Fikret
Başkaya: ÇIKIŞ BURADAN…
Son kitabınız için “Paradigmanın İflası’yla başlayan yolculuğun önemli bir durağı” diyorsunuz. Resmi ideolojinin hurafelerini teşhir edip eleştirdiğiniz Paradigmanın İflası’ndan eko-sosyalist bir paradigmayı çözüm olarak işaret ettiğiniz son çalışmanız Çıkış Buradan:Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek’e bir hat çizecek olursanız, ne söylersiniz?
Fikret
Başkaya: Mülkiye’den mezun olduktan sonra doktora yapmak
üzere 16 Mart 1966’daFransa’ya gittim.
Orada, Sorbonne’da, ilk yaptığım akademik çalışma Küba’da planlama
üzerineydi. Birleşmiş Milletler Örgütü 1960- 1970 aralığını “Birinci Kalkınma
Onyılı” ilan etmişti. BMÖ, Kanada eski Başbakanlarından LesterPearson
başkanlığında bir komisyondan 10 yılın değerlendirmesini istemişti. Rapor
1970’de yayınlandı… Hocam Jean Gabillard’da benden o raporla ilgili bir çalışma
yapmamı istedi… İkinci akademik çalışmam “Pearson Raporu ve Azgelişmişlik”ti… Az Gelişmiş Ülkelerde Sanayileşme
başlıklı doktora tezimle de doktora unvanını kazanıp Türkiye’ye döndüm.
Türkiye’ye döndükten sonra ilk yazdığım kitap Az Gelişmişliğin Sürekliliği oldu. Daha sonra, arada başka kitaplar
olmakla beraber, Paradigmanın İflası’nı
yazdım. Onu Yeni Paradigmayı Oluşturmak,
Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto, Çöküş – Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir
Deneme ve Eko-Sosyalist Bir
Paradigma: Komünist Topluma Giden Yol takip etti. Son olarak da Çıkış Buradan’ı kaleme aldım.
Bütün bu kitaplardaki tema “mevcut durumdan nasıl çıkılabilir?” sorusuna odaklı aslında.
Dolayısıyla aralarında bir tamamlayıcılık ve süreklilik var. Amacım sorunlar ve
çözüm yollarına dair bir netleştirme sağlamak. Son kitabımı da bu bütünlük
içinde ele almak, bu dizinin sonuncusu olarak görmek gerekiyor. Kapitalist
dünya sistemi ve Türkiye’deki rejimin eleştirisini konu alan kitaplar bunlar… Velhasıl,
anlamayı ve aşmayı sorun eden kitaplar. Eleştirmek son derece önemli, ama radikal
eleştiri olmak kaydıyla….
Radikal
eleştiriden kastınız nedir?
Radikal olmayan eleştiri sorunun etrafında dolanmaya
yarar. Radikal eleştiriyse sorunların kaynağına iner ve kaynağında kavrar.
Entelektüelin misyonu sadece eleştirmek değildir yada eleştiri tek başına amaç
değildir. Eleştiri değiştirmeyi, dönüştürmeyi potansiyel bir olasılık haline
getirir… Tabii eleştiri radikal eleştiri… Amaç, çözüme giden yolu aralamaktır…
Paradigmanın
İflasının
birkaç yıl önceki yeni baskısına yazdığınız önsözde, kitabı şimdi yazsanız
adını “Çöküş” koyacağınızı söylüyorsunuz. Neden?
Paradigmanın
İflası’nda, yayınlandığı tarih itibariyle (1991), geride
kalan 90 yılın eleştirisi var. Aradan geçen zamanda kafamdaki sorun daha da
netleşti. Çöküş 30 yıl sonrasını daha iyi ifade ediyor…
“Türkiye
artık bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda”
diyorsunuz son kitabınızda da. Yaşananın bir “kriz” değil “çöküş” olduğunu
vurguluyorsunuz. Yaşananı kriz değil de çöküş olarak nitelemek neden önemli?
Kelimenin somut manasıyla farkı belki idrak edebiliyoruz ama derinine
indiğimizde fark nedir? Örneğin, bir krizden çıkış mümkün olsa da çöküş için aynı
şeyi söyleyemeyiz, değil mi?
Kriz verili denge durumundan, “normalden’ bir sapmayı ifade eder ama ‘geri dönüşü, normale dönüşü de imâ eder… ‘İşte kalp krizi, böbrek krizi, sinir krizi geçirmiş” denir. Potansiyel bir geri dönüşü ima eder… Çöküş dendiğindeyse artık geri dönüşü olmayan eşik aşılmıştır. Bu da artık işlerin eskiden olduğu gibi yürümesinin mümkün olmadığı demeye gelir… Eski önlemlerin, politikaların bir işe yaramadığı durumu ifade eder…
Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı, bir
uygarlık verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde toplum çoğunluğunun temel
ihtiyaçlarını asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse orada artık krizden
değil, çöküşten söz etmek gerekir. Nedir temel ihtiyaçlar? İşte yeme, içme,
barınma, ısınma, eğitim, sağlık, ulaşım, güvenlik, vs. Bunlar asgari düzeyde
bile karşılayamıyorsa, artık kriz o durumu açıklamakta yetersiz kalır… Zira
eski yöntemler, eski politikalar ve yaklaşımlar işe yaramaz hale gelmiştir…
Şimdilerde global olarak dünyadaki ve Türkiye’deki durumu “çöküş kavramı daha
iyi kavrıyor… Artık ‘geri dönüşün mümkün olmadığı eşik aşılmış bulunuyor… Bir
bütün olarak kapitalist sistem ‘çözdüğünden daha çok sorun yaratır halde’…
Elbette çöküş her yerde ayın yoğunlukta yaşanmıyor. Mesela Orta-Doğu’da, Latin
Amerika’da, Kara ve Kuzey Afrika’da, Güney Asya’da çok daha görünür halde ki,
bunlar da zaten dünyanın yaklaşık %80’ demek…
Çöküş
bir süreç ama, değil mi? O sürecin hangi evresindeyiz sizce?
Tabii. Bir sosyal sistemin çöküşü bir kuşun ölümü,
bir insanın ölümü, bir binanın çöküşü gibi anlık bir olay değildir. Zamana
yayılmış bir süreç olarak tezahür eder… Önemli olan ‘geri dönüşün’ artık mümkün
olmadığı kritik eşiğin aşılmış olmasıdır… Bu her geçen gün işlerin daha da
sarpa saracağı demektir… Velhasıl çöküş sürecinin başındayız ve derinleşerek
yol alacaktır… Mesela Roma’nın çöküşü yüzyıllar aldı ama kapitalist yıkım çok
hızlı ve kapsamlı… Eğer vakitlice harekete geçilmezse, kapitalizmden
çıkılamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmamış olabilir… Velhasıl, “Büyük
İnsanlığın” elini çabuk tutması gereken bir zamandayız…
Bugün
yaşananları 1929’daki buhrandan ya da 70’lerdeki krizden ayıran ne?
Şimdilerde sistemin kendisinde, ‘bütünde”sorun var. Başka
türlü söylersek, Sistemin bileşenlerinin birinin/ ikisinin… krizi değil.
Sistemin tamamını angaje ediyor… Önceki dönemdeki krizler bileşenlerin birini,
ikisini angaje ediyordu… Şimdi tamamını… üstelik her biri diğerlerini azdırmak
kaydıyla… Mesela 1929 kapitalizmin en büyük krizlerinden biriydi ama ekonomik
ve sosyal veçheleri kapsıyordu. Ekolojik kriz, İklim krizi, etik krizi,
biyo-çeşitlilik krizi söz konusu değildi… Şimdilerde krizde olmayan bir şey
yok… Belki Bunama bu günkü durumu daha iyi ifade ediyor… Bunama ‘geri
dönüşün artık mümkün olmadığı’ eşiğin aşılmasıdır…
Çıkış Buradan’daMarx’ın“kapitalizm hiçbir
zaman doruk noktasına ulaştığı andaki kadar kırılgan değildir” sözünü
hatırlatıyorsunuz. Bugün gelinen aşamayı Marx’ın bu sözü üzerinden
yorumlarsanız ne söylersiniz? Şimdi doruk noktasında mıyız? Bu kırılgan durumun
yoksul kitleler açısından artıları neler, eksileri neler?
Kapitalizm çılgın rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir.
Vahşi rekabet ortamında var olma mücadelesi veren bir kapitalist işletme ancak
büyüyerek yarışta kalabilir. Yarışta kalabilmenin koşulu, toplam artı-değerden
daha büyük pay kapmakla mümkündür… Bunun için de en ileri üretim tekniklerine
sahip olması gerekir…Her ileri aşamada daha çok makine daha az işçi
çalıştırmaya mecburdur… Yani her seferinde işçiyi makina ile ikame etmek
zorunluluğu var… Fatat bir şey var… Makine yeni değer, artı-değer, fazla değer
yaratmaz. Sadece makinada ‘dondurulmuş’ eski değeri yeni ürüne aktarır… Bu da
her ileri aşamada sistemin daha az değer yaratır hale gelmesidir… Artık
kapitalizm büyüyemiyor… Doğayı yağmalayarak, canlıyı metalaştırarak zaman
kazanmaya çalışıyor ama nafile… Büyüyemiyor, büyürse de ekolojik yıkımı, iklim
krizini derinleştiriyor…
Kitapta
çıkışın ya da kurtuluşun eko-sosyalizmde olduğunu söylüyorsunuz. Nedir
eko-sosyalizm?
Ekolojik olanla ekonomik ve sosyal olanı
bağdaştırmak demektir. Ne üretiyor bu sistem? Sosyal kötülükler, işsizlik,
yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma üretiyor. Ve doğa tahribatını
derinleştiriyor… Canlı türleri (biyolojik çeşitlilik) hızla yok ediyor,
denizlerin seviyesi yükseliyor, atmosfer ısınıyor, kuraklık yaygınlaşıyor, vs.
Eğersosyal olanla ekolojik olanı barıştırabilirsen, aracı bataklıktan çıkarmak,
insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak mümkün olabilir… Bunun için de
vakitlice kapitalizmden çıkmaktan başka çare yok… İnsanlığın vazgeçilmez ufku ‘komünizmdir’…
Oraya gidiş de ancak eko-sosyalist bir “geçiş programıyla, eko- sosyalist
bir paradigma ve perspektifle mümkün oyabilir… .
Bu
perspektifin rotasının da komünizm olduğunu belirtiyorsunuz…
Komünizm demek, bölüşmek, paylaşmak, dayanışmak,
karşılıklılık demektir. İnsanın-insanı sömürmediği, yabancılaşmanın olmadığı, doğa-toplum
uyumunun mümkün olduğu, demokrasinin sahte bir retorik olmaktan çıkıp bir gerçeklik
kazanmasıdır. İnsanın emansipasyonunun (kurtuluşunun) önünün açılmasıdır…
Bunlara mantıklı bir itiraz mümkün müdür? Velhasıl, insanlığın komünizm dışında
bir geleceği yok… Ya komünizm olacak ya da insanlığın ve uygarlığın bir
geleceği olmayacak… Bir orta-yol mümkün değil…
Bu
bir perspektif olarak mümkün belki, ama ya gerçeklik olarak?
Gayet mümkün. Eğer bugün dünya yaşanmaz bir yer
haline gelmişse, bir yıkım tablosu söz konusuyla, insanlık ve uygarlık kritik
bir eşiğe dayanmışsa, bu kendiliğinden olmadı. Bir takım iktidar ve güç
odaklarının, sermaye sahiplerinin, onların güdümündeki politikacıların
verdikleri kararların, yaptıkları tercihlerin, uyguladıkları politikaların
sonucuysa, başka insanlar- Yeryüzünün Lânetlileri de neden başka türlü
yapmasın… İnsan irade sahibi bir varlık olduğuna göre…. Eğer tüm bu
olup-bitenler, bir takdir-i ilahinin eseri değilse, ki, değildir, insan
iradesini angaje eden bir şeyse, başka türlü yapmaya bir engel var mı? Elbette
bu söylediğimin potansiyel bir olasılık haline gelmesi de bir bilinç
devrimini, ideolojik-entelektüel bir yenilenmeyi varsayar...
Bu
“bilinç sıçraması” mümkün mü?
Aslında ben umutluyum. Şu gördüğün sıradan insanlar
hep böyle davranacak diye bir kural yok… İnsanlar çok hızlı değişebiliyor… Şahsen umutlu olmamın bir nedeni şöyle: 1968’de Paris’te öğrenciydim.
‘68 baharında’insanların bir günde değiştiğini gördüm. Bilinç sıçraması her
zaman potansiyel bir olasılıktır… Rusya’da Ekim Devrimi kadın hareketiyle
başladı. 1917 Şubat’ında sokağa çıkan kadınlar, eylemlerinin şeylerin seyrini değiştireceğini
biliyorlar mıydı?.. Devrimler bardağı
taşıran son damlanın eseri değildir. Bardağın dolu olmasıdır. Bardak doluyor
doluyor ve bir şekilde taşıyor.
68’deki
şahitliğinizi biraz daha açsanız, o değişimi nasıl gördünüz?
10 milyon işçi grev yapıyordu. Metro çalışmıyor, tren
çalışmıyor, otobüs çalışmıyor. Hep yürüyoruz. Diyelim bir kavşak var, dört
sokağın birleştiği bir kavşak. Gelen orada oturuyor. Kimse kimseyi tanımıyor.
Yere oturuyorlar, “haydi biri tartışmayı yönetsin” diyor bir sorun üzerine
tartışma başlıyordu. Şahsen o sokak oturumlarının-tartışmaların ikisine
katıldım… Biri“Sosyalist bir toplumda eğitim politikası nasıl olmalı, ikincisi
de “ulusal ve kent ulaşımı” üzerineydi…
Gezi direnişi için de benzer bir şeyi
söyleyebilir misiniz hocam? Yani bu değişim konusunda…
Fransa’daki durum farklıydı. Hayatı
durduran büyük grevler söz konusuydu.
Toplum topluca ayağa kalkmıştı… Bizdeki gezi direnişi üretim sürecini
zora sokmuş değildi…
Eko-sosyalist
paradigmanın bir boyutu “çapraz bağlar”, değil mi? Bir söyleşinizde, “işçi sınıfı tarihsel olarak, 18. yüzyılın
ortalarından bu yana, yani sosyal-politik bir aktör olarak sahneye çıktığı
dönemden bu yana ekolojik sorunu hiçbir zaman ciddi şekilde sorun etmedi” diyorsunuz.
Bugün de öyle mi? Değişim görüyor musunuz?
Geleneksel sol, 19. ve 20. yüzyıl solu daha çok
sosyal mücadelelere odaklandı. Ücretleri artırmak, çalışma şartlarını
iyileştirmek, bir takım sosyal ve demokratik haklar elde etmek, seçme seçilme
hakkı vs. ki bunlar hep birincil öneme sahip oldu. Dolayısıyla sorunun ekolojik
veçhesini hiçbir zaman ciddiye almadı. Mesela ben Fransa’dayken bir sol örgütün
üyesiydim. O zaman ekolojik problemler yeni yeni gündem oluyor, çevre
hareketleri henüz burnunu gösteriyordu. Michel diye bir arkadaşımız vardı,
arada bir toplantılarda ekolojik problemleri gündeme getiriyordu. Biz de, “bırak şimdi, sınıf mücadelesini
zayıflatıyorsun” falan diyorduk. Şimdi görsem ondan özür dilerdim(Gülüyor)…
Bu
yaklaşımınız nasıl, ne zaman değişmeye başladı?
Aşağı yukarı sekiz-on yıl sonra, 1982 gibi durumu
çakmaya başladım. 1984’de François Partant’ınKalkınmanın Sonu kitabını
Türkçeye çevirdim, 1987’de sürdürülebilir kalkınmaya dair Brundtland Raporu yayınlandı. Onun eleştirisini yapmıştım… O zamandan beri kapitalist ekolojiye,
kapitalist çevreciliğe karşı hep mesafeli oldum, radikal olanak karşı çıktım.
Yani aşağı yukarı, geride kalan 30 yılda ekolojik sorun benim önemli
kaygılarımdan biri oldu diyebilirim…
“Ekoloji
gündemi sınıf mücadelesini zayıflatıyor”
şeklindeki bakış açısı hâlâ hâkim mi emek hareketi ya da sol içinde? Yoksa
“çapraz bağlar” yani örneğin emek hareketiyle ekoloji hareketi ya da kadın
mücadelesiyle işçi sınıfının mücadelesi kesişip buluşuyor mu bugün?
Neoliberal gericiliğin dayatılmasından bu yana 40
yıl geride kaldı. İnsanların sırtı duvara dayandı. Yoğunlukları farklı olabilir
ama artık dalganın dönmekte olduğunu söyleyebiliriz… Eskiden sadece sosyal
problemlere odaklanan sosyalist mücadele ya da sistem karşıtı mücadeleye şimdi
ekolojik faktör de eklemlenmekte. Sorun kendini dayattıkça çevre hareketlerinin,
ekolojik hareketlerin de radikalleşeceğini tahmin edebiliriz… Zamanla işçi
sınıfının da yeni durumla yüzleşebileceğini söyleye biliriz…. Şu anda insanlar nerdeyse
her yerde ayakta, Belçika’dan İtalya’ya, Ekvator’dan Türkiye’ye, her yerde
ayaktalar. Mücadeleler artarak devam ediyor. Bu süreç kadın hareketini, işçi
hareketini, ekolojik hareketi kavuşturabilir… Ve paradigma değişikliği bir olasılık haline
gelebilir…
Elbette mücadele büyüyor, güçleniyor ama bu kadarı
yeterli değil, bu kadarının taşı yerinden oynatmasının imkânı yok. Bütün bu
mücadelelerin bir sentezine ulaşmak gerekiyor… Bir kere araç yürümeye başlarsa,
bir kartopu gibi büyümesi gayet mümkündür
Bir havai fişek fabrikasında, ya da silah
fabrikasında çalışan bir işçi yapılan işin bilincinde olsa bile ona“oradan çekil” demek mantıklı değil
çünkü çalışmadığı zaman aç kalır ama bir alternatif sunulursa pekâlâ bu tarafa
teveccüh edebilir.
“Kapitalizmin
her ileri aşamasında zengin-yoksul farkı derinleşir. Sermaye büyürken, üretmek
ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun kitle, proletarya da büyür” diyorsunuz. Bugünün proletaryasını
nasıl görüyorsunuz? Zengin-yoksul makasının açılması negatif bir şey, ama
proletaryanın büyümesi hayra yorulamaz mı? Bu büyümenin pozitif yanları neler
olabilir?
Proleter, kapitaliste emeğini satmadığında aç olana
deniyor. O kitle devamlı büyüyor. Eskiden sanayi işçilerinin esas olduğu bir
durum vardı, şimdi öyle değil. Kapitalizm her seferinde daha fazla insanı
proleterleştiriyor, emeğini satmadan yaşayamaz hale getiriyor. Türkiye’de şu
anda -çok küçük bir kesim hariç- artık hepimiz proleteriz. Tabii bu durumla
bilinçlenmenin koşulları da oluşuyor, çünkü mücadelenin aktörleri çeşitleniyor.
Bunlar arasındaki yakınlığın artması, organik bağların kurulması, bu cephenin
büyüdüğünü gösteriyor. Mesela emekliler, çiftçiler, öğrenciler, kamu çalışanları,
toprağı elinden alınan çiftçiler… Artık işçi sınıfı sadece sanayi işçisinden
ibaret değil… Bundan 30-40 evvel köylülerin polisle, jandarmayla hiç karşı karşıya geldiği olur muydu… Oysa şimdilerde
yaşam alanlarını ve kaynaklarını korumak için polisle, jandarmayla diye diş
mücadele ediyor… Üstelik kadınlar ön saflarda olmak kaydıyla…
Kitaptaki
somut 12 önerinizin başında “siyaseti herkesin işi yapmak” geliyor. Herkesin
proleterleştiği yerde siyaset neden herkesin işi olmuyor? Proleteryanın
genişlemesi, yoksul kitlelerin artması yakın zamanda bu imkânı doğurur mu?
Batı’da eski rejimler (AnciénRegimes) tasfiye
olduğunda, bundan sonra kim nasıl yönetecek sorusu gündeme geldi…. Dediler ki,
işçiler cahil, kadınlar zaten duygusal, onlar kolay etkilenir, cahil, köylüler de
hakeza zaten cahil. Geriye kim kalıyor? Bilgisi ve parası olanlar. Yani burjuvalar…
İşte Temsili demokrasi veya Batı Demokrasisi denilen böyle oradan çıktı. Aslında.
hiçbir zaman temsil diye bir şey olmadı Seçimler yapılıyor ama ortada temsil
diye bir şey yok… Seçilen seçeni temsil etmiyor. Bu oyunu sürdürdüler. Buna
demokrasi dediler; burjuva demokrasisi, batı demokrasisi, temsili demokrasi vs.
Yapılması gereken şu: Şu anda siyaset bir takım
profesyonellerin işi, onların mesleği. Onu meslek olmaktan çıkarmak pekâlâ
mümkün. Herkesin işi yapacaksın, sürece herkes katılacak. Olabildiğince
doğrudan demokrasiyi yaşatmaya, yerleştirmeye çalışacaksın. “Siyaset herkesin işi olsun” derken bunu
kastediyorum. Profesyonellerin işine son vererek başlama gerekiyor… Siyaset bir
meslek değil, herkesin işi, “şeyi” olduğunda demokrasinin bir varlığı , bir kıymeti
harbiyesiolabelir… .
Bunun için nasıl bir örgütsel işleyiş
modeli lâzım? Kitapta Paris Komünü’nden Gezi’ye bazı deneyimlerin neyin
yapılması gerektiğini ortaya koyduğunu söylüyorsunuz…
Mevcut örgütler bürokratik. Bürokrasinin olduğu yerde
demokrasi olmaz. Yatay-demokratik ilişkileri ve işleyişi hayata geçirmek
gerekiyor ve bu imkânsız değil… Kendisi demokratik işleyişi içselleştirmeyen
bir örgüt demokrasinin aracı olabilir mi?.. Sol örgütlerde de burjuva örgüt
modeli ve işleyişi geçerli… Bu durumu aşmak gerekiyor…
Bir diğer başlık da tarımla ilgili.
Örneğin, “Türkiye, Hindistan ve Fildişi,
30 yıl önce dünyanın en çok pamuk üreten net ihracatçı konumundaki ülkelerdi.
Artık hepsi net ihracatçı konumunda” diyorsunuz. Türkiye’de tarım nasıl
çökertildi?
Türkiye’de tarım neoliberalizme teslim olmanın
sonunda çökertildi… Bizim tarım politikamız IMF. Dünya Bankası, Dünya Ticaret
Örgütü tarafından dizayn edildi… Böyle bir ülkenin tarımının bu hale gelmesi bu
toplum için bir utanç kaynağıdır… Aslında bir ‘insanlık suçu’ işlendi… Oysa,
bir ülkenin tarımının ‘piyasanın insafına bırakmak tam bir ihanettir…
Öneriniz
kimyasal kapitalist tarımdan çıkıp, agroekolojiyi ihya etmek. Agroekoloji nedir?
Evet. Dünyanın toprakları insanları doyurmak için
değil kapitalistleri, büyük tekelleri zengin etmek için seferber edilmiş
durumda. Kapitalizmde kıstas ihtiyaç olanı üretmek değil, satılabilir olanı
üretmektir. Çünkü üretimle tüketim, üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuş
durumdadır. Dolayısıyla üretimsatılabilene yöneliyor. O zaman da gerçek ihtiyaç
olanın karşılanamaması, ihtiyaç olmayanın üretilip satılması söz konusu oluyor.
Dünyada şu anda bir sürü zararlı şey üretiliyor, büyük agro endüstri tekelleri
tarımı tamamen domine ediyor. İnsanları doyurmak için gerekli şeyleri üretmeyi
bir tarafa bırakıp, kârı artırıcı alanlara yöneliyor. Bu arada doğayı, toprağı
mahvediyor, doğanın dengesini yok ediyor. Kapitalist tarımdan hızla çıkmak
gerekiyor. Eğer vakitlice çıkılamazsa zaten olumsuz tablo büyümeye devam edecektir.
Agroekolojiekolojik
süreçlerin ve işlemlerin tarım üretim sistemlerine uygulanması anlamına
geliyor. Çevreye ve onun ekolojik özgüllüğüne daha saygılı bütün tarımsal
pratikleri kapsıyor. Tarım biliminin, çiftçiliğin, bilimsel ekolojinin, ekonominin,
sosyal bilimlerin disiplinler arası bir kombinasyonu. Organik tarım,
iyileştirici (rejeneratif) tarım, permakültür pratiklerini içeriyor,
Sürdürülebilirliği önceliyor.
2022’nin
ilk yarısını nasıl görüyorsunuz, yılın kalan yarısı için öngörünüz nedir?
2022’nin ilk yarısı berbattı, ikinci yarısı daha da
berbat olacak. Çünkü görünen köy kılavuz istemez. Adamların sorun çözme yeteneği
de niyeti de yok! Zaten politik İslamcıların yönetme yetenekleri yoktur,
olamaz, çünkü kafa bugünde değil geride. Bildikleri tek şey yağmalamak, talan
etmek. İkinci yarının daha kötü olacağı kesin. Asgari ücrete sözüm ona zam
yaptılar, ama bir şeye yaramaz. Fiyatlar hızla artmaya devam ettiği sürece
yapılan “zamla” bırakın iyileşmeyi, eski durumu yakalamak bile mümkün değil. O
yüzden ikinci yarı daha da kötü geçecektir.
Daha ne kadar kötüleşebilir hocam,
neler olabilir sizce? Mesela Suriye’ye operasyon gündemde yine…
Aslında içerde sıkışan iktidarların, dışarıyla
dalaşmaktan başka seçeneği yoktur. Bu iktidar külliyen iflas etmiş durumda.
Hiçbir sorun çözme yeteneği yok… Suriye’ye operasyon tıkanmışlığın,
çaresizliğin sonucu olarak gündeme geliyor. Fakat. ‘Dimyata pirince gitmek’
ihtimal dışı değil… Suriye ve Irak’a yönelik operasyonlar ‘milliyetçiliği
kaşımanın’ bir aracı olarak görülüyor ama artık milliyetçiliği kabartma
yeteneğinin de aşındığını söyleye biliriz…
Bir
de erken ya da vakinde yani 2023’te yapılacak bir seçim var…
Politik İslamcı ekip geleneksel partilerden farklı.
Türkiye’yi İslam Emirliği yapmak gibi
bir ajandası var. Asgari hiçbir hukuk, kanun, kural, ahlak tanımıyorlar, akıl
almaz bir şekilde yağmacılar. Bunlardan acilen kurtulmak şart. Eğerbir dönem
daha kalırlarsa kurtaracak bir şey kalmayacak… Bunlardan olabildiğince çabuk
kurtulmak gerekiyor. O kadarıyla sorun
çözülmez, ama sorunun çözülmesine giden yolda bir rahatlama, bir avantaj durumu
ortaya çıkabilir. Kaldı ki bunların iktidarda kalmalarının imkânı da kalmadı
artık. Çünkü ellerinde bir tek koz var; şiddeti, devlet terörünü dayatmak.
Fakat bu dünyada hiçbir rejim sadece çıplak şiddete, baskıya, devlet terörüne dayanarak
ayakta kalamaz. Mutlaka yanında bir şeyler teklif etmesi lâzım. Dolayısıyla
kaybedecek, gidecekler. Ama bir gün önce dahi olsa gitmelerinde fayda var.
Tabii ki onların gitmesi işlerin yoluna gireceği anlamına gelmiyor, ama başka
olasılıklar için bir pencere açılabilir.
Kitapta
neoliberal politikaların işçi sınıfının mücadele yeteneğini aşındırdığına,
mücadelelerin daha çok eldekini koruma düzeyinde kaldığına ve 1990’da Sovyet
sisteminin çöküşüyle bir “ütopya zaafının” ortaya çıktığına dikkat
çekiyorsunuz. Bu zaaf aşılabilir mi?
Kapitalizm kriz üretmeden var olamaz. Bulut nasıl
yağmuru içeriyorsa kapitalizm de o kadar kriz içerir. Kapitalizm demek kriz
demektir. Kapitalist dünya sistemi İkinci emperyalist savaş sonrasında
30 yıllık bir genişleme dönemine girdi. Üretim ve ücretler arttı, sosyal
hizmetler alanı genişlediama 70’lerin ortasında sistem tekrar krize girdi. Ve kriz, konjonktürel kriz değildi. Yapısal
krizdi… Ve geride kalan yaklaşık 60
yılda krizden çıkılmış değil… Zira, söz konusu olan kapitalizmin nihai
krizi… sermayenin saldırısı geride kalan dönemde işçi sınıfı ve ezilen
sınıflar lehine ne kadar kazanım varsa savaş açmak anlamına geliyordu… Kazanılan
mevzileri geri almak üzereneoliberal politikalar dayatıldı... Üç sloganı vardı.
Bunlardan biri liberalleşmeydi, yani serbestleşme. Bu, dünyanın sermaye
için dikensiz gül bahçesi haline getirilmesiydi. İkincisi özelleştirme: kamuya
ait kurumların, müşterekler denilenlerin gaspıydı. Üçüncüsü de deregülasyon
yani kuralsızlaştırma. Ezilen, sömürülen sınıflar lehine ne kadar kazanım varsa
tasfiyeyi amaçlıyordu… Ne oldu ondan sonra, ücretleri bastırdılar, farklı
ülkelerdeki işçileri birbirinin rakibi haline getirdiler. Mesela bir ülkede
işçiler bir takım haklar için mücadele ediyor, sermaye sahibi patron diyor ki, “şartlarım bu, kabul etmezseniz ben
Bangladeş’e, Türkiye’ye ya da Tunus’a, vb. gidiyorum.” O zaman ücretler
aşağıya doğru bir iniş yarışına giriyor. İşçi sınıfının mücadele yeteneği
aşıldı derken kastettiğim de bu. Eskiden mücadele ulusal sınırlar içindeydi,
bir grev yaptığın zaman karşılığı vardı, ama şimdi yok, neoliberal çağda yok.
Bir anekdot musadenle: Sanırım 90’ların başı veya ortalarıydı. Berlin’de bir
konferansa davet edilmiştim. Türkiye’den giden sendikacı bir arkadaş vardı,
militan bir sendikacıydı. Normal olarak konferansa gelmesi gerekiyordu, ama geç
kaldı, son anda geldi. “Hayırdır, ne oldu, ücretleri artırdınız mı?” diye
sordum. “Azalttık” dedi. Patron demiş ki, “şartlarım şu şu, kabul ederseniz ne
âlâ, yoksa bana müsaade.” Bu ne demek, senin talebinin potansiyel bir karşılığı
yok demek. İşçi sınıfının savunmada kalmasından kasıt bu. Bir tık ötesine
geçemiyor. Ama her şeyin bir sınırı vardır. Sırtın duvara dayanınca iş değişir.
İşçi sınıfı yavaş yavaş –Türkiye’de de sahneye daha çok çıkmaya başlıyor. Maddi
temelin aşınması dediğimiz şey bu. Bir
şey daha var, 1990’da Sovyet sisteminin çöküşüyle bir ütopya zaafı da ortaya
çıkardı. Fakat kitapta da yazdığın gibi umut kural, umutsuzluk istisnadır.
İngiliz şair Shelley’in dediği gibi: “Umut düş kırıklıklarından kendini yeniden
yaratır.” Düş kırıklıkları sürekli devam etmiyor. Bu dalganın dönmekte olduğunu
söyleyebiliriz. Ama biraz hızlı hareket etmek gerekiyor. Çünkü yıkım çok hızlı
ve tahripkâr. Önüne geleni alıp götürüyor. Geç kalınırsa kurtaracak bir şey
kalmayabilir. Vakitlice sahneye çıkmak gerekiyor.
Önümüzdeki dönemde ütopya zaafının yavaş yavaş aşıldığı bir periyoda girmiş
olabiliriz.
Son
söz?
Haysiyetli insan olarak yaşamak için bu sefil duruma
itiraz etmek gerekiyor. Eleştirel olmak gerekiyor. Fakat eleştiri radikal olmak
kaydıyla bir anlam ifade eder. Haysiyetli yaşamak, dünyayı anlamaya çalışmak
bir amaç değil, önemli olan dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Entelektüelin
varlık nedeni, misyonu da bu olmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder