20 Temmuz 2014

Filistin! Filistin

Filistin veya neden söz ettiğini bilmek!

Fikret Başkaya

Siyonist İsrail Devleti, belirli aralıklarla Filistin’e saldırıyor. (Son beş yılda bu üçüncü). Saldırmak için her seferinde bir bahane uyduruyor. Çocukları, kadınları, yaşlıları, sivilleri vahşice katlediyor. Masum insanların üzerine bomba yağdırıyor, evleri, okulları, hastaneleri, kamu binalarını yerle bir ediyor, istediği kadar insana işkence uyguluyor, istediği kadarını hapse atıyor, halkı susuz, aç ve ilaçsız bırakıyor, dış dünya ile bağını kesiyor... Bu durum sürekli tekrarlanıyor ve “uluslararası toplum”, denilenin bu insanlık vahşetini uzaktan seyrettiğinden “şikayet” ediliyor... Aslında bu durumun nüanse edilmesi gerekir. Veya iki şey : Birincisi, “uluslararası toplum” dedikleri ABD, Avrupa, biraz da Japonya’dan ibarettir. Dolayısıyla “Uluslararası Topluma” Asya, Afrika, Latin Amerika halkları dahil değildir; ve ikincisi, İsrail’in saldırılarının arkasında, kollektif  emperyalizm denilen üçlü,  ABD, AB, Japonya, bulunuyor. Bu üçlüye Kanada ve Avusturalya’nın da dahil olduğunu söyleyebiliriz... Durum böyleyken, “barıştan”, “çözümden”, “istikrardan”, vb. söz etmek sorunludur. Ya da şeyleri hangi zemin üzerinde tartıştığını bilmek önemlidir.  Tabii, “uluslararası toplum” denilenin de durumdan “üzüntü duyduğu”, “kınadığı” da oluyor ama bunun reel bir karşılığı olması mümkün değildir.

08 Temmuz 2014

Üretmek, Tüketmek, Yok Etmek!

Üretmek, tüketmek, yok etmek!

Fikret Başkaya


Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.  

... İSYAN GELENEĞİ ...

KÖLE İSYANLARINDAN İŞÇİ SINIFI BAŞKALDIRILARINA
BATI DÜNYASINDA İSYAN GELENEĞİNE DAİR KISA NOT*

FİKRET BAŞKAYA


Gezegenin tarihi bir kaç milyar yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl, bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu. İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini; paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu. Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.

Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.

17 Mayıs 2014

Soma Katliamının Faili Kim?

Bu katliamın faili kim?

Fikret Başkaya

Manisa’nın  Soma ilçesinde, bir özel şirkete devredilen maden ocağında iki gün önce meydana gelen “kazada”, şu an itibariyle 282 kişinin öldüğü, 80 kadarının yaralandığı bildiriliyordu.  Ve yeraltında kalanların sayısı bilinmiyormuş... Yerin altında kalanların sayısının bile bilinmemesi, bunun ne büyük bir kepazelik, ne büyük ayıp, ne büyük bir skandal, ne büyük aymazlık ve utanmazlık  olduğunu göstermiyor mu?  Böyle bir olaya “kaza” deyip geçiştirebilir misiniz? Bu “olayı”, kaza, facia, cinayet ... gibi kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Böyle bir şey,  işin kolayına kaçmak üstünden atlamaktır. Bu düpedüz bir katliamdır. Zira kaza, cana, mala ve çevreye zarar veren, beklenmedik, şüpheli durumları ifade etmek için kullanılır. Kaza tüm önlemleri en üst düzeyde alınmasına rağmen istisnaî olarak ortaya çıkana denir. Cinayet, bir veya bir kaç kişinin taammüden öldürülmesidir. Oysa, ortada tamı tamına bir katliam var. O halde bu katliam neden ve nasıl yaşandı?

Madenler kamuya/topluma aittir, dolayısıyla kamuya ait olması, kamu tarafından yönetilmesi ve kullanılması, özel mülkiyet, özel kâr ve kazanç konusu yapılmaması gerekir. Bu yüzden, herkese ait olan, herkesin ortak kullanımına sunulması/kolektif olarak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken bir doğal varlığın, birileri tarafından, tekil şahıslar, kapitalist şirketler tarafından sahiplenilmesi, kullanılması, yönetilmesi, yağmalanması, özel kâr ve kazanç aracına dönüştürülmesi, kabul edilebilir değildir. Bu, topluma ait olanın özel çıkarlar için, kapitalistler tarafından çalınması, el konulması, gasp edilmesi demeye gelir. Dolayısıyla itiraza bu ‘ortak varlığın’ özelleştirilmesine karşı çıkarak başlamak gerekir. Asıl yanlışı ve haksızlığı teşhir ederek başlamak gerekir... Yoksa bu katliam, bu skandal “ölenlere Allahtan rahmet, yakınlarına sabır dilemekle, Cuma namazında hutbe okutmakla, bayrakları yarıya indirmekle, hamasî nutuklar atmakla. vb. ” geçiştirilecek cinsten değildir. Bu aymazlığa son verilmedikçe, bu sefil duruma itiraz edilmedikçe, “asıl sorumlular” hedef tahtasına oturtulmadıkça, daha büyük katliamlar neden şaşırtıcı olsun?    

Özel sektöre, özel çıkara terkedilmiş madenlerde katliamların istisna değil kural olması kaçınılmazdır. Zira kapitalist şirketin yegane amacı kâr etmek, her seferinde daha çok kâr etmektir. Daha çok kâr etmenin yolu da maliyetleri düşürmekten geçer. Ve en büyük maliyet unsurlarından biri işçi ücretleridir. Ücret ne kadar küçükse kâr da o kadar büyüktür. İkincisi, diğer her türlü maliyet unsurunu küçültmekten geçer. Madenlerde bunların en önemlilerinden biri güvenlikle ilgili  harcamalardır. Zira hiç bir üretim etkinliği, madenler kadar risk içermez... O halde güvelik harcaması ne kadar küçükse, kâr da o kadar büyüktür... Kapitalist başka türlü yapmaz, yapamaz. Kapitalistin gözünde insan diğer üretim unsurları gibi bir şeydir. Çalıştırdığı işçiyi insan olarak görmez, zira onun gözünde insan (işçi) üretim unsurlarından sadece biridir. İşte ara-malı, hammadde, makina gibi bir şeydir... Kârı artırmanın üçüncü yolu çalışma yoğunluğunu artırmaktır. Başka türlü ifade edersek, daha az işçiyle daha çok ve daha çabuk üretmektir... Nitekim maden ocağından bir vardiya çıkmadan, ocak tahliye edilmeden ikinci vardiyanın sokulması, tam da söylediğime canlı bir örnektir...

Böylesi bir mantığın geçerli olduğu yerde, kapitalist patronu iş güvenliği konusunda zorlayacak olan yegane güç devlettir. Lâkin kapitalist devlet, şimdilerde “neoliberal devlet”, kapitalistlere sınırlama getirmeye asla yanaşmaz. Ama sınırlıyormuş gibi yapar ve insanlar da ona inanır veya inanmış görünür... Siz hem kârı, özel kazancı, bireysel zenginleşmeyi kutsayacaksınız ve hem de onu sınırlayamaya yelteneceksiniz, bu mümkün değildir. Zaten neoliberal küreselleşme çağında devletin yegane varlık nedeni, zenginlerin zenginliğini artırmaktır, her yolu deneyerek, tüm imkânları seferber ederek onların önünü açmaktır. Onun için kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir... Dolayısıyla bu katliamın birinci sorumlusu, sadece işveren değildir, onun bu hoyratlığa teşvik eden, yangına körükle giden devlet ve onun temsilcisi hükümettir. Çalışma bakanıdır, İktidar partisidir, iktidar partisini uyarmakta başarısız olan muhalefet partileridir ve bir bütün olarak “milli iradenin” timsâli olarak sunulan TBMM’dir, yani parlamentodur. Özelleştirmeleri marifet sayanların, taşeron işçi çalıştırmaya yol açanların ve itiraz etmeyenlerin tamamıdır. “Taşeron işçi” kavramının bizzat kendisi bir utanç unsuru değil mi? Tabii utanmak için önce utanabilir durumda olmak gerekir... Ve maalesef “iş bitiricilik” ahlâksızlığının geçerli olduğu bir toplumda artık utanmaya/arlanmaya da yer yoktur...

Başta Türk-İş olmak üzere sendikalar özelleştirmeler  konusunda olsun (nitekim Türk-İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası, Özelleştirme İdaresinden Karabük Demir Çelik İşletmesini satın alıp işletmecisi olmuştu...) iş yaşamının taşeronlaştırılması konusunda olsun, kıllarını kıpırdatmadılar? Elbette istisnalar vardı ama sonuçta istisna idiler ve şeylerin gidişatı üzerinde etkili olmaları mümkün olmadı... Bu saldırı karşısında devletin ve sermayenin tarafında saf tutup, varlık nedenlerine ve misyonlarına ihanet eden sendikacılar taifesinin bu katliamda sorumluluk payı büyüktür. Bu ülkede sendika bürokratları kendi iktidarları dışında, hayatî iş güvenliği ve güvencesi sorunu da dahil olmak üzere, hiç bir sosyal-politik sorunla gerektiği gibi ilgilenmediler, ilgilenmiyorlar. Aslında Türkiye’de sendikalar, baştan itibaren ve genel bir çerçevede devletin ve büyük sermayenin hizmetinde oldular. Devlete ve sermaye sınıfına işçilerden daha yakındırlar... Yani karşı taraftalar, bulunmaları gereken yerde değiller. Dolayısıyla bu katliamın ikinci derecede sorumlusu, sendikalardır. Artık bu fosilleşmiş örgütlerin ne menem şeyler olduğunu sorgulamanın, bunları teşhir etmenin ve pabuçlarını dama atmanın zamanı çoktan gelmiş olmalıdır. Toplum öyle bir ikiyüzlülük, umursamazlık ve aymazlık girdabına sokulmuş durumda ki, maalesef hiç bir sorun gerektiği gibi ele alınamıyor lâyıkıyla tartışılamıyor

Katliamda elbette devlet/sermaye medyasının vebali de çok büyüktür. Hiç bir zaman çalışanların kaderine ilgi duymadılar, iş yaşamında olup bitenleri sorun etmediler. Zenginliğin asıl yaratıcı olan işçi sınıfını yok saydılar. Şeylerin gerçeğine dair toplumu bilgilendirmediler. Tuhaf bir “basın özgürlüğü” anlayışına sahip oldular. Oysa, Viktor Dedaj’ın da ifade ettiği gibi “Basın için haber verme, bir özgürlük değil, fakat bir görevdir. Basın özgürlüğünün sınırının başladığı yer de, tam da benim gerçek habere ulaşma hakkımın başladığı yerdir”. Bizde medya oldum olası varsılların başarı öyküleriyle ilgilendi ilgileniyor. Lâkin, zenginlerin nasıl zengin olduğunu asla sorun etmiyor. İşçilerin çalışma koşullarının skandal bir hâl almasından toplumu haberdar etmiyor, bilgilendirmiyor, misyonunun gereğini yapmıyor, varlık nedenine yabancılaşmış durumda... Hiç bir zaman “Sessiz çoğunluğun” sesi olmadı... Şimdilerde Türkiye’de medyanın içine sürüklendiği kepazeliği ifade etmeye artık kelimeler kifayet edemez durumda...

“Her zaman toplumun bir kaç adım önünde...” olduğu söylenen akademi de, bu katliamla ilgili davanın sanıkları arasında yer almalıdır. Zira üniversite denilen kurumlar, bilimden başka her şeyle ilgililer, toplumsal sorunlara külliyen yabancılaşmış durumdalar. Devlete ve sermayeye bilirkişi, iktidara “âkil adam” olmanın ötesine geçemiyorlar. Devletin ve sermayenin hizmetindeler ve gerçek anlamada bilimsel faaliyete külliyen yabancılaşmış durumdalar. Elbette orada da istisnalar var ama malum, “istisnalar kiralı doğrulamak içindir” denmiştir... Zaten şimdilerde bizzat  kapısında üniversite yazan kurumlar da artık sermayeye dönüşüyor, tuhaf birer kapitalist işletme haline geliyorlar... Toplumun sorunlarına bu ölçüde yabancılaşmış bir üniversite, bir akademi olur mu?

Bu vesileyle bir anektod nakletmeme izin verilsin: “ Devlet üniversitesinde hoca olduğum yıllarda “ Sosyal Politika” diye bir ders de veriyordum. 12 Eylül’den sonra “sosyal” kelimesi her halde rejim için “kötü şeyler” ima ettiği için olacak, dersin adı değiştirildi, “çalışma ekonomisi”, “endüstriyel İlişkiler”, vb. oldu... Ücretleri anlattığım bir dersin sonunda öğrencilerden biri bir soru sordu. Doğru hatırlıyorsam soru şöyleydi: “ Hocam siz sosyalist bir insansınız, sosyalist bir düzen kurulduğunda en yüksek ücretin kime verilmesini isterdiniz?  Bu soruya verdiğim cevap şöyleydi: “ Elbette o günkü somut koşulların nasıl olacağını önceden kestirmek mümkün değildir ama doğrusu öyle bir yetkim olsaydı, en yüksek ücretin maden işçilerine, bir de çöpçülere verilmesinden yana olurdum”... Ve sınıf ayağa kalkmıştı... Efendim nasıl olur, siz o kadar tahsil yapın, üniversiteyi bitirin, doktora yapın, işte doçent olun, çöpçüden ve maden işçisinden daha düşük ücret alın...” Ben de “benim o okullarda nasıl okuduğumu, o unvanları  nasıl kazandığımı sanıyorsunuz? Ben bu durumumu onlara borçluyum, onların emeğinin ürünü olan sayesinde bu durumdayım” şeklinde söylediklerim salonu bir nebze sakinleştirmişti... O zaman bir şeyin daha farkına vardım: Okullarda verilen eğitim eğitilenlerde, diplomalılarda, “farklı oldukları” bilincini yerleştirecek şekilde kurgulanıyor. Ve okuldan çıkanlar şöyle düşünüyor: “Eğer farklı isem, farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, ayrıcalıklı bir  statüye sahip olmaya da hakkım vardır...”! Aslında bu durum her şeyde çelişkinin mündemiç olduğunu bir defa daha gösteriyor. Eğitimden geçenler içinde çıktıkları sınıfa, çevreye yabancılaşıyor...


Soma katliamıyla ilgili olarak da her zaman yapılan yapılıyor ve yapılacaktır. Ve öncekiler gibi unutulup gidecektir. Oysa unutulmaması, unutturulmaması gerekiyor. Onun için de eskisi gibi yapmamak, işin gereği ne ise onu yapmak gerekiyor ve aslında ne yapılması gerektiği de bir sır değil: Daha geç olmadan insanlığı kapitalizm belasından kurtarmak için ayağa kalkmak. Bu yönde tutarlı bir mücadele yürütmek, gezegeni korumak, gezegende canlı yaşamı güvence altına almak, velhasıl “başka bir dünya” kurmak...

04 Nisan 2014

Devrimin de zamanı var!

DEVRİMİN DE ZAMANI VAR

Mahmut Alınak*

Bu coğrafyada halklar düzenin yüz yıldır sahnelediği seçim oyununa katılmakla baltayı bilinçsizce hep kendi ayaklarına indirdiler. Bu 30 Mart yerel seçiminde de halk diğer seçimlerde olduğu gibi yine kendisine biçilen militan figüranlık rolünü oynadı. Yorucu bir seçim kampanyasını sırtlayarak Meclis partilerine pek çok belediye başkanlığı ve il meclis üyelikleri kazandırdı. 
Peki nefes nefese geçen bu seçim koşusundan halk ne kazandı? Halkın oyuyla seçilen belediye ve il meclisleri halka karşı sorumlu olacaklar mı? Bu meclisler halk tarafından görevden alınabilen yerel parlamentolar olarak görev yapabilecekler mi? Bunların aldığı kararlar halkoyuna sunulacak mı? Halkın bu kararları veto etme hakkı olacak mı? Belediyelerin ulaşım, sağlık ve diğer hizmetleri ücretsiz olacak mı? Bu parlamentolar halkın ve esnafların küçük sermayelerini bir araya getirerek bu sermayelerle halka ait iş merkezlerinin, fabrikaların ve çiftliklerin kurulmasında öncülük edecekler mi? Halkın işsizlik ve yoksulluk gibi temel meselelerine el atacaklar mı? Eğitim ve öğretim kurumları, cezaevleri, polis ve jandarma teşkilatları bu parlamentolara bağlı olacak mı?
HALKIN KAZANDIĞI BİR ŞEY YOK 
Bilindiği gibi bunların hiçbiri olmayacak. Çünkü ne devlet düzeni buna müsaittir, ne de partilerin böyle bir amacı vardır. Yani halkın kazandığı bir şey yok; kazanan, Meclis partileri ve onların adaylarıdır. Kan ter içinde çalışan taraftarların payına düşen ise boş hayallerdir. Partiler hep yaptıkları gibi halkı yine süslü vaatlerle meşgul etmeye, oyalamaya ve enerjilerini miting alanlarında ve seçim sandıklarında çarçur etmeye devam edecekler.
HER DÜŞÜNCENİN KENDİ ZAMANI VAR
Kabul etmek gerekir ki, bu yerel seçimde -sonuçlar bir yana- halkın yüksek oranda sandığa gitmesi üstünde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Katılımın yüksekliği halkın çoğunluğunun sisteme entegre olduğunu gösteriyor. Halk dalkavukluğu yapmadan bu gerçeği kabul etmeliyiz, yoksa tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarız.
Okurlar hatırlarlar, ben birkaç hafta önce siyasetçilere ve aydınlara çağrı yaparak, sokağa çıkan kitlenin önünde gaz bombalarına ve tomalara karşı kendimizi birbirimize zincirleyelim demiştim. Birkaç arkadaştan başka aydın ve siyasetçilerden ses çıkmayınca, bir arkadaşım, "Üzülme, her düşüncenin kendi zamanı var,"dedi. Tarihten pek çok örnek vererek bazı düşüncelerin önce ilgisizlikle karşılandığını, sonra da sahiplenildiğini belirtti.
DEVRİMİN DE ZAMANI VAR
Devrim de öyle, onun da kendi zamanı var. 30 Mart'ta ortaya çıkan tablo olumsuz olsa da ümitsizliğe kapılmamak gerekiyor. Gün ışığına çıkan manzara iyi okunabilirse devrimin kökleşip boy attığı bir zemine dönüştürülebilir.
Öncelikle şunu bilincimize ve ruhumuza kazımalıyız: Halkın erkek ya da kadın siyasetçilerin koltuk kapmalarına değil, gerçek özgürlüğe ve insanca bir yaşama ihtiyacı var. Bu hedefe ulaşabilmek için halkın iktidar olması gerekir. Bu da bir devrim meselesidir. Bilinç devrimi, örgütlenme, devrimin inşası ve devrim birbirlerine zincirleme olarak bağlı olan süreçlerdir. Bunların nasıl olacağı ve nasıl projelendirileceği devrimci hareketlerin bir araya gelip konuşacakları meselelerdir.
Sandık politikaları sistemle problemi olan ezilen Kürtlerin, Türklerin, Arapların, Çerkeslerin, Rumların, Ermenilerin, 'Ezidilerin, Süryanilerin, Lazların, Türk ve Kürt Alevilerin ve diğer halkların enerjilerini sistemin içinde eritip yok etmektedir. Her şeyden önce bu ölümcül anafor terk edilmelidir.
"ADIM ÖZGÜRLÜK"
1962 kış aylarında Amerika'nın Georgia eyaletinde zencilerden bin kadarı ayrımcılığı protesto ettikleri için hapse girmişlerdi. Polis şefi, 9 yaşlarındaki zenci bir çocuğa, "Adın ne?" diye sordu. Çocuk polis şefine ateş gibi yakan bakışlarla bakarak, "Özgürlük, özgürlük," diye cevap verdi.
Biz de o hep birlikte özgürlük diyoruz. Türkiye'de özgürlük, Kürdistan'da özgürlük, Lazistan'da özgürlük; ezilen ve mağdur olan herkes ve tüm halklar için özgürlük…
Özgürlük düzenin seçim bataklığında değil devrimle elde edilecektir. Vakit devrimi inşa vaktidir.
Öyle bir devrim ki, ülkenin tüm zenginlikleri ve hayatın tüm özgürlükleri halkın olmalı. Devlet halkın olmalı.
ÇILGINLAR GİBİ EĞLENDİLER AMA...
Yazıyı seçim sonrası internete düşen şu notla bitirelim: Galip partilerin taraftarları zaferlerini kutlamak için tüm geceyi sokakta geçirdiler. Alkış ve sevinç çığlıkları arasında havai fişekler attılar, zafer turları atıp yeri göğü klakson sesleri ve sloganlarla inlettiler. Davul zurna eşliğinde halay tutup gecenin kalbinde çılgınca oynayıp eğlendiler. Aralarında tek bir parti aristokratı bile yoktu. Sabah gün ışıdığında yorgun argın işlerine ve evlerine dönerken ellerinde kala kala sadece hayalleri kalmıştı.

NOT: "Felsefenin Işığında / Felsefece" adlı bu sitede, bugüne dek asıl olarak Atalay Girgin ve Fikret Başkaya'nın yazıları yer aldı. Şu andan itibaren ise bunlara Mahmut Alınak'ın da yazısı eklendi. Dolayısıyla bundan sonra uygun olduğunda farklı yazarların da yazıları kaynak gösterilerek sitenin izleyicilerine sunulacaktır. İyi okumalar dileğiyle... 

11 Mart 2014

LAĞIMPAŞALI

LAĞIMPAŞALI, BAŞBAKANIN GÜNLÜĞÜ,
'Allah Dedi!' ÜSTAD-I AZAM 

Mehdi ve Mesih, Lağımpaşalı, Başbakanın Günlüğü "Öğretmen; Düzenin Duvarındaki Tuğla", Kıranlar Kırılanlar Zamanı, Aşk Mavidir Öğretmenim ve 'Allah!' Dedi Üstad-ı Azam'la birlikte kitabevlerinde... 

Ankara'da İMGE, DOST; İzmir'de YAKIN; Bursa'da BKM; İstanbul'da PANDORA, PARAF, vd. kitabevlerinde... Aynı zamanda Kitapyurdu, Babil, İdefix, D&R başta olmak üzere diğer kitap satan internet sitelerinde...



 Lağımpaşalı Başbakan'ın Günlüğü



Ve... Kıranlar Kırılanlar Zamanı... "Mehdi"ler enflasyonunun ortasında Lağımpaşalı'yla bir garip "Mehdi"nin savaşı... "Mehdi" Lağımpaşalı'ya, Lağımpaşalı "Mehdi"ye karşı... Ve orta yerde acımasızca katledilen, sakatlanan, hunharca kırılanlar... Kitabevlerinde...


                            ÖĞRETMEN                                                                                          Düzenin Duvarındaki Tuğla          



Ve "Allah" Dedi Üstad-ı Azam

26 Şubat 2014

LAĞIMPAŞALI...


İKİ ROMAN: 
Lağımpaşalı ve Kıranlar Kırılanlar Zamanı

"LAĞIMPAŞALI" - "BAŞBAKANIN GÜNLÜĞÜ"... İş Çevrelerinde Lakabı Yüzde Beş RéTE'ye Çıkmış; Devşirme ve Yalancı Bir Politikacının Öyküsü... KIRANLAR KIRILANLAR ZAMANI'yla Birlikte Kitabevlerinde... 

Ankara'da İMGE ve DOST; İzmir'de YAKIN; İstanbul'da PANDORA, PARAF vd Kitabevlerinde... Ve Başta Kitapyurdu Olmak Üzere, İnternet Kitap Satış Sitelerinde...


Lağımlar Patladı... Her iki roman da patlayan lağımlarla birlikte, okura fareler dünyasının kapısını aralıyor. 








Kıranlar Kırılanlar Zamanı


Toplu istekler için: http://www.sobilyayin.com

17 Şubat 2014

İktidarın Milli Gelir 'Masalı'na Yanıt...

Kişi başına düşmeyen milli gelir

Fikret Başkaya

“Sadece  kendi tahrif ettiğim   istatistiklere inanırım” 

          Winston Churchill

Eğer resmi verilere itibar edilir ve milli gelir denilen eşit bölüşülürse, Türkiye’de kişi başına yılda 10 744 dolar düşerdi. Bu her Türkiyeliye günde 29 dolar düşecek demektir. O zaman üç çocuk, iki yetişkinden oluşan beş kişilik bir ailenin günlük geliri de 145 dolar olurdu. Bu günkü dolar kuruna göre günde 319 TL, ayda da 9570 TL, yılda 118 bin 184 TL  (52 bin 200 dolar). Eğer dünyadaki zenginlik eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19 dolar düşecekti. Beş kişilik bir aileye de günde 95 dolar ve ayda 2850 dolar düşecekti. Bu rakamlar doğru olsaydı (ki, doğru değil zira, sadece 85 milyarderin serveti, en yoksul 3.5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısının toplam mal varlığına eşit) buradan iki kaba sonuç çıkarmak mümkündür: Birincisi, Türkiye ortalaması dünya ortalamasından günde 10 dolar fazla; ve ikincisi, ister bizde, isterse dünya ölçeğinde olsun gelir eşit dağıtıldığında insanların maddi refah içinde yüzeceği, hiç bir geçim sorunun olmayacağı kesin... Türkiye’de beş kişilik bir aile, yılda 52 220 dolar gelirle -ki, bu TL cinsinden yaklaşık 118 bin 184 TL demektir,-asla geçim sıkıntısı çekmezdi. Tabii o zaman hemen akla şu soru gelecektir: Türkiye’de yılda 118 bin 184 TL gelire sahip kaç aile vardır? Eğer öyle olsaydı, siyasi partilerin programlarında yoksullukla, işsizlikle mücadele gibi maddeler yer almazdı... Herhalde yolsuzlukla mücadele maddesi de yer almazdı...

Rakamlara, istatistiklere istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz...

25 Ocak 2014

“Milli İrade” Masalı...

“Milli irade” diye bir şey var mı?

Fikret Başkaya

“Çok partili düzen dense de değişen yalnızca parti başkanlarının adı: aslı tek bir başkan, tek bir parti...”*

                 Bilgesu Eranus

17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla ilgili olarak, başbakan R.T. Erdoğan, “hedefin milli iradeye suikast olduğu aşikâr“ demişti. Tabii yolsuzluk ve rüşvete yönelik bir operasyonla “milli irade” denilen arasında ters yönde bir ilişki olduğunu söylemek tuhaf bir çelişkiydi. Bu arada yurdun çeşitli yerlerinde milli iradeye destek gösterileri yapıldı. Avrupalı Türk Demokratlar Birliği [ UETD] Viyana şubesi tarafından da başbakana destek amacıyla “ milli iradeye saygı konvoyu” yola çıkıp, Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerek, Kapı Kule sınır kapısından Türkiye’ye girdi. Tersinden Viyana kuşatması gerçekleşmişti sanki... Tabii hepsi bu kadar değil, milli irade platformu adıyla bir araya gelen 97 STK tarafından imzalanan destek bildirisi de, başbakana iletilmiş. Söylendiğine bakılırsa 97 Sivil Toplum Örgütü’nün [STK] imzaladığı bildiri, Başbakanın baş danışmanı, Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış... Yıllardır ‘sivil toplum söylemi” kepazeliğine dair yazar dururum. Doğrusu ne kadar da yazsan nâfile. Bazen kendi kendime: “ acaba bu dünyada kelimelerin ve kavramların bu kadar dejenere edildiği ikinci bir ülke var mıdır” diye sorduğum oluyor... Kimse çıkıp da “ tamam, bildiriyi imzalayın da, hiç olmazsa kendinize STK’lığı yakıştırmayın” diyen pek yok. Sakın ola STK’ları önemsediğim sanılmasın. STK söylemi neoliberal gericiliğin söylemidir. Amaç kapitalizmin pisliklerini, iğrençliklerini netâmeli sonuçlarını görünmez kılmaktır. Bu amaçla toplumu ahmaklaştırmak, bönleştirmek, aldatmak. oyalamak, depolitize etmektir. Bu örgütlerin misyonu ve varlık nedeni, , küresel plütokrasiyi, küresel oligarşiyi ve tabii onun bir uzantısı olan bizdeki gibi komprador oligarşileri meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla bu sefil kuruluşların teşhir edilmeleri hayatî önem taşıyor...

11 Ocak 2014

ELEŞTİREL PEDAGOJİ Dergisi & ÖĞRETMEN


ELEŞTİREL PEDAGOJİ Dergisi... Soran, Sorgulayan, Eleştirel Düşünen ve "Düzenin Duvarındaki Tuğla" Olmak İstemeyen Öğretmenler ve Eğitimbilimciler İçin... 31. SAYI KİTABEVLERİNDE...


VE.... ÖĞRETMEN; Düzenin Duvarındaki Tuğla
Fikret Başkaya'nın Önsözüyle... Kitabevlerinde...



10 Ocak 2014

Hegemonya ve Meşruiyet Krizi

“Bu Yalnızca Hegemonya Krizi Değil, Aynı Zamanda Bir Meşruiyet Krizidir”

Fikret Başkaya-Gün Zileli Söyleşisi


Gün Zileli - Osman Tiftikçi ile yaptığın röportaj son derece ilgi çekici. Osman Tiftikçi, esas çatışmanın AKP-Cemaat çatışması olmadığını belirttikten sonra şöyle diyor: 

"Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye ve İslami sermaye arasındadır. AKP ve İslami sermaye rakibine direnecek güçte görünmüyor. Cemaatler 90’lı yıllara kadar küçük ve orta boy ticari, sınai işletmelere sahiptiler. Bunlar sonradan holdinglere dönüştü. AKP iktidarları döneminde uluslararası hale geldiler. Tarihlerinde görülmemiş biçimde siyasi iktidarın, belediyelerin ekonomik ve diğer nimetlerinden yararlandılar. Özellikle eğitimde gayrı resmi önemli bir güç haline geldiler. Toplumda bunların ideolojik havası esmeye başladı... Ama gene de İslami sermaye, emperyalizme, geleneksel sermayeye ve bunların elindeki devlete direnecek güçte değil. Gülen hareketi ile başlatılan öncü saldırıda bile dağılıp, ne yaptığını bilemez bir hale düşmeleri de bunu gösteriyor."

Buradan çıkan sonuç, çatışmanın esasen, İslami sermayeyi temsil eden AKP iktidarı ile geleneksel sermaye denen, cumhuriyet döneminde büyüyen ve tekelleşen sermaye arasında olduğu, emperyalizmin bu çatışmada geleneksel sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahil olduğu, devlet içinde yuvalanmış Cemaatin ise, geleneksel sermayenin AKP iktidarına saldırısında araç rolü oynadığıdır. Sen bu yoruma katılıyor musun? Cemaat, geleneksel sermayenin hizmetinde mi gerçekten, o zaman islami sermaye ile Cemaat ayrı yerlerde mi konuşlanmış oluyor? Dendiği gibi bu bir "devlet krizi" midir? Ordunun, geçmişten farklı olarak, restorasyon için darbe yapamaz hale geldiği koşullarda, parlamento içinden bir alternatif (röportajda dendiği gibi yeni bir CHPiktidarı) bunu sağlayabilir mi? 

Fikret Başkaya- Türkiye’de devletle ilgili, devlete dair konuşurken, daima tarihsel geri planı hatırda tutmak gerekiyor. İkincisi, devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor. Yaklaşık iki yüz yıldır devlette belirli aralıklarla, [20-25 yıl] işte 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1971, 980, 1997 ve  şimdilerde AKP döneminde yapılan restorasyonlar bu bütünlük içinde anlaşılabilir ancak. Velhasıl düzenlemelerin emperyalizmle uyumlanarak yapılması söz konusu.  Hiçbir önemli düzenlemeyi, dış faktörü, emperyalizmi hesaba katmadan anlamak mümkün değildir.

Aksi takdirde yaptığımız tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı, devlet her şeydi. Cumhuriyet döneminde de devlet kutsallığını korudu. Neden? Çünkü Cumhuriyetle birlikte [1923] bir kopuş olmadı da ondan. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Asla bir alt-üst oluş söz konusu değildi. Eğer devlet kutsalsa, o zaman her şey kutsal devletin bekasına hizmet edecek şekilde kurgulanmak zorundadır.

01 Ocak 2014

ÖĞRETMEN; Düzenin Duvarındaki Tuğla

ÖĞRETMEN
  Düzenin Duvarındaki Tuğla

Geliştirilmiş ve Düzeltilmiş Yeni Baskı, Prof. Dr. FİKRET BAŞKAYA'nın Önsözüyle...


Ocak 2014'te Tüm Türkiye'de D&R, İNKİLÂP, REMZİ Kitabevlerinde... 

Ankara'da İMGE, DOST ve TURHAN Kitapevlerinde...

İzmir'de YAKIN Kitapevi ve diğerlerinde...

İstanbul'da D&R, İNKİLÂP, REMZİ kitabevlerinin yanı sıra, başta PANDORA, MEFİSTO olmak üzere diğerlerinde...

Bunların yanı sıra, Bursa, Antalya, Mersin, Konya, Adana, Eskişehir, Samsun vd. illerin tanınmış kitabevlerinde...

Ve İnternette: Başta İDEFİX, KİTAPYURDU Olmak Üzere, Tüm İnternet Kitap Satış Sitelerinde...

ARAYIN... SORUN... İSTEYİN...



Öğretmenlerin, Eğitim Sendikalarının ve diğer okurların toplu taleplerinde net %50 indirim. Ön Sipariş ve Kitap İsteme Adresi: http://www.sobilyayin.com/?pnum=53&pt=%C3%96%C4%9Fretmen%20(D%C3%BCzenin%20Duvar%C4%B1ndaki%20Tu%C4%9Fla)



20 Kasım 2013

Neden ZENGİNLERİN YOKSULLARA İHTİYACI VARDIR?

Neden zenginlerin yoksullara ihtiyacı vardır?

Fikret Başkaya*

“ Yoksullara yiyecek verdiğimde bana ermiş diyorlar. Yoksullar neden yoksul diye sorduğumda da, komünist olduğumu  söylüyorlar”.
               Dom Helder Camara

Her 6 saniyede 1, her dakikada 10, her saatte 600, her gün 14 400  ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Neden? Dünya nüfusunun %2’si dünya zenginliğinin %55’ine el koyduğu için. Başka türlü ifade edersek, dünya nüfusunun %98’i dünya zenginliğinin  45’ni alıyor da ondan... Dünya nüfusunun binde beşini oluşturan en zengin 24 milyon, 545 bin 900 zengin, dünya zenginliğinin %36’sına al koyuyor. Ve süper zengin 1000 yetişkin kişi, dünya nüfusunun %92’sinden 10 bin kat daha zengin... Tabii bunca zenginliğe el koymakla iş bitmiyor, bir de onun genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi gerekiyor. Kapitalizmin mantığının bir gereği olarak. Mârifet üretmek değil yeniden üretmekle, sahip olmak değil, daha çoğuna sahip olmakla ilgili. En zengin 100 kişinin servetlerini son bir yılda 200 milyar dolar arttırdıkları söyleniyor. 2016 yılına kadar milyonerlerin ve milyarderlerin sayısının %37 artacağı da tahmin ediliyor! Fakat iyi haberler de var: söylendiğine göre 2015 yılında günde 1.25 dolardan az gelirle “yaşayan“ aşırı yoksulların sayısı 1 milyara inecekmiş... Asıl iyi haber de, Allah’ın izniyle, 2030 yılında “aşırı yoksulluğun” kökü kazınacakmış...

Bir kısım aklı evvel çıkıp bir yoksulluk sınırı çiziyor. Hızını alamayıp bir de aşırı yoksulluk [extreme poverty] sınırı çiziyor. İşte günde 1.25 doların altında geliri olanlar aşırı yoksulluk sınırının altında olanlar. Gerçi o sınırın üstünde olanlar, mesela günde 2,  2,5 dolarla yaşayanlar da yoksul sayılıyor ama onların durumu o kadar da kötü sayılmıyor ... Öncelik aşırı yoksullara veriliyor. Aceleye gerek yok, sıra öteki yoksullara da gelecektir elbette... “Sabrın sonu selâmettir” denmiştir.  Bir kere böyle sınırlar çizildiğinde ve yoksulluk şu kadar dolara indirgendiğinde, artık rakamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak mümkündür... Daha doğrusu yoksullarla alay etmek mümkün hale geliyor. Tabii yoksukluk tanımı ve sınırı herkes için aynı anlama gelmiyor. Söz konusu tanım ve sınır, yeryüzünün lânetlileri” cephesi  için geçerli sadece... Zira hiç bir emperyalist ülkede [Batı dünyasında densin], yoksulluk söz konusu olduğunda kimsenin aklına 1, 25 veya 2,50 dolar sınırı gelmiyor. Oralarda günde 10 dolar gelir bile “aşırı yoksulluk” sınırının altında sayılıyor...

2013 DÜNYA FELSEFE GÜNÜ BİLDİRİSİ

2013 Dünya Felsefe Günü Bildirisi:

“KAPSAYICI TOPLUMLAR, SÜRDÜRÜLEBİLİR GEZEGEN”*
21 Kasım 2013

Bu yıl Dünya Felsefe Günü, “Kapsayıcı Toplumlar, Sürdürülebilir Gezegen” konusuna yöneldi. Bu gün, kendileri ve çevreleri arasında gittikçe artan bir çeşitlilik arz eden ve sürekli daha fazla çatışan toplumların kapsayıcılığı ve sürdürülebilirliği sorununu yeniden düşünmek için bir davettir.

Küreselleşme, insan davranışı, yeni teknolojilerin hızlı gelişimi ve biyoteknolojiler; toplumsal, insani ve doğal düzen arasındaki sınırları bulanıklaştırdı.  İnsan edimi gezegen sisteminde gelişimin ana sürücüsü haline geldi- “Antroposen” (İnsan Çağı) devrini açtı. Çevre artık bizim tamamen dışımızda değil - edimlerimiz onu şekillendiriyor. Çevresel hasar, sırasıyla toplumumuzun düzenini, göç örüntüsünü ve işbirliğini etkiliyor.

Birçok dallanmanın olduğu bu dünyada, sürdürülebilir gelişim öncelikle ülkeler ve onların toplumları arasında paylaşılan refaha bağımlıdır. Bu farklılıklar dünyasında kapsayıcılık, her zamankinden daha çok, diyalog ve hukuk, insan onuru ve insan haklarına saygıdan geliyor. Bu 150. Yıldönümünü kutladığımız Swami Vivekananda’nın mesajıydı: “Başkaları pahasına direnin! Ben dünyaya bunun için gelmedim!

Biz, birbirine bağlı doğal çevrelerimize gittikçe daha fazla bağlanıyoruz. Bu kabul, yeni devlet politikalarına ilham vermeli, buna sosyal politikalar da dahil. Bu sezgi yüz yıl önce doğmuş Paul Ricoer tarafından ifade edilmişti: “Eğer biz dünya hakkında konuşamayacaksak, ne hakkında konuşacağız?” Bu radikal karşılıklı bağımlılığa cevabında, Rio+20 zirvesi, gelişimin ekonomik, sosyal ve çevresel görünüşünü ifade etmeye muktedir daha tamamlayıcı politikalar oluşturmak için çağrıda bulundu.

Bu meydan okumaya cevap sadece teknik gelişmeler ya da politik veya ekonomik düzenlemelerden gelmeyecek. Tüm bireylerin erken yaşlardan itibaren eleştirel düşünme ve toplum ruhunu okullar ve medya vasıtasıyla geliştirmelerini sağlamak daha karmaşık risk, daha büyük ihtiyaç. Bu meydan okuma 2013’te Rio’da yapılan Dünya Bilim Forumu ve Unesco’nun “Küreselleşen Çevrenin Değişimi” hakkındaki Dünya Sosyal Bilimler Raporunun esasını oluşturuyor. Birçok kırılmanın olduğu bu dünyada felsefe, insan onuru ve uyumu düşünme ve eyleme için zorunlu bir rol oynuyor. Felsefe bize zihinsel kaynağımızın, sahip olduğumuz tek gerçek yenilenebilir kaynak olduğunu hatırlatıyor. Bugün, UNESCO ağıyla dünyadaki tüm profesyonellere, yazarlara ve öğretmenlere bu gücü serbest bırakmaları için çağrıda bulunuyorum.                                                                   Irina Bokova


* UNESCO GENEL MÜDÜRÜ MS. IRINA BOKOVA’NIN DÜNYA FELSEFE GÜNÜ DOLAYISIYLA YAYINLADIĞI MESAJ

10 Ekim 2013

"Nice Paketler Gördüm Boştular!"

“Nice paketler gördüm boştular!”

Fikret Başkaya
      “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz”.
                                                 Mohandas Karamchand Gandhi

AKP iktidarı on yıldır “demokrasi paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor... Son paket daha ilan edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi... Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları” tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır... 1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden profesör yapıyorlar sanıyorsunuz... Yalanı ve yanlışı sıradan birine söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar... Artık o aşamadan sonra “bilimseldir” çünkü...

09 Eylül 2013

ZİLLER RADYASYONLU EĞİTİM İÇİN ÇALACAK!!!

Ziller Radyasyonlu Eğitim İçin Çalacak!

Atalay Girgin*

Veliler, öğretmenler ve öğrenciler için zor bir dönem başlıyor. Radyasyonlu çay, radyasyonlu fındık, radyasyonlu süt, vb. derken şimdi sıra okullara geldi. Her eğitim-öğretim yılının başlangıç habercisi olan ziller, bu kez radyasyonlu okullarda eğitim için çalacak.

Fatih Projesi, bu eğitim öğretim yılından itibaren, adım adım her öğrenci ve öğretmeni yoğun bir biçimde radyasyonla tanıştıracak. Okullarda radyasyonu tatmayan, onu hücrelerine dek soğurmayan canlı kalmayacak. Alt yapısının tamamlandığı, etkileşimli ya da akıllı tahtaların kurulduğu ve özellikle de tablet bilgisayarların dağıtıldığı hiçbir okulda bundan kaçış yok.

Zararlı ve kanserojen olduğu tespit edilen Radyo Frekans (RF) radyasyonlu ortamlarda yapılacak eğitime ilişkin ise bu güne dek bakanlıkça yapılmış, hiçbir ölçüm, söz konusu değil. Hakkında “İnsan sağlığına zararsızdır” hükmü verilemeyen Fatih Projesi’yle öğrenci ve öğretmenlerin bir bilinmeze sürüklenip, toplu halde kobaylaştırılmaları sürecinde geri sayım başladı.

Sağlık Faciasına Hazırlıklı Olunmalı

Basında ve kamuoyunda genellikle, şatafatlı tanıtım, rant ve ihale haberleriyle gündeme getirilen Fatih Projesi, aslında potansiyel bir sağlık faciasının habercisi. Ne var ki, bazı duyarlı kişiler ve az sayıda bilimsel araştırma kuruluşu dışında işin bu yönü üzerinde duran yok. Eylül ayı sayısıyla bu duyarlılığı gösterenlere eğitim alanında yayın yapan Eleştirel Pedagoji Dergisi1 de eklendi.

Eleştirel Pedagoji Dergisi, 29. Sayısında yer verdiği “Öğretmen ve Öğrencileri Bekleyen Kanserojen Tehlikesi: RADYASYONLU OKULLAR” başlıklı yazıyla Fatih Projesi’nin asıl duyarlılık gösterilmesi gereken yönlerinin başında sağlık sorununun geldiğine işaret ediyor. 

Gazi Üniversitesi, Gazi Non-İyonizan Radyasyondan Korunma Merkezi-GNRK’nın hazırladığı rapora2 göndermelerde bulunulan yazıda, tablet bilgisayarlı ortamda oluşacak Radyo Frekans (RF) radyasyonun, kanserojen olduğu belirtilmektedir. GNRK’nın raporunda yer alan, “Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC – International Agency for Research on Cancer) 2004 yılında ELF manyetik alanları, 2011 yılında ise RF radyasyonu 2B sınıfı olası kanserojen sınıfına almıştır” hükmü vurgulanarak, sorunun yalnızca kanserden ibaret olmadığının altı çizilmektedir.

Çünkü RF radyasyonun, “değişik biyolojik etkilere neden olduğunu gösteren çok sayıda çalışma mevcuttur. Bu çalışmalar çeşitli kanser türleri, lösemi ve lenfoma, kan beyin bariyeri geçirgenliğinin artması, beyin sıcaklığının, hücre ve DNA sentezinin artması, üremede azalma, kromozomal bozulmalar, beyin elektriksel aktivitesinin (EEG), kan basıncının artması, davranış bozukluğu, çocuklarda öğrenme güçlüğü gibi pek çok etki”si vardır.

Öğrenciler ve Öğretmenler Tehdit Altında

Şu ana kadar sendikalardan ve velilerden kayda değer herhangi bir tepkinin gelmediği uygulamadan en fazla etkileneceklerin başında öğrenciler ve öğretmenler yer almakta. Bunların yanı sıra, hizmetliler de aynı tehdit altında. Özellikle 40-45 dakikadan günde 6-7-8 saat RF radyasyona maruz kalacak ve onu sürekli soğuracak olan öğrenci ve öğretmenlerin hayati sağlık sorunlarından kaçınabilmesi mümkün görünmüyor.

Peki; mevcut koşullarda ne yapılmalı? Bu konuda yetkililerden beklenebilecek yegâne önlem, bu projeden ve özellikle de tablet bilgisayarlı ortamlarda eğitim ısrarından vazgeçmeleridir. Ancak işin içinde onca rant varken, iktidarın ve yetkililerin bu uygulamayı kolayca kenara bırakıvereceklerini düşünmek ve onlardan bunu beklemek de saflıktır. Çünkü rant varken, insan sağlığının, küçücük çocukların, gençlerin ve öğretmenlerin karşılaşacakları hayati sorunların onlar için, lafzi olmaktan öte, herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Bu durumda yapılabilecek her şey velilerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin hem bireysel hem de grupsal anlamda birlikte alabilecekleri tedbirlere bağlı kalmaktadır.

Veliler çocuklarının RF radyasyonlu ortamlarda eğitim görmesini istemediklerini belirten dilekçelerle okul müdürlüklerine, il ve ilçe müdürlüklerine başvurabilirler. Buna rağmen çocukları RF radyasyonlu sınıflarda eğitime zorlanırsa, doğabilecek en küçük sağlık sorununda bile maddi ve manevi olarak, ilgililer ve yetkililer hakkında ceza davası açacaklarını yazılı olarak belirtebilirler.

Öğretmenler, eğitim öğretim yılı başında tam teşekküllü bir hastaneden sağlık raporu alarak, RF radyasyonlu sınıflarda çalışmak istemediklerini ve doğabilecek sağlık sorunlarına bağlı olarak yetkililer hakkında maddi ve manevi ceza davası açacaklarını belirten yazılı başvurularda bulunabilirler.

Elbette bunlar sorunun çözümüne yönelik geçici tedbirlerdir. Asıl yapılması gereken, öğrenci ve öğretmenleri yoğun bir radyasyon ortamında kalmaya mahkûm bırakan Fatih Projesi’nden bir an önce vazgeçilmesidir. Yine de karar velilerin, öğretmenlerin ve öğrencilerindir. Çünkü hayati risk altına girecek olanlar onlardır. Çocukları bir dizi sağlık sorunuyla karşılaşacak olanlar öğrenci velileridir.

Not: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi ve öneriler ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin 29. sayısında yer almaktadır. Soruna duyarlı veliler ve öğretmenler derginin ilgili sayısını okuyabilirler.