28 Ağustos 2021

Ekonomi-Politiğin Edebiyata Yansıması

 

Ekonomi-Politiğin Edebiyata Yansıması

                                                   Halit Suiçmez

Ekonomi-Politik, üretimin toplumsal yapısını inceleyen bilimdir.

Üretimin ve bölüşümün toplumsal ilişkilerini tarihsel gelişmeleri içinde inceler, bu yüzden ekonomi deyiminden farklıdır.

Burjuva ekonomi-politiği toplumsal değil, bireysel ekonomik faaliyetleri inceler ve bunları her zaman, her mekanda geçerli sonsuz değişmez yasalara bağlamaya uğraşır.

Bilimsel ekonomi politik ise doğaya, yaşama, insana, tarihe diyalektik yöntemle yaklaşır.

Olguları diyalektik incelemek demek; bütünselliği, bağımlılığı, çok yanlılığı, çelişmeleri, hareketliliği, değişkenliği ve gelişkenliği içinde incelemek demektir.

Toplumsal gelişmeler ve dönüşümler edebiyata ne ölçüde, niçin ve nasıl yansımıştır?

Hem dünyada hem ülkemizdeki önemli toplumsal gelişmelerin çoğu bir biçimde edebiyata yansımıştır..Bunların bireylerde yarattığı etkiler yazılmıştır.

Romanlara, öykülere, şiir ve tiyatrolara konu olmuştur..

İngiliz, Fransız, Amerikan devrimleri, Sovyet ve Türk devrimleri, kalkınma hamlelerimiz, askeri darbeler, on iki eylül sonrası liberal uygulamalar, tüketim toplumu, rant ekonomisi gibi bir çok olay-olgu yansımıştır edebiyata.

İnsanların sosyo-ekonomik ve politik yapıyla olan etkileşimi çok güçlüdür.

Bu etkileşimi en güçlü şekilde veren yazarların başlarında Yaşar Kemal ve John Steinbeck gelir.

Üretim ilişkilerindeki dönüşümleri ve bunun bireylere etkilerini iyi verirler bu yazarlar..

Steinbeck Kaliforniya’da kapitalistleşmenin sonuçlarını anlatır Gazap Üzümleri’nde..

Yaşar Kemal ise, Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufçuk Yusuf’ta aynı temayı işler.

Edebiyat insanın hem bireysel hem de toplumsal dramını ortaya koyar.

Ekonomi Politik ise insanın üretim ve bölüşüm ilişkilerindeki toplumsal durumunu çizer.

İnsanın durumunu bilmeden dramını anlayamayız.

26 Ağustos 2021

Öğretmenin İtibarı Sendikası Kadardır

 

Öğretmenin İtibarı Sendikası Kadardır

Atalay Girgin*

Kamuda çalışan memurlara ilişkin yapılan son “Toplu Sözleşme” ve bu sözleşme görüşmelerine katılan biri ‘büyük’ diğeri küçük, adına sendika denilen iki yancı kuruluş ve onlar adına toplantılarda yer alan ve söz söyleyen ‘sendikacı’lar, sendikaların yeniden tartışma gündemine taşınmasına neden oldu. 

Bakmayın “neden oldu” sözüne… Çünkü “sendika” demeye bin şahidin bile yetmeyeceği kuruluşların ortalıkta boy gösterdiği ve onların yöneticisi olarak da bilumum işbirlikçi çemişin ‘sendikacı’ sıfatıyla cirit attığı bir alanda bu tartışmanın ertelenmesi bile düşünülemez aslında. 

Lakin burası Türkiye… Başka yerlerde “ertelenmesi düşünülemez” denilen sorunların hızla unutulduğu bir ülke... Hatta “Sarı” sıfatının bile iltifat sayılacağı kuruluşlara ‘sendika’ denilen, bunların kravatlı-kravatsız çemişlerine de değer atfedilen bir ülke… 

Sendikal Mücadele ve Toplumsal İtibar 

Oysa tarihsel ve güncel olarak bilinir ki mücadeleyle ve gerektiğinde bedeller ödenerek kurulan sendikalar, tüm çalışanlar gibi, öğretmenlerin de itibar göstergelerinden biridir. Çünkü sendikalar öğretmenlerin örgütlü gücüdür ve bu örgütlü güçle ve mücadele edilerek kazanılan her hak ve kazanımdan tek tek her öğretmen de pay alır. Bu pay, yalnızca ekonomik ve mesleki özlük hakları düzeyinde değildir. 

Aynı zamanda ve aslında bunlardan daha da önemli olan ve hiçbir yasanın sağlayamayacağı toplumsal itibar payıdır. Ve bu toplumsal itibar yalnızca mücadelenin başarıya ulaştığı dönemlerle sınırlı değildir. Örgütlü bir biçimde mücadele edildiği halde kaybedilen zamanlarda da geçerlidir. 

Sendikaların çatısı altında örgütlü bir mücadeleyle ulaşılan ve genellik niteliği taşıyan her başarı, kazanılan ve yasal bir niteliğe kavuşan her sosyal hak, hem sendikanın hem de onun üyesi olan öğretmenin itibarını toplumsal anlamda yükseltirken, üye olarak sendikaya aidiyet bilinci ve bağını güçlendirir. Toplumsal sempatiyi ve itibarı da arttırır. Elbette bu olması gerekendir.

20 Ağustos 2021

Eşlerin Birlikte Kalamadığı Öğretmenevi

 

Öğretmenevinde Eşler Birlikte Kalamıyor

Atalay Girgin*

Baştan belirteyim ki bu bir iddia değil. Olayı yaşadığını belirten öğretmenin dışında, resmi kaynaklar tarafından da teyit edilen doğru bir bilgi. Bu bilgiye kaynaklık eden olay da ayniyle vaki yaşanmış bir gerçek. Hem de çok kısa bir süre öncesinde…

Bunun ayrıntılarına biraz sonra değineceğim. Ancak bundan önce, bu olay sonrası karşılaştığım durumdan söz etmek istiyorum.

Uygun Bir Kıvılcım Yeter

Toplumsal kırılganlık ve duyarlılıklar öylesine arttı ki iktidarından muhalefetine dek hangi cenahta olursa olsun, en küçük olaylar bile abartılı tepkilere dönüşüveriyor artık. Toplumsal gerilim ve kamplaşmanın bir çatışmaya dönüşmesi için sanki ne zaman nerede çakacağı kestirilemeyen uygun bir kıvılcım bekleniyor.

Sorunun ya da olayın ne ve neden olduğunu bile öğrenme gereği hissetmeden, birileri öfkesini dışa vururken, başka birileri de efendilerini koruma kaygısı ve göreviyle işin üzerini örtmeye, karartmaya girişiyor. Ön yargılı düşünceler söze ve bildirime dönüşüyor.

Bunların en son örneklerini orman yangınlarında, Bozkurt’ta yaşanan HES katkılı felakette, Taliban ve Afganistan kaynaklı göç dalgasında izledik ve izliyoruz. Çünkü bir taraf bile isteye yalan söylüyor. Yalanlar ve manipülasyonlarla olup bitenlerin üstünü örtmeye, pervasızca yönetmeye çalışıyor.

15 Ağustos 2021

MEB'de Kıyak ve Yasak

 

MEB’de Atama Kıyak Savcılığa Soruşturma İzni Yasak!

Atalay Girgin*

Malumdur ki Türkiye’de MEB denilince eğitim akla gelir. Eğitim denildiğinde de (şu ya da bu tanımından ve işlevinden bağımsız olarak) kültürel ve ahlaki çürümenin her türlü zehrine karşı panzehir olması beklenen ve okullarda yapılan sistematik kitlesel etkinlik…

Lakin yıllar var ki hem eğitim hem de onun biçimi ve içeriğini belirleyen, atamaları yapan, organize eden MEB kültürel ve ahlaki çürümeyle yayılan zehre karşı panzehir olabilme işlevini yitirdi. Hatta kendileri bunun genelleştirici bir parçasına dönüştüler. Hem de ‘bakan’ından başlayarak…

MEB koltuğuna oturtulan her ‘bakan’, gelişinde ahkâm kesti. Ahlaktan, erdemden, iyi, güzel, doğru insan olmaktan ve yetiştirmekten söz etti. Giderken de yaptıkları yapmadıkları, söyledikleri söylemedikleriyle bunlardan ne anladığını sergileyerek ve eğitim enkazına katkılarını sunarak çekildi sahneden. Hiçbiri gök kubbede bir hoş seda bile değil artık. Düzenin efendilerine en iyi hizmeti sunanların adlarıysa okullara veriliyor yalnızca…

Ziya Selçuk da bu ‘bakan’lardan biriydi. Neler söylemedi, ne mostralık görüntüler vermedi ki… Hepsini tek tek sıralamaya gerek yok elbette. “Kuzucuklarım” diye seslendiği çocuklardan birileri taciz ya da tecavüze uğradığında bile ne onlara sahip çıktı ne de tacizcileri kınadı. Buna rağmen “ahlak”, “ahlaki değerler”, “ahlak telakkisi” ve “etik” sözlerini ağzından düşürmedi. Bunlardan ve geçmişten beri yaptıklarından dolayı da “Ne Öğretmenlere Ziya Olabildi NeEğitime1 dedik.

09 Ağustos 2021

Eğitime Yakışmayan Sadece MEB’de ‘Bakan’ Olur!

 

Eğitime Yakışmayan Sadece MEB’de ‘Bakan’ Olur!

Atalay Girgin*

Mahmut Özer’in Milli Eğitim Bakanı olarak atanmasının hemen ardından tartışmalar ve sorular başladı. Kimi “Gelen gideni aratır mı?” diyor, kimi “Ziya Selçuk’un günahı neydi?” Kimileri MEB’de yaşanan hesaplaşmada yitireceği kadroların derdinde… Başka birileri de eskilerinin yanına hangi yeni kadroları ekleyeceğinin…

Ve bu minval üzre birileri, “Ziya Hoca’nın esas günahı sistemli kurallı kaideli bir yönetim gerçekleştirme çabasıydı. Sistemi, kural kaideyi, düzeni ve nizamı istemeyen çıkar çevreleri ve menfaat çeteleri şimdilik başarmış görünse de umudumuz o dur ki yeni Bakan bir Anadolu evladı olarak devletin tahrip edilmesine müsaade etmeyecektir” diyerek sürdürüyorlar sözlerini…

Öyle zekiler ki hem gidenin giderayak kendileri için yaptığı “kıyak” atamalar karşısında şükranlarını sunuyorlar, hem de “Anadolu evladı” nitelemesiyle Mahmut Özer’e göz kırpıyorlar. Dahası Ziya Selçuk’u “çıkar çevreleri ve menfaat çeteleri”nin götürdüğünü, dolaylı bir biçimde de Mahmut Özer’i onların getirdiğini söylemeyi ihmal etmeden…

Lakin atayanlar gibi, söz konusu kesimler de Mahmut Özer’in eğitime yakışan bir bakan olup olmadığını sorgulamıyor, bununla da ilgilenmiyorlar. Hatta eğitime yakışan bir bakan ile MEB’e yakışan bir bakan arasında fark olup olmadığıyla da… Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, ucunda rant ve koltuk yoksa, bunlar için eğitim, dertler sıralamasında bir dert bile değildir.

Oysa ikisinin arasında öyle farklar var ki… O halde başlayalım: MEB’e yakışan her bakan eğitime yakışır mı? Ya da eğitime yakışan her bakan MEB’e yakışır mı?

07 Ağustos 2021

MEB’de Hesaplaşma Erken Başladı

 

MEB’de Hesaplaşma Erken Başladı

Atalay Girgin*

Dün bir, bugün iki, demeye bile fırsat kalmadı. Milli Eğitim’in yeni ‘bakan’ı Mahmut Özer ayağının tozuyla işe koyuldu. İlk işlerinden biri de dört genel müdürü görevinden alıp, onların yerine, biri hariç, yenilerini atamak oldu.

Anlaşılan dersine iyi çalışmış, olası görevine iyi hazırlanmıştı. Ne de olsa, rant ve koltuk çetelerince ortaya saçılan bilgi ve iddialar arasında adı ilk telaffuz edildiği günden itibaren, önünde epeyce bir zaman vardı. Yeterince hazırlık yapabileceği…

Dile kolay! Yaklaşık 11 ay önce, MEB’deki rant ve koltuk çetelerinin birbirine düşmesi sonucu, 15 Eylül 2020’de şöyle yazılıp paylaşılmıştı: Bu, “Bakan yardımcısı Mahmut Özer’i bakan yapma operasyonudur”.

Mahmut Özer bu “operasyon”un neresindeydi? İçinde miydi, dışında mı? Yoksa hiçbir yerinde mi? İddia edildiği gibi, birinin de malum “Vali” olduğu yazılan ve adım adım bu operasyonu yürüttüğü belirtilen üç “üst akıl”dan biri miydi? Bilinmez ama 11 ay öncesinden söylendiği ya da öngörüldüğü gibi bakanlık koltuğuna oturtulmuştu sonunda.

Mahmut Özer’in, atamaya yetkili merciin lûtfuna mazhar olup, affedilerek ya da azledilerek görevinden ayrılacağı güne dek, Milli Eğitim’in yeni ‘bakan’ı olarak koltuğa atandığı gün sormuştuk: Ziya Selçuk Gitti Hesaplaşma Bitti Mi?1

06 Ağustos 2021

Ziya Selçuk Gitti Hesaplaşma Bitti Mi?

 

Ziya Selçuk Gitti Hesaplaşma Bitti Mi?

Atalay Girgin*


Milli Eğitim Bakanlığı’nın merkez teşkilatından başlayıp taşra teşkilatlarına dek yayılan çatışma, son günlerde iyice ayyuka çıkan bir hesaplaşmaya dönüşse de aslında çok daha önce başlamıştı.

Uzun yıllardır rant ve koltuk çetelerinin çöreklendiği MEB, asli işlevi olan eğitimden çok, bireysel ve grupsal olarak maddi ve manevi ayrıcalıklara erişmek, efendilerine de hizmet etmek için yarışanların bazen çekiştiği bazen seviştiği bir kadrolaşma alanına dönüşmüştü.

Seviştikleri dönemlerde aralarındaki siyasal-ideolojik ayrılıklar, etnik aidiyet ve farklılıklar bile önemsizleşirken; çıkarlarının çatıştığı ve çekiştikleri dönemlerde, iki gün önce seviştiklerinin yüzündeki ben bile büyük bir soruna dönüşüveriyordu.

Buna rağmen, arada sırada birbirlerine diş bileseler, birbirlerinin ardından iş çevirseler de hem rant ve koltuk hem de efendilerine hizmet aşkıyla epeyce bir dönemdir can ciğer kuzu sarması modunda yol alıyorlardı.

Birbirlerini o kadar iyi ve yakından tanıyorlardı ki kimin karısının/eşinin başka birileriyle birlikte olduğunu bile yazabiliyorlardı. İtham edilenler de boş durmuyor, “MEB’in Sümbül Ağası”1 diyerek karşı saldırıya geçiyorlardı. Neredeyse bir tek ismini vermedikleri kalıyordu.

Peki; tüm bu olup bitenleri, hatta daha ötesini de nereden biliyoruz? Elbette kendi yazdıklarından…  Bu konuda sosyal medya ve whatsapp grupları üzerinden iki metin yayımlandı. Bunlardan biri “MEB’de Büyük Operasyon” başlığını taşıyordu. Diğeri ise “Adım Adım Ziya Selçuk Devirme Operasyonu”.

31 Temmuz 2021

MEB’in “Müstafi” Bakanı Ziya Selçuk

 

  MEB’in “Müstafi” Bakanı Ziya Selçuk

Atalay Girgin*

Milli Eğitim ‘Bakan’ı Ziya Selçuk istifa etti mi, etmedi mi?

Bu soru kısa bir zamanda muammaya dönüştü. Özellikle de atamanın tek yetkili merciinden ve merkez teşkilatından taşrasına dek MEB bürokrasisi içinde kendisine karşı sistematik bir mobbinge varan tavır ve uygulamalara daha fazla katlanamadığı için istifa talebinde bulunduğu iddia edilen Ziya Selçuk’tan herhangi bir yanıt gelmeyince…

Elbette bu soruya verilecek yanıtın, bir enkaz yığınına dönüşmüş olan eğitim sistemi için olumlu ya da olumsuz hiçbir hükmü yok. Çünkü o, yani eğitim cemaatlerin, tarikatların, vakıfların ve Diyanet’in elinde, Allah’a bile emanet edilemeyecek denli kötürümleşmiş durumda artık!

Ancak, MEB özelindeymiş gibi görünse de yanıtı açık seçik ortaya konulamayan bu soru, arka planında yaşananlarla birlikte Türkiye’nin hali pür mealine işaret ediyor. Yani yasamadan yargı ve yürütmeye dek, eğitim dâhil olmak üzere tüm kurumlarıyla birlikte toplumsal çözülme ve kültürel-ahlaki çürümeye teslim olmuş bir toplumun çöküşüne…

Yanan ve küle dönüşen yalnızca ormanlar değil. Talan edilen yalnızca ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları da değil. Fiilen katledilen, işsizliğe ve yoksulluğa terk edilen insanları; zihinleri dinsel temelli ve saplantılı, yanılsamalı siyasal ideolojik düşüncelerle işgal edilen ve kobaya dönüştürülen nesilleriyle, neredeyse her şey çözülene ve çürüyene teslim…

Bu hengâmede Ziya Selçuk’un istifa talebi ya da iddiası, aslında küçücük bir figür, küçücük bir ayrıntı bile değildir. Sonuçta bir ‘bakan’ gider, pardon affedilir, onun yerine bir başka ‘bakan’ koltuğa oturtulur. Lakin sorun buna indirgenemeyecek kadar önemlidir. Peki; bu sorun nasıl başladı?

28 Temmuz 2021

Rejimin Niteliğine Dair On Tez

 

Rejimin Niteliğine Dair On Tez 

Fikret Başkaya 

1.     

1- Türkiye’de ortalama bilinç, köşeli, bağnaz bir resmî tarih ve resmî ideoloji tarafından ‘iğdişleştirilmiş’, dumura uğratılmış bir bilinçtir. Resmî tarih, yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya dayanan bir tarih versiyonudur. Fakat, resmî tarih, kendi başına bir amaç değildir. Resmî ideolojinin hammaddesidir. Şeylerin gerçeğine nüfûz etmeyi zorlaştıran bir şey de Avrupa-merkezcilik, veya Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma denilendir Avrupa-merkezli yabancılaşma, eğitimli kesimlerin kendi gerçekliklerine kendi gözleriyle bakmalarını zorlaştırıyor… Oysa, “önemli olan nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır” denmiştir…

2.     Türkiye’de Eski Rejim ve onun geleneksel ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşma hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Başka türlü söylersek, gerçek bir bilinç devrimi, modernite devrimi yaşanmamıştır… Padişahın kulunun (tabasının) bir türlü Cumhuriyetin yurttaşı olamamasının asıl nedeni budur... Yoğun ve ısrarlı modernlik, ilericilik, çağdaşlık söylemi, gerçek durumu gizlemeyi kolaylaştırıyor…

3.     Türkiye’deki rejim, Anadolu’nun otokton halklarının [Ermeniler, Rumlar, Pontus Rumları, Asuriler, Keldaniler…) tafiyesi üzerine inşa edilmiştir. Bu niteliğinden ötürü rejimin kendi kirli geçmişiyle hesaplaşması mümkün değildir… Başlarda Müslüman oldukları için Kürtler kırıma uğratılmamıştır. Asimile edilebilir oldukları düşünülmüştür ama, öyle bir şeyin mümkün olmadığı anlaşılınca Kürtleri adam etme yoluna gidilmiştir… Geride kalan yüz yılda Kürtlere yönelik, katliamlar, baskı, şiddet, devlet terörü, siyasi cinayetlerin hızı hiç kesilmedi… Bugün de ‘garp cephesinde yeni bir şey yok’…

 4.     Bu, fıtraten ırkçı bir rejimdir. Rejimin muteber saydığı insan: Türk, Müslüman, Sunnî, Hanefi olandır… Onun dışındakilerin hayat hakkı yoktur. Osmanlı İmparatorluğu çöküş sürecine girince, önce bir İttihad-ı Anasır projesiyle (imparatorluk dahilindeki tüm etnik, dinî, kültürel unsurları bir arada yaşatmak anlamında), çöküşün durdurulabileceği sanılıyor… Mümkün olmadığı görülünce II. Abdül Hamid, İttihad-ı İslam projesini (Tüm Müslüman unsurları bir arada yaşatma) gündeme getiriyor. Onun da imkânsızlığı anlaşılınca, İttihatçılar, Türk ırkına dayalı bir devlet projesini ‘başarıyla’ hayata geçiriyorlar. Devlet, münhasıran Türk ırkına dayalı bir rejim olarak varlığını sürdürüyor.(1). Etnik temizlik, ırkçı-Turancılığın bir gereğiydi… Hiçbir rejim, hiçbir insan ‘ben ırkçıyım, faşistim demez…

15 Temmuz 2021

Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti Çöküyor

 Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti De Çöküyor 

Fikret Başkaya 

“Bu ancak şu anlama gelebilir: Oradan çıkmak için yol yok değil ama artık vakit, bugüne kadar bellediğimiz bütün eski yolları terk etme vaktidir”. Aimé Césaire 

“Eski dünya ölüyor, yenisi ise ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor”.Antonio Gramsci

 Kapitalizm krizlerle yol alabilen bir sistem. Krizler arızi, beklenmedik bir şey değil, sistemin mantığına ve işleyişine içkin… Kapitalizmin tarihi, devresel ve ‘yapısal krizlerin’ de tarihidir. Fakat şimdilerde durum farklı… Artık söz konusu olan, geçmişte yaşanan krizlerden biri daha değil. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir; zira kriz, normal ‘denge durumundan’ bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de ima eder… Çöküş ise geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak… 

Birincisi, yeni durumda artık ‘kriz’ şu veya bu sektörü ya da veçheyi angaje etmiyor. Aynı zamanda ekonomik, finansal, ticari vb. toplumsal yaşamın tüm veçhelerini girdabına almış durumda… İkincisi; sadece şu veya bu ülkeyi ilgilendirmiyor, küresel bir nitelik taşıyor. Üçüncüsü; sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, ekolojik, iklimsel,politik, etik kriz söz konusu…Bunun anlamı, hastalığın tüm bünyeyi sarmasıdır…Gramsci’nin organik kriz, Samir Amin’in bunak kapitalizm dediği durum… Gerçek durum böyle ama burjuva akıl hocaları, aracın hâlâ aynı rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyor… 

İkinci emperyalistlerarası savaş (1945) sonrasında, hâkim politik yönetim modeli ‘parlamenter demokrasi’ veya ‘temsili demokrasiydi… Sağ ve sol partilerin etkili olduğu bir politik yaşam geçerliydi. Savaş sonrasının sınıfsal güç dengeleri, başta işçi sınıfı olmak üzere, bir bütün olarak ezilen ve sömürülen kesimlerin pazarlık gücünü artırmış, önemli kazanımlar sağlanmıştı… Döneme ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ damgasını vurmuştu… Liberal-muhafazakâr partiler de ‘sosyal devlete’ uyumlanmışlardı - aslında uyumlanmak zorunda kalmışlardı. İktidardaki partinin adından bağımsız olarak, az-çok benzer ekonomik ve sosyal programlar söz konusuydu.