Üretmek,
tüketmek, yok etmek!
Fikret
Başkaya
Neoliberal
küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime
kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği
söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor,
işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü
ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran
da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir
bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet
onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise,
daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha
büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı
kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm
koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin
kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara
ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda
gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada
yatıyor.
Bir
insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde daha çoğunu satın
almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve mutluluğun daha çoğa sahip
olmaktan geçtiğine inanırsa... Refah ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye
sahip olmaktan geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm
dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması mümkün değildir.
Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa sahip olması için, başkalarının
(çoğunluğun) satın alamaz duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin
bir sonucu olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor.
Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne sahip olamıyor.
Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin dışına atılıyor. İşte üretimin her
seferinde “lüks mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların da
ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve sonuç ortada: Bir
tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan, açlıkla, yoksullukla
cebelleşen, sefalet ortamına itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın
zenginliğine el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu
taklit edebilen bir küresel orta sınıf... İşte “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”,
“demokrasi’, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb.
dedikleri böyle bir şey...
Fakat
hepsi bu kadar değil, aşırı düzeyde
zenginlik ve yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir de
ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek, insanlığın ve
uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde canlı yaşamın temelini
aşındırıyor. Her geçen gün sosyal mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik
riskler derinleşiyor ve insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor...
Ve hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor... Küresel oligarşinin adamları
ve onların uzantıları ve müttefikleri olan “yerel” mülk sahibi sınıfların
sözcüleri, “yoksulluğun kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih
2015’ti ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da
artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve küstahlık
pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey özelleştirilecek,
metalaştırılacak, parayla alınır-satılır hale gelecek ve hem de yoksulluğun
kökü kazınacak! Bu, insanlarla alay etmek değil midir? Eğer gerçekten
yoksullukla mücadele diye samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde
insanlığın gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik” stoku
var. Ve yapılacak iş de çok basit... Nasıl, bir zamanlar kölelik yasaklanmıştı,
o zaman hemen yoksulluğu da yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine
son verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan gasp
edilen, asıl sahiplerine iade edilir! Birilerinin yoksulluğu, başkalarının herkese
ait olana ve olması gerekene el koymasının sonucu olduğuna göre... Daha önce de
yazdım, eğer dünyadaki zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde
19, ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200
dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir... Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep
gündemde? Böylece küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri
kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç asla yoksullukla
mücadele değil... Amaç oyalamak için aldatmak... Bu nedenle, “yoksullukla
mücadele söylemi” yoksullar cephesini değil, zenginler taifesini angaje ediyor!
Aşırı
üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist işleyiş, akıl almaz
bir israf ve yok etmek anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir
gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve
yenilenme hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da reklamlar devreye sokuluyor. Tabii medyanın
ve moda endüstrisinin rolünü de unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği
mümkün olmazdı. Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal ömrünü
doldurmadan çöpe atılıyor. Bu amaçla modeller
sürekli olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden, üretim
aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğine
üretici şirket karar veriyor. Buna “programlanmış eskime” deniyor... Bir
insanın sapa sağlam bir aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu
tür bir saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini yitirdiğinde,
sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür. Yedek parça üretimi bilinçli
olarak savsaklanıyor ve yedek parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki
arabasını yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını” sorduğumda, “bundan
sonra çok masraf çıkarır...” cevabını vermişti... İnsanlar öyle bir reklam
bombardımanı altında, öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp
yenisini almadan edemiyor... Buna çöpe atma-satın alma refleksi de
diyebilir siniz... Yani tam bir “şartlı refleks hâli”! Her yıl cep telefonunu
değiştirmenin mantığı nedir? Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama
geliyor? Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni pencere
perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne yaptığını, yaptığının ne
anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir şey üretmek için hammadde, enerji ve emek
gerekir ve bir şeyi kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek
israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu plastik su ve
süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton plastik atık (çöp) atılıyor. Bir
plastik torbanın ortalama kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor,
lâkin toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor... Ve yerin altından
çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb. sınırsız değil. Bu
tempoyla kullanım devam ederse [zira genel eğilim daha da artacağını gösteriyor],
bu saçmalık daha ne kadar sürdürülebilir ?
O
halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu nereden geliyor ve
yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve tüketmek aynı zamanda yok etmektir...
Emperyalist oligarşinin ve “yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı,
şimdilerde Güney denilen dünya
sisteminin çevresinde yer alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı
sömürüsü ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış bir durum
da değil... Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere gidiyor. Eğer yoksul
ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına, emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist
devletler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el
konmasaydı, bu günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? Gardroplar
yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları, araba modelleri, vb. bu
kadar hızlı değişir miydi? Bir cep
telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor musunuz?
Eğer
Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve
enerji varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el konulmamış olsaydı,
topraklarında neyin nasıl yetişeceğine emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz
konusu ülkeler kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış
olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? O
ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla cebelleşir durumda olur muydu? Mallar
bu kadar ucuza üretilebilir ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın
beşinci büyük çokuluslu şirketi oyan Total,
ortaklarına yılda 10 milyar dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok
ülkenin milli gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer
Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın doğal gazını, vb. ve
diğerlerinin enerji kaynaklarına el koymamış olsaydı, bu mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o ülkelerin
yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün olur muydu?
Oldum
olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir şeyi “ucuz
üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye geldiği neden hiç bir zaman tartışma
konusu yapılmıyor. Ucuza üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya
baksınlar. ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak sanayileşmiş
ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik başarısı, yoksul
(yoksullaştırılmış demek daha doğru) ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip
madenlerini ve biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde
mümkün olmuştu... Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri, yağma ve
talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına neler geldiğini
meraklılar biliyor...
Tuhaf
bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı sömürüye maruz bırakılıp,
yoksullaştırılıyorlar. Aslında ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm
dahilinde ucuzun öteki adı yüksek kârdır... Kârın büyüyebilmesi için ücretlerin
olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş emekçi kesimler yoksullaşıyor
ve üretilen “ucuz” malları satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar
devreye girip insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”... Ve
herkesin cebinde bir kaç kredi kartı... Fakat gözden kaçan bir şey var,
insanlar karınlarını doyurmak için bile
bankalar tarafından rehin alınıyorlar ama üretilen gıda maddelerinin yaklaşık yarısı
çöpe atılıyor... Ve bu skandal nedense pek tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl
dünya nüfusunun %20’sinin maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin
yaşam için gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde mümkün oluyor!
Aslında
durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar karmaşık ve zor değil. İşlerin
sarpa sarmasının, insanlığın bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler,
riskler, belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının ve
gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el
konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük İnsanlık” küresel bir çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış, haksız ve
mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok. Yoksullaştırılmış çoğunluk maruz kaldığı bu adaletsizliği hiç bir zaman
kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına de aykırı olurdu. XVII.
yüzyılda, İngiltere’de ortak topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler
tarafından el konulduğu ünlü çitleme yıllarında,
halkın itirazı bir anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:
Çaldı diye herkesin olan
kazı
Adamı asıp kırbaçladılar
kadını
Saldılar lâkin zalimin
büyüğünü,
Herkesin olanı kaz kafalıdan
çalanı (1)
Gerçi
itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde bu yanlış ve haksız
durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi bu işi başarmayı zorunlu kılan başka bir neden de söz konusu: Vakitlice bu
yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. Zira,
toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü
söylersek, kapitalizm dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini
yenilemesine mâni.
----------------------------------------------------------------
(1)
Çeviri, Aydın Ördek tarafından yapılmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder