05 Mart 2013

SAKSAĞANLAŞAN 'SOSYALİST'LER ve ÖCALAN


Saksağanlaşan 'Sosyalist'ler Öcalan Karşısında Neden Susar?

Atalay Girgin*

“Söyleyene değil, söyletene bak!”, derler. Öcalan’ın, resmi bir yetkilinin gözetimi ve denetimi altında kendisini ziyaret eden, Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’dan oluşan heyetle yaptığı ve basına ‘sızdırılan’ görüşme notlarında yer alan sola dönük bazı sözleri için de geçerli yukarıdaki ilk cümle. Öcalan’ın “Sol”dan kastı ise, devrimci ve sosyalistler…

Öcalan’ın, uzun süredir içerisinde bulunduğu koşullara ve son zamanlarda devlet ve hükümet adına daha sık görüşmeye girdiği heyetlere ve o heyetlerle yaptığı görüşmelerde konuşulanların önemine istinaden olsa gerek, büründüğü haletiruhiyenin etkisiyle sarf ettiği sözler, birçok açıdan, düşündürücüdür. ‘Sızdırılan’ notlarda yer alan sözlerin geneli üzerinde durmayacağım. Bunu şu ana kadar yapan birçok kişi olduğu gibi, bundan sonra da yapacak ve her cümleden türlü türlü anlamlar çıkaracak yeterince kişi bulunacaktır.

Benim dikkatimi çeken ise, Öcalan’ın “40 yıldır Türk Solunu taşıyorum” sözleridir.  ‘Sızdırılan’ görüşme notlarının yayınlanmasının üzerinden günler geçti. Merak ve sabırsızlıkla bekledim: “Hangi sosyalistler üzerine alınacak? Kimler “ağır ol da hiç olmazsa molla desinler” diyecek? “Kimler duymazlıktan, bilmezlikten gelecek?”, diye…

Ancak boşuna beklemişim. Gerçi, kendisini ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diye niteleyen hangi kişi, çevre ve grupların, onlarca yıldır olduğu gibi, yine ellerini ovuştura ovuştura huşu içinde hazır ola geçerek, “Sayın Öcalan haklı!”, “Yerinde ve doğru bir saptama!” türünden sözlerle, kendi geçmişlerini inkâr edercesine, birer “hık” deyici olarak, noter kâtibi edasıyla davranacaklarını tahmin ediyordum: Onlar, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalistler’dir. Ne var ki bu denli sessizlik, bu denli bir sırra kadem basma beklemiyordum.

Oysa neliği gereği, sınıflar mücadelesinde taraf olan, siyasal ve ideolojik tercihleri, gerçekleştirmek için mücadele ettiği toplumsal projesi, bu taraf oluşuyla karakterize olan hiçbir devrimci ve sosyalist, tek başına kaldığında bile saksağanlaşmaz. Düşe kalka da olsa, sınıflar mücadelesiyle karakterize olan yolunu şaşırıp, birilerinin “hık” deyicisine dönüşmez. O birileri ne denli güçlü olursa olsun, kırılsa da, eğile büküle birilerine iltihak etmez. Onun ayırıcı karakteri ve duruşu, sınıflar mücadelesinin dışındaki herhangi bir toplumsal mücadele ve harekete desteğini sunduğunda bile söylemi ve eylemiyle kendini ayrıştırır. Çünkü o, hiçbir güç, örgüt, otorite ve kurum karşısında, kendi siyasal ideolojik kimliğini, sınıflar mücadelesinin gerektirdiği bağımsız tavrını ve tercihini, uğrunda mücadele ettiği toplumsal projesini, birilerinin peşinde ipoteğe vermek bir yana, kısa bir süreliğine bile olsa “askı”ya almaz.

Ancak Türkiye gerçekliğinde, kendine ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diyen kişi ve grupların çok önemli bir bölümü bir zamanlar ağızlarından çıkan büyük büyük lafları unutup, o sözlerin kofluğunu sergilercesine, etkiledikleri ve peşlerine taktıkları gençlerle birlikte bazen birer ikişer, bazen bölükler, çevreler, gruplar halinde, kendilerine verilen iki satır yazı yazma fırsatı ya da siyasal alanda statü bahşedilmesi karşılığında Kürt hareketine gönüllü yazılmışlardır. Ne yazık ki her şeyin, hele hele her bahşedilen köşenin, her bahşedilen sıfat ya da statünün bir bedeli vardır. Mutlaka ödenir, ödetilir. Bu zat-ı muhteremler için de geçerlidir, aynı hakikat.

Peki; bu gönüllü taifeliğin bedeli nedir? Bazı dönemlerde, arada sırada, “dostlar alışverişte görsün” babında, peşlerine taktıklarına mavi boncuk dağıtırcasına, “sosyalizmden”, “işçiden”, “sınıf mücadelesinden” söz edip, Öcalan’ın, yersiz, gereksiz, hatta hakikate aykırı sözleri karşısında bile, küçük dillerini yutarcasına susmaktır. Çünkü hepsi de bilir ki, Öcalan’ın bu tür sözlerine, doğrudan değil, eleştirimsi dokundurmaları karşısında bile, kendilerini kapının dışında bulacaklardır. Ve onlar da, etkisi ve kerameti kendinden menkul, asıl olarak Kürt hareketinin kabulleri temelinde akıntıya kürek çeken ve ‘inci tanecikleri’nden geçilmeyen yazılarının yer aldığı bahşedilmiş köşeciklerini ve statülerini yitirmemek adına, gerçeğin hakikatinin Öcalan’ın söylediği gibi olmadığını bilseler de seslerini çıkarıp, en küçük bir kelam etmezler, edemezler.

Öcalan’ın, yeniden kendini kaptırdığı haletiruhiye içerisinde söylediği ve 1973 yılından beri Türk solunu, yani sosyalistleri sırtında taşımakta olduğuna ilişkin, gerçekliğin hakikatini yok sayan, görmezlikten gelen sözleri karşında, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalist’lerin, “dut yemiş bülbül” misali ağızlarını bile açamayacak olmalarının nedeni budur. Bir sinemacı olsa gerek, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Tarkovski’nin olduğunu sandığım bir sözü anımsıyorum: Hayat karşısında bir kez ilkelerini çiğneyen, bir daha hayat karşısında lekesiz bir tavır alamaz.

Bundan dolayıdır ki, karşınızdaki kim olursa olsun, eğer bir kez eğilip bükülmeye başlamışsanız, kendinize atfettiğiniz sıfatlar sizi kurtarmaya yetmez. Çünkü hiçbir sıfatın, hiçbir statünün kendinde bir değeri yoktur. Sıfatlar, ancak ve ancak, sıfatları ve statüleri yanılsamalı bir biçimde kendinden daha değerli kabul eden, ilinek insanlar için kurtarıcıdır ve yalnızca onlar için değerlidir. İlinekleşen insanların, geçmişleri ne olursa olsun, kendilerine atfettikleri sıfatların ise ‘efendi’ belleyip biat ettiklerinin dışında hükmü tarihtir. Hatta o ‘efendiler’i için bile ne denli geçerli ve değerli olup olmadığını, Allah bilir! Malum; her şey hizmeti mukabilindedir.

Sözün özü: Saksağanlaşanlar dışında, hiçbir sosyalist ve devrimciyi Öcalan’ın kırk yıldır, yani 1973’ten beri sırtında taşıması söz konusu değildir. Hatta bu söz, saksağanlaşanlara, onların geçmişine bile haksızlıktan öte saygısızlıktır (Ancak ilinekleşen, saksağanlaşan ve destek ile vecd içinde secde edişi birbirine karıştıranların, özsaygı yitimi içinde bunu bile düşünmeye ve itiraz etmeye mecali yoktur). Bundan dolayı Öcalan’ın sözünün, en hafif tabirle, abesle iştigal eylemekten, hüsnü kuruntu olmaktan öte hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Aksine, yeri gelmişken söyleyeyim, Kürt sorunu, sınıflar mücadelesinin ve sosyalistlerin, bir an önce asıl sahiplerine havale edip, tez elden kurtulmaları gereken sırtlarındaki kambur, ayaklarındaki prangadır. Çünkü bundan kurtulmayanlar, çok geçmeden saksağanlaşanlar gibi, en iyi ihtimalle, sürecin, şu ya da bu biçimde çözüme ulaşması temelinde, mevcutlarla el ele, diz dize, göz göze getireceği “yeni ve sonardan görme efendiler” sayesinde düzenin ayaklarının dibine yaraşacaklardır1.



1 Uzun uzadıya işlenebilecek, somut ve yaşanmış örneklerle bezenebilecek bu yazı, kendilerine atfettikleri ya da atfedilen sıfatlarla, kendi geçmişleri yok sayılırken yüzleri bile kızarmadan sessiz sedasız ortalıkta dolaşan zerzavatlara inat, yalnızca bugüne bir dipnot düşmek için kaleme alınmıştır. Kürt sorununun çözüm-çözümsüzlük ikilemine ilişkin ilgilisi için aşağıda iki yazı var:
a)      Sorunun ilinek insanlarla çözülemeyeceğine dair bir yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/12/kurt-sorunu-ilinek-insanlarla-da.html
b)       2 Çözümün figüranlara bağlı olmadığına ilişkin bir başka yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/08/kurt-sorununu-figuranlar-cozemez.html

26 Şubat 2013

OKULLAR İMALATHANE ÖĞRETMENLER TEKNİKER...


Okullar İmalathane, Öğretmenler Tekniker; Ya Öğrenciler?

Atalay Girgin*

Genel sistematik eğitimin yapıldığı her okul, girdisi ve çıktısı belli olan, tipik bir açık örgüttür, tipik bir açık imalathane. Meşruluğunu ve dayanağını, yapacağı eğitimi planlayıp programlayan siyasal iktidardan, devletten alan, onun kendisine yüklediği işlevleri yerine getirmek üzere tasarlanıp kurgulanmış bir alt örgüt, bir alt işletme.

Temel işlevi, gönüllü ya da gönülsüz, çatısı ve yapısı içerisine giren herkesi, hem biçim hem de içerik düzeyinde belirlenmiş kabuller temelinde, düşünmeye, söylemeye ve davranmaya yöneltmektir. Bunu gerçekleştirmek için cezanın da ödülün de kullanıldığı bir örgüt. Kendi özelinde bu örgütün görünür temel yapıtaşları, okul idaresi, öğretmenler, hizmetlilerdir. Bu yapıtaşlarının işlemek ve “istendik davranışlar kazandırarak”, işbirliği içinde biçimlendirmeye yöneldikleri, bir başka deyişle mamul bir ürüne dönüştürmeye çalıştıkları malzeme de öğrencilerdir. Yani hammadde… Ehh! Üretim dediğin de bir nesnenin, biçiminde, içeriğinde ya da yerinde değişiklik yapmak değil midir ki zaten?

Okulda eğitim ya da değiştirme, dönüştürme, biçimlendirme faaliyetinin içeriği ve biçimi, onu oluşturan yapıtaşlarınca belirlenmez. Bir başka deyişle, bu faaliyetin özneleri ne idaredir, ne de öğretmenler ve hizmetlilerdir. Onlar özelde birbirlerine, genelde ise öğrencilere karşı, kendilerine tanınan hak, sorumluluk ve yetkiler çerçevesinde göreli ve yanılsamalı bir hiyerarşik iktidara sahip oluşun sakatlanmış bilinç haliyle, kendilerinden istenenleri, beklenenleri yapmak ve yaptırmakla yükümlüdürler. Bazen yaptıklarıyla gururlanıp haz duyarak, bazen ise içsel ya da dışsal çatışmalarla savrulup acı çekerek. Çünkü, bazen yaptıkları yapmak istedikleridir. Bazen ise yaptıkları, söyledikleri, asla yapmak ve söylemek istedikleri değildir. Ama bile isteye ya da hayırhah bir yaklaşımla yapmışlardır.

Belirlenen işleyişi temelinde okul, hangi toplumsal kesimden gelirse gelsin, hangi siyasal-ideolojik, sınıfsal tercihlere, hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun, öğrenciden önce, yapıtaşlarını ve onların içerisinde de öncelikle öğretmeni değiştirip dönüştürmeye ve biçimlendirmeye yönelir.

Öğrenciden önce öğretmen, farkına bile varmadan bazen Pavlov’un köpeği deneyinde olduğu gibi davranır. Anımsayın, yalnızca öğrenciler için değil, öğretmenler için de zil çalar. Bazen Skinner’in faresi gibi davranır. Ödüle ulaşmak ya da istediği bir şeyin olmasını sağlayabilmek için, idarenin ve üst yöneticilerin hoşuna gidecek uygun davranışı bulmaya ve onu gerçekleştirmeye yönelir. Çünkü bunu yapmazsa, cezaya kadar uzanan sürecin başlayabileceğini bilir. Tıpkı sınıftaki, öğretmen karşısında, uyarıdan, azarlanmadan ya da cezadan kaçınmak isteyen veyahut da öğretmenin gözüne girmek, onun lütfuna, övgüsüne mazhar olmaya çalışan öğrenci misali...

Dolayısıyla, sistemin egemenlerinin “Nasıl bir toplum, nasıl bir gençlik, nasıl bir insan istiyoruz?” sorularına verdikleri yanıtlar temelinde belirledikleri içerik doğrultusunda, klasik ve edimsel koşullanma yoluyla öğrenerek, düşünme, söyleme ve davranışa yönelme hem öğrenci hem de öncelikle öğretmen için geçerlidir. (Başta "Performans" değerlendirmesi olmak üzere siyasal iktidarca yapılan ve ne yazık ki birçok öğretmenin farkında bile olmadıkları bir dizi düzenlemenin neden alamet-i farikasının ne olduğunu sanıyorsunuz ki...) Çünkü öğrenciyi biçimlendirmesi bekleneni biçimlendiremeyen hiçbir sistem başarılı olamaz. Ki bunu da en iyi bilenler, sistemin efendileri ve onların her düzeydeki işgüderleridir.

Sorunu salt ekonomik sorunları temelinde algılayan öğretmense, boynunu, asıl olarak da benliğini çaresiz ve usulca uzatır bu giyotine. Bir yanda ekonomik ihtiyaçları ve yitirmek istemediği memurluğu vardır, diğer yanda ise benliği ve öğretmenliği… Ne yazık ki o, ne denli gönüllü ya da gönülsüz olsa da ikincisinden vazgeçer ve yalnızca kendisinden isteneni yapan bir teknikere, “Düzenin duvarındaki tuğla”ya dönüşür. Oysa ikinciden vazgeçiş, birincide de kaybedişe kapıyı aralamaktır. Teknikerlik ise öğretmenlikle bağdaşmaz. Tıpkı; okulun imalathaneye dönüştürülmesi gibi…

Ve sonrasında öğretmen,  verilecek üç kuruşluk zam hesaplarına endeksler yaşamını. Atilla İlhan’ın, “Bir yerde vahim bir yanlış yapılmıştır / Ne söylemeye dilim varır / Ne düzeltmeye gücüm yeter / Meyyus bir papağan gibi / Söylenir dururum kendi kendime” dizeleri misali, sızlanır durur.

Eğer bir gün, benliğini kazanmaya ve bilinçli ya da bilinçsizce bir deli gömleği gibi sırtına geçirilmesine sessiz kaldığı teknikerlik zırhını parçalayıp atmaya yeltenirse öğretmen, işte o gün okullar da imalathane olmaktan çıkmaya başlar. Ne var ki o gün hiç de yakın gözükmüyor şimdilik!

Dolayısıyla, kimler üzülecek, kimler sevinecek, kimler sorun edinecek bu durumu bilemiyorum ancak, öğrencinin, teknikerlerin elinde imalathaneler için hammadde oluşu gerçekliği ve hakikati de değişmeyecek yakın gelecekte. Sistemin her düzeydeki işgüderleri de gönül rahatlığıyla, kına yakma partisi düzenleyebilirler artık. Teknikerlik boyunduruğu hayırlı olsun efendim; vatana, millete ve ol dahi, bu süreçte el pençe divan duranlara…

Birinci Soru: Memurdan Öğretmen Öğretmenden Memur Olur Mu?
İkinci Soru: Öğretmenlik Kişiye İtibar Kazandırır Mı?


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
 Bu yazının daha geniş bir versiyonu, ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin 25. Sayısında yer almaktadır.

24 Şubat 2013

MEB ve Öğretmenler Başardı...


MEB ve Öğretmenler Başardı: Türkiye Dünyada Birinci!

Atalay Girgin*

Türkiye, Dünya genelinde yapılan sınavda “Matematik ve Fende” ‘birinci’ oldu1. Türkiye’nin başarısını görmezlikten gelen uluslararası ajanslar, haber bültenlerinde bile yer vermedi.  Bu birincilik, Türkiye’yi çekemeyen, küçümseyen, kıskanç ve ikiyüzlü Dünya’nın pek umurunda olmasa da, başarıya hasret Türkiye için çok önemli. Nedenlerini sorgulamayı, üzerine derin araştırmalar yapmayı gerektirmeyecek denli hayati değeri olan bir başarı! 40 gün 40 gece eğlenceler düzenlesek yeridir!

Elde edilen bu ‘birinci’likten dolayı, MEB’i ve 60 yıldır, gelmiş geçmiş tüm Milli Eğitim Bakanlarını ve onlara ayak uydurmaya çalışmaktan, saksağan misali kendi yürüyüşünü yitiren öğretmenleri can-ı gönülden kutlamak gerek.

Elbette MEB’in son yıllardaki bilgelik kokan yaklaşımlarının bu başarıdaki payını da inkâr etmemeli. Çünkü başta eğitim camiası olmak üzere, herkesi, rakiplerini üzmemek için içlerine akıtmak zorunda kaldıkları sevinç gözyaşlarına boğan bu başarı, MEB’in, yerli yersiz oyuncu ve taktik değişiklikleri yaparak oyuna müdahale eden bir teknik direktör edasıyla, eğitim sistemi üzerindeki kaynağı belirsiz düzenlemeleri ve buna ayak uydurmaya çalışan öğretmenlerin katkısıyla elde edilmiştir. Dahası “Matematik ve Fen” alanındaki bu Dünya ‘birinci’liğiyle taçlanan başarının ardında 60 yıllık şanlı bir tarih yatmaktadır.

MEB’in Şanlı Tarihinden İki Örnek2

Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde, kendine özgü diyebileceğimiz neredeyse tek eğitim projesi ve uygulaması, ömrü yaklaşık 13 yıl sürebilen Köy Enstitüleridir. Öğretmen yetiştirmek, öğretmen açığını gidermek üzere kurulan bu kurumlar, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra, başta ABD olmak üzere, emperyalist-kapitalist devletlerin gözüne batmaya başlamıştır. Çok geçmeden ilgilerini bu kurumlardan esirgemeyen ve Türkiye içerisinde buldukları destekçilerini de seferber eden bu güçler 1948’den 1953’e kadar süren 5 yıl içinde amaçlarına erişmişler ve Köy Enstitülerinin kapısına kilit vurulmuştur. Ve ardı sıra da, MEB’in şanlı tarihindeki ilk emperyalist müdahale ve değişimin kapısı aralanmıştır.

Aralanan kapıdan Amerikan Ford Vakfı’nın kadirşinas ve hayırsever, Türkiye’nin çıkarlarından başka hiçbir gayeleri olmayan, yetkilileri ve uzmanları girmekte gecikmemişlerdir. Yıl 1956’dır. İktidarda Adnan Menderes’in Demokrat Parti Hükümeti ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda Celal Yardımcı vardır. Kısa zamanda, Amerikan Ford Vakfı’nın, hiçbir karşılık talep etmeksizin sunduğu mali desteği ve engin fikri yönlendiriciliğiyle, eğitim sistemine ilk neşter vurulur: İlköğretim programı değiştiriliverir, hem de Viyana’da!

İkinci önemli değişiklik içinse AK Parti Hükümeti’ni beklemek gerek. Bu kez devrede Avrupa Birliği vardır. Milli Eğitim Bakanlığında Hüseyin Çelik… Yapılan değişiklik ve düzenlemeler “Devrim” diye sunulur gazete ve televizyonlar aracılığıyla… Ve bir de afili jargonu vardır sürecin: Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş!

Geçiş o geçiş! MEB tam gaz ilerlemekte, yerine göre iyice işleyişi bozan, yerine göre amacına nail olmak için hukukun ardına dolanan, yerine ve işine geldiğinde hukuka aykırı olduğunu bile bile yaptığı uygulamalarla yol almaktadır. Sonuç ise aşağıda değineceğim değeri ve önemi tartışılmaz başarıdır.

Neylesiniz ki, Truman Doktrini ve Marshall Yardımları’yla çıkılan ve “Küçük Amerika” olma düşleriyle yürünen yolda, mukadderat kaçınılmazdır: Şairin dediği gibi, nasıl ki, “Her ömür kendi gençliğinden vurulur”sa, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır. Bu süreçte MEB ne güftenin sahibidir ne de bestenin; orkestra şefliğinin yanından ise hiç geçemez. Ve hükmü yalnızca öğretmenler üzerinde uygulayıp, yabancı uzmanlardan oluşan kadrolarla ahenk içinde çalışır.

Ve Gerçeğin Hakikati

Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre, “Eskişehir Osmangazi  Üniversitesi (ESOGÜ) Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Selahattin Turhan, Dekan  Yardımcısı Doç. Dr. Cemil Yücel, Eğitim Fakültesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Engin  Karadağ, 2011 yılından yapılan Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri  Araştırması Sınavı (TIMSS) sonunda Türkiye’nin matematik ve fen eğitimindeki  analizini çıkarttı.”

Prof. Dr. Turan’ın rakamları da sıralayarak yaptığı analizin ayrıntılarını burada aktarmayacağım. Çünkü ilgilisi zaten bunları bulur. Ancak Turan’ın açıklamasında dikkati çeken bazı noktaları sizlerle paylaşacağım. Prof. Dr. Turan, yukarıda MEB’in şanlı tarihine örnek olarak verdiğim gelişmeleri de içerecek tarzda, diyor ki, “Batının eğitim modelleri alındı. Bunlar çalışmıyor. Her ülkenin  kendine özgü eğitim modelleri var. Türkiye, kendine özgün modelleri geliştirmek  zorundadır.”

60 yıl sonra gelinen noktaya bakın: Kendine özgü tek model olarak nitelenebilecek olan Köy Enstitülerini, emperyalist devletlerin yönlendirmeleri ve onların işbirlikçilerinin desteğiyle ve binbir türlü iftiraya sığınarak kapatan bir ülke, kendine özgü model geliştirmek zorunda.

Yalnızca bu da değil, Prof. Dr. Turan’ın vurguladığı. Aynı zamanda, eğitimle sosyal adalette bozulan denge arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor ve “Bu rapor, Türkiye’de sosyal adaletin bozulduğunu söylüyor.” diyerek ekliyor: Giderek  uçurum artıyor. Kamu ve özel sektör, Türkiye’de eğitim politikalarını tamamen  kazananlar üzerine inşa ediyor. Anadolu insanının çoğunluğunun gittiği okular göz  ardı ediliyor. Kırsal kesimin çocukları daha başarısız, sosyo-ekonomik statüleri  düşük olan öğrencilerimiz daha başarısız.”

Anlayanlar için, Prof. Dr. Turan’ın bu sözlerinin üzerine söylenecek söz yoktur. Çünkü bu sözler, bir akademisyen, bir bilim insanının ağzından dökülen, ne denli edepli söylenmiş olursa olsun, sağır sultanın bile duyması gereken bir çığlıktır. Bu sözlerden herkesin payına düşen en az bir hisse vardır. MEB’i saymıyorum. Ancak bu toplumun öğretmenlerine, herkesten daha fazla pay düşmektedir. Çünkü dünyanın egemenleri, emperyalist güçleri ve onlar adına, onlarla işbirliği içinde çalışanların belirledikleri eğitim politikalarının, bu toplumun, bu ülkenin çocuklarının bilincine bir deli gömleği misali geçirilip geçirilmemesinde asıl söz sahibi, asıl sorumlu onlardır.

Dünyanın her yerinde öğretmenler güçtür. Yeter ki güçlerinin bilincine varsınlar! Yeter ki güçlerinin farkına ve bilincine varırken ne yapacaklarına karar versinler!

Belki de Çetin Altan misali bağlamak gerek bu yazıyı: Çıkmayan candan umut kesilmez ya… Enseyi   karartmayın siz! Gün olur, devran döner ve çelikten bile olsa tüm deli gömlekleri parçalanıp atılır. Yeter ki öğretmenler karar versin! Yeter ki öğretmenler, düzenin duvarındaki tuğla olmaktan vazgeçmeye görsün! O gün her ülkenin, her toplumun insanı daha onurluca dikecektir gözlerini ufka… Enseyi karartmayın efendim! Sabah ola hayrola!



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Eğitim Haberleri sitesinin, AA’ya dayanarak ve “Matematik ve Fende Sondan Birinciyiz” başlığıyla verdiği habere göre, Türkiye Matematik ve Fen Bilimleri eğitimi alanında yine birçok açıdan geride kaldı.

05 Şubat 2013

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ'NDE TOPUK SESLERİ...


Dünya Öykü Günü’nde Topuk Sesleri

Atalay Girgin

 “14 Şubat Dünya Öykü Günü” etkinliği, Haymana’da topuk sesleri eşliğinde gerçekleştirilecek. Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nin Haymana’da üçüncü kez düzenlediği “14 Şubat Dünya Öykü Günü” etkinliğinin teması, “Kadına yönelik şiddete karşı daha fazla duyarlılık”, “Kadına yönelik şiddete hayır” olarak belirlendi.

Çakışan İki Etkinlik
Dünya Öykü Günü, 2013 yılında, uluslararası V-Day Hareketi’nin kuruluşunun 15. yıldönümünde, kadına şiddete karşı çıkanları ve kadına değer verenleri, 14 Şubat’ta, bu şiddete son vermek için sokağa çıkmaya, yürümeye, dans etmeye ve taleplerini yükseltmeye çağıran kampanyasıyla çakıştı. Kendini "küresel bir direniş, dansa davet, kadınlara ve erkeklere tecavüz ve tecavüz kültürü sona erene kadar statükoyu reddetmeleri için bir çağrı, kadınların mücadelesinde bir dayanışma hareketi, kadın ve kız çocuklarına yönelik verili şiddetin kabulüne bir itiraz, yeni bir zaman ve yeni bir varoluş biçimi" olarak tanımlayan V-Day Hareketi, yaptığı açıklamalarda hem genel olarak şiddete, hem de özel olarak kadına yönelik şiddete karşı, “Direnin, Dansedin, Ayaklanın!” çağrısında bulundu.
V-Day Hareketi’nin öncülüğünde eylem biçimi dans olarak belirlenen ve “Bir milyar kadının dans etmesi devrimdir!” sloganıyla duyurulan etkinlik 14 Şubat Günü Türkiye’de ve Dünya genelinde gerçekleştirilecek.
Her Şiddetin Öyküsü Vardır
Dünyada ve Türkiye’de kadına yönelik şiddetin azalacağı yerde her geçen gün arttığını, buna karşı çıkmanın ve duyarlılığı geliştirip yükseltmenin bireysel ve toplumsal anlamda insani bir sorumluluk olduğunu belirten Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Bu iki etkinliğin aynı güne gelmesi ve çakışması güzel ve anlamlı bir tesadüftür. Çünkü insana dair her şeyin bir öyküsü olduğu gibi, yaşanan ve yaşatılan şiddetin de öyküsü vardır. Öyküler, roman ve tiyatro eserleri gibi, etik ve estetik boyutuyla yaşanan gerçekliği anlama ve anlamlandırmada, bireye farklı insanlık durumlarını gösterme ve farkındalık yaratmada, bunları yaparken manevi olarak zenginleştirip düşünsel ufuklarını genişletmede işlevseldir. Böylesi anlamlı bir temayla bu etkinliği düzenleyen Felsefe Kulübü öğrencilerimizi kutluyor ve davetimizi kırmayıp Dünya Öykü Günü’nde bizlerle birlikte olmayı kabul eden değerli yazarlarımıza da şimdiden teşekkür ediyorum. Çünkü onların da katılımıyla, Dünya Öykü Günü ve kadına yönelik şiddete karşı ‘Bir milyar kadın dans ediyor’ etkinliğini, bilebildiğimiz kadarıyla Türkiye’de –belki de Dünya’da- bir arada gerçekleştirecek tek lise bizim okulumuzdur.” dedi.

Katılımcı Üç Kadın Yazar
Uluslararası “V-Day Hareketi”nin “Kadına yönelik şiddete karşı” başlattığı “Bir milyar kadın dans ediyor” kampanyasıyla aynı güne gelen ve konusu da bu doğrultuda belirlenen, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Felsefe Kulübü’nce düzenlenen 2013 yılı Dünya Öykü Günü etkinliğinin konuk katılımcıları da kadın yazarlardan oluşuyor. “Bedenim Tetikte” adlı öykü kitabıyla tanınan öykücü-yazar Tekgül Arı;Arıza Babaların Çatlak Kızları”nın yazarı Ayten Kaya Görgün; çocuk kitapları ve masallar üzerine çalışmalarıyla bilinen, eserleri arasında “Masal Masal Matitas”, “Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri”, “Sakız Çiğneyen Kedi”, “Dolapta Kim Var”, “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet”in  de yer aldığı, yazar Melek Özlem Sezer bu yılki 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün katılımcıları olacak.
Nuri Bektaş Anadolu Lisesi öğrencilerinin kendi yazdıkları ve seçtikleri öyküleri de seslendirecekleri ve halka açık olan etkinlik, Haymana Belediyesi Kültür Merkezi’nde, “Bir milyar kadın dans ediyor” kampanyasının müzikleri ve kısa film gösterisi eşliğinde başlayıp, yine kısa film ve müzikler eşliğinde katılımcıların ve kadına yönelik şiddeti protesto eden öğrenci, öğretmen ve tüm dinleyicilerin dansıyla sona erecek.

* Felsefe Öretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
** Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Felsefe Kulübü; http://nbalfelsefekulubu.blogspot.com

18 Ocak 2013

ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ DÖNÜŞTÜRÜLÜRKEN...


Öğretmenlik Mesleği Dönüştürülürken  Öğretmenler Neden Susar?

Atalay Girgin*

“Gün doğarken bülbül susar!1 der bir yazar. Bülbülün neden sustuğu, anlamlandırmalara bağlı olarak değişir. Çünkü ne denli sorsanız da bülbül söyleyemez size bunun nedenini.

Ancak öğretmenler, bülbül değildir. Onlar akıl sahibi varlıklar olarak, düşünüp, anlamlandırabilir; sorup sorgulayabilir; dahası bu eylemlerini söze dökerek taçlandırabilir. Elbette düşünme, sorma, sorgulama eylemlerini eleştirel ya da kabullenme anlamında söylemle taçlandırabilme, farkındalıkla mümkündür. Farkındalığın olmadığı, olup biteni sorgulamanın gerçekleşmediği yerde ise ağızdan kelimeler, sözler dökülse bile, aslında derin bir sükûnet hüküm sürer.

Herhangi bir konuda ve yerde, derin bir sessizliğin, derin bir sükûnetin meriliğine ilişkin Türkçe’de birkaç söz vardır. Bunlardan birincisi, “Söz gümüşse sükût altındır.” sözüdür ki bunun konumuzla ilgisi yoktur. İkincisi ise “Sükût ikrardan gelir.” bir diğeri ise “Fırtınadan önceki sessizlik”tir.

Öğretmenliğin dönüştürülmesi bağlamında bizi ilgilendiren son iki sözdür. Öğretmenlik mesleğinin, farkında olunsun ya da olunmasın, 1970’li yıllardan başlayarak önce yavaş yavaş, 2000’li yıllarla birlikte ise hızlı bir biçimde dönüştürülmesi karşısında öğretmenlerin suskunluğunu, sessizliği neye yormalı, nasıl anlamlandırmalı? Belki de daha temel bir soru, öğretmenler, öğretmenlik mesleğinin dönüştürülüşünün farkındalar mı?

Eğer öğretmenler, bu dönüştürülüşün farkındalarsa, var olan sessizliklerini, bir kabullenme olarak anlamlandırıp, dönüştürenlerle aynı paralelde düşündüklerine yormak ve gelişmeleri “Sükût ikrardan gelir” dercesine onayladıklarını söylemek gerek. Bu durumda “Fırtınadan önceki sessizlik” sözünün, öğretmenlik mesleğinin dönüştürülüşü sürecinde hiçbir hükmü yoktur.

Ancak kanaatim odur ki, öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu, dönüştürülme sürecinin farkında değildir. Keza neyin, neden, nasıl ve hangi amaçlarla dönüştürüldüğünü de bilmemektedir. Günlük maişet derdi içerisinde kafaları meşgul olan öğretmenlerin, ne olup bittiğini öğrenme çabasına yönelip yönelemedikleri ise apayrı bir sorundur. Dolayısıyla farkında olmadıkları bir sorun hakkındaki sessizliklerinin, yukarıdaki iki sözle de uzaktan yakından bir ilişkisini kurmak olası değildir.

“Öğretmenlik Mesleğinin Dönüşümü”2

Öğretmenlerin büyük bir çoğunluğunun farkında olmadığı için sorun edinmediği, “Öğretmenlik mesleğinin” dönüştürülmesi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Ahmet Yıldız ve yüksek lisans öğrencileri tarafından araştırılma ve inceleme konusu yapıldı. ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin de 25. sayısında dosya konusu yapıp yayınladığı bu çalışmada dönüşümün / dönüştürülmenin nedenlerine yer verildi.

Bu kapsamlı çalışmayı burada aktarmak söz konusu olamasa da, bazı tespitlerine satır başlarıyla değinmek ve paylaşmak mümkün. İşte onlardan birkaçı:
70’li yıllarda başlayan dönüşümün, “1980 sonrası eğitimde yaşanan neoliberal” politikalarla ilgili olduğu ve yalnızca Türkiye’de değil, “son otuz yılda küresel düzeyde” etkili olduğu vurgulanmakta.

Buna bağlı olarak, “Tanım ve nitelikleri küresel ölçekte yeniden belirlenen bu öğretmen”in, “öğrencinin bütünsel gelişimiyle ilgilenmek yerine, maaşındaki artışları daha doğrudan etkileyen performans hedeflerine” yöneleceği belirtilmektedir. Bu dönüşümle birlikte ortaya çıkan “mekanik süreçte öğretmen”in “idealist öğretmenden teknisyen öğretmen” haline getirildiğinin ve bunu geçmişten günümüze çekilen filmlerde de izlemenin mümkün olduğunun altı çizilmekte ve filmlere atıfla da şöyle denilmektedir:

İdealist öğretmen, ‘şimdi’ ile bağlantısız, nostaljiyle anımsanan bir geçmişe hapsedilmiştir; yakın dönem filmlerde ise, ya yoksulluğu, geçim sıkıntısı vurgulanarak toplumsal saygınlığını yitirmiş, geçmişte idealleri yüzünden zorluklar çekmiş ve hala zorluk çeken, buruk, mutsuz ve yalnızlaşan bir öğretmen ya da beceriksizliği, paragözlüğü, çıkarcılığı ile alay konusu olan bir öğretmen figürü öne çıkmıştır.”

Yazıdan bir başka tespit: “Neo liberal ideolojiye göre öğretmen sürekli denetim altında tutulması gereken, mesleği üzerinde herhangi bir özerkliğe sahip olmayan bir teknisyendir.” Çünkü ondan istenen ve beklenen, özerk düşünen, özerk inisiyatifler geliştirip eyleyebilen, entelektüel olarak kendisini geliştirip, entelektüel düzeyde de öğrencilerinin düşünsel ufuklarını genişleten bir öğretmen olmak değildir.

Peki; nasıl bir öğretmen olmasıdır? İşte temel soru budur. Bununla bağlantılı bir diğer soru da, “Öğretmen geçmişte nasıl bir öğretmendi ki, neyi, neden, niçin, nasıl ve kimin için yapıyordu?” sorusudur.

Ne hazindir ki, sonuncu soruyu düşünüp, gerçekliğin hakikatine uygun yanıtı veremeyenlerin, öğretmenlik mesleğinin dönüştürülüşünün farkına varıp, temel soru ve sorun karşında ağızlarını açabilmeleri mümkün değildir.

Kim bilir ki belki de öğretmenlik mesleği dönüştürülürken, öğretmenlerin derin bir sessizliğe gömülmelerinin ardındaki asıl neden budur. Kim bilir, belki de öğrenilmiş ve bilinçlerine kazınmış çaresizliktendir suskunlukları. Ya da bir başka ihtimal, işgüderliğin fevkine varıp, “Efendiler neylerse güzel eyler. Bize söz düşmez” diye düşünmelerindendir.

Hangi nedenle olursa olsun, günümüzde öğretmenler, “Gün doğarken bülbül”ün susuşu misali, mesleklerinin dönüştürülüşü karşısında “Dut yemiş bülbül” kesilmişlerdir. 



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Elsa Triolet, Gün doğarken bülbül susar, Çev. Okay Gönensin, Adam Yayınları.
2 ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi, sayı 25, sayfa 5.

ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE DAİR


Eleştirel Düşünceye Dair

Fikret Başkaya

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl   mümkün oldu? Her halde ya  gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!”  
                                                                          Santiago Rámon y Cagal

Bir seferinde bir tanıdığım: “Biz söylüyoruz bir şey olmuyor, sen söylediğinde başın belaya giriyor” demişti. “Neyi, nasıl ve ne amaçla söylüyorsun da başına bir şey gelmiyor” dediğimde, yüzüme şaşkın bakmıştı. Belli ki, ne düşünce, ne düşünce özgürlüğü, ne de eleştirel düşünceye dair hiç kafa yormamıştı... Oysa, öylesine akıldan geçen, günlük yaşamda söylenen sıradan şeyler düşünce değildir. Düşünceden söz edebilmek için, bir amaç için tasarlaması, uygun araçlara ifade edilmesi ve düşüncenin hedefine ulaşması, insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ancak hedefe ulaşıp, kitleye mâl olduğunda düşünceden söz edilebilir ki, ben buna düşüncenin gerçekleşmesi diyorum. Bertold Brecht: “Bir fikrin etkinliğinden söz edebilmek için , kimden kaynaklanıp, kime yöneldiğine bakmak gerekir” derken her halde tam da bunu kastediyordu.

Düşüncenin “gerçek düşünce” olabilmesinin koşulu, onun bu dünyada olup-biten her şeye eleştirel bakabilme istidâdır. Buna kendi de dahildir. Başka türlü söylersek, düşüncenin tutarlı olabilmesi için aynı zamanda oto-kritik olması gerekir. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, düşünsel alan iyiden iyiye bayağılaşmış, piyasacı “tek düşünce” neredeyse bir tsunami gibi tüm alanları kaplamış durumda... Eleştirel düşünce radikaldir, öyle olmak zorundadır. Olguları, süreçleri, olup-bitenleri  kavramanın bilince çıkarmanın yolu, radikal olmayı, görüntünün esiri olmamayı, velhasıl görüntünün ötesine geçmeyi varsayar. Başka türlü ifade etmek istersek, radikal olmak, sorunları kaynağında, kökeninde yakalamak, temeline inmektir.. Radikal düşünce için neden sorusunun önceliği vardır. Oysa yaygın bayağı düşünce daha çok nasıl sorusuyla yetinmekten yanadır. Radikal düşünce açıkça ve ikircikli olmayan bir şekilde, yalanı, dolanı ikiyüzlülüğü aşmayı, gerçeğin üstünü örten örtüyü kaldırmayı amaçlar. Bu da şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir. Zira adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir... Kapitalizm kavramının geçmediği bir yoksulluk tahlili mümkün müdür? Yoksulluğu yaratan kapitalizm olduğuna göre... 

Mesela bu günün dünyasında hegemonya, emperyalizm, kolonyalizm kavramlarını kullanmadan yapılan savaşla ilgili bir tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Savaşların gerisinde emperyalist hesaplar ve çıkarlar olduğuna göre... Aynı şekilde kapitalizmi ağzına almadan yapılan ekolojik tahlilin bir değeri olur mu? Eğer insanlığın yüz yüze geldiği ekolojik sorunlar kapitalist işleyişin doğrudan sonucuysa...

Eleştirel düşünce tarihselliği esas alır. Şimdilerde kapitalist sistemi, yegane mümkün toplum düzeni, insanlığın normal hâli olarak sunma ve dayatma gayretleri yaygın. İnsanların kafasına sokulmak istenen kabaca şu: Kapitalizm hep vardı, bu gün de var, gelecekte de olacak... Kapitalizm “tarihin sonudur”, alternatifi yoktur, alternatif üretmeye çalışmak da beyhûdedir! Aslında amaç belleği yok etmek, geçmişi unutturup yok saymaktır. Oysa tarih bilinci bize bu günkü durumun [hâlin], karmaşık, kompleks sosyal süreçlerin ve belirleyiciliklerin bir sonucu olduğunu, pekâlâ başka türlü de olabileceğini, bu gün olanın potansiyel olarak “mümkün” olabileceklerden sadece biri olduğunu öğretiyor. Bu gayri insani ve irrasyonel sistemin insanlığın yegane ufku olarak sunulabilmesi, ancak tarih bilincinin yokluğunda mümkün olabilir. Oysa tarih bilincinden yoksun bir insanlık mümkün değildir. Başka türlü söylersek, tüm sosyal süreçler geçicidir, tarihseldir ki, buna kapitalizm de dahildir. Nitekim kapitalizmin beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin ikiyüz yıllık, “neoliberal kapitalizm” denilenin de otuz küsur yıllık geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantezdir... Şeyleri, olguları, toplumsal süreçleri tarihsellik dışında düşünmek saçmadır. Bir zamanlar kapitalizm diye bir üretim tarzı, öyle bir toplumsal düzen yoktu ve bir zaman sonra da olmayacak. Artık tüm sürdürülemezlik emareleri belirmişken bunu söylemek de bir kehânet sayılmaz...

Eleştirel düşünce fıtraten ve doğası gereği anti-kapitalisttir. Alternatifsiz sayılıp,  dayatılan [neoiberal] kapitalizm, ekonominin özel şirketlere bırakılmasını, kamuya ait bu alanda faaliyet gösteren işletmeler varsa özelleştirilmesini, çalışma yaşamının liberalleştirilmesini, işçiyle patron arasına girilmemesini, devletin çalışma yaşamına karışmamasını, sosyal hizmetlerin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik], devletin ve belediyelerin su, elektrik, gaz, konut, ulaşım ve haberleşme, vb. kamusal mal üretiminde ve sağlanmasında rol almamasını, almışsa, bunların acilen özelleştirilmesini, sermayeden [mülk sahibi sınıflardan] alınan vergilerin olabildiğince  azaltılmasını, devlet etkinliğinin sadece güvenlik, yargı ve savunmayla sınırlandırılmasını, kredi sisteminin de özel alana terk edilmesini, bütçenin açık vermeyecek biçimde yönetilmesini, yerli yabancı sermaye ayrımı yapılmamasını ve tüm bunların da sadece teker teker ülkeler düzeyinde değil, uluslararası ilişkilerin de vazgeçilmezi sayılmasını vâaz ediyor...  Yaklaşık otuz yıllık neoliberal ekonomik ve anti-sosyal politikaların sonucu ortada: Zenginlik-yoksulluk uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması; birlikte [ortak] yaşamanın giderek daha da sorunlu hale gelmesi; derinleşen ekolojik kriz... Velhasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu... Eğer durum böyleyse bu sürecin kurbanları için “alternatifsizlik” mavalı ne demeye gelebilir?  Kaldı ki, insanın olduğu her yerde alternatifler daima vardır. Zaten politikanın bir anlamı da alternatiflerin varlığıdır...

Eleştirel düşüncenin anti-kapitalist olmasının koşulu da, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist olmayı varsayar. Zira emperyalizm ve kolonyalizm kapitalizme mündemiç [içkin] eğilimlerdir. Bu da demektir ki, kapitalizm varoldukça emperyalizm de,  kolonyalizm de varolacaktır. Bu arada kolonyalizmin kültürel veçhesini de ciddiye almak gerekir. 1980 sonrasında “Üçüncü Dünya”daki rejimlerin kompradorlaşmasıyla, kolonyalizmin yeni bir versiyonu hortladı. Batı üniversitelerinde üretilen kültür, bizimki gibi dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde büyük tahribata neden oluyor. İdeolojik hegemonyanın araçları olan,  “bilimsellik”, “evrensellik” ambalajlı “moda düşünceler”, sorgusuz sualsiz ithal edilip kullanılıyor... Dolayısıyla, ideolojik egemenliği püskürtmek hayâtî önem taşıyor...

Eleştirel düşünce “ilerlemeciliği” sorun ve mahkûm eder. Geride kalan dönemde sözde “iyimserlik” aşılayan ilerlemeciliğin her türlüsü, özellikle de teknik bilim kültü, büyük insâni, sosyal ve ekolojik yıkımlara neden oldu. Kapitalist üretim tarzının temel eğilimlerinin bir sonucu olan, daha çok üretim, daha çok tüketim, dolayısıyla “sınırsız büyüme” sarmalı, sosyal kötülükleri, ekolojik bozulmayı derinleştirdi ve bir sürdürülemezlik durumu yarattı. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında teknik bilimin yüceltilip, her derdin devası sayılmasının payı büyüktü. Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın içine sürüldüğü çıkmazdan çıkmasının yolu “ilerlemeci felsefesinin” radikal eleştirisinden ve aşılmasından geçiyor. Zira kapitalizmin yarattığı sorunlar, kendinden menkûl bir teknik bilimle aşılabilir değildir... Politik ve sosyal mahiyette çözümler gerekiyor. Elbette bunu söylemek bilim ve teknik karşıtlığı değildir. Kimilerinin alaylı bir şekilde söylemeyi adet edindiği gibi, mağaraya, kara sapana, muma, çıraya... dönmek değildir. Modernite karşıtlığı asla değildir. Şimdilerde bilim ve teknik modernitenin tarihsel rotasından çıkmış, asıl misyonuna ve varlık nedenine bütünüyle yabancılaşmış bulunuyor... Münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindeki bir bilimi ve tekniği yüceltmenin, her derdin devası saymanın ne âlemi var? Velhasıl bu tersliğin aşılması gerekiyor ki, bunu da ancak eleştirel düşünce yapabilir...  

Eleştirel düşüncenin vazgeçemeyeceği bir şey de, tarih boyunca ezilen ve sömürülen sınıfların eşitlik, adalet, özgürlük için yürüttüğü şanlı  mücadele hafızasını canlı tutmaktır. Bu konuda Gunter Holzmann şöyle diyordu: “Yarınlardaki mücadelemiz için, daha özgür, daha âdil, daha eşitlikçi, daha kardeşçe ve dayanışmacı bir dünya için, mücadele hafızamızı canlı tutmalıyız”. Zira şimdilerde sinsi ve açık bir bellek kaybı yaratma çabası, unutturma kampanyası yürütülüyor. Oysa geçmişin müthiş bir mücadele mirası var. İnsanlık tarihi en zor koşullarda bile ezilenlerin nasıl isyan ettiklerinin, nasıl itiraz ettiklerinin, nasıl baş kaldırdıklarının destansı mücadele öyküleriyle dolu. İşte o soylu mücadelelerdir ki, insanlık onurunu bu günlere taşımıştır... Aslında sosyal eşitsizliğin olduğu her yerde eşitlik için, ayrımcılığın olduğu her yerde ayırmcılığa karşı, sömürünün olduğu her yerde sömürüye karşı mücadele, insan fıtratında mündemiç olan bir şeydir. O kadar ki, toplumun sınıflara bölündüğü dönemden beri eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hiç ara vermeden devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden tarihe avcılar tarafından değil de aslanlar tarafından bakıldığında, tarihin aynı zamanda köle isyanları, köylü isyanları, işçi isyanları, boyunduruk altına alınmış hakların isyanları velhasıl tüm ezilenlerin başkaldırı tarihi olduğu görülecektir... Bu, mitolojide başı her kesildiğinde tekrar canlanan ejderha gibi, yenilgiyi asla kabullenmeyen bir mücadele geleneğidir. Söylemek istediğimizi her halde en iyi Spartakus’un: “isyan ediyorum, o halde varım” özdeyişi ifade edebilir... Elbette geçmişin soylu mücadelelerini unutmamak, belleği sürekli canlı tutmak son derecede önemlidir ama bu, geçmişte yapılan hataları yok saymak anlamına da gelmez. Aksi halde yukarıda söylediğimiz, eleştirel düşünce “bu dünyada olup-biten her şey karşısında eleştireldir” tespitinin bir değeri kalmazdı. 

Eleştirel düşüncenin gerçekten adına lâyık olabilmesi için, reel dünyadaki sorunlarla doğrudan bağ kurması ve sürekli olarak kendini yenilemesi gerekir. Zira insanlığın başına gelen belalar ekseri ölü bilgilerin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Başka türlü ifade edersek, düşüncenin dönüştürücü bir praksis olması gerekiyor ve bu niteliğinden ötürü de angaje olma zorunluluğu vardır... Bu anlamda entelektüel bir düşünce işçisidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi amaçlar ve Antonio Gramsci’nin veciz bir şekilde ifade ettiği ğibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”. Nasıl çiftçi buğday üretiyorsa, fırıncı ekmek üretiyorsa, insanların ihtiyacı olanı yaratıyorsa, entelektüel de mücadele için gerekli olan fikirleri üretendir. Gerçeğin safında ve peşinde olduğu için de, ister istemez ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında, egemenler blokunun karşısındadır. Bu yüzden egemenler katında muteber sayılmaz, düşmanı çoktur... Unutmamak gerekir ki, bu dünyada yalanla gerçek arasında bir orta yol mümkün değildir. Biraz yalan biraz gerçek mümkün olamayacağına göre... Bu da demektir ki, gerçekten ve açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların safında olmayan bir düşünür, istediği kadar bilgili olsun entelektüel sayılamaz. Zira haksız ve adaletsiz bir durum [ilişki] söz konusuysa, taraftara eşit mesafede durmak, “tarafsız kalmak” mümkün değildir. Entelektüel eleştireldir ama eleştiri de kendi başına bir amaç değildir. Eleştirinin misyonu ve varlık nedeni, varolanı eşeleyip-deşelemek, görünür ve anlaşılır kılmak, oradan hareketle de dönüştürmeyi ve değiştirmeyi potansiyel bir olasılık haline getirmektir. Başka türlü söylersek, eleştirel düşünce alternatif düşüncedir, mevcut olanı aşmayı amaçlar...

Şimdilerde az sayıda dev sermaye tekeli insanlığın kaderini belirler durumda. Sermayenin saldırısı karşısında insanlar da sessiz ve tepkisiz değil. Saldırının olduğu her yerde elbette tepkinin olması da kaçınılmazdır ama bu kadarı sorunun çözümü için yeterli değildir. Bölük- pörçük, birbirinden kopuk, ortak bir vizyona ve perspektife sahip olmayan, bir alternatif toplum projesinden mahrum “sosyal hareketlerin”, “sivil toplum örgütü” denilenlerin taşı yerinden oynatması mümkün değildir. Elbette şimdilerde eksik olan eleştirel düşünce değil. Asıl eksik olan, eleştirel düşünceyle kitle eylemleri arasında tutkal işlevi görecek bütünlüklü bir perspektif, bütünleştirici bir politik proje ve örgütlülüktür. Dolayısıyla, apolitik “sivil toplum” ve “sivil toplum örgütleri“ [STK] söyleminin aşılması gerekiyor. Zira sivil toplum söylemi dahilinde faaliyet gösterenler, karşı oldukları, mücadele ettikleri, şikayet ettikleri durumu yaratan gerçek nedenleri sorun etmiyorlar. Oysa, şeylerin  gerçek nedenlerini sorun etmeden, bölük- pörçük, “kısmî” mücadelelerle bir şeyler kazanmak, taşı yerinden oynatmak mümkün değildir…

Neoliberal saldırı insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam ederken, bu saldırıyı sorun etmeyen bir insan hakları mücadelesi ne kadar etkili olabilir?  Kapitalizmi sorun etmeden işsizlikle mücadele edilebilir mi? Hayır kurumlarıyla yoksulluğun üstesinden gelinebilir mi? Bu tür çabalar sadece sorunu ertelemeye, insanları oyalamaya yarar. Radikal yaklaşımsa, işe neden yoksulluk var sorusunu sorarak başlar... Militarizme, neokolonyalizme, emperyalizme ve bunların gerisindeki kapitalizme karşı çıkmadan “ben savaş karşıtıyım”, “barış istiyorum” demenin bir anlamı olabilir mi? Savaşı çıkarmakta çıkarı olanlardan barış beklemek abes değil midir? Son on yıllarda hükümetlere ve burjuva partilerine yapılan “barış” çağrılarından bir sonuç alındı mı? Mesela son dönemde dayatılan iş piyasasındaki taşeronlaştırmayı, neoliberal kapitalizmi sorun etmeden defetmek mümkün müdür? Neoliberal saldırıyı sorun etmeden şimdilerde “iş kazası” denilen cinayetleri önlemek mümkün müdür? Toplumun varı yoğu özelleştirme adı altında yağmalanır, talan edilirken, nerdeyse her dereye HES’ler kurulurken, bu saldırı hukuk yoluyla, danıştaya dava açılarak püskürtülebilir mi? Politik bir saldırıyla karşı karşıya olunduğuna göre... Yasaları yapanlarla çekleri imzalayanlar aynı güç ve iktidar odakları olduğuna göre... O halde sosyal mücadelelerin politikleştirilmesi, yeniden sınıf mücadelesi rotasına oturtulması, kapitalizmi aşmaya yönelik radikal bir perspektif dahilinde bütünleştirilmesi gerekiyor...

http://www.ozguruniversite.org 


13 Ocak 2013

ÖĞRETMEN OKUL İLİŞKİSİ AŞKSIZ EVLİLİĞE BENZER!


Öğretmen Okul İlişkisi Aşksız Evliliğe Benzer!

Atalay Girgin*

Şaşırmadım. Öğretmenler yine beklentilere, tahminlere uygun sözler ettiler. “Öğretmenler neden okulu sevmez?” başlıklı yazıya kimi okuyup yorum yazan, kimi yalnızca başlığa bakıp ne yazılıp yazılmadığını bile okuyup anlamadan görüş bildirenler beni şaşırtmadı. Keza bu durum ön görülemez değildi.

Öte yandan yorum yazmadan, görüş belirtmeden yazıyı paylaşan ve beğenen sessiz çoğunluğun varlığı ise kimse tarafından görmezden gelinemeyecek bir gerçeklik. Bu gerçekliği değiştirmenin yolu, var olanı kavrayıp anlamaktan, onun hakikatine ulaşmaktan geçiyor. Çünkü anlamadığınız hiçbir şeyi ne kabul etmenizin ne de karşı çıkmanızın bir hükmü vardır. Keza anlamadığınız bilmediğiniz bir gerçekliği değiştiremezsiniz de…

Bunun yanı sıra bir de yazıyı okumasına rağmen, tespitlerin ve onlara dayanan önermelerin üzerine düşünüp sorgulama zahmetine girmeden, kimisi hakaretamiz, küçümseyici sözler eden; kimisi ise eleştirel değerlendirmeleri bile harimi-i ismetine bir saldırı sayma yanılsamasına kapılıp, hırsla savunmaya geçenler var.

Siz yukarıda yapılan genel ayrımdan hangisine dâhilsiniz bilemiyorum. Ancak bildiğim ve inandığım bir şey var ki, hiç kimse benim gibi düşünmek, görüp algıladığı gerçeklikleri benim gibi anlamlandırıp değerlendirmek zorunda değil. Ne var ki bu hakikat, gerçekliğin varlığını ortadan kaldırmaya yetmiyor.

Görmezlikten gelmek, var olan ve yaşanan gerçekliğin görülmediğine, görmediğinize delalet etmiyor. Çünkü içerisinde yaşayıp da görmüyorsanız, bilmiyorsanız, eğer kör değilseniz ve bilme, anlama yetinizi yitirmediyseniz ve hâlâ düşünebiliyorsanız, “derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar” misali yaşıyorsunuz demektir. Ya da görüyor, üzerine düşünüyor, ama gördüğünüzü ve düşündüğünüzü, hissettiğinizi, bilumum saik, neden ve kaygıdan dolayı, dile getiremiyor, hatta kendinize bile itiraf etmekten korkuyor, çekiniyorsunuz demektir. Tıpkı aşksız evlilikler gibi…

Devlet memurluğu evliliğe benzer

Aşksız evliğin tarafı haline gelmiş olan kadınlara ve erkeklere, “Mutlu musunuz?” sorusunu yöneltirseniz, alacağınız yanıt, yere, zamana, sorana, kişinin sorandan beklentilerine, vermek istediği mesaja, çizmek istediği imaja, vb.’ne göre değişir. Bu soruya verilen yanıtların değişkenliği, “Okulu seviyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtların değişkenliğiyle aynılık, özdeşlik taşımasa da analojik anlamda benzerlik, paralellik taşır.

Oysa aşksız evlilik, bir ilişkiyi sevgisizce sürdürmeye çalışmaktır. Kendine bile söylemekten korkarak mutsuzluğu, katlanmayı seçmektir. Bu ise sevgiye değil, alışkanlıklara teslim olmuş bir ilişkidir. Elbette yalnızca alışkanlıklara değil, aynı zamanda toplumsal kabullerin ve kurumsallığın getirdiği, bilinçli ya da bilinçsizce içselleştirilmiş dayatmalar, beklentiler, çocuklar ve onların geleceği, eş-dost-akraba ve yakın çevrenin ne diyeceği gibi kaygılara da… Öte yandan ne yapacağını bilememek, gerekli ya da gereksiz, doğru ya da yanlış, vicdani hesaplaşmalar, suçluluk duyguları da girer devreye.

Bundan dolayı olsa gerek ki, “Devlet memurluğu evliliğe benzer, ekstrem işler yapmazsan, emeklilik garantidir” derler. Belki de evlilik devlet memurluğuna...Yani, hangi soruya, ne zaman, nerede ne yanıtı vereceğini, kime ne diyeceğini; neyi görüp, neyi görmezlikten geleceğini; neyi düşünüp düşünmeyeceğini, neyi sorup sorgulamayacağını, nerede ve kimin yanında nasıl davranacağını, vb. bildiğin ve gereğini yaptığın sürece hedefe varmak kesindir.

Aşksız da olsa bir evlilik ilişkisi söz konusu olduğunda, ne yapılıp yapılmadığı, neyin seçilip seçilmediği, ne söylenip söylenmediği tarafların kişisel inisiyatifleri dâhilindedir, denilip geçilebilir. Ancak sorun eğitim ve okul olduğunda, sorun salt kişisel olarak görülemez. Çünkü bunun sonuçları toplumsaldır.

Toplumun hem bugününü hem de geleceğini ilgilendirir. Toplumun yalnızca bugününü değil, aynı zamanda geleceğini ilgilendiren bir konu ve sorun karşısında, öğretmenlerin, hayırhah bir tutumla sürdürülen aşksız bir evliliğin tarafları gibi davranmaları söz konusu olamaz. Belki yanılıyorumdur, belki öğretmenlik anlayışımız farklıdır ama, böyle bir yaklaşım ve anlayış öğretmenlere yakışmaz; kelimenin gerçek anlamında öğretmen olmakla da bağdaşmaz.

Bundan dolayı, var olan gerçekliğe ilişkin yapılan tespitleri ve eleştirel değerlendirmeleri, hiç kimsenin harim-i ismetine bir saldırı saymadan, ilgilenenlerin “Öğretmenler neden okulu sevmez?”1 başlıklı yazıyı bir kez daha okumalarını ve eğer gerek duyarlarsa, başta eleştirileri olmak üzere, öneri ve düşüncelerini paylaşmalarını isterim. Herkese aşkla varlığını sürdüren evlilikler ve tüm öğretmenlere, aidiyet bilinciyle sevilen okullar dileğiyle…


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 http://atalaygirgin.blogspot.com/2013/01/ogretmenler-neden-okulu-sevmez.html  İsteyenler bu yazıyı, “Okullar İmalathane Öğretmenler Tekniker; Ya Öğrenciler?” başlıklı yazı eşliğinde de değerlendirebilir.