Saksağanlaşan 'Sosyalist'ler Öcalan Karşısında Neden Susar?
Atalay
Girgin*
“Söyleyene değil,
söyletene bak!”, derler. Öcalan’ın, resmi bir yetkilinin gözetimi ve denetimi
altında kendisini ziyaret eden, Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan
Tan’dan oluşan heyetle yaptığı ve basına ‘sızdırılan’ görüşme notlarında yer
alan sola dönük bazı sözleri için de geçerli yukarıdaki ilk cümle. Öcalan’ın “Sol”dan
kastı ise, devrimci ve sosyalistler…
Öcalan’ın, uzun süredir
içerisinde bulunduğu koşullara ve son zamanlarda devlet ve hükümet adına daha
sık görüşmeye girdiği heyetlere ve o heyetlerle yaptığı görüşmelerde
konuşulanların önemine istinaden olsa gerek, büründüğü haletiruhiyenin
etkisiyle sarf ettiği sözler, birçok açıdan, düşündürücüdür. ‘Sızdırılan’
notlarda yer alan sözlerin geneli üzerinde durmayacağım. Bunu şu ana kadar
yapan birçok kişi olduğu gibi, bundan sonra da yapacak ve her cümleden türlü
türlü anlamlar çıkaracak yeterince kişi bulunacaktır.
Benim dikkatimi çeken
ise, Öcalan’ın “40 yıldır Türk Solunu taşıyorum” sözleridir. ‘Sızdırılan’ görüşme notlarının yayınlanmasının
üzerinden günler geçti. Merak ve sabırsızlıkla bekledim: “Hangi sosyalistler
üzerine alınacak? Kimler “ağır ol da hiç olmazsa molla desinler” diyecek? “Kimler
duymazlıktan, bilmezlikten gelecek?”, diye…
Ancak boşuna
beklemişim. Gerçi, kendisini ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diye niteleyen hangi kişi,
çevre ve grupların, onlarca yıldır olduğu gibi, yine ellerini ovuştura ovuştura
huşu içinde hazır ola geçerek, “Sayın Öcalan haklı!”, “Yerinde ve doğru bir
saptama!” türünden sözlerle, kendi geçmişlerini inkâr edercesine, birer “hık”
deyici olarak, noter kâtibi edasıyla davranacaklarını tahmin ediyordum: Onlar,
saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalistler’dir. Ne var ki bu denli sessizlik, bu
denli bir sırra kadem basma beklemiyordum.
Oysa neliği gereği,
sınıflar mücadelesinde taraf olan, siyasal ve ideolojik tercihleri,
gerçekleştirmek için mücadele ettiği toplumsal projesi, bu taraf oluşuyla
karakterize olan hiçbir devrimci ve sosyalist, tek başına kaldığında bile
saksağanlaşmaz. Düşe kalka da olsa, sınıflar mücadelesiyle karakterize olan
yolunu şaşırıp, birilerinin “hık” deyicisine dönüşmez. O birileri ne denli
güçlü olursa olsun, kırılsa da, eğile büküle birilerine iltihak etmez. Onun
ayırıcı karakteri ve duruşu, sınıflar mücadelesinin dışındaki herhangi bir
toplumsal mücadele ve harekete desteğini sunduğunda bile söylemi ve eylemiyle
kendini ayrıştırır. Çünkü o, hiçbir güç, örgüt, otorite ve kurum karşısında,
kendi siyasal ideolojik kimliğini, sınıflar mücadelesinin gerektirdiği bağımsız
tavrını ve tercihini, uğrunda mücadele ettiği toplumsal projesini, birilerinin
peşinde ipoteğe vermek bir yana, kısa bir süreliğine bile olsa “askı”ya almaz.
Ancak Türkiye
gerçekliğinde, kendine ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diyen kişi ve grupların çok
önemli bir bölümü bir zamanlar ağızlarından çıkan büyük büyük lafları unutup, o
sözlerin kofluğunu sergilercesine, etkiledikleri ve peşlerine taktıkları
gençlerle birlikte bazen birer ikişer, bazen bölükler, çevreler, gruplar
halinde, kendilerine verilen iki satır yazı yazma fırsatı ya da siyasal alanda
statü bahşedilmesi karşılığında Kürt hareketine gönüllü yazılmışlardır. Ne
yazık ki her şeyin, hele hele her bahşedilen köşenin, her bahşedilen sıfat ya
da statünün bir bedeli vardır. Mutlaka ödenir, ödetilir. Bu zat-ı muhteremler
için de geçerlidir, aynı hakikat.
Peki; bu gönüllü
taifeliğin bedeli nedir? Bazı dönemlerde, arada sırada, “dostlar alışverişte
görsün” babında, peşlerine taktıklarına mavi boncuk dağıtırcasına,
“sosyalizmden”, “işçiden”, “sınıf mücadelesinden” söz edip, Öcalan’ın, yersiz,
gereksiz, hatta hakikate aykırı sözleri karşısında bile, küçük dillerini
yutarcasına susmaktır. Çünkü hepsi de bilir ki, Öcalan’ın bu tür sözlerine,
doğrudan değil, eleştirimsi dokundurmaları karşısında bile, kendilerini kapının
dışında bulacaklardır. Ve onlar da, etkisi ve kerameti kendinden menkul, asıl
olarak Kürt hareketinin kabulleri temelinde akıntıya kürek çeken ve ‘inci
tanecikleri’nden geçilmeyen yazılarının yer aldığı bahşedilmiş köşeciklerini ve
statülerini yitirmemek adına, gerçeğin hakikatinin Öcalan’ın söylediği gibi
olmadığını bilseler de seslerini çıkarıp, en küçük bir kelam etmezler,
edemezler.
Öcalan’ın, yeniden
kendini kaptırdığı haletiruhiye içerisinde söylediği ve 1973 yılından beri Türk
solunu, yani sosyalistleri sırtında taşımakta olduğuna ilişkin, gerçekliğin
hakikatini yok sayan, görmezlikten gelen sözleri karşında, saksağanlaşan
‘devrimci’ ve ‘sosyalist’lerin, “dut yemiş bülbül” misali ağızlarını bile
açamayacak olmalarının nedeni budur. Bir sinemacı olsa gerek, eğer hafızam beni
yanıltmıyorsa, Tarkovski’nin olduğunu sandığım bir sözü anımsıyorum: Hayat
karşısında bir kez ilkelerini çiğneyen, bir daha hayat karşısında lekesiz bir
tavır alamaz.
Bundan dolayıdır ki,
karşınızdaki kim olursa olsun, eğer bir kez eğilip bükülmeye başlamışsanız,
kendinize atfettiğiniz sıfatlar sizi kurtarmaya yetmez. Çünkü hiçbir sıfatın,
hiçbir statünün kendinde bir değeri yoktur. Sıfatlar, ancak ve ancak, sıfatları
ve statüleri yanılsamalı bir biçimde kendinden daha değerli kabul eden, ilinek
insanlar için kurtarıcıdır ve yalnızca onlar için değerlidir. İlinekleşen
insanların, geçmişleri ne olursa olsun, kendilerine atfettikleri sıfatların ise
‘efendi’ belleyip biat ettiklerinin dışında hükmü tarihtir. Hatta o ‘efendiler’i
için bile ne denli geçerli ve değerli olup olmadığını, Allah bilir! Malum; her
şey hizmeti mukabilindedir.
Sözün özü:
Saksağanlaşanlar dışında, hiçbir sosyalist ve devrimciyi Öcalan’ın kırk yıldır,
yani 1973’ten beri sırtında taşıması söz konusu değildir. Hatta bu söz, saksağanlaşanlara,
onların geçmişine bile haksızlıktan öte saygısızlıktır (Ancak ilinekleşen,
saksağanlaşan ve destek ile vecd içinde secde edişi birbirine karıştıranların,
özsaygı yitimi içinde bunu bile düşünmeye ve itiraz etmeye mecali yoktur).
Bundan dolayı Öcalan’ın sözünün, en hafif tabirle, abesle iştigal eylemekten, hüsnü
kuruntu olmaktan öte hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Aksine, yeri gelmişken
söyleyeyim, Kürt sorunu, sınıflar
mücadelesinin ve sosyalistlerin, bir an önce asıl sahiplerine havale edip, tez
elden kurtulmaları gereken sırtlarındaki kambur, ayaklarındaki prangadır. Çünkü
bundan kurtulmayanlar, çok geçmeden saksağanlaşanlar gibi, en iyi ihtimalle,
sürecin, şu ya da bu biçimde çözüme ulaşması temelinde, mevcutlarla el ele, diz
dize, göz göze getireceği “yeni ve sonardan görme efendiler” sayesinde düzenin
ayaklarının dibine yaraşacaklardır1.
1 Uzun uzadıya
işlenebilecek, somut ve yaşanmış örneklerle bezenebilecek bu yazı, kendilerine
atfettikleri ya da atfedilen sıfatlarla, kendi geçmişleri yok sayılırken
yüzleri bile kızarmadan sessiz sedasız ortalıkta dolaşan zerzavatlara inat,
yalnızca bugüne bir dipnot düşmek için kaleme alınmıştır. Kürt sorununun
çözüm-çözümsüzlük ikilemine ilişkin ilgilisi için aşağıda iki yazı var:
a)
Sorunun ilinek insanlarla çözülemeyeceğine dair bir
yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/12/kurt-sorunu-ilinek-insanlarla-da.html
b) 2 Çözümün figüranlara bağlı olmadığına
ilişkin bir başka yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/08/kurt-sorununu-figuranlar-cozemez.html