Yalan!!!
Fikret
Başkaya
Marx,
Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle
ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma
İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın
henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük
basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan
daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara
hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve
çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme
arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece
ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik
iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce
medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [
tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar
devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur,
teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da
halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar
dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine
sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli
olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için
hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her
yalan hakikâttir...
Bir
Fransız atasözü: “Köpeğini boğmaya karar
veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve
müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı
üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil
komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma
yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası
toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki
duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor
ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden
oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen
suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası
değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye
yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde,
küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu
duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini
oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika
ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik
egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler
çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa,
asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin
çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye
hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok
sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye
bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde
Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba
harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada
çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de
sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist
statükonun devamı için son derecede işlevseldir...
Yakın
zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava
alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bulunduğu,
bombanın içi çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda
taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı
peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da
“gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki
yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin
esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli
değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin
peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir
tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz
bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar
edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına
sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik
çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah
bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması
zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika
soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe
itiraz etmezse, bu, 180 yolcu taşıyan
bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup
gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu
şirketlerinin evet demesi mümkün değildir...
Fakat
emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar
yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk”
bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni
sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası
hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden
yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar.
Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve
güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve
sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve
kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve
2008 sonrasında yıkım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve
İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla
Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve
hareket geçildi...
Suriye’de
özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve
rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini,
yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin
Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de
otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük
talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu.
İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD
olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [ AKP
hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere
Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa
rejimi çökertmek için bu durumu fırsat
saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin
verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve
zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu.
Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin
yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da
etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i
kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de
mâlûm...
Barışcıl
amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve
içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da
savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından
amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini,
polisleri, askerleri, kadınları,
çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi hunharca ketleden katillere kaldı. İşte
‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı
tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp
eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın
parası, emperyalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın
yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam
ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz? Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı
söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye
ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici
bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir
gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar
öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve
polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve
kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle
sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör
gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki,
emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin
demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var...
Annan Planı bir
oyundu...
Suriye’yi
çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına
endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik
‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel
sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş
Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin
aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye
gerek yok, Ban ki-Moon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve
varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu
meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları
müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla
silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı
artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura
edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası
toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor.
Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi
kesmesi değil midir? Tek taraflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula
katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız
birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma
konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı.
Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında
Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla
Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar
mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık
“insânî yardım”, “insânî müdahale”
cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler,
Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi
çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup
bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor...
İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...
Türkiye ‘yardım
ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor
AKP
hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri.
Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü
altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını
kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir
ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci
davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor
ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail
tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında
ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle
bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin, AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü
olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle
Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını
püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu.
Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin
çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz
hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta olan bu Şii eksen karşısında Arap
monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle,
özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde
ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar
hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu
değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak
için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da
bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde
“kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını
kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini
de zaten böyle bir şey değil midir?
Muhalefet Suriye
konusunda sınıfta kaldı...
Türkiye’de
sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan
hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri
yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir
talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile
tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert
edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir?
Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer
aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması
gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın
otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşünüyorsa, buna belki
kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist
saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu
atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememenin mazereti olabilir
ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...
http://www.ozguruniversite.org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder