Marx etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marx etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2022

DAS KAPİTAL'de ANLATILAN

 

Das Kapital’de Anlatılan

SENİN HİKÂYENDİR

Dr. Halit Suiçmez(iktisatçı-yazar)

Yeryüzünün gelmiş-geçmiş en güçlü kitabıyla karşı karşıyayız..

Karl Marx başyapıtı Kapitali eşi Jenny’in destekleri olmasa belki de yazamazdı.

Çünkü Jenny öğrenmeye, düşünsel serüvenlere hevesliydi, edebiyata tutkundu, devamlı okur, kocası için özetler çıkarır, yazıları düzeltir, kopyalar, matbaalarla pazarlık eder, yayınlatırdı.

Marks’ın ve düşüncesinin diğer filozoflardan farkı, dünyayı sadece yorumlamak değil, onu değiştirmek için var gücüyle çalışmaktır.

Marks; filozof, politikekonomist, komünizmin kuramsal kurucususu, devrimci, sosyolog, teorisyen, büyük eylemci, örgütleyici,  siyaset bilimci, politik önder ve doktoralı bir bilim insanıdır.

Doktora tezi,” Demokritosçu ve Epikürcü Doğa Felsefesi Arasındaki Farklar” dır.

Tepeden tırnağa bir mücadelecidir.

Toplumsal gelişmenin yasalarını keşfetmiştir.

Kapitalizmi en kapsamlı ve derin biçimde analiz etmiştir.

“…Toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir.”

Düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiş ve vermeye devam etmektedir.

Ekim Devrimi düşüncelerinin hayata geçtiğinin kanıtı olmuştur.

Marksizm, politik ve akademik çevrelerde en çok tartışılan konuların başında gelmektedir.

Yaşamında baş Dostu Engels’tir.

05 Haziran 2012

YALAN!!!


Yalan!!!

Fikret Başkaya

Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur, teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her yalan hakikâttir...

Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğmaya karar veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun devamı için son derecede işlevseldir...

Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bulunduğu, bombanın içi çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse,  bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu şirketlerinin evet demesi mümkün değildir...

Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yıkım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi...

Suriye’de özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [ AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa rejimi çökertmek için  bu durumu fırsat saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm...

Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri,  kadınları, çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi  hunharca ketleden katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın parası, emperyalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz?  Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var...

Annan Planı bir oyundu...

Suriye’yi çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban ki-Moon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi kesmesi değil midir? Tek taraflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık “insânî yardım”, “insânî müdahale”  cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...

Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor

AKP hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin,  AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak  ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir şey değil midir?

Muhalefet Suriye konusunda sınıfta kaldı...

Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşünüyorsa, buna belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememenin mazereti olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...
http://www.ozguruniversite.org

21 Mart 2012

Eğitimdeki Değişim İdeolojiktir!


İdeolojik Denklem: 4+4+4=?

Atalay GİRGİN*

Yaşamın hangi alanında olursa olsun, ideolojik sorunların teknik taktik çözümleri yoktur. İdeolojik-siyasal bir sorunun çözümü de ideolojik ve siyasal olmak zorundadır. İdeolojik bir soruna teknik-taktik çözüm arayışı, çalınan minareye kılıf aramaktan ya da ona uygun bir kılıf biçip dikme ve bu arada da küçük makyajlarla toplumsal meşruiyeti genişletme, bir başka deyişle yanılsamayı güçlendirme arayışından öte bir değer taşımaz. Tıpkı eğitime ilişkin olup bitenler gibi…

Eğitimde son yaşanan sorun da ideolojik bir sorundur. Kamuoyuna ve basına yansıyan adıyla, ister “4+4+4” densin, isterse “4x3”, bu hakikatin hükmü meridir. Çünkü gündeme getirilen bu politika ve bunun yasalaştırılması girişimi, gençliğin yeni bir ideolojik-siyasal biçimlendirme sürecinin nesnesi kılınması için mevcudu bozmaktır.

“Mevcudu bozmaktır” derken, var olanın siyasal ve ideolojik olmadığını ve mükemmel, olması gereken olduğunu da söylemiyorum. Aksine var olan, yürürlükteki eğitim uygulaması da en az getirilmek istenen kadar siyasal ve ideolojiktir. Çünkü eşyanın tabiatı gereği, eğitimin de siyasal ve ideolojik olmaması düşünülemez. Aksine; bunu iddia edenler, kendini akıllı, âlemi aptal sanan, aptal yerine koymaya çalışan akl-ı evvellerdir.

Eğitimle uzaktan yakından bir biçimde ilgilenmiş, onun üzerine birazcık düşünüp sorgulamış ve hem felsefi hem de bilimsel anlamda okuyup araştırma yapmış herkes bilir ki, sistematik eğitimin üç temel amacı ve işlevi vardır. Bunlardan birisi siyasal-ideolojik, ikincisi kültürel, diğeri de ekonomiktir. Uzun uzadıya bunların ayrıntısına girip yazıyı uzatmaya gerek yok. Ancak bunların içinde asıl ve başat olanın ne olduğunu belirtmeden geçmenin gereği de… O belirleyici amaç ve işlev de siyasal-ideolojik olandır.

Dünyanın neresinde olursa olsun, elbette bu Türkiye’de şu an yapılmak istenen için de geçerlidir, eğitim politikalarında değişikliğe giden egemen güç her daim yeni politikayı şu sorulara verdiği yanıtlara dayandırır: Nasıl bir toplum istiyoruz? Nasıl bir insan istiyoruz? Güncel tartışmalarla bağlantılı bir son soruyla bağlayalım: Nasıl bir gençlik istiyoruz?

Hangi mizansen ya da hangi anlatım ve sunum kompozisyonu içerisine yerleştirilmiş, hangi renge boyanmış, hangi ambalajla pazarlanmış olursa olsun, yukarıdaki soruların yanıtları, günümüz dünyasında, her şart altında ideolojiktir. Bir adım daha ileri gidelim: Sözüm ona hangi bilimsel, hangi akademik, hangi pedagojik açıklamalara sığınılmaya çalışılırsa çalışılsın, verilen ve verilecek yanıtların ideolojik olmadığını ileri sürmek, eğer safdillik değilse, düpedüz şarlatanlıktır; düpedüz kamuoyunu yanıltmaya, aldatmaya yöneliktir. En hafif deyimiyle, bunu söyleyen kişi saflar âleminden bir saf değilse, düpedüz yalancıdır.

Milli Eğitim Bakanı Haklı

Milli Eğitim Bakanı Dinçer, yeni uygulamaya dönük tepki ve eleştiriler karşında, “tereddütler ideolojik”tir açıklamasını yaparken yerden göğe kadar haklıdır. Ancak; getirmeye çalıştıkları uygulamanın, ideolojik olmadığını ima ederken, hatta artık eğitimde hiçbir ideolojinin olmadığı ve olmayacağı mesajını verirken de yerden göğe kadar haksızdır. Dahası, gerçekliğe aykırı bir biçimde kamuoyunu yanıltmaktadır. Kim bilir, belki de yanılan Dinçer değil de benimdir. Eğer yaşadığımız Dünya, yaşadığımız Türkiye aynı Dünya, aynı Türkiye değilse, yanılmayan Bakan Dinçer’dir. Ancak bunun aksi geçerliyse de yanılan,  ne tepki gösteren ve eleştirilerini yönelten kesimlerdir ne de bu satırların sahibi. Çünkü ideolojik yaklaşım ve açılımlar karşısında verilen tepkilerin, gösterilen tereddütlerin, yapılan açıklamaların ideolojik olmaması mümkün değildir.

Ancak bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü bir toplumda siyasal iktidarı şu ya da bu biçimde ele geçiren, kullanan güçler, sahip oldukları siyasetin ve ideolojinin göreliği özerkliği içinde bazen uluslararası güçlere yaslanarak, onların destekleri ve yönlendiriciliğiyle bazen de kendilerine aşırı güvenlerinden dolayı pervasızlaşırlar. Bu süreçte el atılacak en önemli başat alanlardan biri olarak da eğitimi seçerler. Çünkü gençliği ve toplumun geleceğini biçimlendirmenin en etkili yolu eğitim alanıdır. Şairin “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” deyişi gibi, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır.

Komünizmle Mücadele, Amerikan Ford Vakfı ve Eğitimde İlk Operasyon

Ne yazık ki bu durum Türkiye için yeni değildir. Bundan önce de benzerleri yaşanmış ve meyveleri, egemenlerce başarıyla alınmıştır. Örneğin; eğitim alanında, Cumhuriyet dönemi itibariyle, gerçekleştirilen ilk değişikliğin tarihi 1956’dır. İktidarda Demokrat Parti vardır ve Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda oturan kişi Celal Yardımcı’dır. ABD Kongresi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve 1947 yılında Truman Doktrini çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’yi Komünizm’le mücadelenin iki kalesine dönüştürme kararı alır. Bu karar doğrultusunda da yapılacak harcamalara ilişkin kongre kararıyla mali fonlar ayrılır ve kullanıma açılır. Çok geçmeden de 1948 yılında Türkiye’de Komünizmle Mücadele Derneği1’nin kuruluşu için ilk başvuru yapılır ve faaliyetlerine başlar. Komünizmle Mücadele Derneği adıyla ikinci kez İstanbul’da yapılan kuruluşun tarihiyle ilköğretim programında gerçekleştirilen değişikliğin tarihi ise aynıdır: 1956. Eğitimde gerçekleştirilen bu değişikliğin finansörlüğünü ve fikri yönlendiriciliğini üstlenen ise Amerikan Ford Vakfı’dır.

Türkiye’yi Komünizmle Mücadele’nin “kale”lerinden birine dönüştürme kararının kâğıt üzerinde kalmasını istemeyen ve beklemeyen ABD ve devşirmeleri kısa zamanda harekete geçerler. Hem de üç koldan… Bir yandan farklı tarihlerde kuruluşları gerçekleşen Komünizmle Mücadele dernekleri, bir yandan eğitim programlarındaki değişiklikler, diğer yandan da ordu içinde Sivil Harp ve Seferberlik Daireleri, dahası NATO şemsiyesi altında Amerika’da eğittikleri subayları da kullanarak gerçekleştirdikleri Kont-Gerilla örgütlenmesiyle üç koldan bu süreci örmüşlerdir. Günümüzde, bu sürecin ürünü olan ve üniversiteden siyasete, dinden ekonomiye dek değişik alanlardan devşirmeler aracılığıyla kurulan ve yeni devşirmeler derleyip yetiştiren kurumlar, cemiyetler hâlâ varlığını sürdürmektedir. Keza “Ergenekon” adıyla tezgâhlanan sürecin kökleri de o günlere dek uzanır. Belki de bugün yaşananlar gecikmiş bir iç hesaplaşmanın tezahürleridir. Kim bilir, belki de sorunu bu açıdan da ele almak araştırıp incelemek gerekir.

Avrupa Birliği ve Eğitimde İkinci Operasyon

Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından, şatafatlı bir biçimde “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş” denilerek sunulan ve sözüm ona “Devrim” olarak nitelenen ikinci ve kapsamlı operasyon Avrupa Birliği patentini taşır. Değişikliği, televizyon kameraları karşısında bayrak direği metaforuyla anlatmayı seven Çelik, bu değişikliğin siyasal ve ideolojik boyutuna, uluslararası siyasal ve ekonomik güçlerin, politika yapıcıların etkisine hiç değinmemiştir. Tıpkı bakanlıkta yıllardır var olan ve görev yapan, artık kolonyal şapkasız dolaşan uluslararası uzmanların görev ve yetkilerinin neler olduğuna değinmediği gibi. Tıpkı bu değişikliğin, kapitalizmin gelişiminin, onun egemen sınıflarının ihtiyaçlarının bir gereği olarak siyasal ve ideolojik olduğundan hiç söz etmediği gibi.

Bu değişiklikle, öğrencileri bir küp misali doldurmanın ifadesi olan “davranış kazandırma” sözü, yerini “kazanıma” bırakmış. Eğitim de akşamdan sabaha “öğrenci merkezli” oluvermişti. Elbette bu, değişikliğin, basında yer alan, açıklamalarda öne çıkan, kamuoyuna yansıyan boyutuydu. Tıpkı, günün teknolojik gelişmeleri gereği okullarda kullanılmaya başlayan teknik donanım, internet olanağı,  öğretmenlere de banka kredisi karşılığı sağlanan bilgisayarlar, vb. gibi.

Ancak bu değişiklik sürecinin zihinlerde ve davranışlarda kendisini gösteren siyasal ve ideolojik boyutundan doğru dürüst söz edilmedi. Oysa okulların önemli gün ve haftalarına “Avrupa Günü” giriverdi önce. Sonra “Avrupa Birliği Bilgi Yarışması” eklendi buna. Ve bunların yanı sıra işleyen Sokrates, Leonardo da Vinci eğitim programları doğrultusundaki uygulamalar. Özellikle sonuncusu, okul idarelerinin de katkı ve yönlendirmesiyle, dünün, “Batı Kulübü” sözünü ağzından düşürmeyen milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı öğretmenlerini; “vatan millet Sakarya” nutukları atıp milliyetçilikte üzerlerine toz kondurtmayan eğitimcilerini; hatta “Kahrolsun Emperyalizm! Bağımsız Türkiye!” diye bağıran solcu, devrimci öğretmenlerini Avrupa Birliği Projesi peşinde kafa yoran, onun peşinde koşuşturan elemanlara dönüştürüverdi. Hazırladıkları projelerin kabul edilmesiyle fonlardan gelecek olan paralar sayesinde Avrupa Birliği ülkelerini gidip görme hayalleri kurmaya yöneltti2.

Yıllar önce okuduğum bir romanda “Önce hayaller ölür” diyordu yazar. “Önce hayaller ölür”, sonraysa teslim oluş gelir, çözülene çürüyene… Ya da öncekinin yerine yeni hayaller, düşler verene… Yeni hayaller, düşler kurdurtana… Adlarının önüne hangi siyasal, ideolojik, dinsel, etnik sıfatı ekliyor olurlarsa olsunlar, bu düşleri görmeye, bu hayalleri kurmaya ve bunlar doğrultusunda düşünüp davranmaya başlamış olanlar, farkına bile varamadan emperyalizmin “ideolojik esir”lerine, yeni devşirmelerine, yeni ve gönüllü devşirme adaylarına dönüşmüşlerdir. Bu durumdan kurtulmadıkları sürece kendilerine atfettikleri sıfatların hükmü meri değildir artık.

ABD ve AB emperyalizmin politika yapıcıları ve devşirmeleri bir kez daha başarmışlardır. Toplumu kendi gençliğinden teslim alacak ana gövdeyi yakalamışlar ve onun nabzını tutmuşlardır. Bunların büyük bir çoğunluğunun öğretmen statüsünü taşıyor olması ise sorunu hem daha vahim kılmakta hem de yeni politika değişiklikleri karşısında ne olup biteceğini anlamanın işaretini vermektedir. Elbette anlayanlar ve öğretmenlere dair ham hayaller kurup uyanık düşlere dalmayanlar için.

“Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla”dır

Bunu yine de kısaca birkaç maddeyle açayım: Birincisi, öğretmenler, iktidarların memurudur. Ve bu memurluğu yitirmemenin kaygısı bilinçlerine içselleşmiştir.  Kendi başlarına kaldıklarındaki ya da dışarıdaki atıp tutmalarına, bağırıp çağırmalarına bakmayın.  İktidar ellerine ya da ağızlarına hangi düdüğü verirse, ayak sürüyen birkaçı dışında, geneli, her zaman onu öttürür. Büyük bir çoğunluğu siyasal ve ideolojik işlevlerinin bile farkında değildir. Marx yıllar öncesinden, “İnsanların, grupların, partilerin kendileri için ne düşündüklerine, ne söylediklerine değil yaptıklarına bakmak gerek”tiğini, boşuna yazmamıştı. Bundan dolayıdır ki, eğer iktidar kararlı bir biçimde bastırırsa, bırakın “4+4+4”ü, karikatürize ederek yazıyorum, “3x4”ü de “2x6”yı da hayata geçirir ve başarıyla uygular öğretmenler. Çünkü onların görevi, ne denli gönülsüz olurlarsa olsunlar, düzenin duvarında işgal ettikleri ve iktidarın kendilerinden beklediği, siyasal ve ideolojik “tuğla”lık işlevini yerine getirmektir. Sözün özü, onların bireysel anlamda kendilerine ya da üçü beşi bir araya geldiğinde topluluğa ilişkin ne söyledikleri değil, ne yaptıklarıdır.

İkincisi, bu süreçte öğretmen sendikalarının ne hükmü vardır ne de esemesi okunur. Kimse onlara, hatta en elle tutulur sayılabilecek olanına bile bel bağlamamalıdır. Çünkü neredeyse tamamının ipi iktidarın ellerindedir. Ve ne yazık ki onlar iplerini kendi elleriyle iktidara teslim etmişlerdir. Bu aşama, kendilerine atfettikleri siyasal ve ideolojik sıfat ne olursa olsun, memurluğun ve amirliğe ram eyleyişin zirvesidir. Üyelerinin aidatlarını işverene toplatıp, onun ellerine bakar hale gelmek nasıl bir anlayışın ve hangi zihniyetin tezahürüdür ki… Gerçi bu süreçle birlikte, her bir sendikanın malı mülkü artmış, her biri az ya da çok zenginleşmiştir. İşin ucunda para varken ipin kimin elinde olduğunun hükmü mü sorulur? Her güzelin bir kusuru vardır, dedikleri bu olsa gerek.          

Devrim Mi? Biçimsizleştirip Bozma Mı?        

AKP’nin on yıllık iktidarı döneminde eğitimde yapılanlar iki kez “Devrim” diye sunuldu. Birincisini yukarıda AB’ye uyum adı altında “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına” geçiş olarak sunup pazarlamışlardı. Bu sürece paralele olarak, sıra sözüm ona ikinci “Devrim”e gelinceye dek, kel başa şimşir tarak misali akıllarına esen karar ve uygulamalarla yol aldılar.

Makyaj kabilinden “Davranış”ı “kazanım” olarak ifade etmeyi, “öğrenci merkezli eğitim”, vb. sözlerini geçiyorum. Önce öğretmenlere rütbe ve onlar arasında hiyerarşi sevdasına tutuldular. Sözüm ona öğretmenleri “Başöğretmen” “Uzman öğretmen” ve “öğretmen” olarak kademelendireceklerdi. Buna ilişkin yaptıkları sınav sonucu, “uzman öğretmen”leri belirlediler. Ya sonra? Büyüklere masal anlatılacak değil ya… Gerisi hikaye…

Sonra Anadolu vb. Liselere öğretmenlik geçişi için sınavlar düzenlediler. Başlangıçta baraj 70’ti. Baktılar ki olmuyor. Barajı 40’a düşürdüler. Düşünün bir kez: Sınavla öğrenci alınan kurumlara 40 baraj puanına bile ulaşamayan öğretmenler atanmaya başladı. Herhangi bir dersten 45 alamayan öğrenciyi sınıfta bırakan sistem sınavdan 40 alan öğretmeni ödüllendirmeye girişti. Ne var ki bu da yetmedi. Hangi zihniyetin, nasıl bir anlayışın ürünüyse, bir sabah barajı sıfıra indiriverdiler.

Yasaymış, hukukmuş, kazanılmış hakmış kimin umurunda? “Ben yaptım oldu” diyen bir Deli Dumrul zihniyetinin tebdil-i kiyafet arz-ı endam eylediği bir zamanda soru mu şimdi bu? Elbette aklına eseni, estiği zaman yapacak değil mi? Yaptı da… Anadolu Lisesi’ne sınav sonucu atanmış bir öğretmenin çalıştığı okula, sınava girmemiş ya da sınavda yeterli puanı alamamış, ama hizmet yılı ve puanı yüksek bir öğretmeni atayıverdiler. Sonuç: Sınav puanıyla atanan öğretmenin norm fazlası ilan edilip başka okula görevlendirilmesi.

Yukarıdaki örnek, AKP’nin Milli Eğitim’de yaptıklarının yandaş ve stepne basın yayın organları tarafından bir kez daha “Devrim” diye nitelenerek göklere çıkartıldığı Bakan Dinçer dönemine ait. Ne devrim ama… Böylesi “dam üstünde saksağan” türü uygulamaların bazıları şimdilik mahkemelerden dönüyor, bu örnek olayda olduğu gibi. En azından, yine şimdilik, uygulama durduruluyor. Mevcut toplumsal koşullar içinde ve mahkemelerin hal-i pür meali karşısında yarının ne olacağı ise ne yazık ki belirsiz. Umutsuzluğa teslim olmak gerekmese de karamsar olmak için yeterince neden var ortada. Çünkü taraf olan da karşı çıkan da ne olup bittiğini bütünsel olarak anlamaya ve kavramaya çalışmaksızın önlerine yuvarlanan taşın peşi sıra koşturmakla meşgul.

Örneğin; Dinçer’in bakan olur olmaz yaptıklarından ve “devrim” diye nitelenen işlerinden biri, bakanlığın görevleriyle ilgili “laiklik ve Atatürkçülük”le ilgili pasajlardan birinin yerine “küreselleşme, insan hakları”, vb. ifadelerin yer aldığı bir pasajı koymasıydı. Ve sonrasında bunun, bir yanda “devrim”, diğer yanda “karşı devrim” olduğuna dair sözler havada uçuştu. Ardı sıra da ilk günlerin ateşli sözlerinden eser kalmadı geriye.

Oysa ortada ne “devrim” diye sunulacak dişe dokunur bir şey vardı, ne de “karşı devrim” diye ortalığı velveleye verecek. Çünkü Milli Eğitim temel Kanunu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın görev ve yetkilerini düzenleyen metinler de eklektisizmle malul yamalı bohçalardı. Herhangi bir pasaj değişikliğiyle metnin yapısını değiştirmek kabil değildir. Eğer toplumsal ve siyasal koşullar uygunsa, her iki metnin de virgülüne dokunmaksızın, içerik olarak tepeden tırnağa, hatta taban tabana birbirine zıt eğitim politikalarını farklı dönemlerde uygulamak mümkündür. Çünkü özellikle Milli Eğitim Temel Kanunu, her kesime mavi boncuk dağıtırcasına hazırlanmış, her iktidarın rengine ve meşrebine uymaya hazır ve nazır bir metindir.

Asıl sorgulanması, eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekenlerden biri bu kanundur. Ancak AKP bile kısmi değişiklikler dışında buna yanaşmaz. Çünkü onlar da getirmek istedikleri eğitim anlayışını, “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusunun yanıtını, Milli Eğitim temel Kanunu’na dayandıracaktır ve dayandırmaktadır da. Bunun temel nedeni, söz konusu kanunun, içerik itibariyle hem bütünüyle çağın gereklerine uygun çağdaş-bilimsel-laik bir eğitim yapmaya hem liberal, piyasacı, küreselleşmeci bir eğitim uygulamaya hem de eğer istenirse bunun tam tersi yönde, dinsel, muhafazakâr, mukaddesatçı, ırkçı, milliyetçi bir eğitim yapmaya da olanak vermesidir. Ya da aynı anda bunların karması veyahut da unsurlardan birkaçının öne çıktığı ve kuşatıcı olduğu bir içerikle eğitim yapılmasına…

Dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması içinde, bunlardan hangisinin uygulanıp uygulanmayacağına karar veren görünür merciler, her daim, öncelikle siyasi iktidarlardır. Keza karar da her zaman siyasal ve ideolojiktir. Dahası, söz konusu karar, mevcut iktidarların siyasal ve ideolojik tercihlerinin göreli özerkliğinin etkisini taşır. Ancak bir de doğrudan görünmeyen merciler vardır: Efendiler.

“Efendiler”, eğitimde siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliğinin, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü sisteminin kendini yeniden üretimine, hiyerarşik yapının sekteye uğramasına neden olmayacağına ve kendi ihtiyaçlarına da denk düştüğüne inandıklarında ya da bunu bildiklerinde herhangi bir müdahalede bulunmazlar. Aksi bir durumda ise dünyanın neresinde olursa olsun, onların efelenmelerine bakmaksızın, devşirmelerin kulaklarına yapışıverirler. Ya da devşirme olduklarını unutanların yerine bazen akşamdan sabaha bazen de kısa bir süre sonra yeni devşirmeleri allayıp pullayıp gerekli statülere kavuşturuverirler. Karikatürize ettiğime bakmayın, elbette işler bu denli basit olmasa da çok fazla da karmaşık değildir. Ve bu gün siyasi iktidar Türkiye’de bir karar vermiştir. Ancak bu kez, ilk iki operasyonda olduğu gibi uluslararası hamiler doğrudan işin içinde yok. Dahası “ben yaparım olur” pervasızlığı sürece damgasını vurmakta. Bakalım nereye kadar?

Kininin ve Öcünün Sahibi Gençlik  

Hangi kin? Hangi öç? Daha doğmamış, daha okula başlamamış, okula başlasa bile ABC’den ötesine geçmemiş çocuklar; ergenliğe yeni yeni adım atan gençler, kimin kininin sahibi olacak? Kimin öcünün sahibi? Yanıtını 21.yüzyıldan alan, yanıtı 21.yüzyıldan verilen sorular değil bunlar. Aksine yanıtını Necip Fazıl’ın “Gençliğe hitabesi”nden alan sorular. Devşirmelerin ve onların devşirdiklerinin Komünizmle Mücadele dernekleri çatısı altında, ABD emperyalizminin yeşil dolarlarıyla ve örtülü ödenekten aktarılan paralarla yaydıkları gerçekliğe aykırı düşüncelerin, yalan ve iftiralar döneminin bilinçlere sinmiş ve uygun ortamı bulduğunda yeniden nüksetmiş bir tezahürü. Hakkında yazılan ve aktarılan parlatma, yıkayıp cilalama cümlelerine rağmen, Başbakanın ağzına yakışıveren dizelerin sahibi olan Necip Fazıl da söz konusu kaynaklardan, özellikle örtülü ödenekten beslenen bir zevattır.  Söz konusu kesimlerin bülbülü… Onların bir işgüderi… Onların kalemşörü… ABD’nin ve yerli devşirmelerinin işbirliği içinde Türkiye’nin başına sardıkları Komünizmle Mücadele Derneği tezgâhının bir “ideolocya” unsuru…  “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusuna yanıtın, Necip Fazıl’ın, dönemin halet-i ruhiyesine uygun ama şairliğiyle örtüşmeyecek bir biçimde, bir örtülü ödenek işgüzarının aldığı paranın hakkını verme gayretkeşliğiyle alt alta yazılıp sonra “şiir” diye servis edilen dizelerinden verilmiş olması, bundan dolayı hiç de tesadüf değildir.

Sorun tepeden tırnağa siyasal ve ideolojiktir. Toplumsal yaşamın her alanında bu sorunla bu açıdan hesaplaşmak gerekir. Hatta bir adım daha atıp bütünsel anlamda kapitalizmle hesaplaşmaya, onunla mücadeleye dönüştürmek gerek süreci. Yoksa meseleyi “kesintili mi kesintisiz mi? Parçalı mı yekpare mi? Ya da kaç artı kaç olmalı? 4+4+4 eğitim pedagojik ve akademik olarak uygun mu?” türünden sorulara indirgemenin, karşı çıkışı buna endekslemenin herhangi bir hükmü yoktur.

Pedagojik ve Akademik Uygunluk Yanılsaması

Kamuoyunda yer alan bu açıklamalardan bazılarının tepkiselliğin, çaresizliğin ifadesi oluşunu, bazılarının ise “ne sizinki olsun ne de bizimki hadi arada bir yerde uzlaşalım” tarzı utangaçça yaklaşımlara denk düştüğünü, anlamak mümkün.  Ancak eğitimde “4+4+4” düzenlemesinin “pedagojik ve akademik açıdan uygun olup olmadığının” yanıtını bulma girişimlerini anlamak mümkün değil.

Çünkü toplumsal koşullardan, siyasal-ideolojik tercihlerden bağımsız bir biçimde, her derde çare, zaman ve mekân üstü geçerliliğe sahip bir pedagojik ve akademik yaklaşım yoktur. Keza her akademik yaklaşım ya da açıklamanın da bilimsel değeri… Dolayısıyla, iktidarın akademisi / akademinin iktidarında, arada ne denli aykırı ve çatlak sesler çıksa da, esas olarak, her daim iktidarın siyasal ve ideolojik tercihlerine uygun pedagojik yöntemleri, formülleri üretmek ve bunları akademik içeriğe büründürmek mümkündür.

Özellikle de iktidarların hizmetine koşulmuş, her iktidarın hizmetine amade akademiler ve akademisyenlerce, uygulanmak istenen eğitim politikalarına uygun, bilimselliği tartışmalı da olsa, pedagojik ve akademik proje ve çözümler üretilir. Sonra da bunu üretenlerin adlarının önündeki akademik unvanlara atıfla bunlar bilimsel diye sunulur. Oysa akademilerin, akademisyenlerin, akademik formelliğe uygun olarak üretip servis ettikleri her bilgi her daim bilim niteliğine, bilimsellik vasfına sahip değildir.

Velhasıl, adına ister “4+4+4” denilsin, ister “2x6”, ister kesintili isterse kesintisiz; pedagojik ve akademik ‘uygun’luk kriteri, hiçbir koşulda mevcut eğitim uygulamasının da AKP iktidarının getirmek istediği eğitim uygulamasının da ideolojik ve siyasal niteliğini ve içeriğini ortadan kaldırmaz. Sorunun hem bu boyutunu hem de asıl olarak sınıfsal temelli ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda bir sistem sorunu olma niteliğini kavramadan ortaya konan tepkiler ve sözüm ona arayışlar, hakikatin üzerine çekilen ve yanılsamayı güçlendiren bir perde olma işlevinden öte gitmez. Aksine mevcut haliyle kaldığı sürece, insanın insanı sömürüsüne dayanan, cinsel, dinsel, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla bunu üreten tahakküm düzeninin hangi ideolojik makyaj ve kılıflar altında sürdürülüp sürdürülmeyeceğinin çekişmesine dönüşür. Elbette her iki tarafın da bunu açıkça telaffuz etmeye yanaşmadığı bir çekişme…

Zaten yaşanan süreç de bu minval üzre seyretmektedir. İktidarın ve bilumum kesimlerdeki yandaşlarının malzemesi, “biz toplumun isteklerine duyarlı, ideolojik olmayan bir düzenleme yapıyoruz. Ama bize karşı çıkanlar ideolojik davranıyor” olurken; buna karşı çıkanların malzemesi ise, “pedagojik akademik olarak uygun olmamak”tan, gericiliğe, dini eğitim getirmeye, Atatürkçülük ve çağdaş, bilimsel eğitim anlayışına karşı olmaya, vb. dek değişiyor. İtirazları duyar duymaz, yalandan kim ölmüş sözünü anımsatırcasına, birinciler atağa geçiyor: Eğitimde ideoloji olmayacak. Tereddütler ve eleştiriler ideolojiktir. Artık tek boyutlu düşünen gençlik yetiştirmeyeceğiz. Dindar gençlik yetiştireceğiz. Ateist gençlik yetiştirmeyeceğiz.

Akl-ı selim hiçbir insanın yaşananlara ve bu hay huy içinde söylenenlere bakıp da “breh… breh… Bu yaşta bu zekâ… Tenakuz abidesi mübarekler!” dememesi mümkün değil. Sonuçta kim mi kazanacak dersiniz? Elbette insanın insanı sömürüsüne dayanan sistem ve efendileri. Eğitimde hangi uygulama gelirse gelsin, efendilerin, vecd içinde secde etmenin adabını bilen, huşu içinde el etek öpmeyi öğrenmiş nur topu gibi, itaati meziyet bilen münevverleri olacak!

“Münevver”i de bir halt sanmayın sakın! Münevver dediğin, altı üstü kendisine verileni yansıtan, aksettiren bir ayna zevattır. Kendi aklıyla aydınlanmış, soran sorgulayan, eleştirel düşünen entelektüel bir birey değil. Yalanı bir siyasal söylem yöntemine dönüştürmüş ve tenakuz abidesi yöneticileri olan herhangi bir toplumun entelektüel aydınlar nesine gerek ki zaten. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali, bu kapak ile tencerenin birbirini bulmasının da iki günün işi olmadığını unutmamak gerek.

Devşirmeleri, devşirenleri, devşirilenleri, Komünizmle Mücadele Derneklerinden Yeşil Kuşak Projesine ve hizmetlerine mukabil efendisinin ayakları dibinde huzur içinde oturup vaaz eyleyen kırık testiye dek yetiştirilen her soydan ve boydan çemişleri, eşbaşkanlıktan şeşbaşkanlığa ve ılımlı İslam’a dek uzanan yarım asırdan fazla süren süreci ve bu süreçte başta Amerika olmak üzere uluslararası ve yerel kaynaklarca fonlanan ve harcanan her türden emeği, göz ardı etmemek ve haklarını da yememek gerek.Madem ki “Emek en yüce değerdir”, alın size emek… Vatana millete, köre sağıra, takkeli takkesiz çemişe, aklınıza gelen gelmeyen herkese ve her şeye hayırlı uğurlu olsun.         

      









* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Komünizmle Mücadele Derneği’nin, adının önüne “Türkiye”yi ekleyerek üçüncü kez kuruluş tarihi ise 1963’tür. Türk milliyetçiliğinin sözüm ona şanlı ve şahlanışının tarihi olarak da anılan bu dönem, ABD dolarlarıyla yemlenen ve devşirilip yetiştirilen kadrolar dönemidir. Keza Allah ve din yolunda şehadete erme hülyalarıyla devşirdikleri gençlerin vesveseye düşmemesi için “çok iyi beyin yıkamanın lüzumuna inanıyorum” (Küçük Dünyam, sf. 67-68) diyen, camilerde verdiği vaazlarda Komünistlerin ihbar edilmesini buyuran Fethullah Gülen’in de bu sürecin unsurlarından biri olması tesadüf değildir. Mukadderat işte; devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın ‘torunları’nın da devşirildiği günler gelip çatmıştı. Ve bu toruncukların, tosuncukların siyasal ve ideolojik kimliklerinde Türk milliyetçiliği, Müslümanlık, “vasati muhafazakâr” yazıyordu.    
2 Bu konuyu, “ÖĞRETMEN; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımdaki makalelerde olabildiğince ve yeri geldikçe değindim. Yazıyı daha fazla genişletmemek için üzerinde durmuyorum. İlgilenenler söz konusu kitaba bakabilirler.

31 Ağustos 2009

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Fikret Başkaya*

Son dönemde, özellikle de neoliberal çılgınlığın ideolojik alanı kuşatıp, alternatifsiz tek düşünce olarak sunulduğu koşullarda, zaten geçerli olan kafa karışıklığı daha da büyüdü. Esas itibariyle bir sistem olan kapitalizmle bir düşünce akımı olan liberalizm bir ve aynı şey sayılır hale geldi. Oysa bazı kesişme alanları olmakla birlikte kapitalizm ve liberalizm kavramları aynı içeriğe sahip değildir.

Liberalizm, insanlık tarihinde bir dönüm noktası, müthiş bir entellektüel devrim olan Aydınlık Felsefesinin sonucunda ortaya çıkan bir düşünce akımıydı. Entellektüel bir devrim olan Aydınlık Felsefesi insan özgürlüğünü amaç, aklı da araç sayıyordu. Liberalizm de, esas itibariyle iki bileşenden oluşuyordu: İnsanı merkeze alan, insanın eşit ve özgür olduğunu ilân eden politik felsefe ve mülkiyeti esas alan ekonomik doktrin.

Politik bir felsefe olan liberalizmin ekonomik doktrin olan liberalizme önceliği vardı. Ekonomik liberalizm kapitalizmin bir sistem olarak sahneye çıkıp kendini dayattığı koşullarda formüle edilmişti. Bir politik felsefe olan liberalizmse aydınlıklar [lumières] yüzyılı da denilen XVII yüzyılın hemen sonrasında ortaya çıkmıştı. Ekonomik doktrin olarak liberalizm özel mülkiyeti ‘doğal bir hak’ sayıyordu ve bireylerin kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleriyle kollektif çıkara ulaşılacağını öngörüyordu. Başka türlü ifade edersek, teker teker kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin, kollektif çıkarı gerçekleştireceği varsayılıyordu. Bu daha sonra görünmez el metaforunda ifadesini bulacak ve zihinlere yerleşip bıktırıcı bir tekerlemeye dönüşecekti. Fakat bir ekonomik doktrin olarak liberalizm aynı zamanda kapitalizme dair bir söylemdi. Buna göre piyasanın işleyişine hiçbir şey engel olmamalı, devlet de oyunun kurallarına riayet edilmesini sağlayacak kadar müdahale etmeli, kurallara uymayanları cezalandırmalıdır.

Büyük Fransız Devrimi’nin üç sloganı: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, modernite devriminin ve aydınlanmanın tezahürüydü. Sol hareket de modernitenin ve aydınlanmanın doğal mirasçısı ve devamı olarak sahneye çıkmıştı. Sosyalizm, Fransız Devrim’inin üç sloganında ifadesini bulan amaçların gerçekleşmesi ve insanın her türlü yabancılaşmadan arınarak özgürleşmesi [emansipasyon], kendini bütünüyle gerçekleştirmesi perspektifiydi. Sosyalizm, hem politik felsefe olan, bireysel özürlüğü önemseyen politik liberalizmin mirasçısı, hem de onu eleştirip aşmak zorunda olan bir politik-entellektüel akımdı. Zira, Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç [finalité] olarak görmüyordu... Bir araç olarak görüyordu ve yaklaşım kabaca şöyleydi: eğer insan [birey] kilise [din], gelenek ve hükümdar [prens] üçlüsünün [ Eski Rejimin] tahakkümünden kurtulursa, özgürleşmesinin, kendini gerçekleştirmesinin önü açılacaktır... Politik liberalizm eğer insanın hareketi engellenmez ve akıl galip gelirse, özel girişimin önü açılırsa, adaletin ve genel çıkarın gerçekleşeceğini öngörüyordu.

Oysa, özel mülkiyetin kutsandığı, rekabetin yüceltildiği kapitalizm koşullarında ne insan özgürlüğünün gerçekleşmesi, ne de genel çıkarın tecellisi mümkün olabilirdi ki, işte XIX’uncu yüzyılda sahneye çıkan sosyalist felsefe ve sosyalist hareket, liberalizmin bu vaatlerinin boşa çıktığının anlaşıldığı koşullarda, ona bir tepki olarak doğdu, ayıbı teşhir etti... Bireyin, Eski Rejimin, eski düzenin densin kısıtlarından kurtulması gerekliydi ama yeterli değildi. Ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizm koşullarında liberalizmin vaat ettiği özgürlüğün gerçekleşmesi mümkün değildi. Kapitalizm, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleştirmeyi hedef alan perspektifin içinin bütünüyle boşaltılması demekti.

Nitekim, özel mülkiyetin ve prodüktivizmin kutsandığı, özgürlüğün girişim [teşebbüs] ‘özgürlüğü’ [sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğü], eşitliğin yasalar karşısında ‘biçimsel eşitlik’ sayıldığı, onun dahî bir retorik olmanın ötesine geçemediği koşullarda, kardeşlikten [fraternité] söz etmek abesti [zira, rekabetin ve bireysel egoizmin kutsandığı koşullarda artık dayanışma diye bir şey mümkün değildir]. Her türlü sosyal bağdan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de toplumsal refahtan söz edilebilir miydi?

Böylesi bir ortamda tarih sahnesine çıkan, aydınlanmanın ve modernitenın mirasçısı ve devamı olan sosyalist eleştiri ve sosyalist hareket bir tür ikinci düşünsel-entellektüel devrimdi. Aydınlanmanın vaatlerini ve Büyük Fransız Devrim’inin üç sloganının da [libérte, égalité, fraternité] somutlananı nihai hedefe taşımayı vaat ediyordu. Sorun bireyi özgürleştirerek [ o sayede] ‘iyi toplumu’ yaratmak değil, tam tersine, bireylerin özgürlüğünü ayağı yere sağlam basan dayanışmacı bir toplumsal düzen kurarak tesis etmekti... Velhasıl sosyalizm politik felsefe olan liberalizmin içeriğinin ters-yüz edilmesiydi. Başka türlü ifade etmek istersek, sosyalizm, bir bireysel özgürleşme [emansipasyon] felsefesiydi ama bunu bireyi yalnızlaştıran liberal felsefenin aksine, toplumsal dayanışmayı, toplumsal bağları güçlendirerek gerçekleştirmeyi vaat ediyordu...

O halde kritik sorun ne idi? Sol bireysel özgürlükle ilgili nasıl bir tutum benimsemeliydi? Sol ekonomik liberalizme karşı çıktığı gibi politik liberalizme de karşı çıkmalı mıydı? Eğer bizdeki özgürlüğün karşılığı libérté ise, sol anti-libéral olamazdı ama bu onun asla liberal olduğu, liberalizmle uzlaştığı anlamına gelmezdi. Tarihsel sol sözünü ettiğimiz ince çizgi üzerinde yürüyemedi ve liberalizme karşı çıkarken özgürlüğü [libérté] önemsemedi. Bireysel özgürlüğün önemini kavramakta sınıfta kaldı. Öyle ki, solun bu talihsiz tavrı çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak gibi bir şeydi. Buna başka olumsuzluklar ve yanlışlar da eklenince iflas kaçınılmazdı. Ekonomik liberaller gibi sol da ekonomik büyümeyi [prodüktivizmi] esas aldı ve maddi zenginleşmeyle tüm sorunların çözüleceğine dair burjuva saplantısına ortak oldu... Sosyal sorunların çözümünün maddi zenginlikten geçtiğini ve maddi zenginliğe giden yolun ve araçların değiştirilmesiyle sorunların çözüleceği beklentisi tam bir hata idi... Bu ‘biz yaparsak iyi yaparız’ demekten ibaretti ve sonucun hüsrân olması kaçınılmazdı.

Tarihsel solun bu tür zaaflarının ve yanlışlarının, teorik, ideolojik, pratik ve entellektüel planda azgelişmiş Türkiye toplumunda daha derin olarak yaşanması kaçınılmazdı. Zira, Türkiye’de bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmamıştı. Eski rejimle ve onun ‘geleneksel’ ideolojisiyle bir hesaplaşma hiçbir zaman söz konusu olmamış, ‘kopuş’ gerçekleşmemişti... Eleştiri bilinci, kültürü ve üslûbu gelişmemişti [bugün de gelişmiş değildir]. Böyle bir durumun, bizzat aydınlanma ve modernite’nin devamı ve mirasçısı olan sosyalist düşüncenin algılanışı ve özümlenişi bakımından sorunlar yaratması kaçınılmazdı.

Türkiye’deki sol hareket, Avrupa solu’nun zaaflarını ve yanlışlarını miras aldığı gibi, yegâne referansı da sosyalizmin teorik ve pratik planda inkârı demek olan Stalinizmdi. Oysa Stalinistse sosyalist değildir denecektir. Sol hareket Sovyetler Birliğinde geçerli olanı tartışmasız sosyalizmin tecellisi saydı. Sovyet devrimine ve devrim sonrasına dair bildiği, Sovyetler Birliğinin oluşturduğu resmi tarih ve resmi ideolojiye dayandı... Devrimi, rejimin kendisiyle özdeş saymak gibi bir aymazlıktan bir türlü yakayı kurtaramadı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından bile hâlâ orada ‘yaşanın’ sosyalizm olduğuna inananların varlığı ibret verici. Sadece ibret verici de değil aynı zamanda rahatsız edici... Kolayca iki şey birbirine karıştırıldı ve karıştırmak işlerine geliyordu: Birincisi Sovyet Devrimi insanlık tarihinin tartışmasız en önemli olaylarından, şanlı insanlık tarihinin kritik ‘emansipasyon’ aşamalarından biriydi; ikincisi, devrimden kısa bir süre sonra devrim rotadan çıktı ve başlangıçtaki amaca yabancılaştı. İç Savaş’ın sona erdiği 1921 sonunda ortada ne Sovyetler ne de Bolşevik Parti diye reel bir şey kalmıştı. Moshe Lewin’in dediği gibi, “Sovyet devleti sosyalist değildi ama Ekim Devrimi’ni yapanlar sosyalistti.”

Elbette bu, devrimin karşı karşıya geldiği sayısız iç ve dış sorunları ve olumsuzlukları, emperyalist kuşatmayı, vb. hafife almak anlamına gelmezdi ama, bunlar sosyalizmin gerçekleşmeyişinin gerekçesi de olamazdı. Lenin durumun farkındaydı ve yeni bir perspektif önermeye hazırlanırken önce hastalandı sonra da öldü. Yaşasaydı olayların seyrini değiştirebilir miydi? Bu ‘tarihte bireyin rolünü’ angaje eden bir soru ve soruya olumlu cevap vermek pek mümkün değil... O aşamadan sonra Lenin’in rotayı değiştirmesi belki imkânsız değildi ama çok zayıf bir olasılıktı... Retorik sosyalist olsa da realite çok farklıydı ve sosyalizm düşmanı gerici bürokrasi çoktan yerleşmişti... Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Parti artık Bolşevik parti değildi. Stalinist otokrasinin bir iktidar aracına dönüşmüştü. Söylemle gerçek durum arasında büyük bir uçurum vardı. Sovyetler Birliği sosyalist değildi ama Stalinist rejim Sovyetler Birliğini dünya siyasetinin başlıca aktörlerinden biri haline getirmeyi başarmıştı. Bu durum rejimin prestijini artırırken, soldan eleştiri konusu yapılmasını da engellemiş, değilse zorlaştırmıştı... Elbette Sovyet Sisteminin niteliği, neden ve nasıl çöktüğü ciddi bir tarihsel-sosyal-entellektüel eleştiriyi hak ediyor ama rejimin bir otokrasi olduğu ve hiçbir zaman özgürlük diye bir kaygısı olmadığı, özgürlüğün kırıntısına bile yaşama şansı tanımadığı, velhasıl o tarakta bezi olmadığı kesindi...

Oysa özgürlük, demokrasi ve sosyalizm özdeş olmasalar da akraba kavramlardır ve aynı aileye mensupturlar... Özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı yerde sosyalizm mümkün değildir. Tabii bunun tersi de aynı derecede doğrudur: sosyalizasyon yoksa özgürlük ve demokrasi kavramlarının içi boştur. Birinin gelişip- serpilmesi diğerinin gelişilip, olgunlaşmasının da koşuludur. Bu temel gerçeğin farkında olmayanların inandırıcı olmaları da, bir şeyleri başarmaları da asla mümkün değildir...

Türkiye’de sol hareketin adına lâyık olabilmesi için iki şey yapması gerekiyor: Birincisi, tarihsel solun ve kendi geçmişinin radikal bir eleştirisini yapmak; ikincisi de realiteyi anlamak üzere içine sürüklendiği atâletten kurtulmak. Toplumsal sorunların bilince çıkarılabilmesi için yeni, farklı, orijinal yöntemler keşfetmek, günlük yaşamın farklı veçhelerini tartışıp-tartıştırmayı başarmak, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılık konusunda ikna edici, inandırıcı olmak... Sosyalizm demek aynı zamanda eleştiri demektir ama bizdeki solun o tarakta bezi yok gibi. İktidarı alırlarsa, direksiyona kendileri geçerlerse, sorunun ilelebet çözüleceğini sanıyorlar. Bu yaklaşım sosyalizme özgü bir anlayışı temsil etmez. Son tahlilde bu, biz de aslında aynı zemin üzerindeyiz demeye gelir... Eğer ‘reel sosyalizmler’ de denilen tarihsel deneyleri eleştirel bir tarzda değerlendirebilselerdi, aracın direksiyonuna kendileri geçtiğinde hedefe ulaşılacağını düşünmezlerdi. Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve dünyayı anlamanın yolu radikal eleştiriden geçiyor.

Solun kitlelerin gözünde bir çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili. Kaldı ki, bizdeki sol hareket radikallikten başka şeyi anlıyor. Onlara göre radikal olmak, iktidarı silahlı mücadeleyle [zorla] ele geçirmek üzere gizli örgüt kurmaktan ibaret... Zaten bu yüzden de sadece iktidarı hedef alıyor ve gözü başka bir şey görmüyor. Elbette iktidar el değiştirmeden süreci farklı yöne çevirmek mümkün değildir ama bu kafayla iktidarı almak dahi mümkün değildir.

Sol retorik bir yana bırakılırsa, sol örgütlerin iç işleyişi burjuva örgütlerdekinden farksız. Kendi içinde demokrasiyi, gayri hiyerarşik, eşitlikçi ilişkileri bir yaşam tarzına dönüştürememiş, eleştirel bilinci gelişmemiş, daha da ötede eleştiriyi yasaklayan örgütlerin farklı bir şeyin taşıyıcısı olmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar sosyalizme, komünizme, sınıfsız topluma gönderme yapsınlar, bu tür bürokratik yapıların kendi kendilerini yeniden üretmeleri bile problemlidir. Kaldı ki, bürokrasinin olduğu yerde bırakın canlı, verimli, ufuk açıcı tartışmayı, canlı hiçbir şeyin yaşaması mümkün değildir. Bürokrasi demek statüko ve statükonun korunması demektir... Bir zamanlar solcu olduğunu sanan/sanılanların şimdilerde ‘ulusalcılığa’ iltica etmesi, bürokratik yapıların nereye varacağının ibret verici bir göstergesidir...

İnsanlık içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor... Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor... Öyleyse insanlığın kurtuluşu onun eleştiri ve örgütlenme yeteneğine ve kapasitesine indirgenmiş demektir...
· http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=1935816321865746818#_ednref1

24 Nisan 2008

Yabancılaşma ve Felsefe / Felsefe ve Yabancılaşma

 YABANCILAŞMA
 Atalay Girgin

Günümüzde, neredeyse her alanda, işine gelenin işine geldiği gibi kullandığı, telaffuz ettiği bir kavram, dahası bir kuram “yabancılaşma”. Kimileri insanın yabancılaşmasından, kimileri toplumun, tarihin yabancılaşmasından, kimileri dünyanın ve onun üzerindeki insanın ve eylemlerinin ürünü olan her şeyin yabancılaşmasından söz ediyor ki bu noktada hem eylemin kendisi hem de tüm istek ve özlemleri içeren fikirler de azade değil bundan... Keza tüm insanlık tarihi ve onun içerisinde yer alan bilimden sanata, dinden felsefeye, tahakküm altına alma ve esaret zincirlerini kırma mücadelelerine kadar aklınıza gelen ve gelmeyen varolan her şey dahildir buna... Akıl kârı değil ama, yine de onun sarmalında kavranıp yeniden yeniden anlamlandırılabiliyor her şey...

Ya yabancılaşmadan söz edenin kendisi, eylemleri ve fikirleri... Acaba o azade midir, sözünü ettiği ve varlığını kabul eylediği yabancılaşmadan ve sonuçlarından? Bu sorunun olası üç yanıtı vardır: