04 Eylül 2020

Ne Öğretmenlere Ziya Olabildi Ne Eğitime

 

Ne Öğretmenlere Ziya Olabildi Ne Eğitime

Atalay Girgin*

MEB’in Bakan koltuğuna oturtulduğu günden beri, kameraların karşısına geçtiği herhangi bir yerde ne kulaklarının duyduğu yalana “yalan” diyebildi, ne de gözlerinin önünde yapılan onca yanlışa “yanlış”… Ne haksızlığa “haksızlık” diyebildi, ne de adaletsizliğe “adaletsizlik”…

Hatta alenen tanık olduğu bir linç girişimini bile iki satır bir tweet mesajıyla kınayamadı. Birilerinden korktuğu için mi alenen kınayamamıştı? Yoksa gerçekleştirilen linç girişimini onayladığından mı? Bilinmez ama kınayamamıştı işte…

Oysa koltuğa oturtulduğu günlerde nasıl da heyecanlıydı. Yüzünde gülümseme eksik olmuyordu. Eğitimci olması hasebiyle hem toplumun hem de eğitim camiasındaki muhaliflerin bile önemli bir kesimi onun heyecanını paylaşırcasına kendisine sempatiyle bakıyorlardı. Kısa bir zamanda neredeyse öğretmen camiasının büyük bir kesiminin “Ziya Hoca”sına dönüşüvermişti.

Yandaşlıkta ve yağdanlık olmada sınır tanımayan medya da şişirdikçe şişiriyor, parlattıkça parlatıyordu ve “Bakan değil gören” olacak diye yazıyorlardı. Hızını alamayanlar “Eğitimde Devrim” başlıkları atıyordu. Yalnızca “gören” değil öğretmenlere de örnek bir lider olacaktı. Düşünce, söylem ve davranış tutarlılığıyla da ilkeli, dürüst, sözünün sahibi, özü sözü bir erdemli bir önder… Öğretmenlere de böyle bir lider yakışırdı. Eğitim alanındaki donanımı, entelektüel birikimiyle ışık olacak, onları aydınlatacaktı. Öğretmenlerin haklarını koruyup kollayacaktı. Onları motive edecek, düşünce söylem ve davranış düzeyinde yüksek ahlâki ve etik değerlerle donanmalarını sağlayacaktı.

Sanki öğretmenler ahlâksızmış, ahlâki değerlerden yoksunmuş gibi… Öğretmenlerin büyük bir bölümü etik tutarlılıktan yoksun olsa da insan olmaları hasebiyle hiçbiri için “ahlâksızdır” denilemezdi. Ama o yine de fırsat buldukça ahlâktan söz etti. Yalana “yalan”, yanlışa “yanlış” diyemiyordu, bir linç girişimini bile kınayamıyordu; ama “ahlâk”, hatta “eğitimde etik”, “etik değerler” ve “ahlâk telakkisi” vazgeçilmeziydi.

“Ahlâk eğitimin temeli olacak” diyordu. Lakin “Değerler Eğitimi” de yurtlarda, okullarda, Kuran kurslarında yaşanan tecavüz ve tacizlere ilişkin kayda değer bir söz etmeyen malum çevrelere emanetti. “O kadar kusur kadı kızında da bulunur” deyip geçemiyor insan… Keza ilköğretim çağına gelmemiş, soyut düşünme evresine erişmemiş küçücük çocuklar da Diyanete teslimdi. Diyanetin yetişemediği yerlerde de cemaat ve tarikatlara…

PDR profesörüydü ama soyut düşünme evresinde olmayan, o küçücük çocuklara zerre acımadan, onların körpe zihinlerinin örselenmesine, “Allah, Melek, Şeytan, Cennet, Cehennem, Huri, Zebani, vb.” gibi, salt imgesel ve hiçbir gerçekliği olmayan kavramlarla doldurulmasına bile itiraz edemedi. Nasılsa o körpecik zihinleri örselenen çocuklar kendisinin değildi. Böyle biri nasıl olur da eğitime ve öğretmenlere Ziya olabilirdi ki…?

Eğitimde Enkazın Faturasını Kimlere Çıkar(ama)dı?1

Ne var ki maharetliydi. Kendisine bakanlık koltuğunu lütfedenleri yanıltmadı. Kendisinden önce yapılanlara ilişkin, doğrudan olumsuz tek bir cümle bile kurmadı. Devri sabık yaratmadı. Hatta eğitimdeki çöküşte tüm emeği geçenleri onurlandırırcasına 2002-2003’ten itibaren yapılan her şeyi “nicel başarı hikâyesi” olarak niteledi. Boşuna değil elbette… Çünkü eğitimde geçmişte yapılanların mimarlarından biri de kendisiydi. Eğitim dâhil, o günden bugüne yapılan her şeyin sorumlusu da kendisini bakanlık koltuğuna oturtanlardı.

Oysa velisinden öğretmenine, eğitimle doğrudan ya da dolaylı ilgisi olan herkesçe malumdu: Eğitimde işler hiç iyi gitmiyordu. Hatta “iyi gitmiyor”dan öte tam bir felaket yaşanıyordu. Bunun bir sorumlusu, bir suçlusu olmalıydı. Tez zamanda ve doğru bir tespitle eğitimde enkazın asıl suçlularını buldu! Bulduklarını açıkça telaffuz etmedi. Ama enkazın faturasını da asla kendisini o koltuğa oturtanlara çıkarmayacak kadar akıllıydı. Bunu ima etmeye bile yeltenmedi.

Eski futbolcu muydu bilmem. Ama hemen top çevirdi. Zaten eğitimde enkaz menkaz da devralmamıştı! O güne dek eğitimde yapılan her şey başarılıydı! Kendisine ve MEB’e düşen, geçmiş başarıların üzerine yenilerini eklemekti! Eğer eksik gedik bir şeyler varsa, işleri onları tamamlamaktan ibaretti! Kimse de “Şapkadan tavşan çıkarma”larını beklememeliydi zaten…

Öyle Cümleler Kurdu Ki…

O da öyle yaptı. “Şapkadan tavşan çıkarma”dı. Ama yıllarca boşuna mürekkep yalamadığını gösteren, neliği ve genelliği temelinde doğru, özel olarak ve gerçekliği bağlamında alındığında ise yanlış ve demagojik iki cümleyle, sözüm ona “nicel başarı hikâyesi” diye nitelediği eğitimde yaşanan enkazın sorumluluğunu asıl sahiplerinden alıp başkalarının sırtına koyuverdi. Onlar da anlamadığından olsa gerek, kimsecikler sesini çıkarmadı. Ne şiş yandı ne kebap!

Bunların hepsini, şaşaayla ve büyük umutlar ve beklentilerle kamuoyuna açıklanan “2023 Eğitim Vizyon Belgesi”nde dile getirdi2. Malum hazirun ve ekranları başında izleyenlerden kaçı metinden okunanları ve içerisinde geçen felsefi ve terminolojik kavramları anladı? Kaçı uyukladı ya da uyuyakaldı? Bilemem. Çünkü çetele tutmadım. Burası ayrı bir hikâye ama neyse…   

Kurduğu ve bizim konumuz açısından değineceğimiz birinci cümlede “Her eğitim sistemi içerisinden çıktığı toplumun aynasıdır” diyordu. Bir başka deyişle topluma, siz neyseniz eğitim sisteminiz de bu sistemin çıktısı da odur, diye sesleniyordu. Dolayısıyla, “Niye yakınıyorsunuz? Eğitimdeki enkazın sorumlusu toplumdur, sizsiniz”, demeye getiriyordu. Nasılsa toplumun ne sahibi ve temsilcisi vardı ne de dili… Zaten kimse de üzerine alınmadı. Çünkü konuşanlar millet adına, milli irade adına konuşuyordu. Kim takardı ki toplumu…

İkinci cümlede ise sorumlu daha spesifikti ve hedefi de tam on ikiden vuruyordu. “Her eğitim sistemi” diyordu, “öğretmenlerin omuzlarında yükselir ve öğretmeninin niteliğini aşamaz.” Yani, eğitimin düzeyi neyse öğretmenin düzeyi de odur. Bir başka deyişle, “Öğretmenin düzeyi neyse eğitimin ve çıktısının düzeyi de o… Daha ne bekliyorsunuz ki”, demeye getiriyordu.

Lakin bu, genel bir soyutlama düzeyinde ne kadar doğruysa, eğitimin “İktidarların oyun alanına”3 dönüştürüldüğü Türkiye gerçekliğinde de o denli eksik, yanlış, demagojik ve eğitimde enkazın asıl sorumlularını gizleyen bir önermeydi. Dahası eğitimde enkazın sorumlusu olarak da öğretmenleri hedef tahtasına oturtan bir önerme...

Ne var ki toplumun büyük bir çoğunluğu gibi, yaklaşık yüzde 85-90’ı çoktan memurlaştırılmış olan öğretmenlerin geneli de anlamadı faturanın öğretmenlere çıkarıldığını. Televizyon ekranından duyduklarını anlamamakla kalmadılar. Hatta “2023 Eğitim Vizyon Belgesi”ni bile okumadılar ezici bir çoğunluğu. Okuyanlarınsa yüzde 10’u bile üzerinde düşünerek sorup sorgulamadı yazılanları… Ne gerek vardı ki her şey “Ziya hoca”larına emanetti artık! “Ziya hoca”ları onları korur, haklarını gözetirdi.

Öğretmenlerin “Ziya hoca”sının ise “2023 Eğitim Vizyon Belgesi”nin gösterişli sunuluşunun sonrası basın ve medyanın da etkisiyle kamuoyunda esen, estirilen rüzgârla yelkenleri şiştikçe şişiyordu. O televizyon ekranı senin bu televizyon ekranı benim dercesine pupa yelken yol alıyordu. Kısa zamanda Twiter’da takipçi sayısı hızla artarken, attığı her tweet beğeni yağmuruna tutuluyordu. Gördüğü ilgi arttıkça, atanmış, koltuğa oturtulmuş biri olduğunu unutup kendini, adıyla sanıyla gerçek bir bakan sanma yanılsamasına kapılıverdi.  

İşte Ne Olduysa Ondan Sonra Başladı

Öyle bir laf etti ki… Tuttu, gerçek bir bakanmış gibi, “24 Kasım’da 3600 konusunda öğretmenlere bir müjdemiz olacak” deyiverdi.

Ne vardı ki bunda? Kötü niyetli muhalifler ve iktidarın başarılarını çekemeyen, “üst akıl”ın oyununa gelen hainler hariç herkes ekonominin tıkırında olduğundan söz etmiyor muydu? Hatta kendisini o koltuğa oturtanlar bile sabah akşam ekonominin nasıl şahlandığından dem vurmuyorlar mıydı? Yalan söylüyor olamazlardı ya…

Ekonomist değildi ki… O da bu anlatılanlara inanmış ve 3600 konusunda öğretmenlere bir söz vermişti. Lakin bir eğitim bilimci ve PDR uzmanı olsa da onca yıl mürekkep yalamışlığına rağmen; hâlâ, var denilen, var olduğuna inanılan her şeyin var olmadığını, inanılan her bilginin de doğru bilgi olmadığını ve olamayacağını kavramamış ve anlamamıştı.

Bundan dolayı olsa gerek ki “2023 Eğitim Vizyon Belgesi”nde “Bugün toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlar başta olmak üzere, ülkemizde hemen her alanda ortaya konan başarı hikâyelerini, eğitim alanında yapacaklarımızla taçlandırmanın tam zamanıdır.demişti. Hem de inançla, gururla… Eğitim ordusunun zafer kazanmaya hazır kumandanı edasıyla… Elbette haklıydı. Çünkü doğruluğu bir yana, anlatılan bunca başarı hikâyesinin bir taca ihtiyacı vardı. Ve o da eğitimle sağlanabilirdi.

 Ancak işin aslı astarı başkaydı. O bilmiyor olsa da “Polis, hemşire ve öğretmenler” için 3600’ün “son torba yasada çıkar”ıldığı, yaklaşık daha dört ay önce Samsun’dan tüm Türkiye’ye ilan edilmişti4. Hem de en yetkili ağız tarafından. Bazıları canlı olmak üzere tüm televizyon haber kanalları yayınlamıştı bunu. Hatta internet haber siteleri de… Neredeyse herkesin malumuydu bu bilgi…  

Öğretmenlerin ve eğitimin “Ziya hoca”sı bunu bilmiyor muydu? Yoksa biliyordu da bu sözün bir fasaryadan ibaret olduğunu mu düşünüyordu? Kendisini bakanlık koltuğuna oturtan birinin doğru söylemediğine mi inanıyordu? Ya da kendi aklınca, hadi “yalan söylediğine” demeyelim, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğuna mı hükmediyordu? “Ziya hoca”nın ne düşündüğü, neye inanıp inanmadığı, dahası neye hükmettiği bilinmezdi.

Ama “”son torba yasada çıkarttık” denilen bir düzenlemeyi, sanki kendisi yeniden yapacakmış ya da yaptıracakmış edasıyla, 24 Kasım’da öğretmenlere “müjde” diye sunmasını, bırakın onu atayanları, hangi iyi saatte olsunlar kabul ederdi ki? Akıl var mantık var! Resmi Gazete’de bile yayınlanmamış olsa da yaptık denilen bir düzenleme yeniden yapılır mıydı hiç?

Bu olayın ardından içeride neler yaşanıp yaşanmadığını, gün gelip de yaşayanlar ve tanıkları anlatmadığı sürece bilemeyiz elbette. Lakin, “Ziya hoca”, tabiri caizse haddini hududunu çabucak kavrayıp öğrendi: Gören değil, yalnızca bakan olmaktı görevi… Ve kendisinden istenilenlerin gereğini yapmaktı. İstifa bile edemedi. İstifa ne demek itiraz edecek mecali bile tükendi. Sükût ikrardan gelir dercesine susup koltuğuna oturdu.

O günden sonra yavaş yavaş soldu. Mostralık fotoğraflar ve imaj görüntüleri dışında, ilk günlerdeki gülümsemesinden, heyecanından, bakışlarındaki canlılıktan eser kalmadı. Her geçen gün de öğretmenlerin nezdinde “Ziya hoca”lığını yitirirken, ilk günlerde tweetlerine yağan beğeni yağmuru da diniverdi. “Neden” diye sormaya gerek var mı? Yanıtı belli elbette…

Ama bu süreçte ekonomiyi, ekonominin durumunu öğrenmiş olmalı ki uçak bile inmeyen havaalanları için, yap-işlet-devret yöntemiyle yaptırılan ve geçilmese bile ödemeler yapılan köprüler için milyarlarca dolar dökülmesine “gık” bile diyemezken; tuttu, öğretmen maaşlarının MEB bütçesinde yük olduğunu söyledi. Sanki öğretmen maaşları olmasa ya da yarıya düşürülüverse MEB yatırım yarışına girecek, başarıdan başarıya koşacakmış gibi…

Ziya Selçuk Azledilmeyi Mi Bekliyor?

Velhasıl, düşüncelerine, “2023 Eğitim Vizyon Belgesi”nde yazdıklarına katılmasam bile yazık oldu öğretmenlerin “Ziya hoca”sına!  

Herkesin kulağına küpe olmadır ki alanındaki donanımı ve uzmanlığı, entelektüel birikimi, halkın ve toplumun hizmetine değil de yaşanan toplumsal gerçekliğe gözlerini kapayarak, kendilerine lütufta bulunanlara sunan herkesin makûs talihidir bu… İbni Haldun bile bu makûs talihten, kaçarak, bir dostunun/arkadaşının sağladığı olanak sayesinde saklanarak kurtulabilmiş ve bu sayede o ünlü eseri Mukaddeme’yi yazabilmiştir. Elbette diğerlerini de…   Şimdi, bırakın öğretmenlere ve eğitime ziya olmasını… Kendisine bile ziya değildir artık, Ziya Selçuk. Bakanlık ve bakanlığa yakın çevrelerde konuşulanlara göre o malum günden beri uzun bir süredir, “görevden alınma ya da bakan değişikliği” gerekçesiyle, azledilerek kurtulacağı günü bekliyor. Kimileriyse aynı görüşte değil… “Boşuna bekler” diyorlar, “tepesinde bir “Eğitim Politikaları Kurulu”, yanında da her yaptığını gözeten/denetleyen parti komiseri gibi bakan yardımcıları varken, malum vakıf ve cemaatlerin bir dediğini ikiletmezken, neden azletsinler ki? Posası kalıncaya dek yola devam!” Başka bir çevrede ise “Bakan halinden memnun” denilip ekleniyor: Baksana okullarının sermayesi bile birken üç oluverdi! Neden istifa etsin? Neden istifa edip de her şeyini riske atsın ki…

Yanıtsız Sorular

Bunların hangisi doğrudur, hangisi tevatür… Bilinmez elbette.

Ancak bu söylentileri duyunca insan, merak etmeden, sormadan duramıyor: Acaba kaç bakan azledilmeyi bekliyor? Kaç bakan azledilmeyi, görevden alınmayı bir kurtuluş olarak görüyor? Azledilmeden, örneğin istifa ederek bakanlıktan ayrılabilmek mümkün değil mi?  İstifanın bile hükmü yok mu? (Aslında bunun yanıtını Süleyman Soylu’da öğrendik: Biat ve bağlılık dekleresiyle tıpış tıpış geri dönmek. Hem de neye biat ve bağlılık? O dillerinden düşürmedikleri devlete mi? Anayasaya mı? Cumhuriyete mi? Yoksa…) Eğer öyleyse, günümüz Türkiye’sinde Bakanlık bile esarete mi dönüştü? İnsanın inanası gelmiyor buna... Dahası bir insan, kendisine lütfedilmiş gül gibi bakanlıktan alınmayı, azledilmeyi neden kurtuluş olarak görsün ki? Deli mi bunlar? Neyse soruları daha fazla uzatmadan, yanıtları da sizlere bırakarak konumuza dönelim ve yazıyı bitirelim:

Her İnsan Tercihler Yapar

Ahlâki değeri bir yana, elbette bu bir tercihtir. Çünkü her insan yaşamı boyunca tercihlerde bulunur, seçimler yapar. Dahası her insanın öncelikleri vardır. Ve bu öncelikler, andaki ya da süreçteki tercihlerini koşullandırır.

Örneğin; insan sahip olduğu malı mülkü, onca yılın birikimini kaybetmemeyi, bunlara yenilerini eklemeyi, dahası karşılaşabileceği olası güçlükleri önceleyince başka bir tercihte bulunur. Onuru, dürüstlüğü, namusu, etik tutarlığı, erdemli olmayı ve ahlâki değerleri önceleyince de bambaşka bir tercihte…

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk bunlardan hangisini önceliyor, bilmiyorum. Siz karar verin!

Ancak yaklaşık iki yıldır basına ve kamuoyuna yansıyanlara bakınca da insan sormadan edemiyor: Bir “Eski Bakan” sıfatı uğruna değer miydi ‘Ziya hoca’?


*Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com

 

1 yorum:

Deniz Gönüllü dedi ki...

Kaleminize sağlık. Duygu ve düşüncelerime tercüman olmuşsunuz.Teşekkür ederim.