veya bir ulusal azınlığın idarî
sistemi olarak federasyondan konuşuldu.
Marksistler
tarihsel gelişimin bir ürünü olarak “Ulus”u veri kabul etmişlerdir. Ulus,
ulusçuların tarih-aşırı anlayışlarının aksine, Marksistler açısından
aşılması gereken tarihsel bir kategoridir. Marksistlere göre, uluslarla belli
siyasi sınırlar içinde oluşmuş ulus-devletler arasında birebir bir çakışma
olmamıştır çoğu zaman. Çünkü “ulusal” sınırlar zafer kazanan burjuvazinin kendi
ekonomik çıkarlarına göre belirlenmekte ve her zaman pazarlık konusu olmaya devam
etmektedir. Dolayısıyla enternasyonalistler, ulusçular gibi “öngörmedikleri” halde, siyasal birim
ile ulusal birimin çakışması politik ilkesini tarihsel bir veri kabul
etmişlerdir. Ama bu ulusçular açısından bir “öngörme”,
enternasyonalistler açısından tarihsel bir durum, bir aşamadır. Sosyalistler bu
ilkeye de burjuvaziyle aynı anlamı yüklememişlerdir. Yani, Marksistlerin
buradan, bu politik ilkeden çıkardıkları sonuç, bir ulusu temel alarak, egemen
sayarak, siyasal sınırlar içindeki değişik etnik grupların, halkların
homojenize edilmesi, asimilasyonu olmamıştır. Ulusçularsa, ezelden beri var
saydıkları ve ebediyete kadar da var olacağını öne sürdükleri kurgusal yüce
egemen ulusları adına, gerektiğinde baskı ve zulüm de uygulayarak siyasal
sınırlar içindeki etnik ve/veya dini kökeni farklı halklardan homojen (tek
ulusal kimlikli) bir ulus yaratma politikalarıyla anlayış farklarını ortaya
koymuşlardır. Deyim yerindeyse, sosyalistler, vücuda göre elbise biçmeye
çalışmışlar, ulusçularsa elbiseye göre vücut biçmeye, yaratmaya çalışmışlardır.
Evet, sosyalistlerin bu tavrı, siyasi birim ile ulus biriminin çakışmasını
tarihsel bir veri kabul etmektedir; hatta Engels, Marx ölmeden bir ay önce
Kautsky’e yazdığı bir mektupta, ulus-devletin “Avrupa burjuvazisinin normal politik oluşumu”
olduğunu söylemiştir. (Ve hatta Bookchin’e göre, daha sonra Lenin’in, “ulusal
mücadeleleri” desteklemesinin kaynağı da Engels’in ulus-devleti tarihsel açıdan
“ilerici” gören yazılarıdır.[71])
Fakat sosyalistler, halklara “kendi kaderini tayin hakkını” tanıyarak, kültürel
ve ulusal çok kimlikli federal ve konfederal yapılar önererek ulusçularla arayı
açmışlardır. Ayrıca bize Sovyetler Birliği örneğinde göstermişlerdir ki, “her
ulusa bir devlet” tezi ulus olmanın olmazsa olmaz bir şartı da değildir.
Bunlar, aynı zamanda, Marksistlerin UKKTH ile Wilson’cu, burjuva “ulusların
kendi kaderini tayin hakkı” anlayışı arasındaki farklara da işaret eder.
Hatta
bu teorik/politik yaklaşımla Bolşevikler, Ekim 1917 devriminden sonra,
ulusçuların baskı ve homojenleştirme politikalarına karşı aralarındaki
farkları, tersine uygulamalarla, henüz istemeyenleri bile ulus olmaya teşvik
ederek keskinleştirmekten çekinmemişlerdir.
“Sovyetler Birliği, bilinçli biçimde, Asya’nın Müslüman
halkları, hatta Beyaz Rusyalılar arasında eskiden hiç var olmayan veya akla
getirilmeyen etnik-dilsel teritoryal ‘milli idari birimler’, yani modern
anlamıyla ‘milletler’ yaratmaya girişmiş olan bir komünist
rejimdi. Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik ve Türkmen ‘milletler’ine dayanan Sovyet
Cumhuriyetleri fikri, Orta Asya halklarından herhangi birinin en başından beri
duydukları bir özlemi değil, daha çok, Sovyet entellektüellerinin kuramsal bir
kurgusunu yansıtmaktaydı.” [72]
Marksistler,
özellikle SSCB'nin kuruluşundan itibaren, Ulus’u tarihsel, aşılacak bir
kategori olarak görmelerine rağmen, “ulus” kavramını merkeze alan ve çizgisel
tarih anlayışını fiilen onaylayan bir yola girmişlerdir. Bu, daha sonra, 19.
yy. burjuva milliyetçiliğinin ve kendi kaderini tayin hakkı anlayışının burjuva
ufkunun tamamen aşılamamasında da etkili olmuştur. Yani Marksistler, ulus ve
ulus-devlet kavramını pek fazla sorgulamamışlardır; buna ihtiyaç da
duymamışlardır. Önlerinde çözülmeyi bekleyen çok daha somut, pratik acil
sorunlar vardır. Ayrıca bir de 1920'ler çok erken bir tarih olarak
görünmektedir “ulus-devlet”i aşmak için. O dönemde “ulus-devlet, çağın
normasıdır”. Ayrıca eklemek gerekirse; yakın geçmişte Marksistlerin, siyasal
kurgularında ulus-devlet olgusuna bunca ağırlıklı yer vermiş ve ulus-devleti
fazla sorgulamamış olmalarının bir nedeni de, somut politika yapmanın mümkün
ölçeğinin ulus-devlet olması gerçeğidir. (Bu, Türkiye’de de, Ortadoğu devrimi,
bölge devrimi vb. hayali görenler olmasına rağmen böyle olmuştur.)
Enternasyonal ölçekte bir devrim ve iktidarı alma stratejisinden söz
edilemeyeceğine göre, halihazırda siyasal iktidarı almaya yönelik politik,
örgütsel faaliyetlerin ulus-devlet ölçeğinden başka bir verili zemini, nesnel
olarak yoktur.
Burjuva
devrimleri ulusçuluk ideolojisiyle (Hobsbawn’ın deyimiyle “laik dinler”le)
buluştu ve ulus-devletlerle sonuçlandı. Burjuvazi ulusçu politikalarla,
ekonomik çıkarları doğrultusundaki savaşlarla “ulusal” sınırları çizip bozarak
uluslar üzerinde terör estirdi, düşmanlık yaydı. Böldü, parçaladı. Yirminci yüzyılın
başlarından itibaren burjuvazinin ve “(...) kapitalizmin, sermayenin kendisinden başka, şiddetle ihraç ettiği
diğer bir şey de milliyetçilik (yalnızca kültürel özerklik talebi değil) ve
merkezileştirilmiş ulus-devletler şeklindeki milliyetçilik idi. Aslında,
merkezileştirilmiş ulus-devlet, kendi kültürel biricikliklerini ve özyönetim
haklarını elde etmek için (federal ve -m.e.) konfederal mücadele ve toplumsal
inşa şekillerine başvurmaları daha anlamlı olan halklara ihraç edilmişti.
(...)”[73] “‘Balkanlaşma’ ve dar görüşlülük, felakete varan
boyutlarda kötücül birer fenomen haline geldiler.”[74]
Ulus-devletin ihracı yalnızca insanlık koşullarını değil, modern Solu da
zehirledi. Sömürgeciliğe
karşı savaşlar da çoğunlukla “ulus-devlet”lerin kurulmasıyla yeni bir aşamaya
girdi. Ulusal baskıya ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı hassasiyet ve Sovyet
Cumhuriyetinin yaşatılması için anti-emperyalist ittifak arayışları pratikte ulusçu anlayışlara daha hoşgörülü
olmayı getirdi beraberinde. Bir başka söyleyişle, “Bolşeviklerin yeni kurulmuş Sovyetler Birliği’nde
iktidarı ele geçirdikten sonra büyük oranda onurlandırdıkları ‘ulusal kurtuluş’
mücadeleleri, Solda yeni ulus-devletlerin oluşumuna karşı eleştirel olmayan bir
bağlılık oluşturdu.”[75] Ayrıca, tek ülkede hapis olmuş olsa da sosyalist
devrimin, yaşaması, ayakta kalması için gösterilen çabalar bir çok soruna
sosyalist çözümler üretmeyi geriye atmaya, hatta unutmaya yol açtı. Kısacası,
deyim yerindeyse, Proletaryanın KKTH'nın geriye itilmesinde ve Ulusların
KKTH'nın merkeze oturmasında tarihsel ve reel politik etkenlerin önemli bir
payı oldu.
Bu
tarihsel süreçte, “Proletaryanın Kendi Kaderini Tayin Hakkı” kavramı yerini
büyük ölçüde “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” kavramına terk ederek
içeriği daraltılmış oldu. Paris Komünü’nün sloganı olan “sosyal ve evrensel
cumhuriyet” ile sosyalist özyönetim ve işçi demokrasisi düşüncesinin
(perspektifinin) bir gereği, demokratik bir istek olarak “ulus olmayanların”
kendi kaderini tayin hakkı da 1920’lerden bu yana unutulmuş oldu. Bu politik
tutum da, özellikle bugünün ulusallıkla malûl sosyalistlerine, federalizm ve
otonomi kavramlarını sadece demokratik bir sorun olarak ulusların kendi
kaderini tayin hakkı arasında bir bağlantı kurulmasına izin vermekte, ama
ulusal olmayan demokratik isteklere, özyönetim taleplerine, yani yerel
düzeydeki düşünsel, siyasal ve kültürel kendi kaderini tayin hakkı (yani aynı
zamanda “özyönetim”) isteklerinin bu kavramlarla ilişkilendirilmesine izin
vermemektedir. Çünkü onlar için KKTH, aynı zamanda “özyönetim” ve bir devlet
biçimi sorunu değil, sadece bir ulus ve ulus-devlet sorunudur.
Demir
Küçükaydın’ın cümlelerini değiştirerek söylersek: Ulusal baskıya karşı
hareketlerin, duvarın yıkılışına kadar ki tarihsel iklim ve konjonktürde
kendilerini sosyalist ya da Marksist olarak tanımlamaları, büyük ölçüde
enternasyonalizm ilkesinin ulusçuluğa prim veren sığ bir kavranışının dünya
soluna hakim olması nedeniyledir. Ulusçunun ideali, en azından kendi devletini
kurana dek, her ulusa siyasi sınırları çizilmiş bir ülke ve devlettir. Bu
bakımdan enternasyonalizmin ulusçuluğa prim veren bu kavranışı nasyonaliste
güzel bir ideolojik araç işlevi görmüş ve başarısı için iyi olanaklar
sağlamıştır.
Oysa,
programatik bağlamda, Lenin’in, Stalin’in ve Trotskiy’in anladığı biçimiyle,
‘Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı “her ulusa bir devlet” teziyle
özdeşlenemez ve sınırlanamaz. Onlar, programatik formülasyonlarında, ulusçunun,
tarih-aşırı, ezeli-ebedi var olan, homojen mitik ulusu gibi bir ulus anlayışına
sahip değillerdir. Hatta tam da bu nedenle, ulusçunun hiç hoşlanmayacağı
biçimde, aynı etnik kökenden gelen halkların, dilsel farklılaşmaları, farklı
tarihsel ve bölgesel oluşumlar içinde yer almaları nedeniyle bir kaç farklı
devlet şeklinde veya bir kaç farklı devlet içinde örgütlenmeleri bile
gerekebilir.
Bu
nedenle UKKTH, “demokratik bir istek olmaktan öte bir şey değildir; ilke
olarak, öteki demokratik isteklerden farklı değildir” ve gerçek demokratik,
sosyal ve evrensel cumhuriyet de, komünler’in özgür iradeleriyle gönüllü
birliğinden oluşabilir ve oluşmalıdır. Marx, Engels ve Lenin’in sorunu bir de
bu yönden ele aldığı düşünülmelidir.
Zira,
burjuva ulus-devletin eleştirisi ve proletaryanın KKTH, “kültürel grupların tam ifade ve özyönetim yolundaki
hakiki arzularını reddetmek anlamına” gelmez. Aksine ulus-devlet, “onların kültürel biricikliğini ve özgürlük haklarını yok
etmek için yapılanın ta kendisi”dir.[76] Çünkü, Landauer’in tanımlamasıyla, ulus-devlet,
birleştirici “tinden/ruhtan” yoksun oluşu yüzünden, insanlar/halk arasındaki
doğal ve yerleşip olgunlaşmış ilişkilerin yerine, adına ulus denen,
birleştirip, aynılaştırıcı, yapay bir büyük organizasyonun keyfiliğini koyan,
bir zorlama kuruluşudur aynı zamanda.[77] “Benim ilgilendiğim konu, diyor Bookchin, onların
kültürel bağımsızlığının nasıl ifade edildiği ve kendilerini ayrı bir kültürel
yapı olarak yönetmek için kurdukları kurumsal yapılar. Bir halkın
kültürel bütünlüğü ille de ulus-devlet şeklinde vücuda gelmek zorunda değil.
Benim görüşüme göre, konfederal özyönetim kurumlarında değerli kültürel
gelenekleri ve uygulamaları koruyan şekillerde ifade edilmelidir. Bir Zamanlar
Sol’daki anarşistler ve özgürlükçü sosyalistlerin büyük çoğunluğu, hatta bazı
Marksistler tarafından özellikle ortaya atılan ve tasvip edilen de bu tür
amaçlardı.” [78]
O halde biz sosyalistler, ulusal sorunda, ulusçularla aynı ilkeyi,
deyim yerindeyse sınırlandırılmış, salt “ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkı”nı değil; ulusçuların dayandığı ilkeyi berhava eden; isteyene istediği
“ulus”u kurma; istediği “ulus”a katılma veya çıkma ve de ulussuz olabilme hakkını, yani UKKTH’nı da
kapsayan “proletaryanın kendi kaderini tayin hakkı”nı, bir başka deyişle “en
küçük halk biriminin” bile bir topluluk olarak kendi kaderini tayin haklarını
kullanma özgürlüğünü reddetmeden politik, ekonomik, sosyal vb. total özyönetim
hakkını ve onların federasyon ve konfederasyonlarını savunmalıyız. Yani,
çok-uluslu bir devlet içinde bir komünün veya bir ulusal azınlığın sadece basit
bir idarî, temsilî sistemi anlamında değil, kendi kendini yönetmenin politik
sistemi olarak da tasavvur etmeliyiz. Bu, artık enter-nasyonalizm olduğu kadar,
yakın geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nin (Avrupa Birliği’nin) işçi
sendikalarının, partilerinin vb., şimdiden başlamış yeni örgütlenme formlarında
daha açık görmeye başladığımız gibi trans-nasyonalizm’dir de.
* * *
“Marx ve Engels’e göre, boyunduruk altına alınmış
olanların hiçbir yurdu yoktu. Onları destekleyecek yalnızca uluslararası
dayanışmaları ve tarihi olarak onları sınıflı toplumu ortadan kaldırmaya
götürecek olan sınıf birlikleri vardı. İşte Komünist
Manifesto’nun hafızalardan silinmeyen sonsözü: ‘Bütün Ülkelerin İşçileri,
Birleşin! ve (...) bu eserde bize şu anlatılıyordu: Değişik ülkelerden
proleterlerin ulusal mücadelelerinde, (Komünistler) her türlü milliyetten
bağımsız olarak tüm proletaryanın ortak çıkarlarını öne çıkarır ve
savunurlar.’” [79]
“Marx Komün’ün, ‘Fransa’nın Fransız toplumu dışında varolan
bu biçimsel birliği yerine, Fransız toplumunun komünal örgütlenmeden doğan
siyasal birliğini geçirmeye’ giriştiğini yazıyordu. Bir başka deyişle,
proletaryanın sınıfsal egemenliği, ulusun tepeden tırnağa yeni bir temel
üzerindeki birliğine yol açıyordu. Proletarya diktatorası devleti, yerel
özyönetim ve yığınların etkinliğine dayanan yeni bir merkeziyetçilik türüydü.” (abç)[80]
Marx’ın yukarıda altını çizdiğimiz bu sözlerinden ulus-devleti ve ulusların,
etnik grupların federal birliğini aşan bir özyönetimci federal sosyalist
projeye varılamadı. Tarihsel-toplumsal koşullar buna elvermedi. Ama Komün ve
Marx’ın değerlendirmesi ulus-devletin aşılması doğrultusunda düşünsel bir esin
kaynağı da olamadı.
Oysa,
(bence) esin kaynağı belli olmasa da ve ilkesel, işçi demokrasisi ve özyönetim
ile ilgili programatik bir sorun olarak değil de bir lütufmuş gibi yaklaşsa da, geçmişte böyle bir
düşüncenin varlığından Trotskiy söz ediyor örneğin:
“Devrimci kahramanlık döneminde, Bolşevikler gerçekten
devrimci olan anarşistlerle el ele yürümüşlerdir. Parti bunların çoğunu
saflarına kazanmıştır. Bu satırların yazarı, devletin derhal ortadan
kaldırılması deneyini halkın onayıyla gerçekleştirebilmeleri için bazı
bölgelerin anarşistlere bırakılması olasılığını Lenin ile birlikte pek
çok kez araştırmıştır. Ama iç savaş, abluka ve açlık koşulları bu tür planlara
fazla olanak tanımamıştır. “ (abç) [81]
Sovyet
örgütlenmeleri de başlangıçta hakiki bir toplumsal federalizm özellikleri
taşıyor ve her türlü ulusal, etnik, dinsel ayrımları aşıyordu. Yani SSCB,
başlangıçta, uluslardan ve etnik gruplardan oluşan basit, kendi içinde üniter
merkezi bir devletler, uluslar federasyonu değil; kentler bazında örgütlenmiş,
özerkliği olan “sovyetlerin birliği” idi. (***Bu örgütlenmelerin kentlerde bir
dezavantajı vardı, o da delegelerin sadece fabrikalarda çalışan işçilerce
seçiliyor olmasıdır.) Üstelik bu bazı halklar için, uluslaşma sürecindeki
gecikmeden dolayı daha da böyleydi. Daha sonra süreç içinde, tarihsel
etkenlerle ve tarihsel zorlamaların getirdiği politikalarla “devlet olmayan
devlet”in kurumları sovyetler aşırı merkezileşti ve basit birer bürokratik
organa dönüştü. Sovyet kurumlarının içlerinin boşalmasıyla birlikte SSCB özerk sovyetlerin birliği olma
ve diğer özyönetimci özelliklerini yavaş yavaş yitirdi ve geriye etnik (ve
ekonomik) bir federalizm kaldı.
Sovyetler
Birliğinin, başlangıçtaki bu kısa dönemi dışında, adındaki gibi her biri kent
ve bölge sovyetlerinin federal birliğinden oluşan, yani sovyetler bazında
örgütlenmiş cumhuriyetlerin bir birliği olma niteliğini Lenin'in “sovyetlerin
merkezileştirilmesi” girişimlerinin başarıya ulaşmasından sonra kaybettiği de
söyleniyor. (Bkz. M. Brinton ve O. Anweiler). Ayrıca otonomi düşüncesinin
Marksist dünyada prestij kaybetmesinin Engels'e kadar dayanan tarihsel teorik
bir arka planı da bulunabiliyor. P. Uhl’dan yapılan aşağıdaki alıntı da bu
görülebiliyor.
“Devrimciler, Rus Bolşeviklerinin pratikte yaptığı gibi,
Engels’in, 'fabrikaya girildiğinde her türlü otonomi düşüncesi terk edilmek
durumundadır' sloganını benimsedikleri sürece, insanlık zincirlerini asla
kıramayacaktır.”[82] “Engels, ‘Otorite
Üzerine’ adlı makalesinde, Marx’ın anarşizm eleştirisini özellikle fabrika
işleyişi temelinde en sert sonuçlarına götürür.” [83]
Bugün
çoğunlukla, ulusal kurtuluş mücadelesi veren ve hattâ kendisine “sosyalist” de
diyen örgütler, bu geleneğe yaslanarak, “Bizim de bir devletimiz olsun!” mantığıyla hareket ediyorlar ve ulus kimlikli
bağımsız burjuva devletleri istiyorlar. Ulusal sorunu, sosyalist devrimi
önceleyen, burjuva toplumda çözülebilecek bir sorun olarak gördükleri için,
çözümü de sosyalist devrimin önüne bir aşama olarak koymakta bir sakınca
görmüyorlar. Bu hedeflerine ulaşmak için de ara örgütlenmeler, geçiş sürecinin
birleşik devlet örgütlenmeleri olarak federasyon veya otonomiden söz ediyorlar.
Bu nedenle sosyalistler kendilerini, bu etnik, milliyetçi (ulusalcı) temellere
dayalı ve kendi içinde üniter bir ulus-devlet ve özyönetimci olmayan bir
federalizm ve otonomi istemlerinden ayırmalılar. Kendi anlayışlarını yeniden
tanımlamalılar ve sosyalizm vurgusunu öne çıkarmalılar. Yani esas olarak tam da
burada devreye girilmesi, müdahale edilmesi gerekiyor; hele bir de üretimde ve
sosyal örgütlenmelerde özyönetimden, konseylerden, fabrika ve işyeri
komitelerinden söz ediyorsanız. Çünkü sol, en fazla, mevcut aşırı merkezileşmiş
yapılar çerçevesi içinde, ademi-merkeziyetçi, federalist yapıların sadece
düzeltici ve bütünleştirici işlevlerini etkin kılma amacına yönelik bazı
girişimlerde bulunmaktan öteye geçememiştir. Oysa bugün, birçok konuda olduğu
gibi bu konuda da bir muhasebeye ihtiyaç var.
Çünkü,
federalizm ve otonomi anlayışı, genel olarak toplumun örgütlenmesinde
insanların duyarlılığını artıran, inisiyatifi teşvik eden ve aktif yığın
demokrasisini güçlendiren bir etken. Ayrıca, dinsel, etnik, kültürel, politik
her türlü kimliğin, farklılıklarını da koruyarak yan yana yaşamasını
kolaylaştırıyor. Demokrasinin “azınlığın çoğunluğa uyması” ilkesinden doğacak
ve ötekiler, azınlıklar üstünde baskıya yol açabilecek karar ve uygulamalarını
bertaraf etme, ya da en azından hafifletme imkânı veriyor. Bu anlamda
federalizm, burjuva devletin idarî örgütlenmesi olarak bile eksik ama ileri bir
toplumsal bir aşamayı oluşturuyor. ABD, Almanya, Kanada, Belçika ve özellikle
İsviçre örneğinde olduğu gibi. Bir de bu nedenle, sosyalistlerin, özyönetimci,
özgürlükçü ve demokratik bir sosyalizm için, toplumların ekonomik ve politik
örgütlenmesinde federalizmi,
konfederasyonu, otonomiyi savunan ve
yerel inisiyatifleri, yönetimleri güçlendiren anlayışlardan yana olması
gerekiyor.
Ayrıca,
kendi kaderini tayin hakkı, bu anlamda sadece uluslara, etnik ve dinsel
gruplara (Gürcistan’daki Gürcü Müslümanların Acar Otonom Cumhuriyeti gibi)
ilişkin bir mesele olarak tartışılmamalıdır. Sosyalizm içinde, başka türlü
düşünen ve yaşamak isteyen, farklı bir toplum tasarımı olan toplumsal politik
akımların, grupların da, Trotskiy’in daha önce sözünü ettiği bağlamda, ayrı
birer federasyon, otonom bölgeler oluşturma hakları olabilir/tanınabilir. Yani
sınıflı bir topluma dönüşü öngörmemek/önermemek, kısacası işçi devletinin
federal yasalarına bağlı kalmak kaydıyla ayrı komünler ve idarî ve siyasî
birimler oluşturma hakkı açık tutulmalıdır. Bu demokratik bir hak ve sosyalist
demokrasinin ve özyönetimin bir gereği olarak görülmelidir. Bunu da yolu daha
sonra tekrar açmaya çalışacağımız gibi federal örgütlenmenin bazını kentlere
indirmektir.
Adından
da anlaşılabileceği gibi bir Balkan anarşisti, G. Balkanski, bizi de
esinlendirebilecek, konu üstüne düşünmemize yardımcı olabilecek, federalizm
anlayışını şöyle özetliyor, “Ulusal sorun
ve Liberter federalizm” adlı kitapçığında: “Federalizm de eski bir kavramdır. Bugün federalizmin,
çeşitli federalist hareketler içinde örgütlenmiş çok sayıda taraftarı vardır.
Ama bütün bu federalistler Amerika Birleşik Devletleri ve en iyi durumda
İsviçre federasyonu modeli (fikrine) sahipler, yani Devletlerin federal
birliği. Federalistlerin en ilericisi şimdiden (en fazla) bölgelerin
federasyonundan konuşuyor. Ama bu federasyon onların tasavvurlarında, hep bir
devlet veya birleşmiş birçok devletin iktidarının desantralizasyonunda olduğu
gibi, yani birçok otorite ve kumanda merkezi arasında iktidarın paylaşımı,
yeniden dağılımı olarak (sınırlanmış biçimde - memet)ortaya çıkıyor.
“Bizim federalizmimiz temelden farklıdır. İnsanların,
belirli topraklar (bir coğrafya) üzerinde
oturan halkın (de peuples habitant des territoires determines) ve
çalışanların-üreticilerin ve tüketicilerin, yani, terimin en geniş anlamında
(değişik) ekonomik kategorilerden yurttaşların bir yeniden-birliğidir. Bu, elbette
ki, etnik grupların birliklerini dışlamaz. Ama, federasyon çerçevesindeki bu
son birliktelik, pratik olarak birleşmenin temel çizgisi olamaz ve hiçbir
durumda federatif birlikteliğin işlevleri içinde gerçek yapıyı teşkil edemez.” [84]
9- Yeni Bir Uygarlık için Yeni Kentler ve Kentliler
Kendi kendini yönetim olarak “Demokrasi
Antik Grek’te site ile birlikte doğdu. Yurttaş (citoyen) sözcüğü (de) siteden
türemiştir. İki bin beş yüz yıl sonra, hâlâ açık bir tanımına varılabilmiş
değil. Grekler’de kent demokrasisi söz konusudur. Ama aynı şekilde bizde de. Bu
da bizi kent kuramına götürüyor.”[85]
On
dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren radikal teori kent, komün ve komünote
(topluluk, cemaat) konularıyla yavaş yavaş ilgiyi kesmiştir. Bu nedenle “on
dokuzuncu yüzyılın başlarında su yüzüne çıkan geniş ufuklu ütopyacı vizyonlar”
da varlıklarını sonraki dönemlere taşıyamamışlardır. Örneğin Fourier’nin
komünote yorumları onun kuşağını izleyen çok sayıda kuşağın ilgisini
çekmemiştir. Bu kopuşun kökenleri, marksizm’in bir toplumsal hareket olarak
yükselişine kadar uzanır. Alman idealizmini, ütopik sosyalistlerin ve anarşist
teorilerin toplumsal bakış açılarını beslemiş olan, zengin bir mirasa sahip
yerel yönetim hareketi, marksizm’in bir toplumsal hareket olarak ortaya
çıkışıyla gözden kaybolmuştur. Ağırlıkla Marx’ın sınıf teorisinin verdiği
itkiyle, sakinlerinin kendi kendini yöneten bir yurttaşlar topluluğu (komünote)
olarak yaşadığı kent fikri, ciddi bir ilgi konusu olmaktan ve komünote nosyonu
da toplumsal yeniden yapılanmada bir amaç olmaktan çıkmıştır. Radikalizm,
fabrikada ve proletaryada neredeyse bambaşka bir alan bulmuştur. Tıpkı burjuva
kent sosyolojisinin kent adına işyerini ihmal etmiş olması gibi, radikal
toplumsal teori de işyeri adına kenti ihmal etmiştir. [86]
Oysa
işçiler, sadece fabrika ortamında varolamaz ve toplumsal deneyimleri üretim
noktasında tüketilemez. Proletarya yalnızca sınıfsal bir varlık değil, aynı
zamanda kentsel bir varlıktır da. Kapitalizm, genelde işçileri sömürülen bir
artı-değer üreticisi olduğu kadar, kent sakini olarak da, kirlenmenin,
kalabalığın, tecrit edilmişliğin, mülk yoksunluğunun, yöresel çöküşün, kötü
ulaşımın, yönetsel manipülasyonun ve megalopoliten yaşamın duyusal olarak
insanlıktan çıkarıcı etkilerinin kurbanı olarak da devrimci görüşlere daha açık
kılan geniş bir toplumsal bunalım yaratır. Marx ve Engels bu olguya, daha sonra
onlar adına konuşanlardan çok daha az ilgisiz kalmıştır. Engels, 1872’de kaleme
aldığı Konut Sorunu’nda, görüşlerini
hiç çekinmeden Owen ve Forier’nin en yaşamsal kavramlarıyla güvenle
bağlantılandırmıştır. Konut sorununu -ya da bir bütün olarak kent sorunu da
diyebilirsiniz- çözmek için Engels büyük kentlerin ademi-merkezileştirilmesi ve
kent-kır ikileminin aşılması gerektiğini öne sürer. Aynı tema on üç yıl sonra,
Engels’in son derece etkili olan Anti-Dühring
kitabında yeniden ortaya atılmıştır. marksizm’in güçlü bir politik ideolojiye
dönüştürülmesiyle beraber bu gelenek geri planda kalmıştır. ‘Bilimsel
sosyalizm’ nosyonu Marx’ın ütopyacı öncelleri ve onların eserlerine işlemiş
komünoter (toplulukçu) vizyona karşı önyargıya
ayrı bir güç katmıştır. Yüzyıl bitimiyle, kent sorunları Marksist
teoride önemli bir konu olmaktan tamamen çıkmıştır. Hatta ademi-merkezilik
nosyonu da, Marx’ın ölümünden sonra, anarşist akımlarla mücadele sürecinde
“ütopik” bir saçmalık olarak gözden çıkarılmıştır. [87]
Bunda o dönemde haklı bir yön de vardır. Çünkü bazı anarşistler bu kavrama
sihirli bir anlam yüklemişler, neredeyse her kapıyı açacak bir anahtar gözüyle
bakmışlardır. Oysa, marksizm’e şu ya da bu ölçüde bulaşmış olanlar, “kimi
anarşistlerin savunduğu gibi ademi-merkezileşmenin kendi içinde bir değeri
olduğuna kuşkuyla” bakmışlardır. Çünkü Paris Komünü ve daha sonra da Sovyetler
Kongresi vb., “hepsi de yüksek derecede merkezi, ama yine de oldukça
demokratiktir. Öte yandan, feodalizm hem ademi-merkezi ve hem de fazlasıyla
bürokratikti. Kilit soru, ‘merkezi’ aygıtın aşağıdan (seçilmiş ve geri
çağrılabilir delegelerce) denetlenip denetlenmediği veya sözde adına hareket ettiklerinden
kendisini ayırıp ayırmadığıdır.”[88]
Ademi-merkeziyetçilik bunu kolaylaştırıcı idarî ve siyasî bir faktördür. İşte
tam da bu nedenle, yani kitlelerin aktif siyasî katılımını ve denetimini
gerektirdiği için bu iki kavram (otonomi ve federalizm) İşte tam da bu nedenle,
yani kitlelerin aktif siyasî katılımını ve denetimini ancak sosyalizmde
mümkündür gerçek anlamını ancak sosyalizmde bulur.
Metin
Çulhaoğlu da, “Varoşlar ve Kent
Yoksulluğu” adlı incelemesinde, Marx ve Engels’e yönelik, “çözümlemelerinin
büyük ölçüde emek süreciyle ve bu sürecin geçtiği işyeriyle sınırlı kaldığı,
işçinin emek süreci dışındaki yaşamının içeriği ve yaşamın mekânlarıyla pek
fazla ilgilenmedikleri” yönündeki yaygın eleştirilerini cevaplandırmakta ve “İngiltere’de Emekçi sınıfların Durumu”
adlı çalışmayı anımsatarak, “en azından Engels’in daha 1845’te bu alana ciddi
bir ilgi duyduğu açıktır” demektedir.[89]
Ayrıca bu olguya daha fazla yer vermemelerinin bir nedeni de, kentleri ve
hayatı yeniden düzenleyecek olan kapitalizmin yaratacağı değişikliklerin daha
henüz ortaya çıkmamış, yaşanmamış oluşudur. Çulhaoğlu’nun cümleleriyle
söylersek, “19. yüzyıl kapitalizminde, işyeri ile konut henüz birbirinden
ayrışmamış, bir başka deyişle işgücü ile konut piyasası farklılaşan dinamikler
sonucu henüz oluşmamıştır. İşçinin emek süreci dışındaki yaşam alanı, halen
işyerinin yanı başındadır ve işçi bu mekânı kendisi gibi olanlarla, hatta aynı
işyerinde çalışanlarla paylaşmaktadır. Bu insanlar hep birlikte yeni bir tür
“köy” oluştururlar. İşyeri ile konutun ayrışması, kapitalizmin Marx sonrası
daha geç dönemlerine ve kentleşme süreçlerinin gelişmesine özgü bir olgudur.” [90]
Çulhaoğlu
yazısında, marksizm’in, kent sorununa da uzanacak biçimde, “işyeri dışındaki
yaşam koşullarının, mekanlarının ve ilişkilerinin güncel çözümlemesine” ilişkin
başlıca temel kavramlara sahip olduğunu da belirtiyor. Metin Çulhaoğlu şöyle
diyor: “Marksist kuramın
zenginliği, akla gelebilecek her konuya, her alana el atmasında değildir.
Zenginlik, ulaşılan soyutlamaların ve kavramların, zamanla ortaya çıkan
değişimleri, farklı eklemlenmeleri ve yenilikleri de kucaklayıp
çözümleyebilecek açıklığa sahip olmalarındadır.
Açıklık dedik. Örneğin, artı değer kavramı içeriye
(fabrikanın ya da işyerinin içi anlamında) doğru açıktır. Başka deyişle, emek
sürecinin farklı örgütlenme biçimleriyle teknolojik yenilikler, artı değer
kavramının içini dolduran, bu kavramı somutlaştıran olgulardır. Emek sürecinin
yeniden üretimi ise, dışarıya (fabrikanın ya da işyerinin dışı, yaşam alanı,
mahalle vb. anlamında) doğru açık bir kavramdır. Soyut bir kavram olarak emek
gücünün yeniden üretimi, beslenme, sağlık, konut standartlarının yanı sıra,
hanedeki diğer bireylerin işgücü piyasasına katılımlarıyla ve bu katılımın
gerçekleştiği biçimlerle açımlanır. Sözgelimi, görece yeni sayılabilecek
halk sağlığı kavramı ve buna ilişkin uygulamalarla, emek gücünün yeniden
üretimi standartlarının 18. ve 19. yüzyıldan bu yana geçirdiği değişim arasında
doğrudan ilişki bulunmaktadır.” [91]
Kısacası,
diyebiliriz ki, Marx ve Engels, işçinin emek süreci dışındaki yaşamının içeriği
ve mekânlarıyla (kentle) öncelikle “emek sürecinin yeniden üretimi” bağlamında
ilgilenmişler; ancak 1871 Paris Komün devrimi deneyinden sonra, proletarya
diktatörlüğünün örgütlenmesinde bu mekânların rolü üstünde de durmuşlardır.
Özellikle Engels, “Otorite Üzerine”
adlı makalesinde, Marx’ın anarşizm eleştirisini özellikle fabrika işleyişi
temelinde en sert sonuçlarına götürse de, onlar, Ceyda Işık’ın cümleleriyle
söylersek, “Bir bütünlüğü ifade etse de, işçi sınıfının özgürleşebileceği
biçimde dönüştürülebilmesi, emek süreci içinde değil, daha çok emeğin yeniden
üretimi sürecinde, yani mahallesinde, evinde, kahvede olasıdır.” fikrine
sahiptirler.
Bu nedenle, Marksistleri emek süreci dışındaki
yaşam mekânlarıyla, örneğin kentle, yeterince, hatta hiç ilgilenmemekle
eleştiren ve marksizm’i bir burjuva sosyolojisi olarak niteleyen toplumsal
anarşizmin teorisyenlerinden Bookchin bile bunun farkında gibi görünmektedir: “Gelgelelim, marksizm ve anarşizme ilk özgürleşmiş toplum
modelleri sağlayan 1871 Paris Komünü’nün, ‘evrensel cumhuriyet’ hedefi özgür
belediyeler ya da ‘komünler’in bir konfederasyonu çerçevesinde gelişen tamı
tamına devrimci bir yerel yönetim hareketi olduğunu görmezden gelemeyiz.”[92]
demektedir.
Kısacası
Marksistler kentle ilgilenmişlerdir, ama sosyalist bir devrim perspektifi ve
onun siyasi ve idari örgütlenmesi bağlamında. Bu bağlamda Bookchin’i bir
İtalyan akademisyenin, Sartori’nin, bir saptamasıyla tamamlıyoruz: “Marx için Paris Komününün ‘Fransa’nın büyük sanayi
merkezleri için bir model olarak görülmesi’ gerektiğini unutmamalı. Komün
rejimi bir kere kurulunca... taşradaki eski merkezî hükümet de, yerini
üreticilerin kendilerinin yönetimine bırakacaktı.’ (Fransa’da İç Savaş, sf.
58-59, Sol Yayınları, 1991). Görüldüğü gibi, Rousseau’yu ilgilendirmeyen bir
sorun, ‘devletin genişliği’ sorunu, ulusal devleti bir dizi proleter polis’e bölerek Marx tarafından kolayca
çözülmüştü.”[93]
Yine
devrim perspektifiyle birlikte bakıldığında Sovyetler de birer kent
örgütlenmeleri olarak ilgi çekiyorlar. Bu çok doğal, çünkü bu örgütlerin
yaratıcıları kent sakini işçilerdi. Moskova’da, Petrograd’da, Kiev’de, Kazan’da
ya da Bakü’de oturuyorlardı ve kendi sovyetlerini (meclislerini) kurdular,
oturdukları kentleri birer “proleter polis”e dönüştürdüler. Komünistlerin önem
verdikleri özyönetim deneylerinin çoğu kentlerde ortaya çıkmış, yaşanmış
deneylerdir. Kentler, toplumsal çatışmaların merkezleri ve yeni bir uygarlığın,
yeni bir dünyanın oluşum yerleridir. Bu, o dönemin, hem devrimden öncesinin hem
de devrimden sonrasının Rusya’sı için de böyledir.
Öyle
ki, “Lenin’e, döneminin yorumlarına ve
tartışmalarına yeniden bakıldığında ‘tek ülke’, ‘düşmanlık’, ‘kuşatılmışlık’
vb. kavramların, bir ölçüde farklı bir içerikle doldurulması gereği
duyulacaktır. Daha açık söylemek de mümkün. Lenin’de sosyalizme yönelen ‘tek
ülke’ gerçekte Rusya değil, proletarya merkezleri, yani kentlerdi. Sosyalizmi
kuşatanlar da yalnızca kapitalist ülkeler değil, aynı zamanda küçük köylü nitelikli
Rus kırlarıydı. Lenin’in hep böyle düşündüğünü, sorunlara da böyle yaklaştığını
sanıyorum.” [94]
* * *
“Paris’te
başkaldıranların ‘komün’ terimini kullanmaları, komünist sempatiden değil,
bunun ‘belediye’ anlamında kullanılan geleneksel Fransız, İspanyol ve İtalyan
terimi olmasından kaynaklanıyordu.” [95]
Komün deneyi, Paris başta olmak üzere birbirine uzak
başlıca üç kentin sınırları içinde (Paris, Lyon ve Marsilya) yaşanmıştı.
Zamanın o kentleri ne bir kasaba, ne de bir köydüler, ama bugünkü nüfuslarına
göre daha küçüktüler. Örneğin, bugünkü 10 milyonluk Paris’in o zamanki nüfusu 2
milyon civarındaydı. Fakat değişim, sadece nüfus artışı olarak görülmemelidir.
Ayrıca örneğin, Bookchin’in cümlelerini ödünç alarak söylersek, “Yüz
yıl önce Baudelaire’in aralarına karışmaktan zevk aldığı Paris’in neşeli
kalabalığı, (günümüzde -m.e.) kendiliğindenlikleri dikkatle düzenlenen,
ilişkileri soğuk ve yüzeysel hale gelmiş, içi boş kalabalıklara dönüşmüştür.
İlişkilerdeki içtenliğin yerini sakınımlı bir nezaket almıştır. Megalopolis bu
alçalmayı en ilksel derinliklerine taşır. Kent sakinini saran kitlesel, isimsiz
ve kişiliksiz yığınların azdırdığı bir tecrit edilmişlik duygusuyla köşeye
sıkışan birey, artık neşeli ya da vurdumduymaz olamaz, korku doludur. Burjuva
piyasanın tecrit edilmiş monadlarda normalde ürettiği ve böylelikle kapitalizm
öncesi kentselliğin göstergesi olan cemaat duygusunu aşındıran egoist ve
hesapçı zihniyet megalopolis tarafından karşılıklı teröre yakın bir düşmanlığa
vardırılır.” [96]
Yani bugün, “Biz artık
(Atina’daki gibi –m.e.) bir polis’te
yaşamıyoruz ve bir metropolis’te yaşadığımızı söylemek de yeterli değildir;
bizim toplumumuz bir megalopolis’tir. Bu demektir ki polis’in halkı gibi ortaçağın cemaatlerinin ve ancien regim’in üçüncü (ve dördüncü) sınıfının halkı da artık
yoktur. Elle tutulur ve yek vücut anlamıyla kavram (halk/demos –m.e.)
eskimiştir ve en azını söyleyelim, çağdışıdır. Bütünleyici sosyal yapılarla
bütünleşmiş hayat kavramının çöküşü ve bir kimsenin varlığının onun durumuna
uygun olması gerektiğini söyleyen Thomist ilkenin reddedilişi ile birlikte
‘halk’ herkesin yerini almaya
başlamıştır. Ve bu herkes gittikçe artan bir şekilde kaygan ve şekilsiz,
Gesellschaft (toplum –m.e.) özelliği daima artan ve Gemeinschaft
(topluluk/komünote/cemaat –m.e.) özelliği daima azalan bir yığın haline
gelmiştir. Kısaca, çağdaş toplum romantiklerin ortaçağcı hayalleri ile
taşkınlıklarında tanrılaştırdıkları o organik bütünün tam tersi olarak
belirmiştir. Bugün ‘halk’, yüksek ölçüde istikrarsız, atomize ve normsuz bir
toplumun yerini tutmaktadır. Bu, eski demokrasi ve onun taklitleri ortaçağ
cemaatlerinin üzerine oturduğu dayanaklardan tamamen farklı bir şeydir.” [97]
Kısacası
bugün gelinen noktada, Marx’ın “ulusal devleti bir dizi proleter polis’e
bölerek” çözdüğü
“devletin genişliği” sorunundan daha da karmaşıklaşmış bir sorun vardır: Her
biri bir devlet genişliğine ve büyüklüğüne ulaşmış, kapitalizmin dev bir
pazaryerine dönüştürdüğü kentler, daha doğrusu “anti-kentler”, megalopolisler
ve “atomize kitleler” sorunu.
Evet,
artık günümüzde doğrudan demokrasinin yaşandığı en eski örneği Yunan siteleri
bir yana, 1870’li yılların Paris’inden de epeyce uzağız. 19. yüzyılın “dev
kentler”i ile bugünün “dev kentler”i arasında da çok fark var. Engels, “dev
kentler” olarak, toplam nüfusu 700 bin olan Liverpool ve Manchester’dan söz
ediyordu. Bugün bu kentlerin toplam nüfusu beş milyon civarında. Özellikle son
yüzyıl içinde, giderek devleşen, polis olmaktan megalopolis olmaya doğru giden
kentlerde elbette artık agora’lar ve diyalog yok. “Şehirde kültürel merkez olarak vücut bulan uygarlık,
sanki şehir, kabile ya da köy yaşamının aksine, insan ilişkilerini
evrenselleştirmek için potansiyel bir alan değilmiş de, iyileşmeyen bir
kansermişçesine akılcı boyutlarından soyutlanıyor.”[98] Başlangıçta burjuvazinin pazaryerine dönüştürdüğü kent,
artık modern kapitalizm tarafından devasa ticaret merkezlerine, insan
ilişkileri de bir tür alış-veriş ilişkisine, yurttaşlar vergi mükelleflerine
dönüştürülüyor. Kentle birlikte sömürünün biçimi ve insanların yaşamı da
değişti, değişmeye devam ediyor. Kentler kitlelerin ve kitle kültürünün
mekânları haline geldi. Popüler kültürü öldüren kitle ve medya kültürü,
toplumun tümünü etkilemektedir. Kentten sürülen ‘diyalog’un yerini, her şeyi
tekelleştirmek isteyen sermaye iktidarının ‘monolog’u almış durumda. Medya bu
monologun bir aracıdır.
“Marx’ın
sınıflar mücadelesi diye adlandırdığı şey, özcesi demokrasi için mücadele değil
midir? Kent demokrasisi yolunda ekonomik, toplumsal ve siyasal bir mücadele?”[99] Bu nedenle kent için asıl karar verenlerin kentliler
olması gerektiğini söylemek, basit bir “popülizm” değildir ve olmamalıdır.
Çünkü kentlilerin kentleriyle kurduğu ilişkiler, bizi doğrudan demokrasi ve
sınıf mücadelesi sorunlarına götürmektedir. Yani, “Kenti
onu ortaya çıkaran toplumsal koşullardan kopuk, özerk bir varlık olarak ele
almak, kent planlamacılarının kentselliği tipik bir biçimde şeyleştirmelerine
katılmak, olumsal ve başka unsurların biçim verdiği bir ortamı tecrit etmek ve
nesneleştirmektir. Kentin fiziksel yapısının arkasında, çalışma yaşamı,
değerleri, kültürü, aile bağları, sınıf ilişkileri ve kişisel bağlantılarıyla
toplumsal bünye vardır. Kentselliğin bu gizli boyutunun kentin yapısını nasıl
biçimlendirdiğini görmemek, yapının toplumsal bünyeyi güçlendirme ya da
zayıflatma rolünü gözden kaçırmak kadar anlamsız, hatta yanıltıcıdır.” [100] Bu
nedenle, “eğer kentler, kültürün, insan toplumsallığının ve özgürlüğün uygulama
merkezleri olacaklarsa,” toplumun yapısında devrimci, sosyalist dönüşümler
yapılması ihtiyacına cevap vermek gerekir öncelikle.
Bookchin
yukarıda sözü edilen bu sorunların sadece gelişmiş Kuzey ülkelerini
ilgilendirmediğini de belirtiyor:
“Yakın geçmişin geleneksel insan boyutlu ve kavranabilir
kentlerini yıkmakta olan kentsel yayılma bugün artık yalnızca ‘Kuzey’ ya da
‘Birinci Dünya’ ülkeleri için değil, çok daha tahripkâr bir oranda, ‘Güney’ ve
‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri için can alıcı bir sorundur.” [101]
Fakat,
yine de bu sorunların esas olarak gelişmiş Kuzey ülkelerini ilgilendirdiği
söylenebilir. Bu, Kuzey ve Güney ülkelerinin megapolleri, kentlileri ve kent
yoksulları, kitle kültürleri vb. arasındaki farklılıklar olması ve
sosyalistlerin politik yaklaşımlarına bu farklılıkların yansıması gerektiği
anlamında doğrudur. Örneğin Metin Çulhaoğlu Sosyalist Politika’nın 10.
sayısında yayımlanan “Varoşlar ve Kent
Yoksulluğu, Sınıf Mücadelesinde Mekân ve Bütünlük Sorunları” adlı değerli
incelemesinde, kentsel gelişmelerle sosyalist solun gündemine gelen “kent
yoksulları” kavramını, sınıf mücadelesi ve sosyalist politika bağlamında ele
almış ve önemli sorular sormuştur. [102]
Sonuç
olarak: Demokrasi bir devlet biçimi olduğu kadar, aynı zamanda milyonlarca
birey için bir birlikte yaşama biçimi ve onların her biri için insanca
isteklerine bir cevap imkânıdır. Bunun yaşandığı fiili mekân ise kent’tir,
komün’dür, polis’tir. Demokrasi, ne olduğunu bu milyonlarca bireye borçludur ve
onların kurduğu rejimin geleceği de siyaset biliminin uzmanlarına değil yine
kendilerine, gerçek kenti kuranlara, kendi kendini yönetme kapasitesine sahip
kentli yurttaşlara bağlıdır. Bookchin’in dediği gibi, Yunan toplumsal
düşüncesinin, kenti, insanî boyutlu ve kavranabilir, kamuoyunu, kamu
kurumlarını ve kamusal insanı ön varsayan bir kamusal arena, bir söylem alanı
ve rasyonel yönetim olarak gördüğü hatırlanırsa, böyle bir kamuoyunun
yokluğunda, ne polis ne yurttaşlar ne de komünote vardır. Sahici, toplumsal
kaygılar taşıyan bir yurttaşlığın ortadan kaybolmasının ve bu yurttaşların
etkin katılımının olduğu politik bir organın yokluğunun bizzat kentin ölümü
olduğunu belirtmek gerekir. Bu durumda kentten geriye kalan sadece yüksek nüfus
yoğunluğudur, kentli halk değil.[103]
Rousseau,
“Yapılar bir kent doğururlar, ama bir siteyi yapan yurttaşlardır” diyordu.
Yurttaş, bir kentli olarak, burada da eserini belirlemelidir. Tarihin belli bir
döneminde ortaya çıkan bir beraberlik, sosyalizmde yenilenmiş ve zenginleşmiş
olarak yeniden hayat bulmalıdır. Antik Yunan’da, özellikle Atina demokrasisiyle
siteye sokulan, eski uygarlıkların tanımadığı, otoriter rejimlerin ve mutlak
iktidarlarınsa korkutucu bulduğu toplumsal bileşen, yani kendi kendini yöneten
yurttaş, sosyalizmin kentinde, kaybettiği yerine ve gücüne kavuşmalıdır.
Demokrasi-Site-Yurttaş bağı, sosyalist toplumlarda da gelişmiş biçimiyle tekrar
kurulmalıdır. “Yaşamı değiştirmek, kenti değiştirmek, kenti değiştirmek de
yaşamı değiştirmek”se, sosyalistler bu değişime ilgisiz ve duyarsız kalamazlar.
10- Sonuç Yerine:
“Görüşlerime
en yakın Marksist Michael Löwy'dir, ama o bile, klasik görüşün yetersiz
olduğunu söylemekle birlikte, somut bir programatik hedef formüle
edememektedir. Tabii benim taradığım kaynaklar, Türkçe, Almanca ve bu dillere
çevrilmiş olanlar. Bilmediğim bir yerlerde birileri böyle bir sonuca ulaşmış
olabilir. Bilmiyorum. Ancak, sanmıyorum. Bunu yine Michael Löwy'nin bana
yazdığı kısa bir mektubundan çıkarıyorum. O bir çok dil biliyor ve ulusal sorun
konusundaki literatürü yakından izliyor. "Geleceği ve Geçmişi
Kurtarmak" başlıklı yazımı kendisine yollamıştım. Verdiği cevapta şöyle
diyordu: "Ihre Idee der radikalen Trennung zwischen Nation und Staat
scheint mir sehr interessant zu sein" (yani, "sizin, devlet ve ulusun
kökten ayrılması düşünceniz bana çok enteresan göründü"). Öyle anlaşılıyor
ki, o da bu görüşle ilk kez karşılaşmış.
“Yeni
olan şudur. Ulusal olanla politik olanın bağını koparmak! Yani ulusu kişinin
bir inanç ve seçim sorunu yapmak! Ulusların kendi kaderini tayin hakkı,
ulusçuların ulus anlayışına dayanır. Ulusal olanla politik olanın bağının
koparılması ise Marksizm'in ulus anlayışına. Bu talep müthiş devrimci,
patlayıcı ve dünya sosyalist hareketini bu gün içinde bulunduğu çıkmazdan
kurtarıcı bir özellik taşımaktadır. Benim yeni olarak söylediğimi iddia ettiğim
sadece bu. Eğer bir yerlerde bu fikre ve programatik formülasyona rastladı
iseniz bunu da bana bildirirseniz çok sevinirim. Benim bir fikri ilk defa
ortaya atmış olmak gibi bir derdim yok. Aksine, klasik geleneğe uygun olarak,
bir fikri daha önce bir yerlerde zikreden olmuşsa ona dayandığımı göstermek
isterim. Ama bu somut durumda, başka biri bir yerlerde benzer bir programatik
sonuca ulaşmışsa bile, aynı sonuca ben de bağımsızca ulaşmışım demektir. Bu
aklın yolunun bir olduğunu gösterir.”
(Demir Küçükaydın,
“Börklüce’ye Cevap”, “Ulusal program, demokrasi vs.” 26.04.2000)
Demir Küçükaydın’ın yukarıda
söyledikleri, Marksistlerin, federalizm düşüncesinin her türünden ne kadar
uzaklaştıklarına bir örnek oluşturuyor. Sovyetler Birliği’nin bir üst kimlik
olarak “Sovyet yurttaşı” ve Yugoslavya Federasyonunun da “Yugoslav” yaratmayı
hedeflediğini, başarısız oldukları gerekçesiyle, bir yana koyuyorum. Öyle ki,
en bilinen iki örneği, İsviçre Konfederasyonu ve ABD federalizminin
pratiklerinin tam da bu yukarıda söylenenleri yaptığını, “ulusal olanla politik
olanı ayırdığını” nasıl görmeyebiliyoruz.
Amerikan federasyonu dini ve
etnik toplulukları (cemaatleri) toplumsal örgütlenmede baz alan, ama siyasal
örgütlenmesini bu bölünümleri aşan bir “Amerikalılık” anlayışıyla, yurttaşlık
anlayışıyla oluşturuyor. İsviçre ise, idari örgütlenmesini etnik/dilsel
bölünümler çerçevesinde oluştururken, siyasal örgütlenmesini “İsviçrelilik”,
İsviçre yurttaşlığı üstüne oturtuyor.
Bu iki örneğin ulus ve yurttaşlık kavramlarını
birbirinden ayırdığını, ya da ulusu “anayasal yurttaşlık” olarak tanımlayıp
etnik gruplaşmaları aştığını söyleyebiliriz. Bunun tarihsel bir kazanım
olduğunu da ekleyebiliriz. Ama bugün burada da duramayız. Çünkü artık Avrupa
ülkelerinde “anayasal yurttaşlık” (Nationalité: devlete tabiiyet) hakkına sahip
olmayan göçmen işçilerin ve diğer oturum ve çalışma hakkına sahip yabancıların
da yerel seçimlerde oy kullanması doğrultusunda yapılan bir tartışma var. Bu
önerinin fiilen “anayasal yurttaşlık” ile “yurttaşlık”ı (“citoyenneté”
kelimesinin ilk, özgün anlamına geri dönerek: hem-sitelilik, aynı şehirde
oturuyor olmak) birbirinden ayırdığını görmek gerekiyor. Bu çok az Fransızca
konuştuğu halde Devrime katılmış Thomas Pain’i Devrim Meclisine almakta hiçbir
sakınca görmeyen Fransız Devrimi ilkelerine daha uygun bir anlayış. Yani
bugünkü Avrupa’daki yurttaşlık anlayışı, yurttaşlığı devlete tabiiyete
bağladığı için Fransız Devrimi’nin pratiğinden daha da geriye düşmüş durumda.
Yerel seçimlerde göçmenlerin de
oy kullanması doğrultusundaki tartışma kitlelerin siyasal katılımı için,
demokrasi için kentleri baz aldığından bizim anlayışımıza daha yakındır. Kent,
her türlü etnik ve dinsel bölünümün aşıldığı, sahici, yüz yüze ilişkilerin
yaşandığı bir mekândır. Kent, ulus-devletin vatanı gibi güçle/zorla çizilmiş
siyasal sınırlara sahip değildir ve kentlilik insanları ulus gibi hayali
(fictif) bağlarla bağlamaz birbirine. “Gitmesek de görmesek de / O köy bizim
köyümüzdür” şiarı ulus-devletin uydurmasıdır ve hiçbir geçerliliği, realitesi
yoktur.
İşte tam da bu nedenlerle “ulus”u
ve “devlet”i birbirinden ayırmakla kalmayıp “anayasal yurttaş”la “yurttaş”ın da
birbirinden ayırmasını ve merkezi iktidarın bir çok yetkisinin yerel
yönetimlere verilmesini de savunmalıyız. Ancak bu şekilde “ulus” ve “devlet”i
birbirinden ayırmış oluruz. Dolayısıyla kentleri baz alan bir federalizm
anlayışı da, etnik ve dinsel cemaatçi anlayışların ayrıcalık istemlerinin
(partikülarizmin) önüne de bir set çekmiş ve evrenselci ve cumhuriyetçi
yurttaşlık anlayışına bağlı kalmış olur.
Örneğin Milli Eğitim Bakanlığının
“Milli”sini kaldırılarak, bir çok yetki yerel yönetimlere aktarabilir. Hangi
kentte, hangi kentin hangi okulunda hangi dilde ya da dillerde eğitim
yapılacağına okula çocuklarını gönderen aileler, ya da seçme/seçilme yaşına
gelmiş gençler kendileri karar verebilir. Bakanlık, eğitimin genel ilkelerini,
programını ve kontrolü yapan bir organa dönüşebilir.
* * *
(Not: Bu yazının önemli bir bölümü Ocak-Mart 1999
arasında yazıldı. İlgi başka yerlere dağıldığı ve motivasyon kalmadığı için
2000 yılı ortalarında “Sonuç yerine” bir şeyler yazılıp bitirilmiş gibi
bırakıldı ve öylece kaldı.)
[1] Ceyda
Işık, “Yerel Yönetimler: Nerede Durmalı?”,
Sosyalist Politika, sf. 53, sayı: 20, Mart 1999
[2]
Aktaran C. Işık (Cem Eroğul, “Devlet Yönetimine Katılma Hakkı”, İmge Kitabevi,
Ank. 1991, sf. 228)
[3]
Ceyda Işık, Sosyalist Politika, sf. 57, sayı: 20, Mart 1999
[4]
M. Çulhaoğlu, “Sovyet Deneyinden Siyaset
Dersleri”, sf. 40, Gelenek Yayınları, 1989
[5]
E. Aydınoğlu, “Birlik mi? Rekompozisyon
mu?”, (D.Küçükaydın ve S.Eralp’le birlikte), sf. 207, Koral Yayınları, 1990
[6]
Yalçın Yusufoğlu, sf. 29, “Sosyalizm-dünya-türkiye-tsip”,
İstanbul 1990
[7]
Türkay Demir, Birikim dergisi, s. 4, sf. 29
[8]
Hal Draper, “Proletarya Diktatörlüğü
Tartışması”, sf. 186-187, Belge Yayınları, 1990
[9]
M. Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm, sf. 60 ve 62-63
[10]
Draper, age, sf. 187 ve 188
[11]
Rolf Cantzen, “Daha az Devlet, Daha çok
Toplum”, sf. 104, Ayrıntı Yayınları, 1994
[12]
H. Arvon, age, sf. 39
[13]
Lev Trotskiy, “Paris Komünü Üzerine”,
sf. 38-39, Sınıf Mücadelesi Yayınları, 1998
[14]
Metin Çulhaoğlu, “Sovyet Deneyinden
Siyaset Dersleri”, sf. 67-68, Gelenek Yayınları, 1989
[15] Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden, sf. 68
[16]
Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden , sf. 69
[17]
Trotskiy, Paris Komünü, sf. 33
[18]
Trotskiy, Paris Komünü, sf. 36
[19]
Cantzen, age, sf. 104
[20]
Akt. Cantzen, age, sf. 92
[21]
Cantzen, age, sf. 92
[22]
Cantzen, age, sf. 95
[23]
Martin Buber’den akt. Cantzen, age, sf. 103
[24]
Bookchin, Ekolojik, sf. 115
[25]
Bookchin, Ekolojik, sf. 116-117
[26]
Kolpinski, age, sf. 105
[27]
Murray Bookchin, “Toplumsal Anarşizm mi,
Yaşam Tarzı Anarşizm mi”, sf. 91, Kaos Yayınları, 1998.
[28]
Eric Hobsbawn, “Milletler ve
Milliyetçilik”, sf. 197, Ayrıntı Yayınları, 1993
[29]
Maurice Brinton, “Bolşevikler ve İşçi Denetimi”, sf. 87, Ayrıntı Yayınları,
Temmuz 1990
[30]
H. Lefevbre, “Paris Komünü’nün Anlamı”,
Arguments/4 derlemesi içinde, sf. 48, 10-18 Yayınları, 1978
[31]
Fransız Komünist Partisi’nin il çapındaki merkezî örgütsel birliğine
“federasyon” denmesinin sebebi de yine bu tarihsel miras olabilir.
[32]
“Sosyalist Demokrasi Tartışma
Tutanakları,Tebliğleri” derlemesi içindeki çok imzalı bir tebliğden, sf.
93, BTDK Yayınları, 1990
[33]
Kolpinski, sf. 105 (“Paris Komünü ve
marksizm” adlı derleme, N.
Kolpinski, V. Kunina vd., Sarmal Yayınları, 1996)
[34]
Kolpinski, age, sf. 105
[35]
Kolpinski,age, sf. 105 ve 106
[36]
Kunina, age, sf. 152
[37]
Kolpinski,age, sf. 104
[38]
Kolpinski, age, sf. 107
[39]
Kolpinski, age, sf. 106
[40] Henri LEFEVBRE, Argument,
sf. 51)
[41] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, sf. 59, Sol
Yayınları, 1991
[42]
D.C.M., sf. 289 (Marksizmin Eleştirel Sözlüğü), PUF, 1985.
[43]
Metin Çulhaoğlu, “Tarih Türkiye
Sosyalizm”, sf. 70, Gelenek Yayınları, 1988
[44]
D.C.M., sf. 290
[45]
D. Guerin, “Liberter Bir Komünizm
Arayışında”, sf. 63, Spartacus Yayınları, 1984.
Anarşistler, Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabında, devletin erimesinin değil, ortadan
kaldırılmasının, kökünün kazınmasının söz konusu olduğunu, Marx’ın bu kitapta
kendi programını büyük ölçüde terk ederek federalist fikirlere yöneldiğini
(Arthur Lehning, James Guillaume) söyleyerek tutarsızlıkla eleştiriyorlar.
Tabii bazıları da buradan liberter komünist bir Marx çıkarıyor (M. Rubel, D.
Guerin).
[46]
D.C.M., sf. 289
[47]
Ralph Miliband, ”Kapitalist Devlet”,
sf. 24 ve 34’teki 70 no’lu dipnot, Belge Yayınları, 1983.
[48]
Rolf Cantzen, “Daha az Devlet Daha çok
Toplum”, sf. 109, Ayrıntı Yayınları, 1994
[49]
Bookchin, Top. An., sf. 31
[50]
Bookchin, Ekolojik, sf.138
[51]
Petr Uhl, “Hapsedilmiş Sosyalizm”, sf. 248, Stock-LaBreche Yay., 1980; Cantzen,
age, sf. 106
[52]
P. Uhl, age, sf. 248
[53]
P. Uhl, age, sf. 249
[54]
Bookchin, Ekolojik, sf. 57 ve 58
[55]
Türkay Demir, Birikim dergisi, Ağustos 1989, s.4, sf. 28-29
[56]
Y. Bourdet ve A. Guillerm’den akt. Henri Arvon, “Özyönetim”, sf. 8, İletişim
Yay., 1991
[57]
D. de Rougemont’dan akt. H. Arvon,age, sf. 8
[58]
R. Yürükoğlu, Sosyalizm ve Demokrasi, sf. 36, İşçinin Sesi Yayınları, 1992
[59]
R. Yürükoğlu, age, sf. 37
[60]
R. Yürükoğlu, age, 39
[61]
Taha Parla, “Türkiye’nin Siyasal Rejimi,
1980-1989”,
sf. 194, İletişim Yayınları, 1993
[62]
T. Parla, age, sf. 194
[63]
A. Buzgalin - A. Kolganov, Dünyadan Yansıma kitap dizisi, Birinci kitap, sf.
103, Mer Yayınları 1991
[64]
A. Buzgalin - A. Kolganov, agm, sf. 104
[65]
R. Cantzen, age, sf. 109
[66]
P. Avrich, “Rus Devriminde Anarşistler”,
sf. 71, Metis Yayınları, 1992
[67]
Avrich, age, sf. 72
[68]
H. Lefebvre, Arguments, sf. 48
[69]
G. Hodgson, “Sosyalizm ve Parlamenter
Demokrasi”, sf. 26-27, İletişim Yayınları, 1998
[70]
“III. Enternasyonal Belgeleri”, sf.
45, Belge Yayınları, İstanbul, 1979
[71]
Bookchin, Top. An., sf. 91 ve 92
[72]
Hobsbawn, “Milletler ve Milliyetçilik”, sf. 196
[73]
Bookchin, Top. An., sf. 105
[74]
Bookchin, Top. An., sf. 106
[75]
Bookchin, Top. An., sf. 103
[76]
Bookchin, Top. An, sf.105-106
[77]
Cantzen, age, sf. 92
[78]
Bookchin, Top. An, sf. 106
[79]
Bookchin, Top. An, sf. 90
[80]
Kolpinski, age, sf. 106
[81]
Lev Trotskiy, “Bolşevizm mi, Stalinizm
mi?”; Sınıf Bilinci, sayı: 1, sf.
55, Haziran 1988.
[82]
Petr Uhl’dan Akt. E. Aydınoğlu, “Birlik
mi? Rekompozisyon mu?”, sf. 207, Koral Yayınları, Aralık 1990. Engels’ten
aktarılan bu fikirler için bkz. “Otorite
Üzerine”, sf. 124, “Anarşizm ve
Anarko Sendikalizm” derlemesi içinde, Sol Yayınları, Mart 1979.
[83]
Bookchin, Ekolojik, sf. 122
[84]
G. Balkanski, “Ulusal sorun ve liberter
federalizm”, sf. 40, Bizim Yol Yayınları,Avustralya 1983.
[85]
Henri Lefebvre, “Yaşamla Söyleşi”,
sf. 61, Belge Yayınları, 1995
[86]
Bookchin, Ekolojik, sf. 153
[87]
Bookchin, Ekolojik, sf. 153-154
[88]
Maurice Brinton, “Bolşevikler ve İşçi Denetimi”, sf. 87, Ayrıntı Yayınları,
Temmuz 1990
[89]
Metin Çulhaoğlu, “Varoşlar ve Kent
Yoksulluğu”, sf. 85-86, Sosyalist Politika dergisi, sayı: 10, Eylül 1996
[90]
Çulhaoğlu, Varoşlar, sf. 86
[91]
Çulhaoğlu, Varoşlar, sf. 86-87
[92]
Bookchin, Ekolojik, sf. 176-177
[93]
Giovanni Sartori, “Demokrasi Kuramı”,
sf. 264, 7 no’lu dipnot, Siyasî İlimler Türk Derneği yayını, Ankara
[94]
Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden, sf. 66
[95]
G. Hodgson, age, sf. 26-27
[96]
Bookchin, Ekolojik, sf. 141
[97]
Sartori, age, sf. 14
[98] Bookchin,
Top. An., sf. 50-51
[99]
H. Lefebvre, Yaşamla Söyleşi, sf. 61
[100]
Bookchin, Ekolojik, sf. 131
[101]
Bookchin, Ekolojik, sf. 11
[102]
Metin Çulhaoğlu, Sosyalist Politika dergisi, sf. 115, sayı: 10, Eylül 1996
[103]
Bookchin, Ekolojik, sf. 174
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder