Ütopik, Siyasal ve Felsefi Bir Roman :
GÖKDELEN
“Adalet güçlülerin ayrıcalığıdır.”
Türkiye Cumhuriyeti 149. yaşının ilk aylarını geride bırakıp 150’sine doğru ilerlemektedir. Aylardan Şubat’tır. Ve Şubat’ın 17’si... Gökdelen’in İstanbul’undaki, “25-C sayılı ve pembe renkli gökdelenin doksan sekizinci katındaki Tezcan Avukatlık Kurumu”nda, “Yani” der Can Tezcan, karşısındaki Temel Diker’e, “her yer eşit, her yer eşdeğer olsun istiyorsun, öyle mi?”
“Evet, öyle...” diye yanıtlar Niyorklu Temel1. Avukatı Can Tezcan’ın sözcükleriyle formülleşiverir Niyorklu’nun düşü... Her elmanın kurdu kendi içindedir, derler ya; içten içten yer ve çürütür elmayı. Ya düşün, düşlerinki...? Elmanın düşü kurt mudur, bilinmez. Ama muhtemeldir ki, elma kurdunun düşü elmadır; içinde sonsuza dek, hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan yaşayacağı ve sonsuza dek tüketemeyeceği, çürümeyen bir elma... Ya insanın...? Her insan aynı şeyi mi ister, aynı şeyi mi düşler?
Her insanın düşü, düşleri vardır. Ama her insanın ütopyası yoktur. Düşler, insanlar kadar çoktur, ütopyalar azdır ve bundan dolayı, her ütopya bir düştür, ancak her düş bir ütopya değildir. Tıpkı Niyorklu Temel’inki gibi...
Ütopyalar siyasaldır
Her yerinin eşit, her yerinin eşdeğer kılındığı bir dünyayı, bir ülkeyi, bir kenti, kim, neden ister? Ya da kim, neden istemez? Dahası, mümkün müdür böylesi bir dünya, bir ülke, bir kent yaratmak? Kuşkusuz ki, insan tasarımlayabilir, düşleyebilir bunu. Ama bu, bir ideal varlık, bir istenen ütopya olmaktan öte geçmez. Ondan öte değer taşımaz. Çünkü ütopyaların değeri ve önemi, bütünsel olarak gerçekleşebilirliğinden, gerçekleştirilebilirliğinden çok, düşselliğinde, düşünselliğindedir; düşünülebilmiş olmasındadır. Ve onların gerçekliği yoktur, değişmezler; zamansız ve mekansızdırlar, tüm ideal varlıklar gibi...
Öte yandan, her ütopya; varolan, yazarınca tanık olunan bir toplumsal ve siyasal gerçeklikten hareketle tasarımlansa da, hiçbir ütopya, toplumsal ve siyasal varlığın dününe ya da şimdisine yönelik bir anlatı değildir. Anlatım dili, söylem biçimi, hangi zaman dilimini kapsıyor olursa olsun, onun yüzü daima geleceğe dönüktür; ya olması isteneni nesneleştirir ve anlatır ya da olmasından korkulanı, istenmeyeni... İstenen ütopyalardan Platon’un “İdeal devleti”, Fârâbi’nin “Erdemli Kent”i ya da “El-Medinetü’l-Fâzıla”sı, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”, Thomas More’un “Ütopya”sı için geçerli olduğu gibi; istenmeyen, “korkutucu ütopya”lardan Aldous Huxley’in “Yeni Dünya”sı, “Cesur Yeni Dünya”sı, George Orwel’in “1984”ü için de geçerlidir bu...
Yukarıda belirtilen ütopyalardan, Platon ve Fârâbi’ye ait olanlar, felsefi düşünmenin ve bilginin gereği olarak, kuramsaldır. Diğerlerinden ilk ikisi kuramsal olmaktan çok, anlatı özelliği nedeniyle ‘edebi’ olarak nitelenebilecekken; diğerleri, bir roman olarak düşünülüp nesneleştirilmiş, “edebiyatlaşmış felsefe”yi içeren edebi ütopyalardır. Ancak ister kuramsal olsun isterse edebi, her ikisinin de varoluş nedenleri, tasarlayanlarının yaşadığı zamanın şimdisinde olup bitenlerdir. Bu nedenle tüm ütopyalar, varolan toplumsal ve siyasal düzene yöneltilmiş birer itirazdır. Ki “istenen ütopya”lar için, ‘itiraz’ sözü hafif kalır. Çünkü onlar, olup bitenler karşısında salt eleştirel bir tutumdan, gidişatın vahametini dile getirmekten ötesine geçip, varolanı yadsıyan yeni bir toplumsal-siyasal düzen tasarımı olarak çıkarlar ortaya. Yazarlarının değiştirmek istemeyi düşünüp de değiştiremeyişlerinin çaresizliği, aczi ve tekbaşınalığıyla, yalnızca birer istenen olarak vücut bulurlar. 16.yy. İngiltere’sinde, Thomas More, “Benim ideallerime göre yönetilen bir ülke ve bu idealleri gerçekleştiren insanlar hakkında bir kitap yazmak istiyorum.” der dostu Peter Gilles’e ve ekler: Ama böyle şeyleri İngiltere’de yazmak tehlikeli2. Çünkü ütopya, siyasal bir metindir ve More, bilincindedir yazacaklarının.
“Korkutucu” olarak nitelenen, istenmeyene, olmasından korkulana işaret eden ütopyalar ise, “istenen ütopya”lar gibi, birer ideal toplumsal-siyasal düzen tasarımı olarak ortaya konulmamışlardır. Bu ütopyalar, kendilerine konu edindikleri alandan ya da sorundan hareketle, varolan toplumsal-siyasal düzendeki gelişmelerin, insanı ve toplumu hangi vahim noktalara doğru sürüklemekte olduğunu ve onları nasıl bir geleceğin beklediğini anlatır. Kaçınılması gereken bir gelecek tablosu çizer. Orwel’in “1984”ünde yapılan da, Huxley’in “Yeni Dünya”sı ve “Cesur Yeni Dünya”sında anlatılan da budur. Ki bu varolan düzene karşı yöneltilen siyasal bir eleştiri, siyasal bir itirazdır. Ancak, her siyasal eleştiri, her siyasal itiraz ütopya olmadığı gibi, her siyasal roman da ütopya değildir. Ama tersi doğrudur bunun... Yani her ütopik roman, aynı zamanda siyasal bir romandır; içselleşmiş bir felsefi kavrayış ve anlamlandırışla biçimlenen... Çünkü bu tür romanlarda yazarın siyasal-ideolojik, toplumsal, sınıfsal tercihleri, dünya görüşü, felsefi yaklaşımı, v.b., diğer eserlerinden çok daha açık bir biçimde kendini gösterir. Bunun temel nedeni, her eleştirinin, her sorma, sorgulama etkinliğine dayanan anlama ve yeniden anlamlandırmanın çok yönlü kabullerden hareketle yapılmasıdır. Ki bu da kaçınılmazdır; çünkü her insan bir kabuller varlığıdır.
“Korkutucu” ütopik/siyasal romanlar, öncelikle, yaşanan gerçekliği ve ondaki gelişmeleri, gidişi, bir sanatçı duyarlılığıyla kavrayan, sezen ve düşündüğü olası sonuçlar karşısında da insan ve toplum için endişe duyan, dehşete düşen yazarların, kendi içlerinden yükselen canhıraş bir çağrı çığlığıdır; kendi sezdiklerini sezdirmek, kendi kavradıklarını kavratmak isteyen... Bunu da hem edebiyatın hem de özel olarak romanın neliği gereği, düşünsel olanı, duygusal, estetik bir duyarlılıkla; duygusal ve estetik olanı da düşünsel bir tutarlılıkla ortaya koyarak, tasarladıkları tek tek roman kişileri, olayları ve onlar arasındaki ilişkiler üzerinden gerçekleştirmeye yönelirler. Korkutucu ütopik romanlar, varolanı soran, sorgulayan ve eleştirel bir düşünüşle kavrayıp anlamlandırarak anlatan bir aklın, düşündürmek ve fark ettirmek isteyen ürünleridirler. Bu romanların zamanı ve mekanı yaşanmamış ve ulaşılmamış, olayları daha gerçekleşmemiş olduğundan olsa gerek, yazarlarının içindeki çığlığın canhıraşlığına inat, onlar usulca, çekingence “bir şeyler yapmalı!” derler, “hem de hemen şimdi!”. Çünkü, her türlü eylemin yegâne zaman dilimi şimdi’dir; ne dündür ne de yarın...
Ama kimse gitmez bu çağrının peşinden... Birilerimiz okusa da, ardından kaldırıp kitaplığımızdaki okunmuş kitapların arasına yerleştiriveririz onları. Kulak vermeyiz çağrıya... En iyi ihtimalle, birkaç gün sözünü ederiz, dostlarımıza-arkadaşlarımıza, sohbet sırasında yeri gelir de anımsarsak elbette... Soralım kendimize : Çağrılarına uyup onların (örneğin “1984”ün), daha ötesini yapmış olsaydık, Orwel’in romanında işaret ettiği, göstermek istediği toplumdakinden kat be kat yetkin, estetize edilmiş ve içselleştirildiği için de meşru görülen denetim koşullarında yaşıyor olur muyduk? Yanıtınız ne olursa olsun; siz siz olun, eğer okuduğunuz, “korkutucu” bir gelecek tasarımı çizen ütopik bir romansa, “altı da üstü de bir roman işte!” deyip geçmeyin... Ki Gökdelen için de geçerli bu...
Romanın iki temel boyutu
Tahsin Yücel’in Gökdelen’i ütopik bir roman. Yargının özelleştirilmesi ana teması ekseninde kavranıp anlamlandırılmış olsa da, o, bundan daha öteye uzanan bir anlam zenginliğine ve derinliğine sahip. Bunu sağlayan ise romanın felsefi ve siyasal boyutları. Ki açık ya da örtük bir biçimde felsefenin ve siyasal yaklaşımın varlığı, istenmeyene, kaçınılması gerekene işaret eden her korkutucu ütopik romanın vazgeçilmezidir. Keza istenen ütopyaların da...
Roman kahramanlarından Avukat Can Tezcan’ın karabasanıyla başlayan Gökdelen’deki olup bitenler, 2073 yılının İstanbul’unda gerçekleşiyor. Yaşanmamış; yaşanıp yaşanamayacağı bilinmeyen bir yıl ve bir mekan. Ama tesadüfen seçilmiş bir yıl değil 2073. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin 150. yılına işaret ediyor. 150. yılında, illerinin sayısı 115’e ulaşmış, ama sahilleri bile özelleştirilip satılmış ve yöneticilerinin, satılabilecek yeni bir şeylerin arayışında olduğu bir ulus-devletin varlığını bildiriyor, hissettiriyor Gökdelen. Ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye Cumhuriyeti 30. ve sonuncu üye olamadan dağıldığını da... Türkiye’nin, bir buçuk asrı geride bırakırken, hala ABD’nin uydusu olmaya devam ettiğini de... “kavramların en saygınının yasak kavramı olduğunu”(sy. 98) da... Romanda yer alan bu ve benzeri unsurlar, kimilerince birer ayrıntı gibi algılanıp geçilse de, Tahsin Yücel’in, içerisinde yaşadığı gerçekliği ve buradan hareketle de geleceği hangi siyasal ve ideolojik kabuller üzerinden kavramakta ve anlamlandırmakta olduğunun apaçık işaretlerini sunuyor okura.
Yücel’in siyasal ve ideolojik kabulleriyle koşullanan, itiraz ve eleştirilerinin üzerinde yükseldiği zemin ise, yaşadığı ve tanıklık ettiği insan ve toplum gerçekliğidir. Ki bu gerçeklik, toplumsal ve kültürel çürüme ve yozlaşmanın, değer erozyonunun, insan dahil, tüm toplumsal kurumları ve ilişkileri, kendi sarmalına alıp, nasıl savurmakta, yozlaştırmakta olduğunu göstermektedir. Ama, kendilerini evle iş arasındaki yaşama hapsetmiş, fasit bir daire içerisinde dönüp duran insanlar, ne denli kitap, gazete,dergi, v.b okuyor, televizyon izliyor, radyo dinliyor olsalar da, bu gerçeklikte olup bitenleri görememektedir. Roman kişilerinden Can Tezcan ve eşi Gül Tezcan’ın durumu buna örnektir. Kendi kurulu düzenlerinin gelgitleri, sorunları içinde, kendilerini dış dünyaya kapattıkları sürece, Elias Canetti’nin “Körleşme”sinde anlatıldığı gibi körleşmektedirler. Onlara, “göğe çekildiniz artık,” der Rıza Koç, “evden işe, işten eve de havadan, uçakla gidiyorsunuz çoğu zaman; kısacası, siz artık bu ülkede yaşamıyorsunuz.”(sy. 94) Toplumsal gerçeklikte yaşananları görüp, anlayabilmeyi, nedenlerini sonuçlarını kavrayabilmeyi, salt okuyarak sağlayamaz insan. Okumanın yanı sıra, kitaplardan başını kaldırıp, yaşanan gerçekliğe bakabilmeyi; baktığı yerde de, toplumsal gerçekliğin ve ilişkilerin tüm giriftliğine rağmen görebilmeyi, nedenlerini, nasıllarını, niçinlerini sorup sorgulayarak anlamayı başarması gerekir. Dahası, gördüğünü sandığının, kendisine gösterilmek istenen bir gösterilen mi olup olmadığını seçebilmesi de... Gözlerini kendinin kılarak, kendi gözleriyle görüp algılayabilmesi gerek...
İşte Tahsin Yücel, şimdi’nin tanık olduğu verilerinden hareketle, hem insanın nasıl “körleşmekte” olduğuna işaret ederken, hem de her geçen gün insanların, sömürülme şansı bile bulamadan ömürlerini tükettikleri bir geleceğe doğru sürüklenmekte olduğunu da anlatıyor Gökdelen’de. İşsiz bile sayılmayan “yılkı adamları”, ülkenin doğal bitki örtüsünü yitirmiş dağlarında, ovalarında yiyecek bir şeyler peşinde sürüler halinde dolaşırken; bir iş bulabilme umudu ya da sömürülme şansına sahip olabilme ayrıcalığı, en az birkaç üniversite bitirmiş ya da bitirebilecek ekonomik olanağı olanlar için söz konusu... Ki bu da, aday adaylığı kazandıran bir ihtimal yalnızca... İhtimalin ağırlığına katlanamayan, öğretmenler, mühendisler, vb., “yılkı adamları”na katılırken, iş bulma umudu olmadığı halde kentlerde kalanlardan bazıları ise, buna çocuklar da dahil, bedenlerini sunmaktadırlar pazara... Sistemin mantığı acımasızca işlemektedir : İnsan, satılabilecek ve pazarda alıcısı olan bir şeyi olduğu sürece değerlidir. Ama bununla yetinmez sistem : İnsan, yaşamını korumak istediği sürece, alıcısı olan bir şeye sahipse eğer, onu satmalıdır da... Hangi değerler adına olursa olsun, “ben satmıyorum” diyemezsiniz. Diyene ise, emekli öğretmen Hikmet beyinki gibi bir son hazırlayıverir sistem...
Bunun temel nedeni ise, kapitalist sömürü düzeni ya da Yücel’in deyişiyle ülkede varolan “anamalcı” düzen... “Anamalcı”lık, salt ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel, vb. boyutlarıyla varolan bir düzen... Ulaştığı herhangi bir şeyi, alınır satılır kılabildiği, ranta, kâra dönüştürebildiği sürece değerli sayan bu düzen, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları dahil, “değerli” sayılabilecek her şeyini metalaştırmaktadır. Ki Gökdelen’in kahramanlarından Can Tezcan, bu “anamalcı” düzene hizmette birbirleriyle, neredeyse yarış içerisinde olan ülke yöneticileri için ise, “bunca yıldır bu ulusun nesi varsa, hepsini özelleştirdiler, maden, orman, ırmak, liman, fabrika, hastane, üniversite, ilkokul, her şeyi, her şeyi sattılar haraç mezat, bir anaları kaldı satılmadık, sattılarsa da ben bilmiyorum, kimsenin günahını almak istemem.”(sy. 37) der. İşte bu nokta da, romanın ana teması olarak algılanan, öne çıkan/çıkarılan, yargının özelleştirilmesi, düzenin tutarlılığı için gereklidir. Gereklilikten öte bir zorunluluktur bu... Çünkü, her şey özelleştirilmişken yargının devletin elinde olması bir tutarsızlıktır. Çok farklı saiklerden hareketle de olsa, düzene tutarlılık kazandırmak gerektiğini düşünür ve ileri sürer Can Tezcan. “çelişkin bir hayvan” olarak tanımlanan “insan”, tüm çelişenliğine rağmen, ne gariptir ki yaptığı her işte, her düşünüşte tutarlılık arar; tutarlılık peşinde koşar.
Aslında, düzene “tutarlılık kazandırma”ya dönük öneriler yalnızca romanın evreninde yaşanmamaktadır. Tutarlılık kaygısı ve düşüncesinden midir, yoksa bambaşka nedenlerden midir bilinmez, 1996 yılı sonbaharında da vergi toplamanın özelleştirilmesi önerisi atılmıştı ortaya. Anadolu Ajansı’ndan gazetelerin haber merkezlerine akan haberde, Milli Prodüktive Merkezi adlı bir kuruluştu bu önerinin sahibi. Neylerseniz ki anamalcı düzen, hangi nedenlerle olursa olsun, her dönem kendi akl-ı evvel cevherlerini de yaratıyor ya da efendilerinin gözüne girip, pastadan kendi payına düşen kırıntıları arttırma kaygısında olanlar, düzene hizmette sınır tanımıyorlar. Bir zamanlarda, ismi lazım değil, birileri “kentlerde yaşayanlardan güvenlik vergisi alınmalı” derken, birileri de “yalnızca vergi verenler oy hakkına sahip olmalı” diyerek ortaya çıkmıştı. Koşullar oluşmadığından ya da onlardan önce yapılabilecek, metalaştırıp satılabilecek başka şeylerin varlığından uygulamaya dönüştürülemedi daha... Yücel’in yaptığı ise daha uç bir örnekle, yaşanan özelleştirme sürecinin ve anamalcı düzenin, hangi nihai noktalara varabileceğine işaret etmektir.
Yargının özelleştirilmesi önerisi ve süreci çerçevesinde, medya dahil, ekonomik olarak egemen olanlar ile siyasal olarak yönetici konumunda bulunan başbakan ve bakanlar arasındaki çıkar ilişkilerini ve pazarlıkları gözler önüne seren Yücel, işsizlikten değer erozyonuna; yer altı ve yer üstü kaynaklardan gökdelenlerle parsellenip satılan gökyüzünün metalaştırılmasına; teknolojinin gelişimiyle yaşanan teknoloji yoğun üretimin insanı paranteze alıp, toplumun kenarına, hatta dışına bırakıverişine, vb. dek, günümüzde de yaşanan, insanı ve toplumu tehdit eden sorunlar karşısında duyduğu kaygıyı, bunlara dönük itiraz ve eleştirilerini dile getirerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin 150. yaşıyla sembolize ettiği 2073 yılında bu ülkede yaşayanları nasıl bir gelecek beklediğini anlatmaktadır romanında. Ve bu istenmeyen, kaçınılması gereken, korkutucu bir gelecektir.
Yazar, kendi siyasal ve ideolojik düşünceleri, toplumsal tercihi, dünya görüşü ekseninde kavradığı ve anlamlandırdığı günümüzün ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, vb. sorunlarına dönük eleştiri ve itirazlarını, romanın evreninde yarattığı kişiler, olaylar ve ilişkilerle dışsallaştırmaktadır. Roman kahramanlarından birinin ağzından dökülen, “Gerçek patronların neredeyse tümü yabancı olduğuna, dolayısıyla ülke dışında bulunduğuna, ülkedeki adamları da birer uşak olmaktan öteye geçmediğine göre”(sy. 64), türünden sözler, çarpıcı, keskin birer itiraz, ‘eleştiri’ niteliği taşımaktadır. Ki yazar, sanırım oldukça bilinçli bir biçimde, yer yer kullandığı “günümüzde” ya da “bugün olduğu gibi”(sy.71) sözleriyle de bu itiraz ve eleştirilerin şiddetini ve etkisini daha da çok hissedilir kılmayı istemektedir.
Gökdelen’i siyasal bir roman kılan unsurların başında şuana kadar belirtilenler önemli birer etken olarak yer almaktadır. İki temel boyuttan biri budur; yani siyasal olan... Şimdi sıra diğerinde; yani felsefi boyutta... Romanda her iki boyut iç içe yer alıyor olsa da, bunları gösterebilmek için, bu yazı bağlamında ayrılmaları gerekiyordu ve ayrıldılar...
Gökdelen’e ya da Yücel’e göre insan
Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında, “Herkes herkese ve herkes kendine aittir” önermesinin romana sinişi gibi, “her yer eşit, her yer eşdeğer”(sy. 32) sözü de Gökdelen’e siner. Hem Huxley’in romanındaki önerme, hem de Gökdelen’deki söz, felsefenin genelliği hükmüne haizdir. Ancak, Yücel’in romanındaki felsefi boyut bundan ibaret değildir. Her ne kadar bu söz, daha romanın ilk sayfalarında okurun karşısına çıkıyor ve ardı sıra Temel Diker’in, İstanbul’a “yeni bir bütünlük vermek istiyorum, çağın gidişine uygun tutarlı bir bütünlük, kuruluşu tamamlandığı zaman kent her zaman böyleymiş gibi bir duygu uyandıracak insanlarda, geçmişi de, geleceği de düşündürtmeyecek, onları sonsuz bir şimdiki zamanda yaşatacak bir bütünlük.”(sy. 42) sözleri geliyorsa da, bundan daha temel bir felsefi yaklaşım vardır Yücel’in Gökdelen’inde içselleşmiş olan. Bu da öncelikle, insan üzerine felsefedir. Yanı sıra da toplum üzerine...
Elbette buradaki felsefe, kavram çözümlemeleri ve kavramlar arası ilişkiler üzerinden, akıl yürütmelere ve temellendirmelere dayanarak yapılmamaktadır. Aksine yapılan, edebiyatın ve romanın neliğine uygun ve onun sınırları içerisinde; kişilerin, değişen konumlarına, ilişkilerin değişimine, olayların gelişimine paralel olarak aldıkları tutumlar, davranışlar ve söyledikleri sözlerle gerçekleştirilen, sergilenen bir felsefedir. Dolayısıyla genel olarak edebiyatta, özel olarak ise romanın evreninde felsefi olanı görmeye, kavrayıp anlamaya yönelirken bunu akıldan ırak tutmamak gerek.
Buradan hareketle, asıl konuya dönersek : “İnsan”, der Can Tezcan, “çelişkin bir hayvandır.”(sy. 60). Bu, roman boyunca işlenen, roman kişilerinin sözleri ve davranışlarında sergilenen, insanın neliğine ilişkin temel bir önermedir. Onu çelişkin kılan ise, içerisine doğup büyüdüğü toplumdur. Gökdelen bazında bu, tüm boyutlarıyla anamalcı toplumsal düzen... Can Tezcan’ın, “toplum çelişkiden çelişkiye sürüklüyor insanı”(sy. 251); “Bizi bu düzen, bu kenter düzeni çelişkin kılıyor”(sy. 267) derken işaret ettiği de budur. Çünkü insanın toplumun ve toplumsalın dışında bir varoluşu yoktur. Ve ona olumlu ya da olumsuz tüm değerleri kazandıran toplumdur. Sabri Serin’in, “Bu düzenin içinde doğduk, onun bir parçasıyız. Onunla savaşmak kendi kendimizle savaşmak oluyor bir bakıma.”(sy. 268) sözleri de insanın çelişkinliğine ilişkin önemli bir vurgu niteliği yaşıyor.
“Bu çelişkiler bir yerde dürüstlükten kopmanın bir belirtisi de sayılabilir belki.” diyen Can Tezcan, daha da ileri giderek hüküm verir : “Ne olursa olsun, hangi biçimde olursa olsun, bu kenter düzenine katıldığın, onun bir parçası olduğun andan sonra, salt dürüstlük yalnızca bir yanılsamadır.”(sy. 267)
İçerisine doğup büyüdüğü toplum insanı çelişkin kılıyor ve “dürüstlük yalnızca bir yanılsama”ya dönüşüyor olsa da, insandan umut kesilmez Gökdelen’de : Can Tezcan’ın, “İnsan doğasına güvenmek gerekir, insanların başkaldırı yetisine güvenmek gerekir. Biliyorum, çoğu zaman, hem de hemen her yerde, haksızlık egemendir, doğal gibi, doğruluk gibi, haklılık gibi göründüğü de çok olur. ‘Bu böyledir, böyle gelmiş, böyle gider : yapılacak hiçbir şey yok!’ der insanlar. Sonra bir yerlerden bir dip dalgası gelir, önünde ne varsa yerle bir etmeye başlar, adaletin ucu görünür, insanlar ‘Bu böyle süremez’ derler ve bu böyle sürmez artık. İnsanların başkaldırı yetisinden umudu kesmemek gerekir.”(sy. 255) sözleri bunun ifadesidir. Keza Sabri Serin’in, “Şimdi adını unuttum, gençliğimde bir kitap okumuştum, çok güzel bir kitap, sanırım bir Fransız’ındı. Kişi dayanır, katlanır, boyun eğer, eğer, eğer, sonra öyle bir noktaya gelir ki daha fazlasına katlanamaz artık, boyun eğmeyecektir, durur o noktada, başkaldırır” sözleriyle, Albert Camus’un “Başkaldıran İnsan” adlı eserine gönderme yapılmasının anlamı da budur.
İnsanın mutlak iyi mutlak kötü olamayacağına ilişkin diyalektik kavrayış ve onun başkaldırı yetisinden umudu kesmeyiş, Gökdelen’in, her zaman için “başka bir son mümkün” yaklaşımını hissettirmesini, düşündürmesini olanaklı kılıyor. “sonradan çok değişseler de insan doğasından her zaman bir şeyler kalıyor geride, kötüde iyi bir şeyler, iyide kötü bir şeyler. Hiçbir şey bekleyemeyeceklerimiz belki de hiç yok, belki de çok küçük bir azınlık her şeye karşın, anamal 2073’te bile tüketemedi insanı. Hâlâ yaşayabilmemizi buna borçluyuz .”(sy. 266-267) sözlerine romanın sonunda, adlarından söz edilmelerine rağmen kendileri ortalarda görünmeyen “yılkı adamları”nın, “sonu görünmeyen bir insan seli” halinde birkaç koldan kente akışının eşlik edişi de, “başka bir son”un kuvveden fiile dönüşebilme olanağını imliyor. Hem de, Gökdelen’in evreninde düşünürsek eğer, tam da Türkiye Cumhuriyeti’nin 1503. yılında...
Bu son kimin sonu, neyin sonudur, bilinmez ama, her son seçimlerimizde, tercihlerimizde bir değişimi olanaklı kılar; tıpkı roman kahramanlarınınki gibi... Ve her son, değiştirir, dönüştürür; insan dahil, toplumsal-siyasal boyutuyla maddi ve kültürel varlıkları... Bazen de yakar yıkar ve yeniden yapar.
Son söz : Tahsin Yücel, ütopik, siyasal ve felsefi bir roman örneği sunduğu Gökdelen’iyle; günümüz insanının, gelecek kaygısının ve korkusunun sarmalında, karamsarlıktan umutsuzluk dehlizlerine sürüklendiği koşullarda, varolan düzen karşısında soran, sorgulayan, eleştiren, itiraz eden siyasal ve ideolojik duruşu, insana yönelik felsefi yaklaşımıyla “umut” deklere etmektedir. İnsan var olduğu sürece, ona güvenmek, ondan umudu kesmemek gerek; çünkü “başka bir son” umudu, her daim, adları sanları bilinmeyen o gerçek insanlarla mümkün demektedir. Ya siz..?
1 Tahsin Yücel, Gökdelen, sy.32, Can Yayınları, Ekim 2006. Sonlarında sayfa numaraları verilmiş alıntıların tamamı adı geçen kitaptandır. Kitabın birkaç yerinde “
2074” yılına rastlanmıştır, eğer çok özel bir anlamı yok ise, bir yanlış dizim söz konusu demektir ki düzeltilmesi gerek.
2 Thomas More, Ütopya, sy. 9; çev. Ayfer Girgin Cambier, Dergâh Yayınları, Temmuz 2003.
3 Bu yazının Hürriyet Gösteri Dergisi’nde yayımlanmasından sonraki günlerde Tahsin Yücel’le söyleşiler yapanlardan bazıları - ki şu anda anımsadıklarımdan birisi Hikmet Altınkaynak’tır- 2073’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin 150. yılına değil, aksine Tahsin Yücel’in 150. doğum yılına işaret ettiğini yazmışlar hatta bunu Yücel’e de onaylatmışlardır. Ne var ki Tahsin Yücel’in doğum yılı 1933’tür. Yalnıza anımsatmak istedim...