03 Ağustos 2022

MEB Bürokrasisinde Bitmeyen “Özel Aşk”

 

MEB Bürokrasisinde Bitmeyen “Özel Aşk”

Atalay Girgin*

Milli Eğitim Bakanlığı bürokrasisinin bitmek bilmeyen iki “özel aşkı” vardır. Ve her ikisi de asli işinin eğitim olduğu söylenen bir kurum için güvenilmezliğin ve şaibenin alamet-i farikasıdır. Hele de ‘Bakan’ından teferruatına dek ağzını açan her yöneticisinin ahlâktan, dinden, etikten, milli ve manevi değerlerden, erdemden dem vurduğu bir kurum için…

Bir eğitim kurumu için her biri birbirinden önemli ve vahim olan, bu ibretlik iki “özel aşk”ın birinden başlayalım. Önce “Özel Hesaplar”…

“Özel Hesap”ların “Özel”i Var

Bunlardan ilki, “Sayıştay Raporları”nda da defalarca belirtilen MEB bütçesiyle ilişkilendirilmeksizin, bütçe ve muhasebe sisteminin dışında ve özel bankalarda açılan ve kimlerin adına olduğu gibi, sayısına ve büyüklüklerine de bir türlü erişilemeyen, belirlenemeyen “özel hesap”lardır. Buralarda neler olup bittiği Sayıştay denetimleri sırasında bile denetçiler tarafından tespit edilememektedir.

Ancak bu “özel hesap”lar arasında daha da “özel” başka hesaplar da vardır. Bunlar da döviz cinsi olanlardır. Ve kaynağı uluslararası kuruluşlardır.

Çocukların eğitim-öğretimi için, proje bazında ve hibe olarak gelen bu dövizler, yine MEB bütçesi ve muhasebe sisteminin dışında tutulmakta, zorunlu olmadıkça muhasebe sistemine dâhil edilmemektedir. Acaba neden? Sayıştay denetçileri okuduklarını anlayamadıkları için mi? Yoksa MEB yöneticileri ilgili belgeleri Sayıştay denetçilerine vermedikleri ya da onlardan sakladıkları için mi?

Sayıştay Raporlarında yazılanlara göre, bu döviz cinsi paraların, yasa gereği, Merkez Bankası’nın muhabir bankası olan Ziraat Bankası’ndaki hesaplara yatırılması gerekmektedir. Yani buna ilişkin TBMM onaylı bir yasa vardır. Buna rağmen, mahir MEB bürokratları, “Kim takar TBMM’yi? Kim takar yasayı masayı?” dercesine, bu dövizleri kimin adına açıldığı, sayısının ve büyüklerinin ne olduğu tespit edilemeyen özel bankalardaki “vadeli özel hesap”lara yatırırlar. Yani bir de faiz alırlar. Ancak bu “özel hesap”lar gibi o hesaplardan alınan faizin başına neler gelip gelmediği de tespit edilemez.

30 Temmuz 2022

Fikret Başkaya: ÇIKIŞ BURADAN

 

Fikret Başkaya: ÇIKIŞ BURADAN… 

Son kitabınız için “Paradigmanın İflası’yla başlayan yolculuğun önemli bir durağı” diyorsunuz. Resmi ideolojinin hurafelerini teşhir edip eleştirdiğiniz Paradigmanın İflası’ndan eko-sosyalist bir paradigmayı çözüm olarak işaret ettiğiniz son çalışmanız Çıkış Buradan:Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek’e bir hat çizecek olursanız, ne söylersiniz?

Fikret Başkaya: Mülkiye’den mezun olduktan sonra doktora yapmak üzere 16 Mart 1966’daFransa’ya gittim.  Orada, Sorbonne’da, ilk yaptığım akademik çalışma Küba’da planlama üzerineydi. Birleşmiş Milletler Örgütü 1960- 1970 aralığını “Birinci Kalkınma Onyılı” ilan etmişti. BMÖ, Kanada eski Başbakanlarından LesterPearson başkanlığında bir komisyondan 10 yılın değerlendirmesini istemişti. Rapor 1970’de yayınlandı… Hocam Jean Gabillard’da benden o raporla ilgili bir çalışma yapmamı istedi… İkinci akademik çalışmam “Pearson Raporu ve Azgelişmişlik”ti… Az Gelişmiş Ülkelerde Sanayileşme başlıklı doktora tezimle de doktora unvanını kazanıp Türkiye’ye döndüm. Türkiye’ye döndükten sonra ilk yazdığım kitap Az Gelişmişliğin Sürekliliği oldu. Daha sonra, arada başka kitaplar olmakla beraber, Paradigmanın İflası’nı yazdım. Onu Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto, Çöküş – Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme ve Eko-Sosyalist Bir Paradigma: Komünist Topluma Giden Yol takip etti. Son olarak da Çıkış Buradan’ı kaleme aldım.

Bütün bu kitaplardaki tema “mevcut durumdan nasıl çıkılabilir?” sorusuna odaklı aslında. Dolayısıyla aralarında bir tamamlayıcılık ve süreklilik var. Amacım sorunlar ve çözüm yollarına dair bir netleştirme sağlamak. Son kitabımı da bu bütünlük içinde ele almak, bu dizinin sonuncusu olarak görmek gerekiyor. Kapitalist dünya sistemi ve Türkiye’deki rejimin eleştirisini konu alan kitaplar bunlar… Velhasıl, anlamayı ve aşmayı sorun eden kitaplar. Eleştirmek son derece önemli, ama radikal eleştiri olmak kaydıyla….

Radikal eleştiriden kastınız nedir?

Radikal olmayan eleştiri sorunun etrafında dolanmaya yarar. Radikal eleştiriyse sorunların kaynağına iner ve kaynağında kavrar. Entelektüelin misyonu sadece eleştirmek değildir yada eleştiri tek başına amaç değildir. Eleştiri değiştirmeyi, dönüştürmeyi potansiyel bir olasılık haline getirir… Tabii eleştiri radikal eleştiri… Amaç, çözüme giden yolu aralamaktır…

Paradigmanın İflasının birkaç yıl önceki yeni baskısına yazdığınız önsözde, kitabı şimdi yazsanız adını “Çöküş” koyacağınızı söylüyorsunuz. Neden?

Paradigmanın İflası’nda, yayınlandığı tarih itibariyle (1991), geride kalan 90 yılın eleştirisi var. Aradan geçen zamanda kafamdaki sorun daha da netleşti. Çöküş 30 yıl sonrasını daha iyi ifade ediyor…

“Türkiye artık bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda” diyorsunuz son kitabınızda da. Yaşananın bir “kriz” değil “çöküş” olduğunu vurguluyorsunuz. Yaşananı kriz değil de çöküş olarak nitelemek neden önemli? Kelimenin somut manasıyla farkı belki idrak edebiliyoruz ama derinine indiğimizde fark nedir? Örneğin, bir krizden çıkış mümkün olsa da çöküş için aynı şeyi söyleyemeyiz, değil mi?

Kriz verili denge durumundan, “normalden’ bir sapmayı ifade eder ama ‘geri dönüşü, normale dönüşü de imâ eder… ‘İşte kalp krizi, böbrek krizi, sinir krizi geçirmiş” denir. Potansiyel bir geri dönüşü ima eder… Çöküş dendiğindeyse artık geri dönüşü olmayan eşik aşılmıştır. Bu da artık işlerin eskiden olduğu gibi yürümesinin mümkün olmadığı demeye gelir… Eski önlemlerin, politikaların bir işe yaramadığı durumu ifade eder…

TOLSTOY’U ANLAMAK

 

TOLSTOY’U ANLAMAK…

Dr. Halit Suiçmez(iktisatçı-yazar) 

Lev Tolstoy..1828-1910. 82 yıllık bir ömür..bir ömürde bir çok yoğun hayat..

Büyük romancılıktan, hıristiyan reformculuğuna, ahlakçı düşünürlükten, çarlık düzeni
eğitimi karşıtlığına ve köy çocuklarına okul açıp ilerici öğretim yöntemlerinin uygulayıcılığına, ruhsal bunalımların gel-gitlerinden mutlu aile ve yüksek gelir rahatlığına, soyluluk ve toprak sahipliğinden, basit köy yaşamına dönmeye..İsa’yı, hıristiyanlığı yeniden yorumlayış ve dinin güncelde çıkar uğruna “kullanılış” biçimlerine kadar derinlikli, incelikli, geniş ufuklu bakışlar..yazılar..

Yaşamının uzun bir döneminde “yaşamın anlamı” hep sorduğu ve sorguladığı bir konu olmuştur.

Dünyanın çok önemli bir coğrafyasında, çok önemli bir devlette, çok önemli bir yüzyılda yaşamış.. Büyük yer altı zenginliklerinin olduğu, tarihsel bir Çarlık ülkesinde ve bilimde, sanatta, siyasal planda büyük gelişme ve dönüşümlerin olduğu on dokuzuncu yüzyılda.

Bir deha. Edebiyat ve Sanat devi..

Elbette çelişkileri, açmazları, zaafları ve kabul edilemez düşünceleri olan çok ilginç bir kişilik..

Hepsini sırasıyla olmasa da bu yazı bütünlüğü içinde yazacağım.

Kırım savaşına katılması ve sonradan ordudan ayrılması..

İnsan anlayışı, üzerinde tez yazılabilecek nitelikte.

İnsanın bir doğal durumu olduğuna inanan Tolstoy, toplumun insanı bozabildiğini söyler.

Ve bu karşıtlığı Kazaklar adlı yapıtında büyük bir ustalıkla işler.

Tolstoy 1862’de Sonya ile evlenir. 15 yıl mutlu bir aile babasıdır, 13 çocuğu olur.

Başyapıtları sayılan Savaş ve Barış,(1865-1869) ile Anna Karenina(1875-1877)’yı yazar.

Savaş ve Barış, 1805-14 arasını kapsar, beş soylu ailenin öyküsü anlatılır, arka sahnelerde Rus toplumsal yaşamı verilir, Napolyon ordularıyla mücadeleler vardır, köylülerle soylular, askerlerle subaylar, Fransız İmparatoru ile Rus Çarı, kırsalla kentsel yaşam ve savaşlar gerçekçi biçimde anlatılır.

Betimlemeler gerçekçidir ama daha sonra yazdığı makalede ortaya koyduğu “tarih felsefesi ve tarihsel belirlemelerin önüne geçilemeyeceği” tezleri çok tartışmalıdır.

‘İnsanlık’ Değil, Kapitalizm

 

İnsanlık’ Değil, Kapitalizm… 

Fikret Başkaya 

Atmosfer ısınmaya devam ediyor, biyo-çeşitlilik ve canlı türleri hızlı bir tempoyla azalıyor, şimdilerde yok oluşun normalin 100 ila 1000 kat arttığını tahmin ediliyor… Bilim insanları önümüzdeki on yıllarda ekosistem için vazgeçilmez olan 1 milyon türün yok olacağını haber veriyor ve insanın da ‘o türlerden biri’ olduğu pek akla gelmiyor… Kuraklık, seller, orman yangınları artıyor, deniz seviyeleri yükseliyor, okyanuslar tuzlanıyor, balıklar ölüyor, açlık, yoksulluk derinleşiyor, ‘iklim göçleri’ görülmemiş sayılara ulaşıyor, birçok ülke daha şimdiden gıda güvenliğini ve egemenliğini kaybetmiş durumda… Bütün bunlar yaşanırken sermayenin kârları da hızla artmaya devam ediyor. Zirvelerde alınan kararlar, peşi sıra yayınlanan raporlar işlerin her geçen gün daha da sarpa sardığına dair kaygıları açık ediyor, lâkinekolojik yıkımın, iklim krizinin sorumlusunun ‘insanlık’ olduğu söyleniyor… Binlerce, on binlerce sayfalık değerlendirme raporlarında kapitalizm kavramı hiç geçmiyor…”Konunun uzmanları” ve“her konunun uzmanları” televizyonlarda saatlerce iklim krizini, ekolojik yıkımı ‘tartışıyor…’ hiçbirinin ağzından kapitalizm çıkmıyor… İyi de siz o sorunu hangi temel üzerinde tartışıyorsunuz? Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi değil midir? 

26 Temmuz 2022

MEB: Mahmut Özer’e Bypass Yargı Yolunda

 

MEB: Mahmut Özer’e Bypass Yargı Yolunda

Atalay Girgin*

Milli Eğitimin ‘Bakan’ı Mahmut Özer’in televizyon ekranlarından, eğitimde yirmi yılda yapılanların bir devrim olduğunu ilan edişini takip eden, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve eğitimdeki ‘devrim’in de dördüncü ‘bakan’ yardımcısıyla ‘taç’landırıldığı gündü.

Bakanlık bürokrasisindeki kaynaklardan biri “Size bir haberim var” dedi. Konu “MEB Bürokrasisinde Yargı Paniği Başladı” başlıklı yazıydı. Bu yazı sonrası bazı gelişmeler yaşanmış.

“Türkçe Öldü” Diyene Suç Duyurusu

“Bilginiz var mı, bilmiyorum ama” dedi, “Adliye kaynaklarından bize ulaşan bilgilere göre, “Türkçe Öldü” sözüyle meşhur olan Bakan Yardımcısı Nazif Yılmaz, Daire Başkanı Cabbar Aksoy ve ilgili MEB personeli hakkında suç duyurusu yapılmış. Konu ciddi…”

Söz konusu yazıyı okuyanlar anımsayacaktır. Danıştay, içlerinde bir Daire Başkanı ve şube müdürlerinin de bulunduğu yedi kişi hakkında Ziya Selçuk’un “Soruşturma İzni Verilmemesine” diyerek, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının “Soruşturma İzni” talebini reddettiği ve bu kişileri de soruşturma ve yargıdan kurtardığı kararını geçersiz kılmıştı.

Danıştay’ın kararı kesindi. Dolayısıyla hem bu Danıştay kararına, hem de 4483 sayılı kanunun 11. Maddesine ve aynı zamanda da Anayasanın 129. Maddesine göre ilgili MEB bürokrasisinin yapması gereken biri yasal, diğeri yasaya ve mevzuata aykırı iki şey kalmıştı geriye.

Yasaya ve mevzuata aykırı olan aynı kişiler hakkında soruşturması yapılmış bir konuda yeniden soruşturma yapıp yeniden karar vermekti. Yasal olan ise bu yedi kişiyi ve onlarla ilgili dosyayı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına teslim etmek...

21 Temmuz 2022

MEB Bürokrasisinde Yargı Paniği Başladı

 

MEB Bürokrasisinde Yargı Paniği Başladı

Atalay Girgin*

Daha seçim tarihi bile açıklanmadı. Ancak olası bir seçimin yapılabileceğine ilişkin sürecin bazı kişi ve kurumlarca telaffuz ediliyor olması bile bürokraside birilerinin ve saz arkadaşlarının yargılanma korkusunu tetikledi.

Şimdiden yargılanma paniğine kapılan birilerinin bulunduğu kurumlardan biri de herkesin malumu olduğu üzere MEB.

Yani eğitimin, iktidarın oyun alanına dönüştürülmesi, tarikat, cemaat, Diyanet vb. siyasal İslamcı kesimlere teslim edilmesi, hatta çocukların kobaylaştırılması pahasına bilumum işin yapıldığı; rant ve koltuk çetelerinin cirit attığı; Sayıştay Raporlarında yer alan onca tespite rağmen bunların “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla yargıya taşınmadığı; bürokratlar hakkında, Cumhuriyet Savcılıklarından gelen “Soruşturma İzni” taleplerinin “Soruşturma İzni Verilmemesine” denilerek reddedildiği ve ilgili bürokratların korumaya alındığı Milli Eğitim Bakanlığı.

Peki; bu anlı şanlı MEB’de olup bitenler yalnızca yukarıda sayılan başlıklardan mı ibaret? Elbette değil. Aslında bunlar, “MEB” denildiğinde çerez sayılır. Daha cinsel taciz dosyaları, cinsel tacizcileri atayan sonra da taltif edilen ve haklarında idari soruşturma bile yapılmayan işinin ehli bürokratlar, kimisi basına yansımış, kimisi duyulmamış ihale yolsuzlukları, görevini kötüye kullanarak çıkar sağlama (yani ayan beyan adıyla rüşvet) vb. nice olay var üzerine gidilmesi ve yargının önüne konulması gereken. Aslında bunların birçoğu savcılıkların kendiliğinden harekete geçmesini gerektiriyor ama… “Ama”sı var işte…

Elbette “Hangi yargının? Mevcut yargının mı?” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız… Bunlar yerinde sorular. Ancak MEB bürokrasisinde yargılanma konusunda öyle bir korku var ki bugüne kadar mevzuat, yasa ve anayasaya rağmen ve bunlara karşı neler yaptılarsa, hangi usulsüz işlere bulaştılarsa artık, mevcut haliyle yerle yeksan edilmiş şu anki yargının ve yargı mensuplarının karşısına çıkmaktan bile korkuyorlar.

Ve Savcılıklardan gelen “Soruşturma İzni” talepleri karşısında, Teftiş Kurulunun mahir müfettişlerince hazırlanan ve “Soruşturma İzninin Verilmemesine” denilen dosyalarla koruma kalkanının ardına alınıp yargılanmaktan kurtuluyorlar ya da kurtarılıyorlar. İşin en ilginç ve süreci taçlandırıcı unsurlarından biri de “Soruşturma İzni” talep eden savcıların, “Soruşturma İzni Verilmemesine” denilen taleplerinin peşinden gitmemesi… Tabiri caizse “nerede trak orada bırak” sözünü düstur bellemeleri… Peki; nereye kadar?

03 Nisan 2022

GENERAL FRUNZE'NİN TÜRKİYE ANILARI

 

Türkiye-Ukrayna-Rusya Dostluğu 100 Yıl Önce Başladı:

GENERAL FRUNZE'NİN TÜRKİYE ANILARI

Dr. Halit SUİÇMEZ*

Taksim'deki anıtta Atatürk'ün arkasında kim var?

Sovyet Devriminin önderlerinden Generel Frunze var.

Kasım 1921- Ocak 1922 tarihleri arasında bir heyetle Batum'dan yola çıkıp, Trabzon-Samsun-Ankara- Samsun ve tekrar Batum olmak üzere iki aylık muhteşem deneyimlerle dolu bir yolculuk…

Ve Ankara'da Mustafa Kemal ile görüşmeler.. ve Doğu Cephesi'nde Ankara Hükümetinin zaferi…

Lenin-Atatürk dostluğunun temelleri atılıyor.

16 Mayıs 1916 tarihinde, Britanyalı diplomat Sykes ile Fransız diplomat Picot, Osmanlı Ortadoğusu'nu emperyalistler arasında paylaştıran gizli bir anlaşmaya imza atmıştı.

Peki bu gizli paylaşım anlaşması, dünya kamuoyuna kimler tarafından ve nasıl açıklanmıştı?

6-7 Kasım 1917'de Bolşeviklerin öncülüğündeki işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin ardından, Çarlık tarafından yapılan tüm gizli anlaşmalar dünyaya duyurulmuştu.

İşte Mustafa Kemal-Lenin Dostluğunun daha gerideki temelleri

Rusya'da sınıfsal, Türkiye'de ulusal devrim ve ortak payda; emperyalist saldırganlığa, gericiliğe, feodalizme karşı halkın zaferi.

Doğu Batı Yayınlarınca üçüncü baskısı Ocak 2022'de yapılan Mihail Frunze'nin Türkiye Anıları muhteşem bir kitap.

Kızıl Ordu'nun ve Sovyet Devriminin öncülerinden olan Frunze Ukrayna Yüksek Heyeti Başkanı olarak Türkiye'ye iki aylık bir yolculuk yapar.

Frunze gözlemlerini yazar, dili yalındır, sanki anı değil, klasik Rus edebiyatının canlı gerçekçiliği ile baş başasınızdır.

Kitabın başlarında yazarın olağanüstü güzellikte bir o günkü dünya ve Karadeniz'in iki yakasındaki ekonomi politik gelişmeler analizi vardır.

Hem Sovyet Devrimini hem de Türkiye Kurtuluş Savaşını anlamak bakımından çok önemli bir analizdir bu.

16 Mart 2022

AKP ve TBMM’yi Susturan Tacizci

 

AKP ve TBMM’yi Susturan Tacizci

Atalay Girgin*

AKP MKYK üyesi Şamil Tayyar’ın “Çocuk tacizcisi eski vekil” açıklamaları üzerine Odatv, “Çocuk tacizcisi eski AKP’li Kim… Şamil Tayyar’a sorduk1.” başlığını atmıştı habere. Bu başlıkla birlikte, daha ilk andan itibaren “çocuk tacizcisi vekil”in “AKP’li” olduğunu ilan etmişti.

Şamil Tayyar ise Odatv’nin “kimi kastettiğine” ilişkin sorusuna, “Hassasiyetiniz için teşekkür ederim. Mevzuyu bu noktada bırakmak istiyorum.2yanıtını vererek konuyu kapatmak istemişti.

Oysa kapatmak istediği “mevzu”, hem “çocuk tacizci”liği gibi bir suçu hem de “çocuk tacizcisi” sıfatını yapıştırdığı bir suçluyu içeriyordu. Lakin bunu kapatmak da bildiği halde suçluyu yargıdan saklamak da suçtu. Hem eski gazeteci hem de eski milletvekili olması hasebiyle Şamil Tayyar’ın bunu bilmiyor olması mümkün değildi.  

Peki; buna rağmen, Şamil Tayyar, neden, bir “çocuk tacizcisi”ni hem kamuoyundan hem de yargıdan saklayabilme uğruna suçlu konumuna düşmeyi bile göze alıyordu? Acaba bunun nedeni ya da nedenleri nelerdi?

Şamil Tayyar, Odatv’nin “eski AKP’li” olduğunu yazdığı bu “Çocuk tacizcisi vekil”i, hangi kirli, ak ya da temiz hesaplar ve çıkarlar, hangi maddi ve manevi haz ayrıcalıkları uğruna saklamayı tercih etmişti? Yoksa söz konusu “çocuk tacizcisi vekil”den ve çevresinden korktuğu için mi susmuştu? Bu susuşun bedeli ya da ödülü neydi?

09 Mart 2022

Öğretmene Valilikte Darp Emniyette Dayak

 

Öğretmene Valilikte Darp Emniyette Dayak

Atalay Girgin*


Afyon Valiliği’nce düzenlenen yılın ilk “Halk Günü” toplantısında bir öğretmen hem toplantı salonunda hem de toplantının yapıldığı binanın önündeki bahçede şiddete uğradı. 

Ancak bu olay, Afyon Valiliği “Halk Günü” haberini yapan ne Habertürk ve Sabah gazetelerinde yer aldı ne de irili ufaklı diğer ulusal ya da yerel haber sitelerinde. Ne basın gördü öğretmene yapılan bu şiddeti, ne de haberleri birçok mecraya servis edilen Afyon Valisi Gökmen Çiçek. 

Sanki böyle bir olay hiç yaşanmamıştı. Oysa olay, aynı gün Adliyeye taşınmıştı. 

Olay Savcılıkta…


Savcılık soruşturma dosyalarına yansıyan bilgilere göre, Hamza Dede adlı fizik öğretmeni, yaklaşık 4 buçuk yıldır uğradığı sistematik mobbingi doğrudan Vali Gökmen Çiçek’e anlatmak üzere toplantıya katılmıştı o gün. Çünkü okul idaresinden Afyon İl Milli Eğitim Müdürlüğüne dek uğradığı sistematik mobbing yetmezmiş gibi bir de il dışına sürgün edilmiş ve ailesi bölünmüştü. 


Daha önce defalarca Validen randevu talep etmesine rağmen, bu talepleri karşılıksız kalmıştı ve kendisine randevu verilmemişti. O da yaşadığı sorunları “Halk Günü”nde dile getirmeye karar vermişti. 


Lakin söz almasının üzerinden birkaç dakika bile geçmeden, o kısacık sürede daha derdini dahi anlatmaya fırsat bulamadan; Vali Çiçek, öğretmeni dinlemek yerine, başından savarcasına masadan kalkıp salondan çıkmaya yönelirken; başta Valinin koruması olmak üzere, durumdan vazife çıkaran bir grup Valilik görevlisinin zor kullanımıyla karşılaşmıştı Hamza Dede. Tabiri caizse kaşla göz arasında yaka paça önce toplantı salonunun dışına, sonra da bahçeye çıkarılmıştı. 


Bunlar, Afyonkarahisar İl Milli Eğitim Müdürü Metin Yalçın ve Afyonkarahisar İl İnsan Hakları Komisyonunun bazı yetkililerinin gözleri önünde gerçekleşiyordu ve hiçbiri de engel olmaya çalışmıyordu. Hamza Dede’ye müdahale eden valinin koruması ve diğer işgüderler ise ağız birliği yapmışçasına, onun Valiye “Beni dinleyeceksin lan!” diyerek hakaret ettiğini söylüyorlardı. 


Oysa Hamza Dede’nin uğradığı mobbing nedeniyle itham ettiği ve itirazlarının hedefinde olan Milli Eğitim Müdürü Metin Yalçın bile onun,  valiye “lan” dediğine ilişkin tek bir kelime etmiyor, hatta imada bile bulunmuyordu. Ama valinin adamları işlerini biliyorlardı: Israrla “Valiye, “beni dinleyeceksin lan” dedi!” diyorlardı. 


Valilik Önünde Şiddet 

04 Mart 2022

Çocuk Tacizcisi Vekil Pala Lakaplı Bir Hacı

 

Çocuk Tacizcisi Vekil AKP'liymiş

Atalay Girgin*


AKP MKYK üyesi Şamil Tayyar’ın sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamayla gündeme gelen sorular haber ve yazı başlıklarına taşınmıştı1.

Bunlar arasında öne çıkanlardan ilki “Çocuk tacizcisi vekil kim?” sorusuydu. İkincisi ise bu “çocuk tacizcisi”nin “Hangi partili?” olduğuydu.

Sözlerin Muhatabı Sustu

Aslında birinci sorunun yanıtıyla ikinci de karşılığını bulacaktı. Odatv de sıcağı sıcağına ilk soruyu yöneltmişti Şamil Tayyar’a. Lakin, çocuk tacizinin suç, çocuk tacizcisinin de suçlu olduğunu bile bile şöyle demişti Tayyar: Hassasiyetiniz için teşekkür ederim. Mevzuyu bu noktada bırakmak istiyorum. Hakkınızı helal edin.

Bu sözleriyle çocuk tacizcisi olduğunu bildiği ve suçlu olduğundan kuşku duymadığı bir kişiyi hem kamuoyundan hem de yargıdan saklamıştı Şamil Tayyar. Bir başka deyişle “çocuk tacizcisi” dediği birini korumuştu. Nasıl olsa kendisini çağırıp,  bu çocuk tacizcisi vekilin kim olduğunu soracak ve sonra da gereğini yapabilecek ne bir Cumhuriyet Savcısı vardı ortalıkta ne de herhangi bir savcı…  

Velhasıl, hangi saikler, hangi kirli, temiz ya da ak hesaplar, çıkarlar ve hangi maddi ve manevi haz ayrıcalıkları uğruna olup olmadığı bilinemese de Şamil Tayyar susmuştu. Yoksa birileri apar topar kulağını mı çekmişti? Artık orasını bir Allah bilir bir de Tayyar…

Yandaş Basın Dut Yemiş Bülbüle Döndü

Onun sustuğu yerde, yandaş basın ise dut yemiş bülbüle dönmüştü. Ne söz konusu “çocuk tacizcisi vekil”in kim olduğunu soruyorlar ne partisinin hangisi olduğundan dem vuruyorlar ne de bunun üzerine iki kelam ediyorlardı.

Her konuya atlayan, neredeyse kadın adının geçtiği her yerde fuhuş gören malum bazı dolma kalemler ise çoktan sırra kadem basmışlardı. “Kabataş yalanı”nı ve televizyon televizyon, meydan meydan dolaşan malum “Kabataş yalancısı”nı savunmak için köşelerini bile peşkeş çeken, bu uğurda ellerine tutuşturulan metni virgülüne bile dokunmadan yayınlayanlar, konu çocuk tacizi olunca ne tacizi ve çocuk fuhuşunu hatırladılar ne de çocuğu…

Tarikat, cemaat ve diyanet bağlantılı dernek ve vakıf yurtlarında gerçekleşen çocuk tacizi ve tecavüzleri karşısında nasıl sustularsa, “çocuk tacizcisi vekil” sorununda da sustular. Tıpkı, “Hakkınızı helal edin!” sözüyle, “Helallik” isteyip, bu konuda dudaklarını mühürleyip, şimdilik, kenara çekilen Şamil Tayyar gibi…

Bu Suskunluk Nedensiz Değildi