“İnsanlık
Suçu” ve İlinek İnsan
Atalay
GİRGİN*
“İnsanlık suçu”
kavramının, uluslararası sözleşmelerde ve hukuk metinlerinde yer alışının
tarihi yakın zamanlara dayanır. Tıpkı soykırım kavramı gibi… Tıpkı pogrom
kavramı gibi… İlk kez İngiltere’de ve 19. yüzyıl ortalarında “İnsanlığa karşı
suçlar” kavramının kullanıldığı1 aktarılır.
Ancak kavram, 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) gündemine
gelmiştir.
Hem “insanlığa karşı
suçlar” hem de “insanlık suçu” kavramı yeni olsa da insanlığa karşı işlenen “insanlık
suçları”nın tarihi, insanlık kadar eskidir. Çünkü “insanlık suçu”nun yegâne
faili ve mağduru hem ahlaki hem de hukuki açıdan yalnızca insandır, insanlardır.
İster tarihsel olsun isterse güncel, her daim belli bir zamanda ve mekânda var
olan ve “şu” diye gösterilebilen insan ya da insanlar.
Bu kavramların genel
kullanımını dikkate aldığımızda, üzerinde yaşadığımız geniş coğrafyada da uzak
geçmişten günümüze dek, birçok farklı saikle, tarih boyunca defalarca “insanlık
suçu” işlenmiştir. Örneğin; Sivas katliamından Maraş katliamına, Ermeni tehciri
ve kırımından Osmanlı’nın Karaman Devleti halkına yaptıklarına, Trakya Olayları
ve 6/7 Eylül Olaylarından Dersim’e, Kerbela’dan Abbasilerin Emevileri bir
gecede katledişine, vb. olaylara dek. “İnsanlık suçu” kavramının yeni oluşu, tarihte
gerçekleşmiş olan bu ve benzeri eylemlerin “insanlığa karşı suç” ya da “insanlık
suçu” olarak nitelenmesinin ve değerlendirilmesinin önünde bir engel değildir.
Her “insanlık suçu”,
soykırım ya da pogrom değildir. Ancak; “bir insan topluluğunu ulusal, dinsel”2, siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik,
vb. nedenlerle yok etmenin ifadesi olan her soykırım, her pogrom; dahası, her
türlü köleleştirme, her sürgün, her siyasi veya diğer nedenlerle kovuşturma vb.
bir insanlık suçudur. Bu kaplam ve içlem ilişkisinde “insanlık suçu” kavramı
diğerlerini de içermektedir.
Peki; yukarıdaki
tanımlamaya rağmen, bunlar herkes için her yerde, her zaman ve her koşulda bir insanlık
suçu mudur? Bir suç eylemine “insanlık suçu” vasfı kazandıran ya da o eylemin, “insanlık
suçu” olarak sınıflandırılmasına, nitelenmesine neden olan temel nitelik ya da
unsurlar nelerdir? Bir insanı ya da insan grubunu “insanlık suçu” işlemeye sevk
eden nedir? Onu “insanlık suçu”nun aktif ya da pasif faili olmaya iten nedir?
Sorun, ulusal ya da uluslararası boyutta salt hukuksal olarak değerlendirilip
bir yana konulabilir mi?
İnsanlık
Suçu Salt Hukuka İndirgenemez
“İnsanlık suçu” ya da “insanlığa
karşı suçlar”, salt hukuka indirgenemez. Çünkü daha kavramsal tanımlama
boyutunda sorun hukuki olanı aşmaktadır. Belki de şöyle söylemek gerek: Hukukun
neliği ve gerçekliğini dikkate aldığımızda, kaçınılmaz olarak onu da içerecek
tarzda aslına rücu eylemektedir. Çünkü neyin ve nelerin “insanlık suçu”, “insanlığa
karşı suçlar” sayılacağı, tek tek insanlar olarak yasa yapıcıların ya da
kavramı tanımlayanların kabullerine göre değişmektedir. Bu da kavramı daha
baştan eleştiriye, sorgulama ve tartışmaya açık kılmaktadır.
Bu noktada, birileri
“Eğri oturup doğru konuşalım” dese de biz, doğru oturup doğru söyleyerek işe
başlayalım: “İnsanlık” kavramı, tüm kavramlar gibi soyuttur. “İnsanlık suçu” ya
da “insanlığa karşı suçlar” kavramı, genelliği ve soyutluğu temelinde bireysel
ve grupsal düzeyde insanın, insanların, hangi saiklerle olursa olsun, maruz
kaldığı her türden şiddeti, tecavüzü, yok etme eylemini, vb. kapsıyor gibi bir
algı yaratsa da bu bir yanılsamadır. Yine bir soyutlama düzleminde, bir insan
ya da insan grubunun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türden saldırının
tüm insanlığı kapsadığını, tüm insanlığa yöneldiğini sanmak da… Bu bir çelişki
olarak algılansa ve değerlendirilse de gerçekliğe ve eylemi yapanların siyasi,
ideolojik, felsefi, dini, etnik vb. kabullerine bakıldığında bir hakikattir.
Bir başka deyişle, işimize gelse de gelmese de gerçekliğin ifadesi…
Her iki kavram da hukuk
metinlerinden çıkıp yazınsal ve gündelik dile ne denli yerleşmiş ve kabul
görmüş olursa olsun neliği ve gerçekliği temelinde kişiden kişiye, bir
toplumsal, siyasal, dinsel grup ya da güç odağından diğerine değişmektedir.
Hukukun biçimselliği ve genelliği bağlamında söylenen bir yana gerçeklik bir
yanadır. Bundan dolayı bir kesime göre “insanlık suçu” ya da “insanlığa karşı
suçlar” kapsamında sayılan bir eylem bir başka kesime göre hiç de bu
niteliklere haiz değildir. Örneğin; Suriye’de olup bitenleri düşünelim: Bir
yanda iktidarı yitirmek istemeyenlerin, diğer yanda da dış destekli silahlı
muhalif grupların kendilerine karşıt olanlara karşı giriştiği, tüyler ürpertici
eylemler vardır. Bölgeye ilişkin hesapları doğrultusunda Suriye’deki rejimi ve
iktidarı değiştirmeyi hedefleyen ve isteklerini iktidardakilere kabul
ettiremeyenler için hükümet güçlerinin eylemleri “insanlık suçu”, “insanlığa
karşı suçlar” kapsamındadır. Ama silahlı muhalif güçlerinki “insanlık suçu” değildir.
Mevcut iktidar güçlerini destekleyenlere göre de tersi geçerlidir.
Bir başka açıdan da,
genelde yaşanan ve yaşanmış olan gerçeklik ne olursa olsun ve ona ilişkin
farklı gruplar ne söylerse söylesin, eğer söyledikleri egemenlerin kabulleri ve
söyledikleriyle çakışmıyorsa, olup bitenler “insanlık suçu”, “insanlığa karşı
suçlar” kapsamına girmez. Örneğin; savaş… Yerine göre, binlerce, yüzbinlerce,
milyonlarca insanın katline sebep olan savaşlar, neden, “insanlık suçu”
kapsamında değerlendirilmez ve o savaşların karar vericileri ve uygulayıcıları
“insanlık karşıtı suçlar”dan yargılanmaz? Ki savaş, yalnızca, uçakların,
tankların ölüm kusması, topların, bombaların patlaması, kan ve kurşun sesleri
değildir. Aksine açlığın, işsizliğin, yoksulluğun varlığı ve bunun sürdürülmesi
de bir savaştır. Bundan beslenmek de… Hadi; salgın hastalıkları, açlığı, kısa
bir süre de olsa, bırakın bir yana… Yaşama hakkına rağmen, toplumsal eşitsizlik
ve yoksulluk koşullarında, bebeklerin, çocukların temiz su bile içemeden ölmesidir.
Ne var ki en büyük
hukuksuzluklardan, en büyük vahşetlerden biri olan savaşın bile sözüm ona
hukukunu yapan egemenler, onu hukuksal ve toplumsal düzeyde
meşrulaştırmışlardır. Hem de “savaş suçları” diye bir kategori oluşturarak… Elbette bu meşrulaştırma yalnızca günümüzün
sorunu değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dün dinsel saikler ve söylemler bu
meşruluğun dayanağı ve güdüleyicisiyken, günümüzde hukuk, uluslararası hukuk en
önemli araç olmaktadır. Hukukun ve yasaların genelliği ve biçimselliği kimseyi
yanıltmasın. Çünkü o ulusal ve uluslararası düzeyde, genelliği ve
biçimselliğinin aksine her daim egemenin egemenliğini koruyup sürdürmesinin en
önemli meşruluk araçlarından biridir. Yeri ve zamanı geldiğinde onu yapanlar,
kendi yaptıklarını kendileri çiğnemekten hiç de geri durmazlar. Çünkü
yenilmedikleri sürece bu yaptıklarından dolayı onları yargılayacak birileri
yoktur. Hatta bazı durumlarda yenildiklerinde bile…
“İnsanlık”, “insanlık
suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kavramları da nelik ve gerçeklik düzeyinde,
egemenlerin bu genel tutumundan nasibini almaktadır. Uluslararası düzlemden
yerele inildikçe, kavramların kapsamlarına ilişkin belirlemelerde siyasal,
ideolojik, dinsel, vb. kabuller öne çıkmaktadır. Örneğin; bir insanlık suçu
sayılan soykırım, hem uluslararası sözleşmelerde hem de TCK’da “ulusal (milli),
etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenen
fiillerden meydana gelmektedir.”3 Doç. Dr.
Faruk Turhan’a göre, “Bu sayım sınırlıdır.” Çünkü “sosyal, siyasi, ekonomik
veya benzer gruplar soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil edilmemiştir.”
(aynı yer). Keza “dinsiz gruplar” da “soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil
değildir.” Neden? Dinsizlerin ya da egemenler ve toplum çoğunluğunca kabul
görmeyen siyasi grupların soykırıma uğratılmak da dâhil, katli vacip midir? Bu
gruplar “insanlık” kavramının kapsamına girmemekte midir? Bu grupların
mensupları insan değil midir?
İşte söz konusu
kavramlara ilişkin ortaya çıkan sorunlardan biri de budur: İnsan nedir? İnsanlık
nedir? Hukuki anlamda tanımlama ne olursa olsun, insan da insanlık da
içerisinde yaşanan koşullara, bu koşulların değişimine ve buradan hareketle de
toplumsal grupların ve bireylerin, siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabullerine
göre değişmektedir. Bu bağlamda bireylerin ve grupların karşılarındaki kişilere
yönelik değerlendirme, yaklaşım ve eylemleri de bir anda farklılaşabilmektedir.
Genelde hâlâ insan olarak değerlendirseler bile, değişen koşullar ve kabuller
temelinde, birilerince atfedilen ya da kendilerinin atfettikleri nitelikler
belirleyici olmakta ve bunun doğrultusunda, kendileri gibi olmayanların, yerine
ve duruma göre her türlü muameleye maruz bırakılmalarında herhangi bir sakınca
görmemektedirler. Dahası bunu meşru bir hak olarak değerlendirebilmektedirler.
Eğer tüm insanlar için bunun aksi geçerli olsaydı, Sivas’ta insanlar nasıl
yakılabilirdi? Ruanda’da yüzbinlerce insan üç-dört ay içinde nasıl
katledilebilirdi? Kahramanmaraş’ta inançlarından ve siyasi düşüncelerinden
dolayı insanlar nasıl öldürülebilirdi? Ama yakıldılar, öldürüldüler,
katledildiler. Peki; neden? Peki; kimler tarafından?
Ötekileştirme
ve Tehdit Algısı
“İnsanlık suçu” ve “insanlığa
karşı suçlar” kavramları ne denli problemli ve yerine göre ne denli muğlak olsa
da, bunların kapsamındaki fiillere maruz kalan, maruz bırakılan bireyler ya da
topluluklar öncelikle ötekileştirilenlerdir. Elbette yalnızca
ötekileştirilmemekte, aynı zamanda, ötekileştirenlerce kendi varlıklarına
yönelik tehdit olarak algılanmaktadırlar. Öyle bir tehdit algılaması ki, ötekileştirileni
ortadan kaldırmayı, yerinden yurdundan etmeyi, vacip, mubah ve meşru gösterecek
denli yaşamsal öneme sahip. Böylesi güçlü bir algılamanın temelindeki kabullerin
de en az eylemin kendisi kadar yaşamsal olması gerek.
Ötekileştirmenin ve
ötekileştirilmenin nesnel ve öznel etmenleri dikkate alındığında, sorunun, onu
kavramlaştırmak kadar basit olmadığını fark etmek mümkün... Çünkü felsefi ve
teorik boyutta, düşünsel olarak, öteki, ötekileştirme ve ötekileştirilme üzerine
önermeler kurmak, bunları temellendirmek fazlaca bir sorun yaratmaz. Ancak yaşanan
gerçeklik söz konusu olduğunda aynı durum geçerli değildir.
Bunun temel nedeni,
ötekileştirmenin ya da ötekileştirilmenin dünya-evrensel anlamda var olan,
ekonomik-sosyal-siyasal varlık koşullarıdır. Yaşanan toplumsal eşitsizliğin de
nedeni olan bu koşulları görüp algılayamayan ve dolayısıyla bunları değiştirip
dönüştürmeye yönelemeyen tek tek bireyler ya da gruplar ise var olan durumun
sorumlusu olarak kendisi gibi olmayanları ya da kendisine ‘düşman’ olarak,
öteki olarak işaret edilenleri görmektedir. Bu algı bireylerde belirginleşip
toplumsal gruplar nezdinde genelleştirildikçe her şey kuvveden fiile dönüşmeye
hazır demektir.
Böylesi dönemlerde bir
yanda ‘biz’ vardır, diğer yanda da ‘öteki’ ya da ‘ötekiler’. ‘Öteki’ ise bazen
‘biz’le aynı dinden olmayandır; bazen aynı dinden olsa da aynı mezhepten
olmayan… Bazen ‘biz’le aynı dili konuşmayandır, bazen derisinin rengi ‘biz’den
farklı olan… Bazen ayrı etnik kökene sahip olandır, bazen ‘biz’den farklı
giyinen, düşünen, söyleyen, eyleyen… Bazen aynı etnik kökenden, aynı ulustan
olsa da farklı düşünen, farklı inanca sahip olandır. Bazen de yalnızca gözünün
üstündeki kaşı eğri olan... Abarttığımı düşünüyorsunuz belki de… Ama bu konuda
yargınızı vermeden önce, Ruanda’da yaşananları aktaran iki filmi izlemenizi
öneririm. Biri Hotel Ruanda, diğeri ise Kara Nisan… Hatta, “Kelebekler
Zamanı”nı da…
Yanılsama, bireylerin
ve toplumsal grupların bilinçlerinden taşıp eylemlerine yön veren maddi bir
güce dönüştüğünde, gerçekliğe ve hakikate galebe çalmaya başlar. Ve sözüm ona
mutlu son, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanan, kuyunun dibindeki kurbağaların,
düne kadar birlikte yaşadıkları ama kendilerinden farklı olanları, her türlü
şiddeti kullanarak temizlemesi, sindirmesi, yerinden, yurdundan etmesiyle
gerçekleşir. Zincirlerinden boşanmış ve kutsanmış bir şiddet, cinnet ve vahşetle…
Ötekileştirilmiş olanların yakılmış, öldürülmüş, katledilmiş cansız bedenleri,
tecavüz edilmiş kadınları, yıkımları, sürgünleri, yersiz yurtsuz
bırakılışlarıyla kazanıldığı sanılan kutsal bir zafer ve uzaklaştırılan tehdit
algısı…
Oysa toplumsal eşitsizliğin
varlık koşulları ortadan kaldırılmadığı sürece, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel,
ideolojik, vb. boyutlarıyla öteki hiç bitmez. Tehdit algısı hiç ortadan
kalkmaz. Dahası ötekileştirilene ve tehdit algısına ilişkin yanılsamaları
besleyip güçlendiren, bu yanılsamayı kutsalın kundağına beleyip büyüten her
türden milliyetçilikler, her türden dinsel temelli siyasal ideolojiler ve dahi
dinler gibi… Bu koşullar altında bir kısır döngünün sarmalında savrulur durur
insan… Bir gün fiilin failiyken bir başka gün benzer bir fiilin failinin
kurbanı… İlinek insanın makûs talihidir bu… Çünkü ilinek insanın sığınağı
dinlerdir, dinsel temelli siyasal ideolojiler ve milliyetçiliklerdir. Bunların
silahı ve gücüyse ilinek insan… Birbirlerini üretip duran yanılsamalarla hayat
bulup yanılsamalarla kötürümleşen insanlar ve ideolojiler… Ne hazin… Biri her
şeyi kendi rengine boyamaya çalışıyor, birileri de tek bir renkle gökkuşağı
çizebileceğine inanıyor hâlâ…
“İnsanlık
Suçu”nun Faili Devlet Değildir
İlinek insan, kendi değerini
kendinden başlatmayan, aksine değerini kendi dışındaki bir varlıkla ilintisi
temelinde kuran ve belirleyen insandır. Bu varlık, kimine göre Tanrıdır /
Allah’tır ve onunla ilişkisi temelinde dindir. Kimine göre, devlettir,
örgüttür. Kimine göre statüdür; kendisine verilmiş bir statü ya da statü sahibi
birileriyle ilişkilenme hali. Kimine göre etnik ya da ulusal aidiyet ve onunla
özdeşleşme. Kimilerine göre de bunların hepsi ya da bir kısmı.
İlinek insan, aklını
bunların önceliği temelinde kullanır. Aklını, bilinçli ya da bilinçsizce
bunların ipoteğine verir. Onun düşünüş,
söyleyiş ve eyleyişine yön veren kendi dışındaki varlıklardır. Ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini
kendisinden başlatır. Aksine bunları belirleyen, bireyin dışında olan ve onun
olumlu ya da olumsuz anlamda değer atfettiği varlıklardır. Bundan dolayı
karşısındaki kişiyi değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir insan
olarak görmez. Tıpkı kendisi gibi…
İlinek insan, aklını
hizmetine sunduğu kendi dışındaki varlıkların kararlarını sorgulamaz. Onun
için, bu varlıkların, kurumların, kişilerin, emirleri, yasakları, günahları,
sevapları sorgu sual gerektirmez. İlinek insan mensubiyet duygu ve düşünceleri
içinde kendisi gibi olanlarla, kendisi gibi olmayanlara karşı akıntıya kapılıp
gitmeye hazırdır. Yeter ki çekip çevirmeye hazır çoban olsun. Sürü bilincini
içselleştirmiş tipik bir kişidir ilinek insan. O; Sivas’ta kendisi gibi
olmayanları ateşe verip yakan Müslümandır. O; 6/7 Eylül’de Demokrat Parti ve
şürekâsının tezgâhına kendini kaptırıp başta Rumlar olmak üzere, azınlıklara
ait her şeyi talan eden, yakan yıkan, hatta kadınlarına tecavüz eden, Müslüman
ve Türk’tür. O; Kahramanmaraş’ta Alevileri ve solcuları katleden, ülkücü,
milliyetçi, faşist, Müslüman’dır. O; tarihte Türkçe’yi ilk devlet dili ilan
eden Karaman Devleti’ni ve halkını katleden, kadınlarına tecavüz eden,
Osmanlı’nın medar-ı iftiharı, muzaffer askeri, Müslüman-Osmanlı’dır. Velhasıl
o, tarihin her döneminde, ötekileştirilenlerin “ak mintanlarına kılıcının
kanını silen”, bilinçli ya da bilinçsizce efendileri için öldürürken kahraman,
ölürken şehit olacağına inanandır.
Tüm katliamlarda,
savaşlarda insan vardır, öncelikle de ilinek insan. Ama buna rağmen, tüm
katliamların, tüm soykırımların, tüm işkencelerin, tüm “insanlık suç”larının ve
“insanlığa karşı suçlar”ın sorumlusu olarak ilan edilenler ise devletler ve
günah keçisine dönüştürülen örgütlerdir. Oysa devletler de örgütler de suç işlemez.
Ne hukuki, ne etik, ne de ahlaki anlamda. Çünkü devletlerin de örgütlerin de
ahlakı yoktur. Bunların hiçbiri ahlaki eylemde bulunmaz, etik ilişki kurmaz.
Bunların hiçbirinin etiği de hukuku da yoktur. Onlara ilişkin var olduğu
yanılsamasına neden olan hukuku belirleyen de etik kuralları oluşturan da
insanlardır. Ve bunlar doğrultusunda sormadan sorgulamadan eyleyen, “ne yapayım
kurallar, yasalar böyle” diyenler ise konumları ve sıfatları ne olursa olsun ilinek
insanlardır.
Saiki ne olursa
olursun, ahlaki ve hukuki anlamda ilinek insanın rolünü ve etkisini
sorgulamayan ya da dışarıda bırakanlar için, başlangıçta “İnsanlık suçu” ya da
“İnsanlığa karşı suçlar” kavramı, devletin insanlara yönelik giriştiği insanlık
dışı eylemlerine atıf yapılarak belirtilen bir kavram niteliği taşımıştır.
Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın ilanına kadar bu kavram, devletlerin kendi
azınlıklarına karşı yürüttüğü insanlık dışı faaliyetleri ifade etmek için
kullanılmıştır.”4
Burada temel kabul, eylem
yapanın devlet olduğudur. Devlet’in, akıl sahibi bir varlık olarak düşünen,
söyleyen, eyleyen, planlayıp buyuran, sevk ve idare eden, vb. bir özne olduğu
yaklaşımı ve anlayışı belirleyicidir. Oysa devlet, kendisine atfedilen değer ve
nitelikler ne olursa olsun, bir özne değil, aksine yalnızca uzlaşımsal
kurumlardan biridir. İnsana dışsal olan tüm toplumsal kurumlar gibi, ahlaki,
hukuki eylemlerden, etik ilişkiden aridir. Eylemden ari, yani eylemeyen,
söylemeyen kurumların, bir başka deyişle öznelik vasfı olmayanın, herhangi bir
sorumluluğu da yoktur. Dolayısıyla, tarihin hiçbir döneminde, yapılan eylemlere
ilişkin, devlet ya da örgüt kararından söz edilemez. Alınan her kararın ve o
kararlara istinaden yapılan ya da yapılmayan her eylemin ahlaki ve hukuki
anlamda yegâne sorumluluğu, “şu” diye gösterilen insana aittir. Bilinçli ya da
bilinçsizce kendi dışındaki kurum ya da varlıklara atfettiği değer ya da
değerlerle kendini onunla özdeşleştiren, onun ilineğine dönüştüren insana…
Devletle ilişkilenişleri ya da bir eylem
karşısında devlete ilişkin pozisyonları ne denli farklı ve karşıt olursa olsun,
bazı insanların “Devlet için yaptım.” deyişleriyle, bazılarının da “Sorumlu
devlettir. Devlet hesabını versin! Devlet hesap sorsun!” deyişleri arasında
ilinekleşme açısından bir fark yoktur. Saikleri ve kaygıları, hareket noktaları
ve beklentileri ne olursa olsun, her iki yaklaşım da insanın kendini, kendi
dışında var olan ve olumlu ya da olumsuz anlamda yücelttiği bir varlık
karşısında ilinekleştirmesinin ifadesidir. Tıpkı herhangi bir eylemin
cezalandırılmasında işin Allah’a / Tanrı’ya havale edilmesinde olduğu gibi… Tıpkı
karar yanlış bile olsa “Şeriatın kestiği parmak acımaz” yaklaşımında olduğu gibi…
Bu yaklaşım ve anlayış, bir yanıyla olaylar ve durumlar karşısında kişinin
kendini paranteze alarak, değerleri yeniden değerlendirmesine engel olurken;
diğer yandan da hem kendini hem de doğrudan ya da dolaylı ilişkide bulunduğu
kişiyi değeri ve değerleriyle bütünsel bir varlık olarak kavramasına engel
olmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü farkında olsun ya da olmasın, kendini
paranteze alan her kişi, aslında insanı paranteze almaktadır.
“İnsanlık
suçu”nu yeniden tanımlamak
“İnsanlık suçu”nu,
“insanlığa karşı suçlar”ı, hiçbir
boyutta insanı paranteze almadan, ahlaki ve hukuki sorumluluğu bağlamında
yeniden tanımlamak gerek. Buradaki hareket noktası da, değeri ve değerleriyle
insan ve insan hakları olmalı.
Elbette, toplumsal
eşitsizliğin, insanın insanı sömürüsünün ve tahakkümün, ekonomik, sosyal,
siyasal, dinsel, cinsel vb. düzeylerde yeniden yeniden üretildiği koşullar
altında, sınıf sıfatsız bir demokrasi ve sınıf sıfatsız bir insan haklarından
söz etmek, nelik ve gerçeklik ilişkisi söz konusu olduğunda, bir yanılsamadır. Ne
var ki teorik ve biçimsel olan, genelliği kapsamında bu ayrımı örter, bunun
bilince çıkmasının, çıkarılmasının önünde ideolojik bir perde oluşturur. Ancak,
genelliğine rağmen felsefeyi, “teorideki sınıf savaşı” olarak niteleyen
Althusser’in sözünü unutmadan ve yanılmayı ve eleştirel bir tartışmayı göze
alarak, nelik ve gerçeklik ilişkisini de göz ardı etmeden yeni bir tanımlama
yapmak, yeni bir tanımlama girişiminde bulunmak mümkün.
Buradan hareketle;
resmi görevli veya sivil kişi ve toplulukların, resmi otoritenin ya da gayri
resmi grupların yönlendirmesiyle, saikleri ne olursa olsun, kasıtlı ve
sistematik olarak, bir bireyin ya da insan topluluğunun, sosyal, siyasal,
ekonomik, vb. temel insan haklarını ortadan kaldırmaya, bunların kullanılmasını
engellemeye, onların yaşamsal varlığını yok etmeye yönelen, kişi bütünlüklerine
zarar veren her türlü eylemi bir insanlık suçudur. Dolayısıyla, “insanlığa
karşı suçlar”ın dayanağı ve referans kaynağı da insan haklarıdır. Suçun faili
ve yegâne sorumlusu da kasıtlı ve sistematik eylemin, öncesinde ve sonrasında
doğrudan ve dolaylı olarak parçası olan insandır, insanlardır.
“İnsanlık suçu”nun,
insan hakları, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip insan temelinde
belirlenmesi, işsiz bırakmaktan herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve
sigortasız çalıştırmaya, anadilinde eğitim öğrenim hakkına engel olmaktan soykırım,
tehcir, işkence, tecavüz, vb. eylemlere dek her şeyi kapsamına alır. Elbette bu
geniş bir çerçeve ve kapsam olarak değerlendirilebilir. Ve elbette bu
egemenlerin masa başındaki temsilcilerince kabul görmeyebilir. Çünkü suç tanımının
yapıldığı yerde ceza da vardır.
Ceza söz konusu
olduğunda, kasıt ve sistematiklik temelinde suçun insanlık ya da “insanlığa
karşı” olma vasfı dikkate alındığında, bir eylem silsile yoluyla eylemin
doğrudan ve dolaylı faillerini de sorumluluk altına sokar. Bu durumda ceza,
yalnızca yakalanan ya da günah keçisi ilan edilen failler için değil; aksine,
istihbaratı eksik yapandan, bilgi ve belgeleri, delilleri eksik toplayan,
karartan gizleyen, yok eden; elindeki bilgileri doğru değerlendirmeyen savcı ve
yargıca, faili saklayandan kasıtlı olarak onu yakalamayana, kararı alandan onu
uygulayana, vb. dek süreçle ilintili herkes için geçerli ve kapsayıcı olur. Ki
bu durumda, hiç kimsenin “Emir böyleydi. Ben emri uyguladım!” ya da “Ben kuralı
uyguladım. Yasada ne yazıyorsa onu yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılması,
sorumluluktan ve dolayısıyla cezadan kurtulması söz konusu değildir. Keza,
onlarca insanın öldürülmesinden, katledilmesinden sonra, kamera karşısına
geçip, “Yanlış istihbarat! Bir hata olmuş. Ölenlerin ailelerine tazminat
ödenecektir!” diyerek bir insanlık suçunun bedelini tüm toplumun üzerine
yıkması da söz konusu olamaz. Çünkü böylesi bir açıklama ve girişim, en
hafifinden hem öldürme kararını verenleri, hem de sorgusuz sualsiz kararı
uygulayanları koruyup kollamak ve onlarla suç ortaklığı yapmaktır. Dahası, bir
insanlık suçunun doğrudan ya da dolaylı, aktif ya da pasif faili oluşun itirafıdır.
Ne var ki, değerleri
yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan; kendini bile değeri ve
değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmekten yoksun olan ilinek insan,
statüsü ne olursa olsun, bunun üzerine gitmez, gidemez. Çünkü o “insanlık
suçu”nun da yukarıdaki yeniden tanımlama bağlamındaki içerik belirlenmesini de
kabul etmez, edemez.
Oysa bir insanlık suçu
karşısında, sorumluları korumaya, olayı kapatmaya, geçiştirmeye yönelik
açıklamalar yapan bir yetkili, nasıl ki bu işin doğrudan ya da dolaylı
failiyse, bu açıklamaları yapana yönelik dava açmayan, onu yargılamaya
yönelmeyen savcı ve yargıçlar da eylemin ilintili failine dönüşür. Hukukun
öncelikle usul olduğu ileri sürülerek, hukukun biçimselliğinin ardına sığınarak
buna karşı çıkmak mümkün olsa da bu ne gerçekliği değiştirir ne de insanı
sorumluluktan kurtarır. Aksine yalnızca hakikatin üstüne bir parça daha toprak
savurup yanılsamaları güçlendirmeye yarar. İdeolojik körlüğü arttırır.
İdeolojik körlerin sayısının arttığı yerde de, gözlerini kendi gözleri
kılabilenlerin sayısı azalır.
Sonuç olarak; ilinek
insanı üreten toplumsal yapı ve anlayışlar var olduğu ve onu üreten toplumsal
koşullar ortadan kaldırılmadığı sürece, şu ya da bu ölçüde “insanlık suçu”, “insanlığa
karşı suçlar” yok olmayacaktır. Keza, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel,
cinsel, vb. boyutlarıyla insanın insanı sömürüsüne ve tahakkümüne dayanan ve
bunları yeniden yeniden üreten koşullar dünya-evrensel düzeyde varlığını
koruduğu sürece de…
Bundan dolayıdır ki,
“İnsanlık suçu”nu “İnsanlığa karşı suçlar”ı top yekûn “asar-ı atika müzesi”ne
göndermenin yolu, hem ilinek insandan hem de onu üreten koşullardan kurtulmaktan
ve her ikisine karşı da sistemli bir örgütlenme ve mücadeleden geçmektedir. Ve
bu mücadele ve örgütlenme de söylendiği kadar basit ve kolay değildir. Aksine
kararlılık ve sabırla, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde etik bir
tutarlılıkla sürdürülen meşakkatli, özverili bir mücadeleyi
gerektirmektedir. Ancak, dünyayı
değiştirip dönüştürmek, yeni bir dünya yaratmak isteyenlerin de başka seçeneği
yoktur. Elbette, egemene teslim olup, değerleri yeniden değerlendirme
bilincinden yoksun olan ilinek insanlar güruhunun safına geçmeyi seçmeyenler
için… Elbette, gökkuşağı çizmeyi, gökyüzünü tek bir renge boyamaya
indirgemeyenler, kendilerini bu yanılsamaya kaptırmayanlar için… Elbette,
aklını ve bilincini birilerinin ipoteğine vermeyi, ideolojik körlüğü seçmeyen
ve hâlâ gözlerini kendi gözleri kılmaktan vazgeçmeyenler için…
17 Haziran 2012
1 http://sorular.rightsagenda.org/soru-cevap/?g=7, İnsan Hakları Gündemi Derneği.
İlgili paragrafın tamamı: "İnsanlığa Karşı
Suçlar" kavramı 19. yüzyılın ortasında ortaya çıkmıştır. Bu tür suçların
ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşının sonunda görülmesine rağmen, 1945'deki
Nürnberg Mahkemesi Şartı'na kadar uluslararası bir belgede toplanmadılar.
Nürnberg Şartı'nda tanımlandığı haliyle İnsanlığa Karşı Suçlar, takip eden
yıllarda BM Genel Kurulu tarafından uluslararası hukukun bir parçası olarak
tanındı ve Eski Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemeleri
Statüleri de dahil olmak üzere, daha sonraki pek çok uluslararası belgede
kapsamı belirlendi. Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü, 17
Temmuz 1998'de kabul edildiğinde İnsanlığa Karşı Suçlar ilk kez uluslararası
bir antlaşmada tanımlanmış oldular.
Statü,
insanlığa karşı suçları, sıradan suçlardan sahip olduğu yargılama yetkisinden
dolayı üç biçimde ayırır:
Birincisi, insanlığa karşı suçlar
başlığı altında işlenen cinayet gibi suç oluşturan eylemler, "geniş
ölçekli ve sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş" olmak
zorundadır. Bununla birlikte, buradaki saldırı kelimesi askeri bir saldırı
anlamında algılanmamalıdır. Sınır dışı etmek ve zorla yerinden etmek gibi
kanunları ve idari önlemleri de kapsayabilir.
İkincisi, eylemler "sivil bir
nüfusa karşı yöneltilmek" zorundadır. İnsanlığa karşı suç düzeyine
yükselmeyen tek başına, izole, ayrı ya da rasgele eylemler bu sıfatla
kovuşturulamaz. Sivil nüfusun arasında çok az sayıdaki askerin varlığı, onları
sivil karakterlerinden mahrum etmek için yeterli değildir.
Üçüncüsü, eylemler "bir Devlet
ya da organizasyonla ilgili politikaya" uygun bir şekilde
gerçekleştirilmiş olmak zorundadır. Bu yüzden, suçlar bizzat devlet görevlileri
ya da onların kontrolündeki kişilerin teşvik ettiği eylemler yoluyla ya da onların
ittifakı veya rızasıyla işlenebilir, örneğin ölüm mangaları gibi1.
İnsanlığa karşı suçlar, aynı zamanda
hükümetle hiçbir bağlantısı bulunmayan, asi gruplar ya da silahlı muhalif
örgütler gibi organizasyonların politikalarına uygun olarak da işlenebilir.
2 Türkçe Sözlük, Soykırım maddesi,
sy, 1797, 10. Baskı.
3 Doç. Dr. Faruk Turhan, “Yeni Türk Ceza
Kanunu’nda Uluslararası Suçlar” makalesi.
4 Dr.Ezeli
Azarkan, Uluslararası Hukukta İnsanlığa Karşı Suçlar, başlıklı makale, sf. 1.