30 Temmuz 2022

Fikret Başkaya: ÇIKIŞ BURADAN

 

Fikret Başkaya: ÇIKIŞ BURADAN… 

Son kitabınız için “Paradigmanın İflası’yla başlayan yolculuğun önemli bir durağı” diyorsunuz. Resmi ideolojinin hurafelerini teşhir edip eleştirdiğiniz Paradigmanın İflası’ndan eko-sosyalist bir paradigmayı çözüm olarak işaret ettiğiniz son çalışmanız Çıkış Buradan:Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek’e bir hat çizecek olursanız, ne söylersiniz?

Fikret Başkaya: Mülkiye’den mezun olduktan sonra doktora yapmak üzere 16 Mart 1966’daFransa’ya gittim.  Orada, Sorbonne’da, ilk yaptığım akademik çalışma Küba’da planlama üzerineydi. Birleşmiş Milletler Örgütü 1960- 1970 aralığını “Birinci Kalkınma Onyılı” ilan etmişti. BMÖ, Kanada eski Başbakanlarından LesterPearson başkanlığında bir komisyondan 10 yılın değerlendirmesini istemişti. Rapor 1970’de yayınlandı… Hocam Jean Gabillard’da benden o raporla ilgili bir çalışma yapmamı istedi… İkinci akademik çalışmam “Pearson Raporu ve Azgelişmişlik”ti… Az Gelişmiş Ülkelerde Sanayileşme başlıklı doktora tezimle de doktora unvanını kazanıp Türkiye’ye döndüm. Türkiye’ye döndükten sonra ilk yazdığım kitap Az Gelişmişliğin Sürekliliği oldu. Daha sonra, arada başka kitaplar olmakla beraber, Paradigmanın İflası’nı yazdım. Onu Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto, Çöküş – Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme ve Eko-Sosyalist Bir Paradigma: Komünist Topluma Giden Yol takip etti. Son olarak da Çıkış Buradan’ı kaleme aldım.

Bütün bu kitaplardaki tema “mevcut durumdan nasıl çıkılabilir?” sorusuna odaklı aslında. Dolayısıyla aralarında bir tamamlayıcılık ve süreklilik var. Amacım sorunlar ve çözüm yollarına dair bir netleştirme sağlamak. Son kitabımı da bu bütünlük içinde ele almak, bu dizinin sonuncusu olarak görmek gerekiyor. Kapitalist dünya sistemi ve Türkiye’deki rejimin eleştirisini konu alan kitaplar bunlar… Velhasıl, anlamayı ve aşmayı sorun eden kitaplar. Eleştirmek son derece önemli, ama radikal eleştiri olmak kaydıyla….

Radikal eleştiriden kastınız nedir?

Radikal olmayan eleştiri sorunun etrafında dolanmaya yarar. Radikal eleştiriyse sorunların kaynağına iner ve kaynağında kavrar. Entelektüelin misyonu sadece eleştirmek değildir yada eleştiri tek başına amaç değildir. Eleştiri değiştirmeyi, dönüştürmeyi potansiyel bir olasılık haline getirir… Tabii eleştiri radikal eleştiri… Amaç, çözüme giden yolu aralamaktır…

Paradigmanın İflasının birkaç yıl önceki yeni baskısına yazdığınız önsözde, kitabı şimdi yazsanız adını “Çöküş” koyacağınızı söylüyorsunuz. Neden?

Paradigmanın İflası’nda, yayınlandığı tarih itibariyle (1991), geride kalan 90 yılın eleştirisi var. Aradan geçen zamanda kafamdaki sorun daha da netleşti. Çöküş 30 yıl sonrasını daha iyi ifade ediyor…

“Türkiye artık bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda” diyorsunuz son kitabınızda da. Yaşananın bir “kriz” değil “çöküş” olduğunu vurguluyorsunuz. Yaşananı kriz değil de çöküş olarak nitelemek neden önemli? Kelimenin somut manasıyla farkı belki idrak edebiliyoruz ama derinine indiğimizde fark nedir? Örneğin, bir krizden çıkış mümkün olsa da çöküş için aynı şeyi söyleyemeyiz, değil mi?

Kriz verili denge durumundan, “normalden’ bir sapmayı ifade eder ama ‘geri dönüşü, normale dönüşü de imâ eder… ‘İşte kalp krizi, böbrek krizi, sinir krizi geçirmiş” denir. Potansiyel bir geri dönüşü ima eder… Çöküş dendiğindeyse artık geri dönüşü olmayan eşik aşılmıştır. Bu da artık işlerin eskiden olduğu gibi yürümesinin mümkün olmadığı demeye gelir… Eski önlemlerin, politikaların bir işe yaramadığı durumu ifade eder…

Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı, bir uygarlık verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse orada artık krizden değil, çöküşten söz etmek gerekir. Nedir temel ihtiyaçlar? İşte yeme, içme, barınma, ısınma, eğitim, sağlık, ulaşım, güvenlik, vs. Bunlar asgari düzeyde bile karşılayamıyorsa, artık kriz o durumu açıklamakta yetersiz kalır… Zira eski yöntemler, eski politikalar ve yaklaşımlar işe yaramaz hale gelmiştir… Şimdilerde global olarak dünyadaki ve Türkiye’deki durumu “çöküş kavramı daha iyi kavrıyor… Artık ‘geri dönüşün mümkün olmadığı eşik aşılmış bulunuyor… Bir bütün olarak kapitalist sistem ‘çözdüğünden daha çok sorun yaratır halde’… Elbette çöküş her yerde ayın yoğunlukta yaşanmıyor. Mesela Orta-Doğu’da, Latin Amerika’da, Kara ve Kuzey Afrika’da, Güney Asya’da çok daha görünür halde ki, bunlar da zaten dünyanın yaklaşık %80’ demek… 

Çöküş bir süreç ama, değil mi? O sürecin hangi evresindeyiz sizce?

Tabii. Bir sosyal sistemin çöküşü bir kuşun ölümü, bir insanın ölümü, bir binanın çöküşü gibi anlık bir olay değildir. Zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder… Önemli olan ‘geri dönüşün’ artık mümkün olmadığı kritik eşiğin aşılmış olmasıdır… Bu her geçen gün işlerin daha da sarpa saracağı demektir… Velhasıl çöküş sürecinin başındayız ve derinleşerek yol alacaktır… Mesela Roma’nın çöküşü yüzyıllar aldı ama kapitalist yıkım çok hızlı ve kapsamlı… Eğer vakitlice harekete geçilmezse, kapitalizmden çıkılamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmamış olabilir… Velhasıl, “Büyük İnsanlığın” elini çabuk tutması gereken bir zamandayız…

Bugün yaşananları 1929’daki buhrandan ya da 70’lerdeki krizden ayıran ne?

Şimdilerde sistemin kendisinde, ‘bütünde”sorun var. Başka türlü söylersek, Sistemin bileşenlerinin birinin/ ikisinin… krizi değil. Sistemin tamamını angaje ediyor… Önceki dönemdeki krizler bileşenlerin birini, ikisini angaje ediyordu… Şimdi tamamını… üstelik her biri diğerlerini azdırmak kaydıyla… Mesela 1929 kapitalizmin en büyük krizlerinden biriydi ama ekonomik ve sosyal veçheleri kapsıyordu. Ekolojik kriz, İklim krizi, etik krizi, biyo-çeşitlilik krizi söz konusu değildi… Şimdilerde krizde olmayan bir şey yok… Belki Bunama bu günkü durumu daha iyi ifade ediyor… Bunama ‘geri dönüşün artık mümkün olmadığı’ eşiğin aşılmasıdır…

Çıkış Buradan’daMarx’ın“kapitalizm hiçbir zaman doruk noktasına ulaştığı andaki kadar kırılgan değildir” sözünü hatırlatıyorsunuz. Bugün gelinen aşamayı Marx’ın bu sözü üzerinden yorumlarsanız ne söylersiniz? Şimdi doruk noktasında mıyız? Bu kırılgan durumun yoksul kitleler açısından artıları neler, eksileri neler?

Kapitalizm çılgın rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Vahşi rekabet ortamında var olma mücadelesi veren bir kapitalist işletme ancak büyüyerek yarışta kalabilir. Yarışta kalabilmenin koşulu, toplam artı-değerden daha büyük pay kapmakla mümkündür… Bunun için de en ileri üretim tekniklerine sahip olması gerekir…Her ileri aşamada daha çok makine daha az işçi çalıştırmaya mecburdur… Yani her seferinde işçiyi makina ile ikame etmek zorunluluğu var… Fatat bir şey var… Makine yeni değer, artı-değer, fazla değer yaratmaz. Sadece makinada ‘dondurulmuş’ eski değeri yeni ürüne aktarır… Bu da her ileri aşamada sistemin daha az değer yaratır hale gelmesidir… Artık kapitalizm büyüyemiyor… Doğayı yağmalayarak, canlıyı metalaştırarak zaman kazanmaya çalışıyor ama nafile… Büyüyemiyor, büyürse de ekolojik yıkımı, iklim krizini derinleştiriyor…

Kitapta çıkışın ya da kurtuluşun eko-sosyalizmde olduğunu söylüyorsunuz. Nedir eko-sosyalizm?

Ekolojik olanla ekonomik ve sosyal olanı bağdaştırmak demektir. Ne üretiyor bu sistem? Sosyal kötülükler, işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma üretiyor. Ve doğa tahribatını derinleştiriyor… Canlı türleri (biyolojik çeşitlilik) hızla yok ediyor, denizlerin seviyesi yükseliyor, atmosfer ısınıyor, kuraklık yaygınlaşıyor, vs. Eğersosyal olanla ekolojik olanı barıştırabilirsen, aracı bataklıktan çıkarmak, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak mümkün olabilir… Bunun için de vakitlice kapitalizmden çıkmaktan başka çare yok… İnsanlığın vazgeçilmez ufku ‘komünizmdir’… Oraya gidiş de ancak eko-sosyalist bir “geçiş programıyla, eko- sosyalist bir paradigma ve perspektifle mümkün oyabilir…  .

Bu perspektifin rotasının da komünizm olduğunu belirtiyorsunuz…

Komünizm demek, bölüşmek, paylaşmak, dayanışmak, karşılıklılık demektir. İnsanın-insanı sömürmediği, yabancılaşmanın olmadığı, doğa-toplum uyumunun mümkün olduğu, demokrasinin sahte bir retorik olmaktan çıkıp bir gerçeklik kazanmasıdır. İnsanın emansipasyonunun (kurtuluşunun) önünün açılmasıdır… Bunlara mantıklı bir itiraz mümkün müdür? Velhasıl, insanlığın komünizm dışında bir geleceği yok… Ya komünizm olacak ya da insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak… Bir orta-yol mümkün değil…

Bu bir perspektif olarak mümkün belki, ama ya gerçeklik olarak?

Gayet mümkün. Eğer bugün dünya yaşanmaz bir yer haline gelmişse, bir yıkım tablosu söz konusuyla, insanlık ve uygarlık kritik bir eşiğe dayanmışsa, bu kendiliğinden olmadı. Bir takım iktidar ve güç odaklarının, sermaye sahiplerinin, onların güdümündeki politikacıların verdikleri kararların, yaptıkları tercihlerin, uyguladıkları politikaların sonucuysa, başka insanlar- Yeryüzünün Lânetlileri de neden başka türlü yapmasın… İnsan irade sahibi bir varlık olduğuna göre…. Eğer tüm bu olup-bitenler, bir takdir-i ilahinin eseri değilse, ki, değildir, insan iradesini angaje eden bir şeyse, başka türlü yapmaya bir engel var mı? Elbette bu söylediğimin potansiyel bir olasılık haline gelmesi de bir bilinç devrimini, ideolojik-entelektüel bir yenilenmeyi varsayar...

Bu “bilinç sıçraması” mümkün mü?

Aslında ben umutluyum. Şu gördüğün sıradan insanlar hep böyle davranacak diye bir kural yok… İnsanlar çok hızlı değişebiliyor…  Şahsen umutlu olmamın bir  nedeni şöyle: 1968’de Paris’te öğrenciydim. ‘68 baharında’insanların bir günde değiştiğini gördüm. Bilinç sıçraması her zaman potansiyel bir olasılıktır… Rusya’da Ekim Devrimi kadın hareketiyle başladı. 1917 Şubat’ında sokağa çıkan kadınlar, eylemlerinin şeylerin seyrini değiştireceğini biliyorlar mıydı?..  Devrimler bardağı taşıran son damlanın eseri değildir. Bardağın dolu olmasıdır. Bardak doluyor doluyor  ve bir şekilde taşıyor.

68’deki şahitliğinizi biraz daha açsanız, o değişimi nasıl gördünüz?

10 milyon işçi grev yapıyordu. Metro çalışmıyor, tren çalışmıyor, otobüs çalışmıyor. Hep yürüyoruz. Diyelim bir kavşak var, dört sokağın birleştiği bir kavşak. Gelen orada oturuyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Yere oturuyorlar, “haydi biri tartışmayı yönetsin” diyor bir sorun üzerine tartışma başlıyordu. Şahsen o sokak oturumlarının-tartışmaların ikisine katıldım… Biri“Sosyalist bir toplumda eğitim politikası nasıl olmalı, ikincisi de “ulusal ve kent ulaşımı” üzerineydi…

Gezi direnişi için de benzer bir şeyi söyleyebilir misiniz hocam? Yani bu değişim konusunda…

Fransa’daki durum farklıydı. Hayatı durduran büyük grevler söz konusuydu.  Toplum topluca ayağa kalkmıştı… Bizdeki gezi direnişi üretim sürecini zora sokmuş değildi…

Eko-sosyalist paradigmanın bir boyutu “çapraz bağlar”, değil mi? Bir söyleşinizde, “işçi sınıfı tarihsel olarak, 18. yüzyılın ortalarından bu yana, yani sosyal-politik bir aktör olarak sahneye çıktığı dönemden bu yana ekolojik sorunu hiçbir zaman ciddi şekilde sorun etmedi” diyorsunuz. Bugün de öyle mi? Değişim görüyor musunuz?

Geleneksel sol, 19. ve 20. yüzyıl solu daha çok sosyal mücadelelere odaklandı. Ücretleri artırmak, çalışma şartlarını iyileştirmek, bir takım sosyal ve demokratik haklar elde etmek, seçme seçilme hakkı vs. ki bunlar hep birincil öneme sahip oldu. Dolayısıyla sorunun ekolojik veçhesini hiçbir zaman ciddiye almadı. Mesela ben Fransa’dayken bir sol örgütün üyesiydim. O zaman ekolojik problemler yeni yeni gündem oluyor, çevre hareketleri henüz burnunu gösteriyordu. Michel diye bir arkadaşımız vardı, arada bir toplantılarda ekolojik problemleri gündeme getiriyordu. Biz de, “bırak şimdi, sınıf mücadelesini zayıflatıyorsun” falan diyorduk. Şimdi görsem ondan özür dilerdim(Gülüyor)…

Bu yaklaşımınız nasıl, ne zaman değişmeye başladı?

Aşağı yukarı sekiz-on yıl sonra, 1982 gibi durumu çakmaya başladım. 1984’de François Partant’ınKalkınmanın Sonu kitabını Türkçeye çevirdim, 1987’de sürdürülebilir kalkınmaya dair Brundtland Raporu yayınlandı. Onun eleştirisini yapmıştım…  O zamandan beri kapitalist ekolojiye, kapitalist çevreciliğe karşı hep mesafeli oldum, radikal olanak karşı çıktım. Yani aşağı yukarı, geride kalan 30 yılda ekolojik sorun benim önemli kaygılarımdan biri oldu diyebilirim…

“Ekoloji gündemi sınıf mücadelesini zayıflatıyor” şeklindeki bakış açısı hâlâ hâkim mi emek hareketi ya da sol içinde? Yoksa “çapraz bağlar” yani örneğin emek hareketiyle ekoloji hareketi ya da kadın mücadelesiyle işçi sınıfının mücadelesi kesişip buluşuyor mu bugün?

Neoliberal gericiliğin dayatılmasından bu yana 40 yıl geride kaldı. İnsanların sırtı duvara dayandı. Yoğunlukları farklı olabilir ama artık dalganın dönmekte olduğunu söyleyebiliriz… Eskiden sadece sosyal problemlere odaklanan sosyalist mücadele ya da sistem karşıtı mücadeleye şimdi ekolojik faktör de eklemlenmekte. Sorun kendini dayattıkça çevre hareketlerinin, ekolojik hareketlerin de radikalleşeceğini tahmin edebiliriz… Zamanla işçi sınıfının da yeni durumla yüzleşebileceğini söyleye biliriz…. Şu anda insanlar nerdeyse her yerde ayakta, Belçika’dan İtalya’ya, Ekvator’dan Türkiye’ye, her yerde ayaktalar. Mücadeleler artarak devam ediyor. Bu süreç kadın hareketini, işçi hareketini, ekolojik hareketi kavuşturabilir… Ve  paradigma değişikliği bir olasılık haline gelebilir…

Elbette mücadele büyüyor, güçleniyor ama bu kadarı yeterli değil, bu kadarının taşı yerinden oynatmasının imkânı yok. Bütün bu mücadelelerin bir sentezine ulaşmak gerekiyor… Bir kere araç yürümeye başlarsa, bir kartopu gibi büyümesi gayet mümkündür

Bir havai fişek fabrikasında, ya da silah fabrikasında çalışan bir işçi yapılan işin bilincinde olsa bile ona“oradan çekil” demek mantıklı değil çünkü çalışmadığı zaman aç kalır ama bir alternatif sunulursa pekâlâ bu tarafa teveccüh edebilir.

“Kapitalizmin her ileri aşamasında zengin-yoksul farkı derinleşir. Sermaye büyürken, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun kitle, proletarya da büyür” diyorsunuz. Bugünün proletaryasını nasıl görüyorsunuz? Zengin-yoksul makasının açılması negatif bir şey, ama proletaryanın büyümesi hayra yorulamaz mı? Bu büyümenin pozitif yanları neler olabilir?

Proleter, kapitaliste emeğini satmadığında aç olana deniyor. O kitle devamlı büyüyor. Eskiden sanayi işçilerinin esas olduğu bir durum vardı, şimdi öyle değil. Kapitalizm her seferinde daha fazla insanı proleterleştiriyor, emeğini satmadan yaşayamaz hale getiriyor. Türkiye’de şu anda -çok küçük bir kesim hariç- artık hepimiz proleteriz. Tabii bu durumla bilinçlenmenin koşulları da oluşuyor, çünkü mücadelenin aktörleri çeşitleniyor. Bunlar arasındaki yakınlığın artması, organik bağların kurulması, bu cephenin büyüdüğünü gösteriyor. Mesela emekliler, çiftçiler, öğrenciler, kamu çalışanları, toprağı elinden alınan çiftçiler… Artık işçi sınıfı sadece sanayi işçisinden ibaret değil… Bundan 30-40 evvel köylülerin polisle, jandarmayla hiç karşı  karşıya geldiği olur muydu… Oysa şimdilerde yaşam alanlarını ve kaynaklarını korumak için polisle, jandarmayla diye diş mücadele ediyor… Üstelik kadınlar ön saflarda olmak kaydıyla…

Kitaptaki somut 12 önerinizin başında “siyaseti herkesin işi yapmak” geliyor. Herkesin proleterleştiği yerde siyaset neden herkesin işi olmuyor? Proleteryanın genişlemesi, yoksul kitlelerin artması yakın zamanda bu imkânı doğurur mu?

Batı’da eski rejimler (AnciénRegimes) tasfiye olduğunda, bundan sonra kim nasıl yönetecek sorusu gündeme geldi…. Dediler ki, işçiler cahil, kadınlar zaten duygusal, onlar kolay etkilenir, cahil, köylüler de hakeza zaten cahil. Geriye kim kalıyor? Bilgisi ve parası olanlar. Yani burjuvalar… İşte Temsili demokrasi veya Batı Demokrasisi denilen böyle oradan çıktı. Aslında. hiçbir zaman temsil diye bir şey olmadı Seçimler yapılıyor ama ortada temsil diye bir şey yok… Seçilen seçeni temsil etmiyor. Bu oyunu sürdürdüler. Buna demokrasi dediler; burjuva demokrasisi, batı demokrasisi, temsili demokrasi vs.

Yapılması gereken şu: Şu anda siyaset bir takım profesyonellerin işi, onların mesleği. Onu meslek olmaktan çıkarmak pekâlâ mümkün. Herkesin işi yapacaksın, sürece herkes katılacak. Olabildiğince doğrudan demokrasiyi yaşatmaya, yerleştirmeye çalışacaksın. “Siyaset herkesin işi olsun” derken bunu kastediyorum. Profesyonellerin işine son vererek başlama gerekiyor… Siyaset bir meslek değil, herkesin işi, “şeyi” olduğunda demokrasinin bir varlığı , bir kıymeti harbiyesiolabelir…  .

Bunun için nasıl bir örgütsel işleyiş modeli lâzım? Kitapta Paris Komünü’nden Gezi’ye bazı deneyimlerin neyin yapılması gerektiğini ortaya koyduğunu söylüyorsunuz…

Mevcut örgütler bürokratik. Bürokrasinin olduğu yerde demokrasi olmaz. Yatay-demokratik ilişkileri ve işleyişi hayata geçirmek gerekiyor ve bu imkânsız değil… Kendisi demokratik işleyişi içselleştirmeyen bir örgüt demokrasinin aracı olabilir mi?.. Sol örgütlerde de burjuva örgüt modeli ve işleyişi geçerli… Bu durumu aşmak gerekiyor…

Bir diğer başlık da tarımla ilgili. Örneğin, “Türkiye, Hindistan ve Fildişi, 30 yıl önce dünyanın en çok pamuk üreten net ihracatçı konumundaki ülkelerdi. Artık hepsi net ihracatçı konumunda” diyorsunuz. Türkiye’de tarım nasıl çökertildi?

Türkiye’de tarım neoliberalizme teslim olmanın sonunda çökertildi… Bizim tarım politikamız IMF. Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü tarafından dizayn edildi… Böyle bir ülkenin tarımının bu hale gelmesi bu toplum için bir utanç kaynağıdır… Aslında bir ‘insanlık suçu’ işlendi… Oysa, bir ülkenin tarımının ‘piyasanın insafına bırakmak tam bir ihanettir…

Öneriniz kimyasal kapitalist tarımdan çıkıp, agroekolojiyi ihya etmek. Agroekoloji nedir?

Evet. Dünyanın toprakları insanları doyurmak için değil kapitalistleri, büyük tekelleri zengin etmek için seferber edilmiş durumda. Kapitalizmde kıstas ihtiyaç olanı üretmek değil, satılabilir olanı üretmektir. Çünkü üretimle tüketim, üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Dolayısıyla üretimsatılabilene yöneliyor. O zaman da gerçek ihtiyaç olanın karşılanamaması, ihtiyaç olmayanın üretilip satılması söz konusu oluyor. Dünyada şu anda bir sürü zararlı şey üretiliyor, büyük agro endüstri tekelleri tarımı tamamen domine ediyor. İnsanları doyurmak için gerekli şeyleri üretmeyi bir tarafa bırakıp, kârı artırıcı alanlara yöneliyor. Bu arada doğayı, toprağı mahvediyor, doğanın dengesini yok ediyor. Kapitalist tarımdan hızla çıkmak gerekiyor. Eğer vakitlice çıkılamazsa zaten olumsuz  tablo büyümeye devam edecektir.

Agroekolojiekolojik süreçlerin ve işlemlerin tarım üretim sistemlerine uygulanması anlamına geliyor. Çevreye ve onun ekolojik özgüllüğüne daha saygılı bütün tarımsal pratikleri kapsıyor. Tarım biliminin, çiftçiliğin, bilimsel ekolojinin, ekonominin, sosyal bilimlerin disiplinler arası bir kombinasyonu. Organik tarım, iyileştirici (rejeneratif) tarım, permakültür pratiklerini içeriyor, Sürdürülebilirliği önceliyor.

 

 

2022’nin ilk yarısını nasıl görüyorsunuz, yılın kalan yarısı için öngörünüz nedir?

2022’nin ilk yarısı berbattı, ikinci yarısı daha da berbat olacak. Çünkü görünen köy kılavuz istemez. Adamların sorun çözme yeteneği de niyeti de yok! Zaten politik İslamcıların yönetme yetenekleri yoktur, olamaz, çünkü kafa bugünde değil geride. Bildikleri tek şey yağmalamak, talan etmek. İkinci yarının daha kötü olacağı kesin. Asgari ücrete sözüm ona zam yaptılar, ama bir şeye yaramaz. Fiyatlar hızla artmaya devam ettiği sürece yapılan “zamla” bırakın iyileşmeyi, eski durumu yakalamak bile mümkün değil. O yüzden ikinci yarı daha da kötü geçecektir.

Daha ne kadar kötüleşebilir hocam, neler olabilir sizce? Mesela Suriye’ye operasyon gündemde yine…

Aslında içerde sıkışan iktidarların, dışarıyla dalaşmaktan başka seçeneği yoktur. Bu iktidar külliyen iflas etmiş durumda. Hiçbir sorun çözme yeteneği yok… Suriye’ye operasyon tıkanmışlığın, çaresizliğin sonucu olarak gündeme geliyor. Fakat. ‘Dimyata pirince gitmek’ ihtimal dışı değil… Suriye ve Irak’a yönelik operasyonlar ‘milliyetçiliği kaşımanın’ bir aracı olarak görülüyor ama artık milliyetçiliği kabartma yeteneğinin de aşındığını söyleye biliriz…

Bir de erken ya da vakinde yani 2023’te yapılacak bir seçim var…

Politik İslamcı ekip geleneksel partilerden farklı. Türkiye’yi İslam Emirliği yapmak gibi bir ajandası var. Asgari hiçbir hukuk, kanun, kural, ahlak tanımıyorlar, akıl almaz bir şekilde yağmacılar. Bunlardan acilen kurtulmak şart. Eğerbir dönem daha kalırlarsa kurtaracak bir şey kalmayacak… Bunlardan olabildiğince çabuk kurtulmak gerekiyor.  O kadarıyla sorun çözülmez, ama sorunun çözülmesine giden yolda bir rahatlama, bir avantaj durumu ortaya çıkabilir. Kaldı ki bunların iktidarda kalmalarının imkânı da kalmadı artık. Çünkü ellerinde bir tek koz var; şiddeti, devlet terörünü dayatmak. Fakat bu dünyada hiçbir rejim sadece çıplak şiddete, baskıya, devlet terörüne dayanarak ayakta kalamaz. Mutlaka yanında bir şeyler teklif etmesi lâzım. Dolayısıyla kaybedecek, gidecekler. Ama bir gün önce dahi olsa gitmelerinde fayda var. Tabii ki onların gitmesi işlerin yoluna gireceği anlamına gelmiyor, ama başka olasılıklar için bir pencere açılabilir.

Kitapta neoliberal politikaların işçi sınıfının mücadele yeteneğini aşındırdığına, mücadelelerin daha çok eldekini koruma düzeyinde kaldığına ve 1990’da Sovyet sisteminin çöküşüyle bir “ütopya zaafının” ortaya çıktığına dikkat çekiyorsunuz. Bu zaaf aşılabilir mi? 

Kapitalizm kriz üretmeden var olamaz. Bulut nasıl yağmuru içeriyorsa kapitalizm de o kadar kriz içerir. Kapitalizm demek kriz demektir. Kapitalist dünya sistemi İkinci emperyalist savaş sonrasında 30 yıllık bir genişleme dönemine girdi. Üretim ve ücretler arttı, sosyal hizmetler alanı genişlediama 70’lerin ortasında sistem tekrar krize girdi.  Ve kriz, konjonktürel kriz değildi. Yapısal krizdi…  Ve geride kalan yaklaşık 60 yılda krizden çıkılmış değil… Zira, söz konusu olan kapitalizmin nihai krizi… sermayenin saldırısı geride kalan dönemde işçi sınıfı ve ezilen sınıflar lehine ne kadar kazanım varsa savaş açmak anlamına geliyordu… Kazanılan mevzileri geri almak üzereneoliberal politikalar dayatıldı... Üç sloganı vardı. Bunlardan biri liberalleşmeydi, yani serbestleşme. Bu, dünyanın sermaye için dikensiz gül bahçesi haline getirilmesiydi. İkincisi özelleştirme: kamuya ait kurumların, müşterekler denilenlerin gaspıydı. Üçüncüsü de deregülasyon yani kuralsızlaştırma. Ezilen, sömürülen sınıflar lehine ne kadar kazanım varsa tasfiyeyi amaçlıyordu… Ne oldu ondan sonra, ücretleri bastırdılar, farklı ülkelerdeki işçileri birbirinin rakibi haline getirdiler. Mesela bir ülkede işçiler bir takım haklar için mücadele ediyor, sermaye sahibi patron diyor ki, “şartlarım bu, kabul etmezseniz ben Bangladeş’e, Türkiye’ye ya da Tunus’a, vb. gidiyorum.” O zaman ücretler aşağıya doğru bir iniş yarışına giriyor. İşçi sınıfının mücadele yeteneği aşıldı derken kastettiğim de bu. Eskiden mücadele ulusal sınırlar içindeydi, bir grev yaptığın zaman karşılığı vardı, ama şimdi yok, neoliberal çağda yok. Bir anekdot musadenle: Sanırım 90’ların başı veya ortalarıydı. Berlin’de bir konferansa davet edilmiştim. Türkiye’den giden sendikacı bir arkadaş vardı, militan bir sendikacıydı. Normal olarak konferansa gelmesi gerekiyordu, ama geç kaldı, son anda geldi. “Hayırdır, ne oldu, ücretleri artırdınız mı?” diye sordum. “Azalttık” dedi. Patron demiş ki, “şartlarım şu şu, kabul ederseniz ne âlâ, yoksa bana müsaade.” Bu ne demek, senin talebinin potansiyel bir karşılığı yok demek. İşçi sınıfının savunmada kalmasından kasıt bu. Bir tık ötesine geçemiyor. Ama her şeyin bir sınırı vardır. Sırtın duvara dayanınca iş değişir. İşçi sınıfı yavaş yavaş –Türkiye’de de sahneye daha çok çıkmaya başlıyor. Maddi temelin aşınması dediğimiz şey bu.  Bir şey daha var, 1990’da Sovyet sisteminin çöküşüyle bir ütopya zaafı da ortaya çıkardı. Fakat kitapta da yazdığın gibi umut kural, umutsuzluk istisnadır. İngiliz şair Shelley’in dediği gibi: “Umut düş kırıklıklarından kendini yeniden yaratır.” Düş kırıklıkları sürekli devam etmiyor. Bu dalganın dönmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ama biraz hızlı hareket etmek gerekiyor. Çünkü yıkım çok hızlı ve tahripkâr. Önüne geleni alıp götürüyor. Geç kalınırsa kurtaracak bir şey kalmayabilir.  Vakitlice sahneye çıkmak gerekiyor. Önümüzdeki dönemde ütopya zaafının yavaş yavaş aşıldığı bir periyoda girmiş olabiliriz.

Son söz?

Haysiyetli insan olarak yaşamak için bu sefil duruma itiraz etmek gerekiyor. Eleştirel olmak gerekiyor. Fakat eleştiri radikal olmak kaydıyla bir anlam ifade eder. Haysiyetli yaşamak, dünyayı anlamaya çalışmak bir amaç değil, önemli olan dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Entelektüelin varlık nedeni, misyonu da bu olmalıdır.

 

Hiç yorum yok: