Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?
Fikret Başkaya*
Özelleştirme
[privatisation], neoliberal saldırının üç sloganından biri. Diğer ikisi serbestleştirme [libéralisation] ve kuralsızlaştırma
[déréglementation]. Özelleştirme kamu mallarının, kamuya ait işletmelerin özel
sermayeye, kapitalistlere satılması, devlet
tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin de özel sektöre havale edilmesi demek.
Velhasıl tüm bu alanların meta kategorisine indirgenmesi, metalaştırılması,
paralılaştırılması, kâr etmenin hizmetine sunulması demek. Aslında asıl söz
konusu olan, topluma/kamuya [socium‘a] ait varlıkların ve değerlerin
kapitalistler tarafından yağmalanmasıdır... İşe önce bizde bir zamanlar KİT [Kamu
İktisadi Teşebbüsleri] denilen, kamuya ait işletmelerin satışıyla başlandı.
Fakat önce özelleştirmenin neden gerekli, neden vazgeçilmez olduğuna insanların inandırılması gerekiyordu.
Bu
amaçla ünlü iktisat profesörleri, “konunun uzmanları”, bilimi kendinden menkûl
zevat sahaya sürüldü. Gazete köşelerine çöreklendirildiler, televizyon ekranları
özelleştirmecilere sonuna kadar açıldı. Her akşam neden özelleştirmek gerektiği,
özelleştirmenin nasıl hârikalar yaratacağına dair tartışma programları düzenlendi.
Nakarat kabaca şöyleydi: Devlete ait işletmeler verimsizdir, kaynak israf
ediyorlar, bütçe açığını azdırıp enflasyona ve işsizliğe neden oluyorlar. Bir
kere kamu işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin “verimsizliği” bilim erbabı
tarafından kanıtlanınca, artık üretilen yalanı medya büyütüp yayabilirdi ve insanların
üretilen yalana inanması için fazla zaman gerekmedi. Politikacıların da devreye
girmesiyle iş tamam oldu... Artık ortalama insan kamu işletmelerinin ne büyük
bir bela olduğuna, tüm kötülüklerin kaynağı olduğuna inandırılmıştı.
Oysa
özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin tamamı uydurmaydı. İki nedenden
dolayı: Birincisi bu tür işletmeler ve hizmetler başlangıçta kâr etmek amacıyla
oluşturulmazlar. Ekonomik kalkınma, kamu sağlığı, sosyal refah gibi amaçların gerçekleşmesi için
kurulurlar, orada kapitalist mantık dışı kaygılar ve amaçlar söz konusudur; Ve
ikincisi, verimlilik kavramıyla ilgilidir. Bir kurum, bir hizmet kimin için
verimlidir? Verimlilikten ne anlaşılması gerekir? Mesela 1930’lu yıllarda Karabük
Demir Çelik Fabrikaları kâr amacıyla kurulmuş değildi. Ekonominin sağlıklı gelişmesi
için gerekli görüldüğü için kurulmuştu. Aynı şekilde 1970’li yıllarda Et ve Balık
Kurumu, Zirai Donatım Kurumu vb. kâr amacıyla kurulmadılar. Dolayısıyla bir işletme
veya bir hizmet kamunun elinde zarar eder, özel sektörün elinde kârlıdır demek
saçmadır. İstenirse bir işletme “verimli” bir şekilde kullanılabilir. Nasıl
kullandığınıza bağlı olarak. Zira kamu işletmelerini yönetenler başka dünyadan
gelmiyor, başka bir kumaştan yapılmış da değillerdir... Asıl saçmalık bir kamu
hizmetinin bir kâr aracına dönüştürülmesidir. Aksi halde insanlardan neye onca
vergi alınıyor sorusu akla gelir... Tabii hala birazcık akıl kalmışsa. Şimdilerde
bir tek havadan vergi alınmıyor ve buna rağmen kamu hizmetleri ve sosyal
hizmetler de dahil, her şey özelleştiriliyor. Bu işte bir yanlış yok mu? Bu
sefil durum neden sorun edilmiyor. Kaldı ki, kapitalist için kârlı olan herkes için iyidir anlayışı saçmadır. Eğer
verimlilik eşittir kâr anlayışı geçerliyse, çelişkiden yakayı kurtarmak mümkün
değildir.
Bu
anlayış daha baştan kavramın kendinde [ contradiction dans le terme] bir çelişki
barındırıyordu. Zarar eden, “verimsiz” bir işletmeyi yegane amacı azami kâr olan bir
kapitalist satın alır mıydı? Siz kapitalist olsaydınız satın alır mıydınız?
Sorun verimlilik-verimsizlikle ilgili değildi. Asıl amaç “yapısal kriz” koşullarında
değerlenme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmakla ilgiliydi
ve o alan açıldı... Özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerden biri de söz
konusu işletmeleri rekabete açmaktı. Zira rekabet “etkinliğin” vazgeçilmezi sayılıyor.
Mesela Tüpraş neredeyse tuz-sabun parasına, belki bir kaç yıllık kârına eşit bir
fiyattan satılınca rekabete açılmış mı oldu? Daha önce bir devlet tekeli olan,
bir özel sektör tekeline dönüştü. Hangi babayiğit Tüpraş gibi bir işletmenin
karşısına dikilip, onunla rekabet edebilir? O halde iki şey: Birincisi,
verimsiz hiç bir işletmeyi hiç bir kapitalist satın almaz; ikincisi, zaten kârlı
olan işletme özelleştirmenin hemen ardından işçilerin en az üçte birinin işine
son verir. Azami kârın bir gereği olarak... Fakat ona işten atmak denmez, “esneklik”
denir...
Tabii
bir başka önemli sorun da özelleştirilen [ sermayeye peşkeş çekilen] işletmelerin
değerinin nasıl saptanacağıyla ilgilidir. Zira satılacak olan domates, biber değil
ki, bilinen bir fiyatı yok. Tabii fiyat tespiti için emperyalist ülkelerin “uzman
kurumlarına” milyonlarca dolar ödenmesi ayrı bir kepazelikti... Fakat satılan
işletmelerin fiyatı ekseri alıcılar tarafından belirleniyor. Eğer özelleştirmeci
bir iktidar varsa, zaten fiyat teferruattır. Böylece kamu kaynaklarıyla, yurttaşlardan
toplanan vergilerle oluşturulmuş kamu işletmelerinin yerli/yabancı sermaye
tarafından yağmalanması büyük bir başarı olarak sunulabildi...
Fakat
o kadarı sermaye sınıfı için yeterli olmazdı. “Verimli” hale getirmek için eğitim
ve sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb. de özelleştirme
kapsamına alınıp, sermayeye peşkeş çekilmeliydi ve çekildi. Artık kimse bunların
“verimliliğinden”, “kârlılığından” şüphe etmiyor. Şimdilerde tüm kamu hizmetleri
sermayenin etkinlik alanı haline getirildi, metalaştırıldı, paralılaştırıldı,
amaçlara ve varlık nedenlerine yabancılaştırıldı. Giderek üniversiteler bile
birer kapitalist işletmeye, öğrenciler de müşteriye dönüşmekte...
Kalkınma
yolunda hızlı adımlarla ilerlemek, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak”
için, topluma ait ne varsa özelleştirilmeliydi. Özelleştirmenin bir biçimi de
49 veya 99 yıllığına kamu mallarının, kamuya, hazineye ait varlıkların
kapitalistlere kiralanmasıydı... Bu, kapitalistler için kaymaklı ekmek kadayıfı
gibi bir şeydi... Devlet Üretme Çiftlikleri bu yöntemle peşkeş çekildi. Sonra özelleştirme
sırası yollara, köprülere geldi. Şimdilerde DDY’nin satışı gündemde ama özelleştirilmeden
önce “güzelleştirilmesi” gerekiyor. Bunların kapitalistlere hediye edilmeden önce
yüksek kâr edecek hale getirilmeleri, “modernize edilmeleri”, bu amaçla da kamu
bütçesinden milyarca dolar harcanması gerekiyor. Aksi halde aşırı kâr mümkün
olmaz...
Gazetelere
yansıyan haberlere göre sıra milli parklara gelmiş ama ona özelleştirme
demiyorlar. Haber şöyle: “Milli Parklar İmara açılıyor”. Tabii imar iyi bir şey,
Arapça ümrân’da türeme, “şenlendirme,
bayındır hale getirme” demeye geliyor. Şenlendirmeye kim karşı çıkabilir? Eğer
bu operasyonu haber yapan gazeteci, işin esasından haberdar olsaydı ve ikiyüzlülüğü
sevemeyen biri olsaydı, nasıl bir başlık atması gerekirdi? Kimbilir belki şöyle:
“Kamu mallarının yağmalanma sırası Milli Parklar’a geldi...” Yine yakın tarihte
Bodrum’da bir belediye parkının özelleştirildiğine dair haberler yayınlandı.
Kamu
işletmeleri, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, yollar, köprüler, koylar, göller,
denizler, ormanlar, yerin altı ve üstü, su, belediye hizmetleri, parklar, müzeler...
velhasıl toplumca ortak sahiplenilmesi, kullanılması gereken her şey dar bir
oligarşinin özel mülkü değilse etkinlik alanı haline geldiği bir toplumda ortak
yaşam mümkün müdür? Bu sürdürülebilir bir şey midir? Orada artık yurttaş kavramının
bir karşılığı var mıdır? Toplum çoğunluğunun oluşturan emekçi kitlenin Orta Çağ’ın
serf’inden, reayasından, bir farkı kalır mı? Bu durumda artık havayı ne zaman
ve nasıl özelleştirecekleri merak konusu demektir...
Varı-yoğu,
ortak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken ne varsa dar bir oligarşiye ait
olduğu bir toplum ne mene bir şeydir? Böyle bir rejimin hala demokrasiyle
uzaktan-yakından bir ilgisi kalır mı? Böyle bir toplumda birlikte yaşamanın,
ortak yaşamın varlık nedeni kalır mı? Kimse kendini aldatmasın, eğer bu sefil
ve akla zarar süreç vakitlice durdurulamazsa, ufukta görünen kâbustan başkası
olamaz... Her şeyin dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplumda birey nasıl bir şeydir,
orada hâlâ yurttaş kavramına yer var mıdır? Oligarşi demokrasinin inkârı olduğuna
göre...
Bir
tarafta oligarşik dinamikler ve süreçler hızla yol alıp kendini dayatırken, öte
yanda demokratikleşiyoruz demenin bir karşılığı olur mu? Bu yolun Türkiye’yi
nereye taşıyacağını sanıyorsunuz? Oligarşik iktidar hızla sınırlı demokrasi kırıntılarını
da yok ediyor. Demokrasiden çok söz ediliyor da, oligarşi kavramı nedense hiç
telaffuz edilmiyor. Bu size mânidar gelmiyor mu? Diktatörlük ve demokrasiye
dair yüzbinlerce kitap yayınlanırken, oligarşiye dair nerdeyse tek bir kitabın bile
yayınlanmamış olması tuhaf değil mi? Oligarşi bahsinde durum böyle çünkü
zenginlik bir tabudur. Tabu da üzerinde konuşulması yasaklanan, yok sayılan
demektir...
Eğer
bir rejim tek parti rejimiyse, ki Türkiye’deki rejim muhalefet partilerinin
varlığına rağmen, reel olarak bir tek parti rejimidir, zira iktidar partisi
AKP, her istediği yasayı, her düzenlemeyi hiç bir engelle karşılaşmadan
yapabilir durumda. İktidarı frenleyecek/dengeleyecek/denetleyecek etkin bir karşı
odak yok. Dolayısıyla çok partinin varlığı denklemde bir değişiklik yaratmıyor.
İktidar medyayı ve yargıyı da denetimi altına almış durumda. Zaten polisi de
tam bir fütursuzlukla kullanabiliyor. Buna bir de “demokratik, laik. sosyal
hukuk devleti” diyorlar... Siz öyle dediniz diye öyle olması mı gerekiyor? Böyle
bir rejim söz konusuyken hala demokratikleşmeden söz etmek abesle iştigalden başkası
değildir. O halde rejime demokratiklik süsü ve görüntüsü veren ne? İşte seçimler,
çok parti sisteminin varlığı, “hür” medya, kuvvetler ayrılığı, vb... Oysa mevcut
durumda bunların artık reel bir değeri ve
karşılığı yok... Seçimler seyirciyi aldatmaya yarayan tam bir sirk oyunu,
siyasi partiler tek kişi şirketine benziyor, medya da artık medya olmaktan çıkmış,
oligarşinin bir parçası, iktidarın bir baskı ve yıldırma aracına dönüşmüş
durumda. Her halde son yarım yüzyılda otosansürün bu kadar yaygın olduğu bir dönem
hiç yaşanmadı. Bir zamanlar “dördüncü kuvvet” denilenlenden artık eser yok...Tabii
kuvvetler ayrılığının da bir kıymet-i harbiyesi yok. Böyle bir rejime bir isim
koymak gerekse ne demek gerekirdi? Totalitarizm size bir şeyler hatırlatıyor
mu?.. O halde bir önerim var: Gelin oligarşiyi tartışalım...