Eleştirel Düşünceye Dair
Fikret Başkaya
“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç
sevmedin!”
Santiago Rámon y Cagal
Bir seferinde bir tanıdığım: “Biz söylüyoruz bir şey olmuyor, sen
söylediğinde başın belaya giriyor” demişti. “Neyi, nasıl ve ne amaçla
söylüyorsun da başına bir şey gelmiyor” dediğimde, yüzüme şaşkın bakmıştı.
Belli ki, ne düşünce, ne düşünce özgürlüğü, ne de eleştirel düşünceye dair hiç
kafa yormamıştı... Oysa, öylesine akıldan geçen, günlük yaşamda söylenen
sıradan şeyler düşünce değildir. Düşünceden söz edebilmek için, bir amaç için
tasarlaması, uygun araçlara ifade edilmesi ve düşüncenin hedefine ulaşması,
insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ancak hedefe ulaşıp, kitleye mâl
olduğunda düşünceden söz edilebilir ki, ben buna düşüncenin gerçekleşmesi diyorum.
Bertold Brecht: “Bir fikrin etkinliğinden söz edebilmek için , kimden
kaynaklanıp, kime yöneldiğine bakmak gerekir” derken her halde tam da bunu
kastediyordu.
Düşüncenin “gerçek düşünce” olabilmesinin koşulu, onun bu dünyada
olup-biten her şeye eleştirel bakabilme istidâdır. Buna kendi de dahildir.
Başka türlü söylersek, düşüncenin tutarlı olabilmesi için aynı zamanda
oto-kritik olması gerekir. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında,
düşünsel alan iyiden iyiye bayağılaşmış, piyasacı “tek düşünce” neredeyse bir
tsunami gibi tüm alanları kaplamış durumda... Eleştirel düşünce radikaldir, öyle
olmak zorundadır. Olguları, süreçleri, olup-bitenleri kavramanın bilince çıkarmanın yolu, radikal
olmayı, görüntünün esiri olmamayı, velhasıl görüntünün ötesine geçmeyi
varsayar. Başka türlü ifade etmek istersek, radikal olmak, sorunları
kaynağında, kökeninde yakalamak, temeline inmektir.. Radikal düşünce için neden
sorusunun önceliği vardır. Oysa yaygın bayağı düşünce daha çok nasıl sorusuyla
yetinmekten yanadır. Radikal düşünce açıkça ve ikircikli olmayan bir şekilde,
yalanı, dolanı ikiyüzlülüğü aşmayı, gerçeğin üstünü örten örtüyü kaldırmayı
amaçlar. Bu da şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir. Zira adıyla çağırmamak bir
yalan söyleme yöntemidir... Kapitalizm kavramının geçmediği bir yoksulluk
tahlili mümkün müdür? Yoksulluğu yaratan kapitalizm olduğuna göre...
Mesela bu
günün dünyasında hegemonya, emperyalizm, kolonyalizm kavramlarını kullanmadan
yapılan savaşla ilgili bir tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi?
Savaşların gerisinde emperyalist hesaplar ve çıkarlar olduğuna göre... Aynı
şekilde kapitalizmi ağzına almadan yapılan ekolojik tahlilin bir değeri olur
mu? Eğer insanlığın yüz yüze geldiği ekolojik sorunlar kapitalist işleyişin
doğrudan sonucuysa...
Eleştirel düşünce tarihselliği esas alır. Şimdilerde kapitalist sistemi,
yegane mümkün toplum düzeni, insanlığın normal hâli olarak sunma ve
dayatma gayretleri yaygın. İnsanların kafasına sokulmak istenen kabaca şu:
Kapitalizm hep vardı, bu gün de var, gelecekte de olacak... Kapitalizm “tarihin
sonudur”, alternatifi yoktur, alternatif üretmeye çalışmak da beyhûdedir!
Aslında amaç belleği yok etmek, geçmişi unutturup yok saymaktır. Oysa tarih
bilinci bize bu günkü durumun [hâlin], karmaşık, kompleks sosyal süreçlerin ve
belirleyiciliklerin bir sonucu olduğunu, pekâlâ başka türlü de olabileceğini, bu
gün olanın potansiyel olarak “mümkün” olabileceklerden sadece biri olduğunu
öğretiyor. Bu gayri insani ve irrasyonel sistemin insanlığın yegane ufku olarak
sunulabilmesi, ancak tarih bilincinin yokluğunda mümkün olabilir. Oysa tarih
bilincinden yoksun bir insanlık mümkün değildir. Başka türlü söylersek, tüm
sosyal süreçler geçicidir, tarihseldir ki, buna kapitalizm de dahildir. Nitekim
kapitalizmin beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin ikiyüz yıllık, “neoliberal
kapitalizm” denilenin de otuz küsur yıllık geçmişi var. Aslında bu, uzun
insanlık tarihinde sadece küçük bir parantezdir... Şeyleri, olguları, toplumsal
süreçleri tarihsellik dışında düşünmek saçmadır. Bir zamanlar kapitalizm diye
bir üretim tarzı, öyle bir toplumsal düzen yoktu ve bir zaman sonra da olmayacak.
Artık tüm sürdürülemezlik emareleri belirmişken bunu söylemek de bir kehânet
sayılmaz...
Eleştirel düşünce fıtraten ve doğası gereği anti-kapitalisttir.
Alternatifsiz sayılıp, dayatılan
[neoiberal] kapitalizm, ekonominin özel şirketlere bırakılmasını, kamuya ait bu
alanda faaliyet gösteren işletmeler varsa özelleştirilmesini, çalışma yaşamının
liberalleştirilmesini, işçiyle patron arasına girilmemesini, devletin çalışma
yaşamına karışmamasını, sosyal hizmetlerin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik],
devletin ve belediyelerin su, elektrik, gaz, konut, ulaşım ve haberleşme, vb.
kamusal mal üretiminde ve sağlanmasında rol almamasını, almışsa, bunların
acilen özelleştirilmesini, sermayeden [mülk sahibi sınıflardan] alınan
vergilerin olabildiğince azaltılmasını,
devlet etkinliğinin sadece güvenlik, yargı ve savunmayla sınırlandırılmasını,
kredi sisteminin de özel alana terk edilmesini, bütçenin açık vermeyecek biçimde
yönetilmesini, yerli yabancı sermaye ayrımı yapılmamasını ve tüm bunların da
sadece teker teker ülkeler düzeyinde değil, uluslararası ilişkilerin de
vazgeçilmezi sayılmasını vâaz ediyor...
Yaklaşık otuz yıllık neoliberal ekonomik ve anti-sosyal politikaların
sonucu ortada: Zenginlik-yoksulluk uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara
ulaşması; birlikte [ortak] yaşamanın giderek daha da sorunlu hale gelmesi;
derinleşen ekolojik kriz... Velhasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu... Eğer
durum böyleyse bu sürecin kurbanları için “alternatifsizlik” mavalı ne demeye
gelebilir? Kaldı ki, insanın olduğu her
yerde alternatifler daima vardır. Zaten politikanın bir anlamı da
alternatiflerin varlığıdır...
Eleştirel düşüncenin anti-kapitalist olmasının koşulu da,
anti-emperyalist ve anti-kolonyalist olmayı varsayar. Zira emperyalizm ve
kolonyalizm kapitalizme mündemiç [içkin] eğilimlerdir. Bu da demektir ki,
kapitalizm varoldukça emperyalizm de,
kolonyalizm de varolacaktır. Bu arada kolonyalizmin kültürel veçhesini
de ciddiye almak gerekir. 1980 sonrasında “Üçüncü Dünya”daki rejimlerin
kompradorlaşmasıyla, kolonyalizmin yeni bir versiyonu hortladı. Batı
üniversitelerinde üretilen kültür, bizimki gibi dünya sisteminin çevresinde yer
alan ülkelerde büyük tahribata neden oluyor. İdeolojik hegemonyanın araçları
olan, “bilimsellik”, “evrensellik”
ambalajlı “moda düşünceler”, sorgusuz sualsiz ithal edilip kullanılıyor...
Dolayısıyla, ideolojik egemenliği püskürtmek hayâtî önem taşıyor...
Eleştirel düşünce “ilerlemeciliği” sorun ve mahkûm eder. Geride kalan
dönemde sözde “iyimserlik” aşılayan ilerlemeciliğin her türlüsü, özellikle de
teknik bilim kültü, büyük insâni, sosyal ve ekolojik yıkımlara neden oldu.
Kapitalist üretim tarzının temel eğilimlerinin bir sonucu olan, daha çok
üretim, daha çok tüketim, dolayısıyla “sınırsız büyüme” sarmalı, sosyal
kötülükleri, ekolojik bozulmayı derinleştirdi ve bir sürdürülemezlik durumu yarattı.
Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında teknik bilimin yüceltilip, her derdin
devası sayılmasının payı büyüktü. Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın içine
sürüldüğü çıkmazdan çıkmasının yolu “ilerlemeci felsefesinin” radikal
eleştirisinden ve aşılmasından geçiyor. Zira kapitalizmin yarattığı sorunlar,
kendinden menkûl bir teknik bilimle aşılabilir değildir... Politik ve sosyal
mahiyette çözümler gerekiyor. Elbette bunu söylemek bilim ve teknik karşıtlığı
değildir. Kimilerinin alaylı bir şekilde söylemeyi adet edindiği gibi,
mağaraya, kara sapana, muma, çıraya... dönmek değildir. Modernite karşıtlığı
asla değildir. Şimdilerde bilim ve teknik modernitenin tarihsel
rotasından çıkmış, asıl misyonuna ve varlık nedenine bütünüyle yabancılaşmış
bulunuyor... Münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindeki bir bilimi
ve tekniği yüceltmenin, her derdin devası saymanın ne âlemi var? Velhasıl bu
tersliğin aşılması gerekiyor ki, bunu da ancak eleştirel düşünce
yapabilir...
Eleştirel düşüncenin vazgeçemeyeceği bir şey de, tarih boyunca ezilen ve
sömürülen sınıfların eşitlik, adalet, özgürlük için yürüttüğü şanlı mücadele hafızasını canlı tutmaktır. Bu
konuda Gunter Holzmann şöyle diyordu: “Yarınlardaki mücadelemiz için, daha
özgür, daha âdil, daha eşitlikçi, daha kardeşçe ve dayanışmacı bir dünya için,
mücadele hafızamızı canlı tutmalıyız”. Zira şimdilerde sinsi ve açık bir
bellek kaybı yaratma çabası, unutturma kampanyası yürütülüyor. Oysa geçmişin
müthiş bir mücadele mirası var. İnsanlık tarihi en zor koşullarda bile
ezilenlerin nasıl isyan ettiklerinin, nasıl itiraz ettiklerinin, nasıl baş
kaldırdıklarının destansı mücadele öyküleriyle dolu. İşte o soylu
mücadelelerdir ki, insanlık onurunu bu günlere taşımıştır... Aslında sosyal
eşitsizliğin olduğu her yerde eşitlik için, ayrımcılığın olduğu her yerde
ayırmcılığa karşı, sömürünün olduğu her yerde sömürüye karşı mücadele, insan
fıtratında mündemiç olan bir şeydir. O kadar ki, toplumun sınıflara bölündüğü
dönemden beri eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hiç ara vermeden devam ettiğini
söylemek mümkündür. Bu yüzden tarihe avcılar tarafından değil de aslanlar
tarafından bakıldığında, tarihin aynı zamanda köle isyanları, köylü
isyanları, işçi isyanları, boyunduruk altına alınmış hakların isyanları
velhasıl tüm ezilenlerin başkaldırı tarihi olduğu görülecektir... Bu,
mitolojide başı her kesildiğinde tekrar canlanan ejderha gibi, yenilgiyi asla
kabullenmeyen bir mücadele geleneğidir. Söylemek istediğimizi her halde en iyi
Spartakus’un: “isyan ediyorum, o halde varım” özdeyişi ifade edebilir...
Elbette geçmişin soylu mücadelelerini unutmamak, belleği sürekli canlı tutmak
son derecede önemlidir ama bu, geçmişte yapılan hataları yok saymak anlamına da
gelmez. Aksi halde yukarıda söylediğimiz, eleştirel düşünce “bu dünyada
olup-biten her şey karşısında eleştireldir” tespitinin bir değeri
kalmazdı.
Eleştirel düşüncenin gerçekten adına lâyık olabilmesi için, reel
dünyadaki sorunlarla doğrudan bağ kurması ve sürekli olarak kendini yenilemesi
gerekir. Zira insanlığın başına gelen belalar ekseri ölü bilgilerin bir
sonucu olarak tezahür ediyor. Başka türlü ifade edersek, düşüncenin dönüştürücü
bir praksis olması gerekiyor ve bu niteliğinden ötürü de angaje olma zorunluluğu
vardır... Bu anlamda entelektüel bir düşünce işçisidir. Şeylerin
gerçeğine nüfuz etmeyi amaçlar ve Antonio Gramsci’nin veciz bir şekilde ifade
ettiği ğibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”. Nasıl çiftçi
buğday üretiyorsa, fırıncı ekmek üretiyorsa, insanların ihtiyacı olanı
yaratıyorsa, entelektüel de mücadele için gerekli olan fikirleri üretendir.
Gerçeğin safında ve peşinde olduğu için de, ister istemez ezilen ve
sömürülen sınıfların tarafında, egemenler blokunun karşısındadır. Bu yüzden
egemenler katında muteber sayılmaz, düşmanı çoktur... Unutmamak gerekir ki, bu
dünyada yalanla gerçek arasında bir orta yol mümkün değildir. Biraz yalan biraz
gerçek mümkün olamayacağına göre... Bu da demektir ki, gerçekten ve açıkça
ezilen ve sömürülen sınıfların safında olmayan bir düşünür, istediği kadar
bilgili olsun entelektüel sayılamaz. Zira haksız ve adaletsiz bir durum
[ilişki] söz konusuysa, taraftara eşit mesafede durmak, “tarafsız kalmak” mümkün
değildir. Entelektüel eleştireldir ama eleştiri de kendi başına bir amaç
değildir. Eleştirinin misyonu ve varlık nedeni, varolanı eşeleyip-deşelemek,
görünür ve anlaşılır kılmak, oradan hareketle de dönüştürmeyi ve değiştirmeyi
potansiyel bir olasılık haline getirmektir. Başka türlü söylersek, eleştirel
düşünce alternatif düşüncedir, mevcut olanı aşmayı amaçlar...
Şimdilerde az sayıda dev sermaye tekeli insanlığın kaderini belirler
durumda. Sermayenin saldırısı karşısında insanlar da sessiz ve tepkisiz değil.
Saldırının olduğu her yerde elbette tepkinin olması da kaçınılmazdır ama bu
kadarı sorunun çözümü için yeterli değildir. Bölük- pörçük, birbirinden kopuk,
ortak bir vizyona ve perspektife sahip olmayan, bir alternatif toplum
projesinden mahrum “sosyal hareketlerin”, “sivil toplum örgütü” denilenlerin
taşı yerinden oynatması mümkün değildir. Elbette şimdilerde eksik olan
eleştirel düşünce değil. Asıl eksik olan, eleştirel düşünceyle kitle eylemleri
arasında tutkal işlevi görecek bütünlüklü bir perspektif, bütünleştirici bir
politik proje ve örgütlülüktür. Dolayısıyla, apolitik “sivil toplum” ve “sivil
toplum örgütleri“ [STK] söyleminin aşılması gerekiyor. Zira sivil toplum
söylemi dahilinde faaliyet gösterenler, karşı oldukları, mücadele ettikleri,
şikayet ettikleri durumu yaratan gerçek nedenleri sorun etmiyorlar. Oysa,
şeylerin gerçek nedenlerini sorun
etmeden, bölük- pörçük, “kısmî” mücadelelerle bir şeyler kazanmak, taşı
yerinden oynatmak mümkün değildir…
Neoliberal saldırı insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam
ederken, bu saldırıyı sorun etmeyen bir insan hakları mücadelesi ne kadar
etkili olabilir? Kapitalizmi sorun
etmeden işsizlikle mücadele edilebilir mi? Hayır kurumlarıyla yoksulluğun
üstesinden gelinebilir mi? Bu tür çabalar sadece sorunu ertelemeye, insanları
oyalamaya yarar. Radikal yaklaşımsa, işe neden yoksulluk var sorusunu sorarak
başlar... Militarizme, neokolonyalizme, emperyalizme ve bunların gerisindeki
kapitalizme karşı çıkmadan “ben savaş karşıtıyım”, “barış istiyorum” demenin
bir anlamı olabilir mi? Savaşı çıkarmakta çıkarı olanlardan barış beklemek abes
değil midir? Son on yıllarda hükümetlere ve burjuva partilerine yapılan “barış”
çağrılarından bir sonuç alındı mı? Mesela son dönemde dayatılan iş
piyasasındaki taşeronlaştırmayı, neoliberal kapitalizmi sorun etmeden defetmek
mümkün müdür? Neoliberal saldırıyı sorun etmeden şimdilerde “iş kazası” denilen
cinayetleri önlemek mümkün müdür? Toplumun varı yoğu özelleştirme adı altında
yağmalanır, talan edilirken, nerdeyse her dereye HES’ler kurulurken, bu saldırı
hukuk yoluyla, danıştaya dava açılarak püskürtülebilir mi? Politik bir
saldırıyla karşı karşıya olunduğuna göre... Yasaları yapanlarla çekleri
imzalayanlar aynı güç ve iktidar odakları olduğuna göre... O halde sosyal
mücadelelerin politikleştirilmesi, yeniden sınıf mücadelesi rotasına
oturtulması, kapitalizmi aşmaya yönelik radikal bir perspektif dahilinde
bütünleştirilmesi gerekiyor...
http://www.ozguruniversite.org