19 Haziran 2012

"İnsanlık Suçu" ve İlinek İnsan


“İnsanlık Suçu” ve İlinek İnsan

Atalay GİRGİN*

“İnsanlık suçu” kavramının, uluslararası sözleşmelerde ve hukuk metinlerinde yer alışının tarihi yakın zamanlara dayanır. Tıpkı soykırım kavramı gibi… Tıpkı pogrom kavramı gibi… İlk kez İngiltere’de ve 19. yüzyıl ortalarında “İnsanlığa karşı suçlar” kavramının kullanıldığı1 aktarılır. Ancak kavram, 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) gündemine gelmiştir.

Hem “insanlığa karşı suçlar” hem de “insanlık suçu” kavramı yeni olsa da insanlığa karşı işlenen “insanlık suçları”nın tarihi, insanlık kadar eskidir. Çünkü “insanlık suçu”nun yegâne faili ve mağduru hem ahlaki hem de hukuki açıdan yalnızca insandır, insanlardır. İster tarihsel olsun isterse güncel, her daim belli bir zamanda ve mekânda var olan ve “şu” diye gösterilebilen insan ya da insanlar.

Bu kavramların genel kullanımını dikkate aldığımızda, üzerinde yaşadığımız geniş coğrafyada da uzak geçmişten günümüze dek, birçok farklı saikle, tarih boyunca defalarca “insanlık suçu” işlenmiştir. Örneğin; Sivas katliamından Maraş katliamına, Ermeni tehciri ve kırımından Osmanlı’nın Karaman Devleti halkına yaptıklarına, Trakya Olayları ve 6/7 Eylül Olaylarından Dersim’e, Kerbela’dan Abbasilerin Emevileri bir gecede katledişine,  vb. olaylara dek.  “İnsanlık suçu” kavramının yeni oluşu, tarihte gerçekleşmiş olan bu ve benzeri eylemlerin “insanlığa karşı suç” ya da “insanlık suçu” olarak nitelenmesinin ve değerlendirilmesinin önünde bir engel değildir.

Her “insanlık suçu”, soykırım ya da pogrom değildir. Ancak; “bir insan topluluğunu ulusal, dinsel”2, siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik, vb. nedenlerle yok etmenin ifadesi olan her soykırım, her pogrom; dahası, her türlü köleleştirme, her sürgün, her siyasi veya diğer nedenlerle kovuşturma vb. bir insanlık suçudur. Bu kaplam ve içlem ilişkisinde “insanlık suçu” kavramı diğerlerini de içermektedir.

Peki; yukarıdaki tanımlamaya rağmen, bunlar herkes için her yerde, her zaman ve her koşulda bir insanlık suçu mudur? Bir suç eylemine “insanlık suçu” vasfı kazandıran ya da o eylemin, “insanlık suçu” olarak sınıflandırılmasına, nitelenmesine neden olan temel nitelik ya da unsurlar nelerdir? Bir insanı ya da insan grubunu “insanlık suçu” işlemeye sevk eden nedir? Onu “insanlık suçu”nun aktif ya da pasif faili olmaya iten nedir? Sorun, ulusal ya da uluslararası boyutta salt hukuksal olarak değerlendirilip bir yana konulabilir mi?

İnsanlık Suçu Salt Hukuka İndirgenemez  

“İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar”, salt hukuka indirgenemez. Çünkü daha kavramsal tanımlama boyutunda sorun hukuki olanı aşmaktadır. Belki de şöyle söylemek gerek: Hukukun neliği ve gerçekliğini dikkate aldığımızda, kaçınılmaz olarak onu da içerecek tarzda aslına rücu eylemektedir. Çünkü neyin ve nelerin “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” sayılacağı, tek tek insanlar olarak yasa yapıcıların ya da kavramı tanımlayanların kabullerine göre değişmektedir. Bu da kavramı daha baştan eleştiriye, sorgulama ve tartışmaya açık kılmaktadır.

Bu noktada, birileri “Eğri oturup doğru konuşalım” dese de biz, doğru oturup doğru söyleyerek işe başlayalım: “İnsanlık” kavramı, tüm kavramlar gibi soyuttur. “İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kavramı, genelliği ve soyutluğu temelinde bireysel ve grupsal düzeyde insanın, insanların, hangi saiklerle olursa olsun, maruz kaldığı her türden şiddeti, tecavüzü, yok etme eylemini, vb. kapsıyor gibi bir algı yaratsa da bu bir yanılsamadır. Yine bir soyutlama düzleminde, bir insan ya da insan grubunun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türden saldırının tüm insanlığı kapsadığını, tüm insanlığa yöneldiğini sanmak da… Bu bir çelişki olarak algılansa ve değerlendirilse de gerçekliğe ve eylemi yapanların siyasi, ideolojik, felsefi, dini, etnik vb. kabullerine bakıldığında bir hakikattir. Bir başka deyişle, işimize gelse de gelmese de gerçekliğin ifadesi…

Her iki kavram da hukuk metinlerinden çıkıp yazınsal ve gündelik dile ne denli yerleşmiş ve kabul görmüş olursa olsun neliği ve gerçekliği temelinde kişiden kişiye, bir toplumsal, siyasal, dinsel grup ya da güç odağından diğerine değişmektedir. Hukukun biçimselliği ve genelliği bağlamında söylenen bir yana gerçeklik bir yanadır. Bundan dolayı bir kesime göre “insanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kapsamında sayılan bir eylem bir başka kesime göre hiç de bu niteliklere haiz değildir. Örneğin; Suriye’de olup bitenleri düşünelim: Bir yanda iktidarı yitirmek istemeyenlerin, diğer yanda da dış destekli silahlı muhalif grupların kendilerine karşıt olanlara karşı giriştiği, tüyler ürpertici eylemler vardır. Bölgeye ilişkin hesapları doğrultusunda Suriye’deki rejimi ve iktidarı değiştirmeyi hedefleyen ve isteklerini iktidardakilere kabul ettiremeyenler için hükümet güçlerinin eylemleri “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamındadır. Ama silahlı muhalif güçlerinki “insanlık suçu” değildir. Mevcut iktidar güçlerini destekleyenlere göre de tersi geçerlidir.

Bir başka açıdan da, genelde yaşanan ve yaşanmış olan gerçeklik ne olursa olsun ve ona ilişkin farklı gruplar ne söylerse söylesin, eğer söyledikleri egemenlerin kabulleri ve söyledikleriyle çakışmıyorsa, olup bitenler “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamına girmez. Örneğin; savaş… Yerine göre, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın katline sebep olan savaşlar, neden, “insanlık suçu” kapsamında değerlendirilmez ve o savaşların karar vericileri ve uygulayıcıları “insanlık karşıtı suçlar”dan yargılanmaz? Ki savaş, yalnızca, uçakların, tankların ölüm kusması, topların, bombaların patlaması, kan ve kurşun sesleri değildir. Aksine açlığın, işsizliğin, yoksulluğun varlığı ve bunun sürdürülmesi de bir savaştır. Bundan beslenmek de… Hadi; salgın hastalıkları, açlığı, kısa bir süre de olsa, bırakın bir yana… Yaşama hakkına rağmen, toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk koşullarında, bebeklerin, çocukların temiz su bile içemeden ölmesidir.     

Ne var ki en büyük hukuksuzluklardan, en büyük vahşetlerden biri olan savaşın bile sözüm ona hukukunu yapan egemenler, onu hukuksal ve toplumsal düzeyde meşrulaştırmışlardır. Hem de “savaş suçları” diye bir kategori oluşturarak…  Elbette bu meşrulaştırma yalnızca günümüzün sorunu değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dün dinsel saikler ve söylemler bu meşruluğun dayanağı ve güdüleyicisiyken, günümüzde hukuk, uluslararası hukuk en önemli araç olmaktadır. Hukukun ve yasaların genelliği ve biçimselliği kimseyi yanıltmasın. Çünkü o ulusal ve uluslararası düzeyde, genelliği ve biçimselliğinin aksine her daim egemenin egemenliğini koruyup sürdürmesinin en önemli meşruluk araçlarından biridir. Yeri ve zamanı geldiğinde onu yapanlar, kendi yaptıklarını kendileri çiğnemekten hiç de geri durmazlar. Çünkü yenilmedikleri sürece bu yaptıklarından dolayı onları yargılayacak birileri yoktur. Hatta bazı durumlarda yenildiklerinde bile…

“İnsanlık”, “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kavramları da nelik ve gerçeklik düzeyinde, egemenlerin bu genel tutumundan nasibini almaktadır. Uluslararası düzlemden yerele inildikçe, kavramların kapsamlarına ilişkin belirlemelerde siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabuller öne çıkmaktadır. Örneğin; bir insanlık suçu sayılan soykırım, hem uluslararası sözleşmelerde hem de TCK’da “ulusal (milli), etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenen fiillerden meydana gelmektedir.”3 Doç. Dr. Faruk Turhan’a göre, “Bu sayım sınırlıdır.” Çünkü “sosyal, siyasi, ekonomik veya benzer gruplar soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil edilmemiştir.” (aynı yer). Keza “dinsiz gruplar” da “soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil değildir.” Neden? Dinsizlerin ya da egemenler ve toplum çoğunluğunca kabul görmeyen siyasi grupların soykırıma uğratılmak da dâhil, katli vacip midir? Bu gruplar “insanlık” kavramının kapsamına girmemekte midir? Bu grupların mensupları insan değil midir?

İşte söz konusu kavramlara ilişkin ortaya çıkan sorunlardan biri de budur: İnsan nedir? İnsanlık nedir? Hukuki anlamda tanımlama ne olursa olsun, insan da insanlık da içerisinde yaşanan koşullara, bu koşulların değişimine ve buradan hareketle de toplumsal grupların ve bireylerin, siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabullerine göre değişmektedir. Bu bağlamda bireylerin ve grupların karşılarındaki kişilere yönelik değerlendirme, yaklaşım ve eylemleri de bir anda farklılaşabilmektedir. Genelde hâlâ insan olarak değerlendirseler bile, değişen koşullar ve kabuller temelinde, birilerince atfedilen ya da kendilerinin atfettikleri nitelikler belirleyici olmakta ve bunun doğrultusunda, kendileri gibi olmayanların, yerine ve duruma göre her türlü muameleye maruz bırakılmalarında herhangi bir sakınca görmemektedirler. Dahası bunu meşru bir hak olarak değerlendirebilmektedirler. Eğer tüm insanlar için bunun aksi geçerli olsaydı, Sivas’ta insanlar nasıl yakılabilirdi? Ruanda’da yüzbinlerce insan üç-dört ay içinde nasıl katledilebilirdi? Kahramanmaraş’ta inançlarından ve siyasi düşüncelerinden dolayı insanlar nasıl öldürülebilirdi? Ama yakıldılar, öldürüldüler, katledildiler. Peki; neden? Peki; kimler tarafından?

Ötekileştirme ve Tehdit Algısı

“İnsanlık suçu” ve “insanlığa karşı suçlar” kavramları ne denli problemli ve yerine göre ne denli muğlak olsa da, bunların kapsamındaki fiillere maruz kalan, maruz bırakılan bireyler ya da topluluklar öncelikle ötekileştirilenlerdir. Elbette yalnızca ötekileştirilmemekte, aynı zamanda, ötekileştirenlerce kendi varlıklarına yönelik tehdit olarak algılanmaktadırlar. Öyle bir tehdit algılaması ki, ötekileştirileni ortadan kaldırmayı, yerinden yurdundan etmeyi, vacip, mubah ve meşru gösterecek denli yaşamsal öneme sahip. Böylesi güçlü bir algılamanın temelindeki kabullerin de en az eylemin kendisi kadar yaşamsal olması gerek.

Ötekileştirmenin ve ötekileştirilmenin nesnel ve öznel etmenleri dikkate alındığında, sorunun, onu kavramlaştırmak kadar basit olmadığını fark etmek mümkün... Çünkü felsefi ve teorik boyutta, düşünsel olarak, öteki, ötekileştirme ve ötekileştirilme üzerine önermeler kurmak, bunları temellendirmek fazlaca bir sorun yaratmaz. Ancak yaşanan gerçeklik söz konusu olduğunda aynı durum geçerli değildir.

Bunun temel nedeni, ötekileştirmenin ya da ötekileştirilmenin dünya-evrensel anlamda var olan, ekonomik-sosyal-siyasal varlık koşullarıdır. Yaşanan toplumsal eşitsizliğin de nedeni olan bu koşulları görüp algılayamayan ve dolayısıyla bunları değiştirip dönüştürmeye yönelemeyen tek tek bireyler ya da gruplar ise var olan durumun sorumlusu olarak kendisi gibi olmayanları ya da kendisine ‘düşman’ olarak, öteki olarak işaret edilenleri görmektedir. Bu algı bireylerde belirginleşip toplumsal gruplar nezdinde genelleştirildikçe her şey kuvveden fiile dönüşmeye hazır demektir.

Böylesi dönemlerde bir yanda ‘biz’ vardır, diğer yanda da ‘öteki’ ya da ‘ötekiler’. ‘Öteki’ ise bazen ‘biz’le aynı dinden olmayandır; bazen aynı dinden olsa da aynı mezhepten olmayan… Bazen ‘biz’le aynı dili konuşmayandır, bazen derisinin rengi ‘biz’den farklı olan… Bazen ayrı etnik kökene sahip olandır, bazen ‘biz’den farklı giyinen, düşünen, söyleyen, eyleyen… Bazen aynı etnik kökenden, aynı ulustan olsa da farklı düşünen, farklı inanca sahip olandır. Bazen de yalnızca gözünün üstündeki kaşı eğri olan... Abarttığımı düşünüyorsunuz belki de… Ama bu konuda yargınızı vermeden önce, Ruanda’da yaşananları aktaran iki filmi izlemenizi öneririm. Biri Hotel Ruanda, diğeri ise Kara Nisan… Hatta, “Kelebekler Zamanı”nı da…

Yanılsama, bireylerin ve toplumsal grupların bilinçlerinden taşıp eylemlerine yön veren maddi bir güce dönüştüğünde, gerçekliğe ve hakikate galebe çalmaya başlar. Ve sözüm ona mutlu son, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanan, kuyunun dibindeki kurbağaların, düne kadar birlikte yaşadıkları ama kendilerinden farklı olanları, her türlü şiddeti kullanarak temizlemesi, sindirmesi, yerinden, yurdundan etmesiyle gerçekleşir. Zincirlerinden boşanmış ve kutsanmış bir şiddet, cinnet ve vahşetle… Ötekileştirilmiş olanların yakılmış, öldürülmüş, katledilmiş cansız bedenleri, tecavüz edilmiş kadınları, yıkımları, sürgünleri, yersiz yurtsuz bırakılışlarıyla kazanıldığı sanılan kutsal bir zafer ve uzaklaştırılan tehdit algısı…

Oysa toplumsal eşitsizliğin varlık koşulları ortadan kaldırılmadığı sürece, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, ideolojik, vb. boyutlarıyla öteki hiç bitmez. Tehdit algısı hiç ortadan kalkmaz. Dahası ötekileştirilene ve tehdit algısına ilişkin yanılsamaları besleyip güçlendiren, bu yanılsamayı kutsalın kundağına beleyip büyüten her türden milliyetçilikler, her türden dinsel temelli siyasal ideolojiler ve dahi dinler gibi… Bu koşullar altında bir kısır döngünün sarmalında savrulur durur insan… Bir gün fiilin failiyken bir başka gün benzer bir fiilin failinin kurbanı… İlinek insanın makûs talihidir bu… Çünkü ilinek insanın sığınağı dinlerdir, dinsel temelli siyasal ideolojiler ve milliyetçiliklerdir. Bunların silahı ve gücüyse ilinek insan… Birbirlerini üretip duran yanılsamalarla hayat bulup yanılsamalarla kötürümleşen insanlar ve ideolojiler… Ne hazin… Biri her şeyi kendi rengine boyamaya çalışıyor, birileri de tek bir renkle gökkuşağı çizebileceğine inanıyor hâlâ…     

“İnsanlık Suçu”nun Faili Devlet Değildir

İlinek insan, kendi değerini kendinden başlatmayan, aksine değerini kendi dışındaki bir varlıkla ilintisi temelinde kuran ve belirleyen insandır. Bu varlık, kimine göre Tanrıdır / Allah’tır ve onunla ilişkisi temelinde dindir. Kimine göre, devlettir, örgüttür. Kimine göre statüdür; kendisine verilmiş bir statü ya da statü sahibi birileriyle ilişkilenme hali. Kimine göre etnik ya da ulusal aidiyet ve onunla özdeşleşme. Kimilerine göre de bunların hepsi ya da bir kısmı.

İlinek insan, aklını bunların önceliği temelinde kullanır. Aklını, bilinçli ya da bilinçsizce bunların ipoteğine verir.  Onun düşünüş, söyleyiş ve eyleyişine yön veren kendi dışındaki varlıklardır.  Ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine bunları belirleyen, bireyin dışında olan ve onun olumlu ya da olumsuz anlamda değer atfettiği varlıklardır. Bundan dolayı karşısındaki kişiyi değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir insan olarak görmez. Tıpkı kendisi gibi…

İlinek insan, aklını hizmetine sunduğu kendi dışındaki varlıkların kararlarını sorgulamaz. Onun için, bu varlıkların, kurumların, kişilerin, emirleri, yasakları, günahları, sevapları sorgu sual gerektirmez. İlinek insan mensubiyet duygu ve düşünceleri içinde kendisi gibi olanlarla, kendisi gibi olmayanlara karşı akıntıya kapılıp gitmeye hazırdır. Yeter ki çekip çevirmeye hazır çoban olsun. Sürü bilincini içselleştirmiş tipik bir kişidir ilinek insan. O; Sivas’ta kendisi gibi olmayanları ateşe verip yakan Müslümandır. O; 6/7 Eylül’de Demokrat Parti ve şürekâsının tezgâhına kendini kaptırıp başta Rumlar olmak üzere, azınlıklara ait her şeyi talan eden, yakan yıkan, hatta kadınlarına tecavüz eden, Müslüman ve Türk’tür. O; Kahramanmaraş’ta Alevileri ve solcuları katleden, ülkücü, milliyetçi, faşist, Müslüman’dır. O; tarihte Türkçe’yi ilk devlet dili ilan eden Karaman Devleti’ni ve halkını katleden, kadınlarına tecavüz eden, Osmanlı’nın medar-ı iftiharı, muzaffer askeri, Müslüman-Osmanlı’dır. Velhasıl o, tarihin her döneminde, ötekileştirilenlerin “ak mintanlarına kılıcının kanını silen”, bilinçli ya da bilinçsizce efendileri için öldürürken kahraman, ölürken şehit olacağına inanandır.     

Tüm katliamlarda, savaşlarda insan vardır, öncelikle de ilinek insan. Ama buna rağmen, tüm katliamların, tüm soykırımların, tüm işkencelerin, tüm “insanlık suç”larının ve “insanlığa karşı suçlar”ın sorumlusu olarak ilan edilenler ise devletler ve günah keçisine dönüştürülen örgütlerdir. Oysa devletler de örgütler de suç işlemez. Ne hukuki, ne etik, ne de ahlaki anlamda. Çünkü devletlerin de örgütlerin de ahlakı yoktur. Bunların hiçbiri ahlaki eylemde bulunmaz, etik ilişki kurmaz. Bunların hiçbirinin etiği de hukuku da yoktur. Onlara ilişkin var olduğu yanılsamasına neden olan hukuku belirleyen de etik kuralları oluşturan da insanlardır. Ve bunlar doğrultusunda sormadan sorgulamadan eyleyen, “ne yapayım kurallar, yasalar böyle” diyenler ise konumları ve sıfatları ne olursa olsun ilinek insanlardır.

Saiki ne olursa olursun, ahlaki ve hukuki anlamda ilinek insanın rolünü ve etkisini sorgulamayan ya da dışarıda bırakanlar için, başlangıçta “İnsanlık suçu” ya da “İnsanlığa karşı suçlar” kavramı, devletin insanlara yönelik giriştiği insanlık dışı eylemlerine atıf yapılarak belirtilen bir kavram niteliği taşımıştır. Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın ilanına kadar bu kavram, devletlerin kendi azınlıklarına karşı yürüttüğü insanlık dışı faaliyetleri ifade etmek için kullanılmıştır.”4

Burada temel kabul, eylem yapanın devlet olduğudur. Devlet’in, akıl sahibi bir varlık olarak düşünen, söyleyen, eyleyen, planlayıp buyuran, sevk ve idare eden, vb. bir özne olduğu yaklaşımı ve anlayışı belirleyicidir. Oysa devlet, kendisine atfedilen değer ve nitelikler ne olursa olsun, bir özne değil, aksine yalnızca uzlaşımsal kurumlardan biridir. İnsana dışsal olan tüm toplumsal kurumlar gibi, ahlaki, hukuki eylemlerden, etik ilişkiden aridir. Eylemden ari, yani eylemeyen, söylemeyen kurumların, bir başka deyişle öznelik vasfı olmayanın, herhangi bir sorumluluğu da yoktur. Dolayısıyla, tarihin hiçbir döneminde, yapılan eylemlere ilişkin, devlet ya da örgüt kararından söz edilemez. Alınan her kararın ve o kararlara istinaden yapılan ya da yapılmayan her eylemin ahlaki ve hukuki anlamda yegâne sorumluluğu, “şu” diye gösterilen insana aittir. Bilinçli ya da bilinçsizce kendi dışındaki kurum ya da varlıklara atfettiği değer ya da değerlerle kendini onunla özdeşleştiren, onun ilineğine dönüştüren insana…

 Devletle ilişkilenişleri ya da bir eylem karşısında devlete ilişkin pozisyonları ne denli farklı ve karşıt olursa olsun, bazı insanların “Devlet için yaptım.” deyişleriyle, bazılarının da “Sorumlu devlettir. Devlet hesabını versin! Devlet hesap sorsun!” deyişleri arasında ilinekleşme açısından bir fark yoktur. Saikleri ve kaygıları, hareket noktaları ve beklentileri ne olursa olsun, her iki yaklaşım da insanın kendini, kendi dışında var olan ve olumlu ya da olumsuz anlamda yücelttiği bir varlık karşısında ilinekleştirmesinin ifadesidir. Tıpkı herhangi bir eylemin cezalandırılmasında işin Allah’a / Tanrı’ya havale edilmesinde olduğu gibi… Tıpkı karar yanlış bile olsa “Şeriatın kestiği parmak acımaz” yaklaşımında olduğu gibi… Bu yaklaşım ve anlayış, bir yanıyla olaylar ve durumlar karşısında kişinin kendini paranteze alarak, değerleri yeniden değerlendirmesine engel olurken; diğer yandan da hem kendini hem de doğrudan ya da dolaylı ilişkide bulunduğu kişiyi değeri ve değerleriyle bütünsel bir varlık olarak kavramasına engel olmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü farkında olsun ya da olmasın, kendini paranteze alan her kişi, aslında insanı paranteze almaktadır.

“İnsanlık suçu”nu yeniden tanımlamak

“İnsanlık suçu”nu, “insanlığa karşı suçlar”ı,  hiçbir boyutta insanı paranteze almadan, ahlaki ve hukuki sorumluluğu bağlamında yeniden tanımlamak gerek. Buradaki hareket noktası da, değeri ve değerleriyle insan ve insan hakları olmalı.  

Elbette, toplumsal eşitsizliğin, insanın insanı sömürüsünün ve tahakkümün, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel vb. düzeylerde yeniden yeniden üretildiği koşullar altında, sınıf sıfatsız bir demokrasi ve sınıf sıfatsız bir insan haklarından söz etmek, nelik ve gerçeklik ilişkisi söz konusu olduğunda, bir yanılsamadır. Ne var ki teorik ve biçimsel olan, genelliği kapsamında bu ayrımı örter, bunun bilince çıkmasının, çıkarılmasının önünde ideolojik bir perde oluşturur. Ancak, genelliğine rağmen felsefeyi, “teorideki sınıf savaşı” olarak niteleyen Althusser’in sözünü unutmadan ve yanılmayı ve eleştirel bir tartışmayı göze alarak, nelik ve gerçeklik ilişkisini de göz ardı etmeden yeni bir tanımlama yapmak, yeni bir tanımlama girişiminde bulunmak mümkün.

Buradan hareketle; resmi görevli veya sivil kişi ve toplulukların, resmi otoritenin ya da gayri resmi grupların yönlendirmesiyle, saikleri ne olursa olsun, kasıtlı ve sistematik olarak, bir bireyin ya da insan topluluğunun, sosyal, siyasal, ekonomik, vb. temel insan haklarını ortadan kaldırmaya, bunların kullanılmasını engellemeye, onların yaşamsal varlığını yok etmeye yönelen, kişi bütünlüklerine zarar veren her türlü eylemi bir insanlık suçudur. Dolayısıyla, “insanlığa karşı suçlar”ın dayanağı ve referans kaynağı da insan haklarıdır. Suçun faili ve yegâne sorumlusu da kasıtlı ve sistematik eylemin, öncesinde ve sonrasında doğrudan ve dolaylı olarak parçası olan insandır, insanlardır.  

“İnsanlık suçu”nun, insan hakları, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip insan temelinde belirlenmesi, işsiz bırakmaktan herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve sigortasız çalıştırmaya, anadilinde eğitim öğrenim hakkına engel olmaktan soykırım, tehcir, işkence, tecavüz, vb. eylemlere dek her şeyi kapsamına alır. Elbette bu geniş bir çerçeve ve kapsam olarak değerlendirilebilir. Ve elbette bu egemenlerin masa başındaki temsilcilerince kabul görmeyebilir. Çünkü suç tanımının yapıldığı yerde ceza da vardır.

Ceza söz konusu olduğunda, kasıt ve sistematiklik temelinde suçun insanlık ya da “insanlığa karşı” olma vasfı dikkate alındığında, bir eylem silsile yoluyla eylemin doğrudan ve dolaylı faillerini de sorumluluk altına sokar. Bu durumda ceza, yalnızca yakalanan ya da günah keçisi ilan edilen failler için değil; aksine, istihbaratı eksik yapandan, bilgi ve belgeleri, delilleri eksik toplayan, karartan gizleyen, yok eden; elindeki bilgileri doğru değerlendirmeyen savcı ve yargıca, faili saklayandan kasıtlı olarak onu yakalamayana, kararı alandan onu uygulayana, vb. dek süreçle ilintili herkes için geçerli ve kapsayıcı olur. Ki bu durumda, hiç kimsenin “Emir böyleydi. Ben emri uyguladım!” ya da “Ben kuralı uyguladım. Yasada ne yazıyorsa onu yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılması, sorumluluktan ve dolayısıyla cezadan kurtulması söz konusu değildir. Keza, onlarca insanın öldürülmesinden, katledilmesinden sonra, kamera karşısına geçip, “Yanlış istihbarat! Bir hata olmuş. Ölenlerin ailelerine tazminat ödenecektir!” diyerek bir insanlık suçunun bedelini tüm toplumun üzerine yıkması da söz konusu olamaz. Çünkü böylesi bir açıklama ve girişim, en hafifinden hem öldürme kararını verenleri, hem de sorgusuz sualsiz kararı uygulayanları koruyup kollamak ve onlarla suç ortaklığı yapmaktır. Dahası, bir insanlık suçunun doğrudan ya da dolaylı, aktif ya da pasif faili oluşun itirafıdır.

Ne var ki, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan; kendini bile değeri ve değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmekten yoksun olan ilinek insan, statüsü ne olursa olsun, bunun üzerine gitmez, gidemez. Çünkü o “insanlık suçu”nun da yukarıdaki yeniden tanımlama bağlamındaki içerik belirlenmesini de kabul etmez, edemez.

Oysa bir insanlık suçu karşısında, sorumluları korumaya, olayı kapatmaya, geçiştirmeye yönelik açıklamalar yapan bir yetkili, nasıl ki bu işin doğrudan ya da dolaylı failiyse, bu açıklamaları yapana yönelik dava açmayan, onu yargılamaya yönelmeyen savcı ve yargıçlar da eylemin ilintili failine dönüşür. Hukukun öncelikle usul olduğu ileri sürülerek, hukukun biçimselliğinin ardına sığınarak buna karşı çıkmak mümkün olsa da bu ne gerçekliği değiştirir ne de insanı sorumluluktan kurtarır. Aksine yalnızca hakikatin üstüne bir parça daha toprak savurup yanılsamaları güçlendirmeye yarar. İdeolojik körlüğü arttırır. İdeolojik körlerin sayısının arttığı yerde de, gözlerini kendi gözleri kılabilenlerin sayısı azalır.   

Sonuç olarak; ilinek insanı üreten toplumsal yapı ve anlayışlar var olduğu ve onu üreten toplumsal koşullar ortadan kaldırılmadığı sürece, şu ya da bu ölçüde “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” yok olmayacaktır. Keza, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel, vb. boyutlarıyla insanın insanı sömürüsüne ve tahakkümüne dayanan ve bunları yeniden yeniden üreten koşullar dünya-evrensel düzeyde varlığını koruduğu sürece de…

Bundan dolayıdır ki, “İnsanlık suçu”nu “İnsanlığa karşı suçlar”ı top yekûn “asar-ı atika müzesi”ne göndermenin yolu, hem ilinek insandan hem de onu üreten koşullardan kurtulmaktan ve her ikisine karşı da sistemli bir örgütlenme ve mücadeleden geçmektedir. Ve bu mücadele ve örgütlenme de söylendiği kadar basit ve kolay değildir. Aksine kararlılık ve sabırla, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde etik bir tutarlılıkla sürdürülen meşakkatli, özverili bir mücadeleyi gerektirmektedir.  Ancak, dünyayı değiştirip dönüştürmek, yeni bir dünya yaratmak isteyenlerin de başka seçeneği yoktur. Elbette, egemene teslim olup, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan ilinek insanlar güruhunun safına geçmeyi seçmeyenler için… Elbette, gökkuşağı çizmeyi, gökyüzünü tek bir renge boyamaya indirgemeyenler, kendilerini bu yanılsamaya kaptırmayanlar için… Elbette, aklını ve bilincini birilerinin ipoteğine vermeyi, ideolojik körlüğü seçmeyen ve hâlâ gözlerini kendi gözleri kılmaktan vazgeçmeyenler için…         

                                                                                      17 Haziran 2012







* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 http://sorular.rightsagenda.org/soru-cevap/?g=7, İnsan Hakları Gündemi Derneği. İlgili paragrafın tamamı: "İnsanlığa Karşı Suçlar" kavramı 19. yüzyılın ortasında ortaya çıkmıştır. Bu tür suçların ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşının sonunda görülmesine rağmen, 1945'deki Nürnberg Mahkemesi Şartı'na kadar uluslararası bir belgede toplanmadılar. Nürnberg Şartı'nda tanımlandığı haliyle İnsanlığa Karşı Suçlar, takip eden yıllarda BM Genel Kurulu tarafından uluslararası hukukun bir parçası olarak tanındı ve Eski Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemeleri Statüleri de dahil olmak üzere, daha sonraki pek çok uluslararası belgede kapsamı belirlendi. Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü, 17 Temmuz 1998'de kabul edildiğinde İnsanlığa Karşı Suçlar ilk kez uluslararası bir antlaşmada tanımlanmış oldular. 
Statü, insanlığa karşı suçları, sıradan suçlardan sahip olduğu yargılama yetkisinden dolayı üç biçimde ayırır:
Birincisi, insanlığa karşı suçlar başlığı altında işlenen cinayet gibi suç oluşturan eylemler, "geniş ölçekli ve sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş" olmak zorundadır. Bununla birlikte, buradaki saldırı kelimesi askeri bir saldırı anlamında algılanmamalıdır. Sınır dışı etmek ve zorla yerinden etmek gibi kanunları ve idari önlemleri de kapsayabilir.
İkincisi, eylemler "sivil bir nüfusa karşı yöneltilmek" zorundadır. İnsanlığa karşı suç düzeyine yükselmeyen tek başına, izole, ayrı ya da rasgele eylemler bu sıfatla kovuşturulamaz. Sivil nüfusun arasında çok az sayıdaki askerin varlığı, onları sivil karakterlerinden mahrum etmek için yeterli değildir.
Üçüncüsü, eylemler "bir Devlet ya da organizasyonla ilgili politikaya" uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş olmak zorundadır. Bu yüzden, suçlar bizzat devlet görevlileri ya da onların kontrolündeki kişilerin teşvik ettiği eylemler yoluyla ya da onların ittifakı veya rızasıyla işlenebilir, örneğin ölüm mangaları gibi1.
İnsanlığa karşı suçlar, aynı zamanda hükümetle hiçbir bağlantısı bulunmayan, asi gruplar ya da silahlı muhalif örgütler gibi organizasyonların politikalarına uygun olarak da işlenebilir.
2 Türkçe Sözlük, Soykırım maddesi, sy, 1797, 10. Baskı.
3  Doç. Dr. Faruk Turhan, “Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Uluslararası Suçlar” makalesi.
4 Dr.Ezeli Azarkan, Uluslararası Hukukta İnsanlığa Karşı Suçlar, başlıklı makale, sf. 1.

05 Haziran 2012

YALAN!!!


Yalan!!!

Fikret Başkaya

Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur, teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her yalan hakikâttir...

Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğmaya karar veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun devamı için son derecede işlevseldir...

Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bulunduğu, bombanın içi çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse,  bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu şirketlerinin evet demesi mümkün değildir...

Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yıkım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi...

Suriye’de özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [ AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa rejimi çökertmek için  bu durumu fırsat saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm...

Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri,  kadınları, çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi  hunharca ketleden katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın parası, emperyalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz?  Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var...

Annan Planı bir oyundu...

Suriye’yi çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban ki-Moon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi kesmesi değil midir? Tek taraflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık “insânî yardım”, “insânî müdahale”  cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...

Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor

AKP hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin,  AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak  ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir şey değil midir?

Muhalefet Suriye konusunda sınıfta kaldı...

Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşünüyorsa, buna belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememenin mazereti olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...
http://www.ozguruniversite.org

26 Mayıs 2012

"Felsefenin Kraliçesi" Dünya Etik Günü'nde

“Felsefenin Kraliçesi” Dünya Etik Günü’nde

Atalay GİRGİN*

“25 Mayıs Dünya Etik Günü” Haymana’da “Felsefenin Kraliçesi” ve “Etik Filozofu” İoanna Kuçuradi’nin konuşmacı olarak yer aldığı iki etkinlikle kutlandı. “Dünya Etik Günü” etkinliğinde bir konferans vermek üzere, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki tarafından davet edilen Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Haymana’da ve Haymana dışında yaşayan birçok ünlü Haymanalı’nın da bir araya gelmesine vesile oldu. İlk etkinliğe birçok tanınmış siyasetçi dinleyici olarak katıldı. İkinci etkinlik ise Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nde öğrenci ve öğretmenlere dönük olarak gerçekleştirildi.

İlk Etkinlik

25 Mayıs Cuma günü, Haymana Kaymakamlığı’nın ev sahipliğinde, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi tarafından düzenlenen ve Haymana Belediyesi Kültür Merkezi’nde gerçekleşen “Dünya Etik Günü”ne ilişkin ve öğleden önce gerçekleştirilen ilk etkinliğe, İlçe Kaymakamı Hüseyin Karameşe başta olmak üzere, mülki idarenin müdür ve şube müdürlerinin yanı sıra, ilçede bulunan okulların müdürleri, öğretmenler, öğrenciler, dernek ve siyasi parti temsilcileri ve halktan dinleyiciler katıldı. Kuçuradi’yi dinlemek üzere gelenler arasında, yerel yetkililer ve halkın yanı sıra,  CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, eski bakanlardan Aldülkadir Ateş, CHP eski milletvekili Eşref Erdem, Anadolu Lisesi’ne adını veren Nuri Bektaş’ın oğlu Hüseyin Bektaş gibi Haymana dışında yaşayan ünlü Haymanalılar ve siyasetçiler de yer aldı.

“Kavramları da Düşünmek Gerek”

Haymana Belediyesi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik, açılış konuşmalarının ardından, Melih Cevdet Anday’ın, felsefenin işlevini sormaya, sorgulatmaya ve yeniden düşündürtmeye yönelik “Defne Ormanı” adlı şiirinin Nuri Bektaş Anadolu Lisesi öğrencisi Büşra Nur Varlık tarafından okunmasıyla başladı. Ardı sıra Haymana’daki okullar arasında düzenlenen “Etik” konulu kompozisyon yarışmasında, yazdığı kompozisyonla birincilik ödülünü kazanan Nuri Bektaş Anadolu Lisesi öğrencisi Kader Nazlı İnanlı kürsüye geldi.

Birincilik ödülüne layık görülen “Etik ve Ahlâk” başlıklı kompozisyonunu dinleyenlere okuyan Kader Nazlı İnanlı, “İnsan kavramlarla düşünür ancak kavramlarla düşündüğü kadar kavramları düşünmez” diyerek kavramları düşünmenin önemini vurguladıktan sonra, birbirlerini “ahlâksızlık” ve “ahlâksız” olmakla itham eden büyüklerine ders verircesine, “Ahlâksız insan yoktur. Etik tutarlılıktan yoksun insan vardır” dedi.

Sözlerini etik ile ahlâkın aynı şeyler olmadığı belirterek sürdüren İnanlı, konuşmasını, “yalnızca kavramlarla düşünmek, düşüncelerini kavramlarla aktarmak yetmez. Aynı zamanda kavramların kendilerini de düşünmek, onları neliği ve gerçekliği temelinde sorup sorgulamak gerekir” diyerek tamamladı. Ardı sıra da şiir dalında birincilik ödülüne layık görülen Nuri Bektaş Anadolu Lisesi öğrencisi Kadriye Dabak şiirini okudu.

Kuçuradi: Etik, Ahlak Felsefesidir

“Dünya Etik Günü” etkinliğine Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin yaşam öyküsünü anlatan kısa bir slayt gösterisiyle devam edildi. Slayt gösterisinde, Kuçuradi’nin 1936 yılında İstanbul’da doğduğu bilgisinin yanı sıra, öğrenim hayatı, akademik kariyeri, ulusal ve uluslararası çalışmaları, alanında verdiği eserler dinleyicilere aktarıldı.

 Slayt gösterisinin ardından dinleyicilerin alkışları arasında kürsüye gelen Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Pof. Dr. İoanna Kuçuradi, etik ile ahlâkın aynı şey olmadığını belirtikten sonra, etik ilişki, değer ve değerler üzerinde durduğu konuşmasını sürdürdü.

“Değer ve değerler”in aynı olmadığını, “değerlerin” ise “değer”in çoğulu anlamına gelmediğini vurgulayan Kuçuradi, her insanın değerinin her insanın değerlerinin olduğunu belirterek, “Kişinin değeri ile kişinin değerleri”nin ayrımına varmanın önemli olduğunu söyledi. Sözlerini, her insanın, karşısındaki her kişiyi, onun değeri ve değerleri olduğunu unutmadan ve kişi bütünlüğü temelinde değerlendirmesi gerektiğini vurgulayarak sürdüren Kuçuradi, insanlar arasındaki her tür ilişkinin gelip dayanacağı temel, “Etik ilişkidir” dedi.

Konuşmasını “Etik ilişki”nin tanımını yaparak sürdüren Kuçuradi, “Etik ilişki; kişi bütünlüğüne sahip kişiler arasında yaşanan, değer sorunlarını içeren, her tür ilişkidir” dedikten sonra, “gündelik yaşamın akıp giden süreci içinde bu ilişkileri yakalamanın, görüp fark etmenin, üzerine düşünmenin kolay olmadığını” belirtti.

İlköğretimde Düşünme Eğitimi Dersi

Sözlerine, “Kolay olmasa da olanaksız” değil diyerek devam eden Kuçuradi,  “Etik ilişkileri başı sonu, öncesi ve sonrasıyla değerlendirme olanağını bizlere sunan, başta roman, öykü, tiyatro oyunu olmak üzere sanat edebiyat yapıtları vardır” dedi. Etik ilişkinin önemini ve değerini kavramada sanat edebiyat yapıtlarının önemli olduğunu vurgulayan Kuçuradi, insanı değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak değerlendirme bilincine sahip olmak gerektiğini belirterek sözlerini şöyle tamamladı: Çocuklarımıza, insanı değeri ve değerleriyle birlikte değerlendirme bilinci kazandırmalıyız. Bunun için daha küçük yaşta, özellikle de ilköğretim aşamasında onlara düşünme eğitimi vermeliyiz. Düşünme eğitimi dersinin yanı sıra değerleri değerlendirme eğitimi yapmalıyız.

“Her Şey Öğrencilerimiz İçin”

“Dünya Etik Günü”nün düzenleyicisi ve İoanna Kuçuradi’nin Haymana’ya gelmesinin vesilesi olan Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, etkinlik sonrasındaki, memnuniyetini ve düşüncelerini ifade ederken, “Davetimizi geri çevirmeyerek, Haymana’ya kadar gelen, bizi onurlandıran ve hem birikimi hem de düşünceleriyle etkinliğimizi zenginleştiren Sayın İoanna Kuçuradi’ye, öğrencilerim, personelim adına çok teşekkür ederim. Her şey öğrencilerimiz için… Onların düşünsel ufuk genişliğine ve zenginliğine ulaşmaları için… Elbette etkinliğin başarıyla gerçekleşmesinde emeği geçen, Sayın Kuçuradi’nin adını duyar duymaz ilgi gösterip etkinliğimize dinleyici olarak katılmak için Haymana dışından gelen konuklarımıza da çok teşekkür ederim. İlgilerinin önümüzdeki yıllarda da hem okulumuza hem de öğrencilerimize ve etkinliklerimize artarak sürmesini dilerim” dedi.

İoanna Kuçuradi Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nde

“Dünya Etik Günü”ne ilişkin ikinci etkinlik, İoanna Kuçuradi’nin katılımıyla, öğrenciler, öğretmenler dönük olarak Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nde gerçekleştirildi. Buradaki etkinliğe okul öğrenci ve öğretmenlerinin yanı sıra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi, felsefeci Yrd. Dç. Dr. Haluk Erdem, şair-yazar, felsefe öğretmeni A. Galip Kabasakaloğlu, Haymana İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Şube Müdürü Hakan Uçar katıldı.

Öğrencilerin Soruları

İoanna Kuçuradi’nin konuşmasıyla başlayan Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’ndeki etkinlik öğrencilerin sorularıyla sohbete dönüşerek devam etti. İoanna Kuçuradi’ye ilk soruyu, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Felsefe Kulübü Başkanı Yusuf Ünlü yöneltti. Yusuf Ünlü’nün, “Felsefeye neden ve nasıl yöneldiniz?” sorusuna, Kuçuradi, “Felsefeye başkaldırıyla yöneldim. Başkaldırı beni felsefeye yöneltti.” yanıtını verdi. Bir başka öğrencinin, “Felsefe, felsefeci olmak, size ne kazandırdı?” sorusuna ise, “Felsefeci olmak bana, eğer kastınız para pul ise, bir şey kazandırmadı. Zengin olmadım. Ama bunun dışında kısaca şunu kazandırdı: Yaşanan durumlar karşısında yeni olanakları fark etmeyi ve bulabilmeyi kazandırdı” diyerek karşılık veren İoanna Kuçuradi, etik ilişki bağlamında, yeni olanakları bulabilme, üzerine düşünebilmede sanat edebiyat yapıtlarının önemine dikkat çekerek, öğrencilere, aralarında “Hotel Ruanda ve Ateşkes”in de yer aldığı bazı filmleri izlemelerini önerdi.

“Çıkar” Kavramı Üzerine Tartışma

Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Felsefe Kulübü Başkanı Yusuf Ünlü’nün, felsefe ve etik çalışmaları bağlamın gerçekleştirilen etkinliklerde yaptıklarına ilişkin İoanna Kuçuradi’ye yönelttiği “Sizin çıkarınız ne?” sorusu üzerine, “çıkar”ın ne olduğu tartışması yaşandı. Kuçuradi’nin, kendisine yöneltilen sorudan yola çıkarak, “Önce “çıkar”dan ne anlıyoruz? Ona bakalım. “Çıkar nedir?” Ne düşünüyorsunuz?” sorusunu öğrencilere yöneltmesiyle salon önce sessizliğe büründü. Ardı sıra bazı öğrencilerin “çıkar”ın ne olduğuna ilişkin tanımlama girişimleri geldi. Bunun üzerine Kuçuradi, “Çıkarın ne olduğunu ben tanımlayayım. Çıkar, kişiler arası bir ilişkide kişinin hak ettiğinden fazlasını alması durumudur” dedi. Felsefe Kulübü Başkanı Yusuf Ünlü’nün, söz alarak, “Ben böyle düşünmemiştim” diyerek, düşünce ve sözlerine temel olan “çıkar” yaklaşımdan vazgeçtiğini açığa vuran açıklaması dinleyicilerin alkışlarıyla karşılandı.
Yaklaşık bir buçuk saat süren ikinci etkinlik, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki’nin İoanna Kuçuradi’ye, “Dünya Etik Günü” etkinliğine katılımından dolayı verdiği teşekkür plaketi ve öğrencilerin Kuçuradi’yle hatıra fotoğrafları çektirmelerinin ardından sona erdi.


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

21 Mayıs 2012

"Felsefenin Kraliçesi" Haymana'ya Geliyor!!!


“Felsefenin Kraliçesi” Haymana’ya Geliyor

Atalay GİRGİN*

Etik alanında yaptığı çalışmalarla, uluslararası alanda da tanınan Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı İoanna Kuçuradi “25 Mayıs Dünya Etik Günü”nde Haymana’da bir konferans verecek.

Haymana Kaymakamlığı’nın ev sahipliğinde, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nin düzenlediği “Dünya Etik Günü” etkinliğine katılacak olan Kuçuradi, başta etik ve ahlak arasındaki ayrım olmak üzere, etik ilişki, insanın değeri ve değerlerine ilişkin düşüncelerini konferans katılımcı ve dinleyicileriyle paylaşacak.

Nuri Bektaş Anadolu Lisesi tarafından düzenlenen ve halka da açık olan, “Dünya Etik Günü” etkinliğinde, Haymana Kaymakamı başta olmak üzere, ilçenin mülki ve yerel yetkililerinin yanı sıra, ilçedeki okulların idari personeli, öğretmenler, öğrenciler yer alacak.

Etkinliğin düzenleyicisi olan Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Dünya Etik Günü” etkinliği ve Kuçuradi’nin bu etkinliğe katılımıyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmede “Sayın İoanna Kuçuradi, felsefe ve özellikle de etik alanındaki çalışmalarıyla uluslararası düzeyde haklı bir üne sahiptir. Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu Başkanlığını da yapmış olan, halen Türkiye Felsefe Kurumu Başkanlığı’nı yürüten, birçok değerli esere imza atan Sayın Kuçuradi’nin önemini ve değerini bizler biliyoruz. Yalnızca bizler değil. Dünyanın felsefe ve etikle ilgili yetkilileri, entelektüel ve akademik çevreleri de biliyor.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü: Bundan dolayıdır ki, başta Goethe Madalyası olmak üzere birçok uluslararası ödülü olan Sayın İoanna Kuçuradi sayesinde 2003 yılında düzenlenen 21. Dünya Felsefe Kongresi Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. UNESCO, 21. Dünya Felsefe Kongresi’nin başarılı bir şekilde yapılmasına büyük katkısından ve bu alanda yaptığı bilimsel çalışmalardan dolayı, Sayın İoanna Kuçuradi’nin, 2003 Felsefe Ödülü’ne layık görüldüğünü bildirmiştir.

25 Mayıs 2012’de gerçekleştirilecek “Dünya Etik Günü” etkinliğine İoanna Kuçuradi’nin katılmasının Haymana ve Haymanalılar için tarihi öneme sahip günlerden biri olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirten Çeki, “Türkiye’de yaşayan ve “Felsefenin Kraliçesi” olarak da nitelenen Sayın Kuçuradi’ye, davetimizi kabul ederek, etkinliğimize katılıp bizleri onurlandırdıkları için ne kadar teşekkür etsek azdır. Başta öğrencilerimiz olmak üzere, Haymanalılar Sayın Kuçuradi’nin düşüncelerinden azami ölçüde yararlanma fırsatını kaçırmamalıdır. Bundan dolayı, etkinliğe Haymana halkını da davet ediyoruz.” dedi.

“Vizyonumuzun Bir Parçası”

Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Biz bu tür etkinlikleri yalnızca Dünya Etik Günü nedeniyle yapmıyoruz. Aksine eğitim öğretim dönemi boyunca gerçekleştiriyor, öğrencilerimizi, kültür, sanat, felsefe ve bilim dünyamızın önemli isimleriyle karşılaştırıyoruz.” derken, bunun nedenini şöyle açıkladı: Bu bizim vizyonumuzun bir parçasıdır. Haymana küçük bir ilçe, okulumuz yeni bir okul olmasına rağmen, bizler öğrencilerimizi çok yönlü, çok boyutlu düşünen, soran, sorgulayan bireyler olarak yetiştirmeyi hedefliyoruz. Onların düşünsel ufuk genişliğine haiz bireyler olarak lise dönemi sonrası hayata hazırlanmaları bizler için önemlidir. Bu amaç doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz etkinliklere, davetimizi kırmayarak katılan, başta Sayın İoanna Kuçuradi, şair Sayın Ahmet Telli, Çankaya Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı Bölüm Başkanı Sayın Prof. Dr. Aysu Erden, öykücü yazarlarımızdan Sayın Tekgül Arı, Esra Odman ve adlarını şu an için anımsayıp belirtemediğim herkese bir kez daha teşekkür ederim. Herkes ve her veli bilsin ki, vizyonumuz doğrultusunda attığımız ve atacağımız adımlarla, okulumuz öğrencisi olmak, her geçen yıl, her öğrenci için bir ayrıcalık olacaktır. 
Not: Sayın İoanna Kuçuradi’nin “insanın değeri ve değerleri” bağlamında ve “etik ilişki” temelinde kaleme alınmış olan “İlişkide Senin Değerin Ne?” başlıklı yazımı ilgilenenler hem milliyet blog’taki http://blog.milliyet.com.tr/iliskide-senin-degerini-belirleyen-ne-/Blog/?BlogNo=363645 belirtilen adresten de okuyabilir.


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com


20 Mayıs 2012

İlişkide Senin Değerini Belirleyen Ne?


İlişkide Senin Değerini Belirleyen Nedir?

Atalay GİRGİN*

Cinsellikten aşka, siyasetten dinsel ve ekonomik ilişkiye dek, toplumsal yaşamın tüm alanlarında yaşadığın ilişkide özelde senin genelde insanın değerini belirleyen nedir? Kadınlığın mı? Cinselliğin, dişiliğin mi? Yoksa erkekliğin mi? Yoksa verilmiş ya da kazanılmış toplumsal statün mü? Örneğin; Milliyet blog yazarı ya da yazar olmak, statü anlamında senin değerini, diğer insanlar karşısında daha mı değerli kılar?

Herhangi bir ilişkide statüleriyle kendisine ya da karşısındaki kadın veya erkeğe değer biçenin değeri nedir? Statüler temelinde doğru bir etik ilişki kurulabilir mi? Statülerin ahlakı ve etik bir değeri var mıdır? Peki; etik ilişki nedir?

Etik ilişki, statü ve ilinek insan ilişkisinde birinciden başlayalım: İoanna Kuçuradi, “Etik” adlı kitabında, “Etik ilişki”yi şöyle tanımlar: Etik ilişki, (..) belirli bütünlükte bir kişinin belirli bütünlükte başka bir kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği insanlarla-, değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak yaşadığı her ilişki1.

Bu bağlamda, önce sorularla başlayalım: Kuçuradi’nin bu tanımını, belirlemesini de dikkate alarak, insana, insanın ahlaki eylemlerine bakmaya, sorgulayıp anlamaya çalıştığımızda ne görüyoruz? Ahlaki eylemlerimizin, kurduğumuz ilişkilerin temelindeki etik ilişkiyi, değer sorunlarını kavrıyor muyuz? Kavramayı, anlamayı bırakalım bir yana, ahlaki eylemlerimizin, ilişkilerimizin temelindeki etik boyutu, bunların taşıdığı değer sorunlarını birazcık düşünüyor muyuz? Hadi bunu da bir yana bırakalım, hangi eylemlerimizin ahlaki olup olmadığı üzerine kafa yoruyor muyuz? Yaptığımız ahlaki eylemin değerinin ne olduğunu sorguluyor muyuz?

Etik filozofu olan Kuçuradi, insanın değeri ve değerlerinden söz ediyor. Bunlardan söz ederken iki şeyi birbirinden özenle ayırıyor: İnsanın değeri ve insanın değerleri. Çünkü bunlar aynı kavramlardan oluşmuş ve aynı şeyleri çağrıştırıyormuş gibi görünse de birbirinden farklıdır.

Karşımızdaki bir insanı değeri ve değerleriyle birlikte değerlendirmek gerek. Çünkü karşımızdaki kim olursa olsun, onun, öncelikle bir insan olarak değeri vardır. Ve aynı zamanda o insanın değerleri…

Değeri ve değerleriyle birlikte değerlendiremediğimiz her insanı eksiltiriz. Eksilttiğimiz her insanla, aslında, farkında bile olmadan kendimiz de eksiliriz. Çünkü değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak doğru değerlendirip kavrayamadığımız, anlayamadığımız her insan yanılgılarımızın, yanlışlarımızın da nedenidir.

Gündelik yaşamın akıp giden olayları arasında, insanı değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak değerlendirmenin önündeki en önemli engellerden, bizi yanılgılara, yanlışlara götüren nedenlerden birincisi, karşılaştığımız kişilere statüleri üzerinden değer biçme yaklaşımı ve anlayışıdır. Oysa karşımızdaki insanı ya da kendimizi o an için sahip olunan statüyle değerlendirmek, statüye göre değer biçmek ya da değer atfetmek yapılan en büyük yanlışlardan biridir. Yalnızca yanlış da değil, aynı zamanda bu değerlendirme yaklaşımı ilinek insan oluşun göstergesidir. İlinek insan halinin dışavurumudur.

İlinek insan ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine; ilinek insan, hem kendisinin hem de karşısındaki ilişkide bulunduğu insanın değerini ve değerlerini, kendi dışlarındaki bir varlık, otorite, nesne ya da kişiyle ilişkisinin uzaklığı ya da yakınlığına göre belirler. Davranışının kaynağı, niteliği, biçimi ve değeri de buna göre şekillenir.

İlinek insan için statü de kendisinin ya da karşısındakinin değerini belirleme ve ona yönelik davranışını oluşturma ve sergilemede en önemli ölçütlerden biridir. İlinek insanın burada unuttuğu, belki de hiçbir zaman düşünmediği sorun ise, bu kabul çerçevesinde kurduğu ve yaşadığı ilişkilerin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemin kendisince ya da karşısındakince değeri ne olursa olsun, olumlu anlamda değer üreten değil, aksine değer tüketen bir ilişki olmasıdır.

Statüler ahlaki eylemde bulunmaz. Statüler etik ilişki kurmaz. Statülerin ahlakı yoktur. Bir başka deyişle statüler ahlaksızdır. İşte ilinek insanın temel yanılgılarından biri de budur. O statüyle değer kazandığını düşünür. Statüsüne saygı bekler. Oysa insana değer kazandıracak olan, kendisinde olmayanı ona katacak ya da sağlayacak olan statü değildir. Aksine, statüye ya da herhangi bir sıfata değer katacak, onu daha değerli ya da değersiz kılacak insandır. Dolayısıyla, saygı insana gösterilir. Etik ilişki insanla insanın ilişkisinde gerçekleşir. Statüler arasında ahlaki bir eylem, statüler arasında etik bir ilişki kurulamaz. Çünkü hiçbir statü ahlaki eylemde bulunamaz. Hiçbir statü etik bir ilişki kuramaz. Bunları gerçekleştirebilecek olan yegâne varlık insandır.

Ne var ki ilinek insan, kendisini ve ilişki kurduğu insanı değeri ve değerleriyle kavrama anlayış ve yaklaşımında olmadığı için, statüye sığınır ya da karşısındakine statüsüne göre davranmayı mübah görür. Karşısındaki insanın algıladığı ya da değer atfettiği, değer biçtiği statüsüne göre onun karşısında eğilir ya da böbürlenir. Onun karşısında “bütün küçük dağları siz yarattınız efendim” dercesine vecd içinde secde eden bir duruşa geçer. Ya da “bütün küçük dağları ben yarattım” dercesine, kendisine karşı vecd içinde bir duruş bekler.    Çünkü ilinek insana göre, değerliliğin ya da değersizliğin, önemliliğin ya da önemsizliğin ölçütünü belirleyen ne bir kişi olarak kendisinin bütünlüğüdür ne de bir birey olarak karşısındakinin bütünlüğü. Bunları belirleyen, kendi kabulleri temelinde, hem kendisinin hem de ilişki kurulan kişinin dışındaki, varlık, nesne, otorite, sıfat, statü, vb.dir. Kendisinin ya da diğerinin o varlıklarla ilişki düzeyidir.

Tüm bunları dikkate aldığımızda, ilinek insan için kurduğu ilişkinin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemin, söylediği sözün, dayandığı etik temelin ve ortaya çıkardığı değer sorunlarının önemi yoktur. Statüsüne, konumuna bağlı olarak, gün gelir, yerli ya da yersiz, doğru ya da yanlış olduğunu düşünmeksizin karşısındakine “ahlaksız” der, onu “ahlaksızlık”la itham eder. Bir başka ilinek insan durur mu? O da ona söyler aynı sözleri. Birkaç gün sonra bir de bakmışsınız ki, birbirine göre “ahlaksız” olan iki zevat el ele kolkola girmiş, yanak yanağa öpüşüyor. Oysa ikisinin de düşünmediği, belki de düşünüp kavrama gereği bile duymadığı hakikat ise şudur: Ahlaksız insanın olmadığı, ahlaksız insan olamayacağı hakikati.

Yukarıdaki satırlardan da anlaşılabileceği gibi, ilinek insan, yalnızca kurduğu ilişkilerin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemlerin temelindeki etik boyutu düşünmeyen, dikkate almayan bir insan değildir. Aynı zamanda etik tutarlılıktan da yoksun bir insandır. Bundan dolayı, ilinek insan, ilişki ve eylemlerinde değer üreten değil, değer tüketen bir kişidir.

İşte Kuçuradi, etik ve değer üzerine çalışmalarıyla, insanı değeri ve değeriyle birlikte değerlendirmek gerektiği bilincini, okuruna ve öğrencilerine aktarıp kazandırırken, yaşadığımız ve akıp giden toplumsal ilişkiler içerisinde de, bizleri insan, ilinek insan, değer ve değer sorunlarına ilişkin düşünmeye, sormaya, sorgulamaya yönelten, günümüzün yaşayan önemli düşünür ve filozoflarından biridir. Ve onun, yukarıda söylenenler bağlamında altını çizerek vurguladığı önemli hususlardan biri de şudur: Değerleri yeniden yeniden değerlendirebilmek gerek.

 Değerleri yeniden değerlendirmeyi bir bilinç haline dönüştürmek ise kendisinin ve kendisi dışındaki insanların değerini, yalnızca ve yalnızca kendilerinden başlatabilme bilincini kazanmış gerçek bireylerin yapabileceği bir iştir. İlinek insanların değil. Çünkü onlar, hukuken ne denli kişi bütünlüğüne sahip olarak görülseler ve değerlendirilseler de, hakikatte, kabulleri dolayısıyla, yanılsamalı bilinç hallerini gerçeklik ve hakikat sanma kötürümüdürler. Tıpkı; her bireyin insan olmasına rağmen, her insanın birey olmadığı, olamadığı hakikati gibi…









* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 İoanna Kuçuradi, Etik, sf. 4, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

14 Mayıs 2012

MEMUR MEMURLUĞUNU, MEMUR HADDİNİ BİLMELİ, HELE ÖĞRETMENSE...


Memur Memurluğunu, Memur
Haddini Bilmeli, Hele Öğretmense...

Atalay GİRGİN*

Ülkenin birinde hükümetin pek saygıdeğer, zat-ı muhterem bakanları, kuşluk vakti,  ağızlarını açıp konuştular. Memura verebilecekleri zammın ne olduğunu açıkladılar ya…  Sen misin açıklayan!!!

İnternetin her köşesinden, feryat figan sözler dökülmeye başladı hemen. Sanki ilk kez başlarına geliyormuş, sanki ilk kez böylesi bir durumla karşılaşıyorlarmış gibi… Kim bilir belki de ilk kezdir. Malum ben Türkiye’de yaşadığım için böyle şeylerle hiç ama hiç karşılaşmadım. Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız, sizler de karşılaşmamışsınızdır. Böylesi şeylerin Türkiye’de olması ne mümkün efendim!!!

Neyse… Konumuza dönelim:

Memur olan da memur yakını ya da memur emeklisi olan da döktürmeye başladı: Hükümet al zammını kaşına çal! Kaşına olmazsa başına çal! O da olmazsa …. çal!!! Bunu da beğenmedin mi? Nerene istersen orana çal!!!

Hükümetin ve kendisine dokunulması bile ibadet sayılan Hz. Başbakanın ve daha Hz.liği hak edememiş olan bilcümle bakanının, bu zammı nerelerine çalacağını bilemesek de, bu tepkinin umurlarında bile olmadığı kesin. Kim bilir ki belki de içlerinden “ateş olsalar cürümleri kadar yer bile yakamazlar. Bir de durmuşlar, boylarından büyük laflar ediyorlar” bile diyor olabilirler. “Olabilirler” diyorum, o ülkenin zat-ı muhterem başbakanının ve bakanlarının ne düşündüğünü nasıl bilebiliriz ki, değil mi? Benim ki bir tahmin işte…

Hükümet Şeyiyle Yetkili Sendikacılar

Hükümet ve kimi bakanlarıyla “can ciğer kuzu sarması” olmalarına ve onların “hık” deyicisine dönüşmelerine güvenerek “Yüzde bilmem kaç + kaç istiyoruz”  türünden açıklamalar yapanlar ise bir başka âlem… Memleketlerinde dağlar bir şeyler doğuruyor olsa gerek ki hükümetin çok yetkili bakanının açıklamasını duyar duymaz, şaşkınlıkla, “Aaaa… Dağ, hiç ama hiç bişeycik, farecik bile doğurmadı” sözleri dökülüverdi.

Malum, dünyanın hiçbir yerinde  halüsinasyonlar görmeyi herhangi bir kimseye yasaklamak mümkün değil. Keza birilerinin yanılsamalarını gerçeklik sanıp vecd içinde secde etmelerini de… Ne var ki, hükümet şeyiyle örgütlenip iki günde yetkili oluvermekle kendisini bir şey sananların unuttuğu bir hakikat var: Hiçbir dağ eğilmez.

13 Mayıs 2012

Etik Bağlamında Felsefe


Etik Bağlamında Felsefe
(TARAF Gazetesi'nin kitap eki TarafKİTAP'ın Nisan sayısında Başbakanın Günlüğü'ne ilişkin yayınlanan yazı...)
Özgül Bike YÜCALAN

Her olasılığı hesaplayabilirsiniz ama belirleyemezsiniz. Max Palanck’ın Kuantum Teorisi ve Werner Heisenberg’in Belirsizlik Kuramı’na da dayanan bu felsefi anlayış ve yaklaşımı, “Başbakanın Günlüğü” adlı romanında Atalay Girgin bir kez daha anımsatıyor okura. 

Yazar bu anımsatmayı söz konusu teorileri anlatarak ya da o bilim insanlarının adlarını belirterek yapmıyor. Aksine “Kemeutopyalılar roman dizisi” adını verdiği serinin ilk iki çalışmasında olduğu gibi, kurgulanan olaylar ve etik ilişkiler üzerinden sergiliyor.

Kahramanları fareler olan bir gezegenin kurgulandığı romanda, fabl türü anlatının ironik ve politik dili, akıcı bir üslup içinde olaylara, olaylar karşısındaki kişi ve kişiler arası ilişkilere eşlik ediyor. Bu boyutuyla siyasal bir roman niteliği de taşıyan “Başbakanın Günlüğü”nde, her şeyi belirlemeye ve kontrol etmeye çalışan bir iktidarın kırılganlığı da anlatılıyor. Keza iktidarın büyüsüne kapılıp sormadan sorgulamadan itaat ilişkisi içerisinde yapıp eyleyenler de…   

Romanda, son seçimleri, tüm rakiplerinin toplamından daha fazla oy alarak, ezici bir çoğunlukla kazanan bir başbakanın, kendini tek muktedir ve en güçlü gördüğü bir dönemde, kaybolan ve Kızıllar’ın eline geçen günlüğüyle birlikte gelişen olaylar sürükleyici bir dizi film gibi, neredeyse sinemografik bir tarzda kare kare kesintisizce sergileniyor. Romanın kahramanlarından birisi olan Başbakan, her şeyi kontrol edip hesaplamaya, tedbirlerini ona göre almaya çalışırken, en güvenli mekânında paçayı ele veriyor.

Bunlardan habersiz olan ve Başbakan’a yakınlığını ilişki kurduğu kişi ve kurumlar karşısında ayrıcalığa dönüştürmeye çalışan birileri ise bu geçici statülerini kendilerinden daha değerli görmeye ve başkalarına da algılatmaya yöneliyor. Yazar, gündelik yaşam içerisinde de sık sık karşılaşılan ve kişinin değeri ve değerlerinden çok onun statüsü ekseninde gelişen hatta belirlenen ilişki ve davranışları, etik açıdan sergilemekle kalmıyor, aksine belirginleşen şu sorular çerçevesinde bunları tartışmaya açıyor: Kişinin değerini ve değerlerini belirleyen statü müdür? Bir kişiye statüsüne göre mi davranmak gerekir? Yoksa değerine göre mi? Statüye değer katan değerinin ve değerlerinin bilincinde olan kişi midir? Yoksa kişiyi değerli kılan statüsü mü?

Çok yönlü, çok boyutlu, çok anlamlı çok katmanlı bir yapıya sahip olan her roman gibi, Başbakanın Günlüğü’nde de siyasal, psikolojik boyutun yanı sıra özellikle etik ilişkiler bazında felsefe öne çıkıyor. Yazar, romanda ironik anlatıyla yer yer okuru gülümsetirken, kurguladığı olaylar karşısında kişilerin tutum ve davranışları, kurdukları etik ilişkiler aracılığıyla da düşündürmeye, sormaya sorgulamaya yöneltiyor. Eğer amacı buysa Atalay Girgin’in, Başbakanın Günlüğü’nde bunu başarıyla gerçekleştirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Ve “Ya yarın olmasaydı?” derken, her şeyin hesaplanıp belirlenmeye, kontrol edilmeye çalışıldığı bir evrende, düşündüren bir başka kapıyı aralıyor. Elbette bakmaya, düşünmeye cüret edenlere…