21 Mayıs 2012

"Felsefenin Kraliçesi" Haymana'ya Geliyor!!!


“Felsefenin Kraliçesi” Haymana’ya Geliyor

Atalay GİRGİN*

Etik alanında yaptığı çalışmalarla, uluslararası alanda da tanınan Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı İoanna Kuçuradi “25 Mayıs Dünya Etik Günü”nde Haymana’da bir konferans verecek.

Haymana Kaymakamlığı’nın ev sahipliğinde, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nin düzenlediği “Dünya Etik Günü” etkinliğine katılacak olan Kuçuradi, başta etik ve ahlak arasındaki ayrım olmak üzere, etik ilişki, insanın değeri ve değerlerine ilişkin düşüncelerini konferans katılımcı ve dinleyicileriyle paylaşacak.

Nuri Bektaş Anadolu Lisesi tarafından düzenlenen ve halka da açık olan, “Dünya Etik Günü” etkinliğinde, Haymana Kaymakamı başta olmak üzere, ilçenin mülki ve yerel yetkililerinin yanı sıra, ilçedeki okulların idari personeli, öğretmenler, öğrenciler yer alacak.

Etkinliğin düzenleyicisi olan Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Dünya Etik Günü” etkinliği ve Kuçuradi’nin bu etkinliğe katılımıyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmede “Sayın İoanna Kuçuradi, felsefe ve özellikle de etik alanındaki çalışmalarıyla uluslararası düzeyde haklı bir üne sahiptir. Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu Başkanlığını da yapmış olan, halen Türkiye Felsefe Kurumu Başkanlığı’nı yürüten, birçok değerli esere imza atan Sayın Kuçuradi’nin önemini ve değerini bizler biliyoruz. Yalnızca bizler değil. Dünyanın felsefe ve etikle ilgili yetkilileri, entelektüel ve akademik çevreleri de biliyor.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü: Bundan dolayıdır ki, başta Goethe Madalyası olmak üzere birçok uluslararası ödülü olan Sayın İoanna Kuçuradi sayesinde 2003 yılında düzenlenen 21. Dünya Felsefe Kongresi Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. UNESCO, 21. Dünya Felsefe Kongresi’nin başarılı bir şekilde yapılmasına büyük katkısından ve bu alanda yaptığı bilimsel çalışmalardan dolayı, Sayın İoanna Kuçuradi’nin, 2003 Felsefe Ödülü’ne layık görüldüğünü bildirmiştir.

25 Mayıs 2012’de gerçekleştirilecek “Dünya Etik Günü” etkinliğine İoanna Kuçuradi’nin katılmasının Haymana ve Haymanalılar için tarihi öneme sahip günlerden biri olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirten Çeki, “Türkiye’de yaşayan ve “Felsefenin Kraliçesi” olarak da nitelenen Sayın Kuçuradi’ye, davetimizi kabul ederek, etkinliğimize katılıp bizleri onurlandırdıkları için ne kadar teşekkür etsek azdır. Başta öğrencilerimiz olmak üzere, Haymanalılar Sayın Kuçuradi’nin düşüncelerinden azami ölçüde yararlanma fırsatını kaçırmamalıdır. Bundan dolayı, etkinliğe Haymana halkını da davet ediyoruz.” dedi.

“Vizyonumuzun Bir Parçası”

Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Biz bu tür etkinlikleri yalnızca Dünya Etik Günü nedeniyle yapmıyoruz. Aksine eğitim öğretim dönemi boyunca gerçekleştiriyor, öğrencilerimizi, kültür, sanat, felsefe ve bilim dünyamızın önemli isimleriyle karşılaştırıyoruz.” derken, bunun nedenini şöyle açıkladı: Bu bizim vizyonumuzun bir parçasıdır. Haymana küçük bir ilçe, okulumuz yeni bir okul olmasına rağmen, bizler öğrencilerimizi çok yönlü, çok boyutlu düşünen, soran, sorgulayan bireyler olarak yetiştirmeyi hedefliyoruz. Onların düşünsel ufuk genişliğine haiz bireyler olarak lise dönemi sonrası hayata hazırlanmaları bizler için önemlidir. Bu amaç doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz etkinliklere, davetimizi kırmayarak katılan, başta Sayın İoanna Kuçuradi, şair Sayın Ahmet Telli, Çankaya Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı Bölüm Başkanı Sayın Prof. Dr. Aysu Erden, öykücü yazarlarımızdan Sayın Tekgül Arı, Esra Odman ve adlarını şu an için anımsayıp belirtemediğim herkese bir kez daha teşekkür ederim. Herkes ve her veli bilsin ki, vizyonumuz doğrultusunda attığımız ve atacağımız adımlarla, okulumuz öğrencisi olmak, her geçen yıl, her öğrenci için bir ayrıcalık olacaktır. 
Not: Sayın İoanna Kuçuradi’nin “insanın değeri ve değerleri” bağlamında ve “etik ilişki” temelinde kaleme alınmış olan “İlişkide Senin Değerin Ne?” başlıklı yazımı ilgilenenler hem milliyet blog’taki http://blog.milliyet.com.tr/iliskide-senin-degerini-belirleyen-ne-/Blog/?BlogNo=363645 belirtilen adresten de okuyabilir.


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com


20 Mayıs 2012

İlişkide Senin Değerini Belirleyen Ne?


İlişkide Senin Değerini Belirleyen Nedir?

Atalay GİRGİN*

Cinsellikten aşka, siyasetten dinsel ve ekonomik ilişkiye dek, toplumsal yaşamın tüm alanlarında yaşadığın ilişkide özelde senin genelde insanın değerini belirleyen nedir? Kadınlığın mı? Cinselliğin, dişiliğin mi? Yoksa erkekliğin mi? Yoksa verilmiş ya da kazanılmış toplumsal statün mü? Örneğin; Milliyet blog yazarı ya da yazar olmak, statü anlamında senin değerini, diğer insanlar karşısında daha mı değerli kılar?

Herhangi bir ilişkide statüleriyle kendisine ya da karşısındaki kadın veya erkeğe değer biçenin değeri nedir? Statüler temelinde doğru bir etik ilişki kurulabilir mi? Statülerin ahlakı ve etik bir değeri var mıdır? Peki; etik ilişki nedir?

Etik ilişki, statü ve ilinek insan ilişkisinde birinciden başlayalım: İoanna Kuçuradi, “Etik” adlı kitabında, “Etik ilişki”yi şöyle tanımlar: Etik ilişki, (..) belirli bütünlükte bir kişinin belirli bütünlükte başka bir kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği insanlarla-, değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak yaşadığı her ilişki1.

Bu bağlamda, önce sorularla başlayalım: Kuçuradi’nin bu tanımını, belirlemesini de dikkate alarak, insana, insanın ahlaki eylemlerine bakmaya, sorgulayıp anlamaya çalıştığımızda ne görüyoruz? Ahlaki eylemlerimizin, kurduğumuz ilişkilerin temelindeki etik ilişkiyi, değer sorunlarını kavrıyor muyuz? Kavramayı, anlamayı bırakalım bir yana, ahlaki eylemlerimizin, ilişkilerimizin temelindeki etik boyutu, bunların taşıdığı değer sorunlarını birazcık düşünüyor muyuz? Hadi bunu da bir yana bırakalım, hangi eylemlerimizin ahlaki olup olmadığı üzerine kafa yoruyor muyuz? Yaptığımız ahlaki eylemin değerinin ne olduğunu sorguluyor muyuz?

Etik filozofu olan Kuçuradi, insanın değeri ve değerlerinden söz ediyor. Bunlardan söz ederken iki şeyi birbirinden özenle ayırıyor: İnsanın değeri ve insanın değerleri. Çünkü bunlar aynı kavramlardan oluşmuş ve aynı şeyleri çağrıştırıyormuş gibi görünse de birbirinden farklıdır.

Karşımızdaki bir insanı değeri ve değerleriyle birlikte değerlendirmek gerek. Çünkü karşımızdaki kim olursa olsun, onun, öncelikle bir insan olarak değeri vardır. Ve aynı zamanda o insanın değerleri…

Değeri ve değerleriyle birlikte değerlendiremediğimiz her insanı eksiltiriz. Eksilttiğimiz her insanla, aslında, farkında bile olmadan kendimiz de eksiliriz. Çünkü değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak doğru değerlendirip kavrayamadığımız, anlayamadığımız her insan yanılgılarımızın, yanlışlarımızın da nedenidir.

Gündelik yaşamın akıp giden olayları arasında, insanı değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak değerlendirmenin önündeki en önemli engellerden, bizi yanılgılara, yanlışlara götüren nedenlerden birincisi, karşılaştığımız kişilere statüleri üzerinden değer biçme yaklaşımı ve anlayışıdır. Oysa karşımızdaki insanı ya da kendimizi o an için sahip olunan statüyle değerlendirmek, statüye göre değer biçmek ya da değer atfetmek yapılan en büyük yanlışlardan biridir. Yalnızca yanlış da değil, aynı zamanda bu değerlendirme yaklaşımı ilinek insan oluşun göstergesidir. İlinek insan halinin dışavurumudur.

İlinek insan ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine; ilinek insan, hem kendisinin hem de karşısındaki ilişkide bulunduğu insanın değerini ve değerlerini, kendi dışlarındaki bir varlık, otorite, nesne ya da kişiyle ilişkisinin uzaklığı ya da yakınlığına göre belirler. Davranışının kaynağı, niteliği, biçimi ve değeri de buna göre şekillenir.

İlinek insan için statü de kendisinin ya da karşısındakinin değerini belirleme ve ona yönelik davranışını oluşturma ve sergilemede en önemli ölçütlerden biridir. İlinek insanın burada unuttuğu, belki de hiçbir zaman düşünmediği sorun ise, bu kabul çerçevesinde kurduğu ve yaşadığı ilişkilerin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemin kendisince ya da karşısındakince değeri ne olursa olsun, olumlu anlamda değer üreten değil, aksine değer tüketen bir ilişki olmasıdır.

Statüler ahlaki eylemde bulunmaz. Statüler etik ilişki kurmaz. Statülerin ahlakı yoktur. Bir başka deyişle statüler ahlaksızdır. İşte ilinek insanın temel yanılgılarından biri de budur. O statüyle değer kazandığını düşünür. Statüsüne saygı bekler. Oysa insana değer kazandıracak olan, kendisinde olmayanı ona katacak ya da sağlayacak olan statü değildir. Aksine, statüye ya da herhangi bir sıfata değer katacak, onu daha değerli ya da değersiz kılacak insandır. Dolayısıyla, saygı insana gösterilir. Etik ilişki insanla insanın ilişkisinde gerçekleşir. Statüler arasında ahlaki bir eylem, statüler arasında etik bir ilişki kurulamaz. Çünkü hiçbir statü ahlaki eylemde bulunamaz. Hiçbir statü etik bir ilişki kuramaz. Bunları gerçekleştirebilecek olan yegâne varlık insandır.

Ne var ki ilinek insan, kendisini ve ilişki kurduğu insanı değeri ve değerleriyle kavrama anlayış ve yaklaşımında olmadığı için, statüye sığınır ya da karşısındakine statüsüne göre davranmayı mübah görür. Karşısındaki insanın algıladığı ya da değer atfettiği, değer biçtiği statüsüne göre onun karşısında eğilir ya da böbürlenir. Onun karşısında “bütün küçük dağları siz yarattınız efendim” dercesine vecd içinde secde eden bir duruşa geçer. Ya da “bütün küçük dağları ben yarattım” dercesine, kendisine karşı vecd içinde bir duruş bekler.    Çünkü ilinek insana göre, değerliliğin ya da değersizliğin, önemliliğin ya da önemsizliğin ölçütünü belirleyen ne bir kişi olarak kendisinin bütünlüğüdür ne de bir birey olarak karşısındakinin bütünlüğü. Bunları belirleyen, kendi kabulleri temelinde, hem kendisinin hem de ilişki kurulan kişinin dışındaki, varlık, nesne, otorite, sıfat, statü, vb.dir. Kendisinin ya da diğerinin o varlıklarla ilişki düzeyidir.

Tüm bunları dikkate aldığımızda, ilinek insan için kurduğu ilişkinin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemin, söylediği sözün, dayandığı etik temelin ve ortaya çıkardığı değer sorunlarının önemi yoktur. Statüsüne, konumuna bağlı olarak, gün gelir, yerli ya da yersiz, doğru ya da yanlış olduğunu düşünmeksizin karşısındakine “ahlaksız” der, onu “ahlaksızlık”la itham eder. Bir başka ilinek insan durur mu? O da ona söyler aynı sözleri. Birkaç gün sonra bir de bakmışsınız ki, birbirine göre “ahlaksız” olan iki zevat el ele kolkola girmiş, yanak yanağa öpüşüyor. Oysa ikisinin de düşünmediği, belki de düşünüp kavrama gereği bile duymadığı hakikat ise şudur: Ahlaksız insanın olmadığı, ahlaksız insan olamayacağı hakikati.

Yukarıdaki satırlardan da anlaşılabileceği gibi, ilinek insan, yalnızca kurduğu ilişkilerin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemlerin temelindeki etik boyutu düşünmeyen, dikkate almayan bir insan değildir. Aynı zamanda etik tutarlılıktan da yoksun bir insandır. Bundan dolayı, ilinek insan, ilişki ve eylemlerinde değer üreten değil, değer tüketen bir kişidir.

İşte Kuçuradi, etik ve değer üzerine çalışmalarıyla, insanı değeri ve değeriyle birlikte değerlendirmek gerektiği bilincini, okuruna ve öğrencilerine aktarıp kazandırırken, yaşadığımız ve akıp giden toplumsal ilişkiler içerisinde de, bizleri insan, ilinek insan, değer ve değer sorunlarına ilişkin düşünmeye, sormaya, sorgulamaya yönelten, günümüzün yaşayan önemli düşünür ve filozoflarından biridir. Ve onun, yukarıda söylenenler bağlamında altını çizerek vurguladığı önemli hususlardan biri de şudur: Değerleri yeniden yeniden değerlendirebilmek gerek.

 Değerleri yeniden değerlendirmeyi bir bilinç haline dönüştürmek ise kendisinin ve kendisi dışındaki insanların değerini, yalnızca ve yalnızca kendilerinden başlatabilme bilincini kazanmış gerçek bireylerin yapabileceği bir iştir. İlinek insanların değil. Çünkü onlar, hukuken ne denli kişi bütünlüğüne sahip olarak görülseler ve değerlendirilseler de, hakikatte, kabulleri dolayısıyla, yanılsamalı bilinç hallerini gerçeklik ve hakikat sanma kötürümüdürler. Tıpkı; her bireyin insan olmasına rağmen, her insanın birey olmadığı, olamadığı hakikati gibi…









* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 İoanna Kuçuradi, Etik, sf. 4, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

14 Mayıs 2012

MEMUR MEMURLUĞUNU, MEMUR HADDİNİ BİLMELİ, HELE ÖĞRETMENSE...


Memur Memurluğunu, Memur
Haddini Bilmeli, Hele Öğretmense...

Atalay GİRGİN*

Ülkenin birinde hükümetin pek saygıdeğer, zat-ı muhterem bakanları, kuşluk vakti,  ağızlarını açıp konuştular. Memura verebilecekleri zammın ne olduğunu açıkladılar ya…  Sen misin açıklayan!!!

İnternetin her köşesinden, feryat figan sözler dökülmeye başladı hemen. Sanki ilk kez başlarına geliyormuş, sanki ilk kez böylesi bir durumla karşılaşıyorlarmış gibi… Kim bilir belki de ilk kezdir. Malum ben Türkiye’de yaşadığım için böyle şeylerle hiç ama hiç karşılaşmadım. Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız, sizler de karşılaşmamışsınızdır. Böylesi şeylerin Türkiye’de olması ne mümkün efendim!!!

Neyse… Konumuza dönelim:

Memur olan da memur yakını ya da memur emeklisi olan da döktürmeye başladı: Hükümet al zammını kaşına çal! Kaşına olmazsa başına çal! O da olmazsa …. çal!!! Bunu da beğenmedin mi? Nerene istersen orana çal!!!

Hükümetin ve kendisine dokunulması bile ibadet sayılan Hz. Başbakanın ve daha Hz.liği hak edememiş olan bilcümle bakanının, bu zammı nerelerine çalacağını bilemesek de, bu tepkinin umurlarında bile olmadığı kesin. Kim bilir ki belki de içlerinden “ateş olsalar cürümleri kadar yer bile yakamazlar. Bir de durmuşlar, boylarından büyük laflar ediyorlar” bile diyor olabilirler. “Olabilirler” diyorum, o ülkenin zat-ı muhterem başbakanının ve bakanlarının ne düşündüğünü nasıl bilebiliriz ki, değil mi? Benim ki bir tahmin işte…

Hükümet Şeyiyle Yetkili Sendikacılar

Hükümet ve kimi bakanlarıyla “can ciğer kuzu sarması” olmalarına ve onların “hık” deyicisine dönüşmelerine güvenerek “Yüzde bilmem kaç + kaç istiyoruz”  türünden açıklamalar yapanlar ise bir başka âlem… Memleketlerinde dağlar bir şeyler doğuruyor olsa gerek ki hükümetin çok yetkili bakanının açıklamasını duyar duymaz, şaşkınlıkla, “Aaaa… Dağ, hiç ama hiç bişeycik, farecik bile doğurmadı” sözleri dökülüverdi.

Malum, dünyanın hiçbir yerinde  halüsinasyonlar görmeyi herhangi bir kimseye yasaklamak mümkün değil. Keza birilerinin yanılsamalarını gerçeklik sanıp vecd içinde secde etmelerini de… Ne var ki, hükümet şeyiyle örgütlenip iki günde yetkili oluvermekle kendisini bir şey sananların unuttuğu bir hakikat var: Hiçbir dağ eğilmez.

13 Mayıs 2012

Etik Bağlamında Felsefe


Etik Bağlamında Felsefe
(TARAF Gazetesi'nin kitap eki TarafKİTAP'ın Nisan sayısında Başbakanın Günlüğü'ne ilişkin yayınlanan yazı...)
Özgül Bike YÜCALAN

Her olasılığı hesaplayabilirsiniz ama belirleyemezsiniz. Max Palanck’ın Kuantum Teorisi ve Werner Heisenberg’in Belirsizlik Kuramı’na da dayanan bu felsefi anlayış ve yaklaşımı, “Başbakanın Günlüğü” adlı romanında Atalay Girgin bir kez daha anımsatıyor okura. 

Yazar bu anımsatmayı söz konusu teorileri anlatarak ya da o bilim insanlarının adlarını belirterek yapmıyor. Aksine “Kemeutopyalılar roman dizisi” adını verdiği serinin ilk iki çalışmasında olduğu gibi, kurgulanan olaylar ve etik ilişkiler üzerinden sergiliyor.

Kahramanları fareler olan bir gezegenin kurgulandığı romanda, fabl türü anlatının ironik ve politik dili, akıcı bir üslup içinde olaylara, olaylar karşısındaki kişi ve kişiler arası ilişkilere eşlik ediyor. Bu boyutuyla siyasal bir roman niteliği de taşıyan “Başbakanın Günlüğü”nde, her şeyi belirlemeye ve kontrol etmeye çalışan bir iktidarın kırılganlığı da anlatılıyor. Keza iktidarın büyüsüne kapılıp sormadan sorgulamadan itaat ilişkisi içerisinde yapıp eyleyenler de…   

Romanda, son seçimleri, tüm rakiplerinin toplamından daha fazla oy alarak, ezici bir çoğunlukla kazanan bir başbakanın, kendini tek muktedir ve en güçlü gördüğü bir dönemde, kaybolan ve Kızıllar’ın eline geçen günlüğüyle birlikte gelişen olaylar sürükleyici bir dizi film gibi, neredeyse sinemografik bir tarzda kare kare kesintisizce sergileniyor. Romanın kahramanlarından birisi olan Başbakan, her şeyi kontrol edip hesaplamaya, tedbirlerini ona göre almaya çalışırken, en güvenli mekânında paçayı ele veriyor.

Bunlardan habersiz olan ve Başbakan’a yakınlığını ilişki kurduğu kişi ve kurumlar karşısında ayrıcalığa dönüştürmeye çalışan birileri ise bu geçici statülerini kendilerinden daha değerli görmeye ve başkalarına da algılatmaya yöneliyor. Yazar, gündelik yaşam içerisinde de sık sık karşılaşılan ve kişinin değeri ve değerlerinden çok onun statüsü ekseninde gelişen hatta belirlenen ilişki ve davranışları, etik açıdan sergilemekle kalmıyor, aksine belirginleşen şu sorular çerçevesinde bunları tartışmaya açıyor: Kişinin değerini ve değerlerini belirleyen statü müdür? Bir kişiye statüsüne göre mi davranmak gerekir? Yoksa değerine göre mi? Statüye değer katan değerinin ve değerlerinin bilincinde olan kişi midir? Yoksa kişiyi değerli kılan statüsü mü?

Çok yönlü, çok boyutlu, çok anlamlı çok katmanlı bir yapıya sahip olan her roman gibi, Başbakanın Günlüğü’nde de siyasal, psikolojik boyutun yanı sıra özellikle etik ilişkiler bazında felsefe öne çıkıyor. Yazar, romanda ironik anlatıyla yer yer okuru gülümsetirken, kurguladığı olaylar karşısında kişilerin tutum ve davranışları, kurdukları etik ilişkiler aracılığıyla da düşündürmeye, sormaya sorgulamaya yöneltiyor. Eğer amacı buysa Atalay Girgin’in, Başbakanın Günlüğü’nde bunu başarıyla gerçekleştirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Ve “Ya yarın olmasaydı?” derken, her şeyin hesaplanıp belirlenmeye, kontrol edilmeye çalışıldığı bir evrende, düşündüren bir başka kapıyı aralıyor. Elbette bakmaya, düşünmeye cüret edenlere… 

24 Nisan 2012

Şair Ahmet Telli Haymana'da...


Şair Ahmet Telli Haymana’da



 “Nida” adlı şiir kitabıyla “Altın Portakal Şiir Ödülü”ne layık görülen şair Ahmet Telli, 25 Nisan Çarşamba günü (yarın),  Haymana Nuri Bektaş Anadolu Lisesi öğrencileriyle buluşuyor.

Vizyonu doğrultusunda, öğrencilerini çok yönlü, çok boyutlu düşünme alışkanlığı kazandırarak hayata hazırlamayı önemseyen Nuri Bektaş Anadolu Lisesi, bunun sanat ve edebiyattan yoksun olarak gerçekleşmeyeceğinin bilinciyle öğrencilerine yeni pencereler açmayı sürdürüyor. Şair Ahmet Telli’yle öğrencilerini buluşturma etkinliği de bu sürecin önemli bir halkası. Çünkü bu, söz konusu etkinliklerin ne ilki ne de sonuncusu.

Nuri Bektaş Anadolu Lisesi, 2011-2012 eğitim öğretim yılında, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Dr. Mehmet Ali Dombaycı ve öğretmen yazar-şair A. Galip’in konuşmacı olarak katıldığı “Dünya Felsefe Günü” etkinliğiyle başlattığı süreci, “14 Şubat Dünya Öykü Günü”yle bir adım daha öteye taşımıştı. Okul içi kapalı devre etkinliklerle yetinmeyen Nuri Bektaş Anadolu Lisesi, “Dünyanın Öyküsü Dergisi”yle işbirliği içinde gerçekleştirdiği “Dünya Öykü Günü”nde öğrencilerini Çankaya Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Aysu Erden, öykücü yazarlar Tekgül Arı, Esra Odman ve Müyesser Güner’le buluşturmuştu.

25 Nisan Çarşamba günü gerçekleştirilecek olan etkinlikte, öğrenciler Ahmet Telli şiirlerinden örnekler sunacak. Şair Telli de öğrencilere şiir ve edebiyat üzerine bir konuşma yapacak. Ardı sıra da öğrencilerin, başta şiir olmak üzere edebiyata ilişkin sorularını yanıtlayacak.


05 Nisan 2012

EĞİTİM REFORMU: NEDEN ve KİMİN İÇİN?

Eğitim Reformu: Neden  ve Kimin İçin?
Fikret Başkaya
Eğitim sistemi her zaman egemen sınıfların ihtiyacına cevap verir. Tarihsel süreç içinde eğitimin işlevleri değişebilir ama değişmeyen şey eğitim sisteminin mutlaka mülk sahibi  egemenlerin ihtiyaçlarına cevap vermesidir. Kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında eğitimin amacı, egemen ideolojiyi üretmek ve yaymak ve devlet aygıtının yönetici-bürokratik kadrolarını yetiştirmekti. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği dönemde, yukarıdaki iki işleve bir de sermaye sınıfının ihtiyacı olan “yetişkin” işgücünü yetiştirme işlevi eklendi. Son dönemde, neoliberal kürelileşmeyle birlikte eğitimin hızlı bir tempoyla paralılaşması, metalaşması, şeyleşmesi, bir kamu hizmet alanı olmaktan çıkıp özelleştirilmesiyle, artık eğitim bir kâr alanı ve aracı haline de dönüşmüş bulunuyor. Başka türlü söylersek, eğitim artık her hangi bir mal gibi alınıp-satılan bir metaya dönüşmekte. Değerlenme sıkıntısı çeken sermaye için bir kâr alanı haline gelmekte.
Eğitimin eğitilenler bakımından işleviyse, belirli düzeyin üstünde eğitim görmüş olan diplomalılara “sınıf değiştirme” yolunu açmasıdır. Böylece eğitim, emekçi sınıfların çocuklarının, mütevazı kesimden gelen çocukların egemen sınıf katına, şimdilerde burjuva sınıfına katılmasını sağlıyor. Tabii onları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırmak kaydıyla... Başka türlü söylersek, onları ezen tarafın unsurlarına dönüştürüyor. [ Elbette eğitilmiş olanlar arasından az da olsa içinden çıktıkları sınıfa ihanet etmeyenler de çıkabiliyor. İyi ki de çıkıyor, aksi halde durum daha da vahim olurdu...] 
Eğitim sisteminin her zaman ve mutlaka hâkim sınıfların ihtiyacına göre şekillendiğinden habersiz olanlar, ekseri sorunu yanlış bir zemin üzerinde “tartışma” eğilimindedirler. Sanki bir şeyler yapılırsa eğitimin daha iyi olacağı yanılsaması söz konusudur. Başka türlü söylersek, daha iyisi yapılabilirken ve yapılamadığı için sistemin kötü olduğu, kötü işlediği, ihtiyaca cevap vermediği düşüncesi geçerlidir... Oysa egemenler ihtiyaçlarına cevap vermeyen sistemi anında değiştirirler. Bu tür yanlış anlayışlar eğitimin toplumun tamamı için tasarlandığı, oluşturulduğu düşüncesinden kaynaklanıyor.
AKP hükümeti tarafından dayatılan son eğitim reformu – 4+4+4- modeliyle ilgili tartışmanın tarafları, yapılmak isteneni kavramaktan uzak oldukları için, asıl kaygının ve amacın pedagojik, entelektüel ve “bilimsel” olduğunu, amacın eğitimi yaygınlaştırmak olduğunu sanıyorlar... Öyle olunca da tartışma “kesintili mi yoksa kesintisiz mi olmalı” biçiminde yürüyor. Dolayısıyla operasyonun ne amaçla ve neden yapıldığı gözden kaçıyor. Yeni modelin başlıca iki amacı var: Birincisi, sermayenin, özellikle de küçük ve orta boy sermayenin ucuz emek ihtiyacını karşılamak, bu amaçla da çocuk emeği sömürüsünü derinleştirmek; ikincisi, eğitimdeki özelleştirme sürecini hızlandırmak. Bir taraftan sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücü meslek okullarında üretilirken, diğer taraftan da eğitimin tüm aşamalarını özelleştirmek. Lâkin kesintili mi, kesintisiz mi? tartışmasının tarafları eğitimin muhtevasını hiç gündeme getirmiyorlar... Dolayısıyla tartışma sorunun esasını angaje etmiyor. Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye, eğitim ve okul sistemi oldum olası “düşük yoğunluklu” militer bir yapı arzediyor. Bunlara yarı-askerî kurumlar demek mümkündür. Eğitim sisteminin birinci başat niteliği budur. İkincisi, eğitim baştan sona bağnaz bir resmi ideolojiyi [devlet yalanlarını] genç nesillerin kafasına enjekte etmek üzere kurgulanmıştır. Yarı-militer kurumlar olan okullarda çocukların bilinci resmi ideoloji enjeksiyonuyla daha baştan köreltiliyor. Böyle bir yapıdan özgür bireylerin çıkması mümkün müdür? İşte Türkiye’deki eğitim sisteminin asıl misyonu ve varlık nedeni budur ve sistem tam bir etkinlikle toplumsal bilinci köreltmeyi, toplumu köleleştirmeyi başarıyor. Dolayısıyla egemen sınıflar bakımından eğitim sistemi son derecede başarılıdır. Velhasıl, Türkiye’nin “modern” okul ve eğitim sistemi böyle bir amaca hizmet ediyor.
Fakat eğitilenlerin bilincini köleleştirmek, körleştirmek, köreltmek, genç nesilleri ufuksuzlaştırmak, bilinci köreltilmiş/köleleştirilmiş eğiticileri varsayar... Dolayısıyla eğitim kadrosu da son derece başarılıdır. Tam da gerekeni yapıyorlar, özgür düşüncenin yeşermesini, filizlenmesini daha baştan engellemeyi başarıyorlar. Civcivi yumurtadayken eziyorlar... Yarı-askerî kurumların eğiticileri, öğretmenleri, tek tip bağnaz egemen/resmi ideolojiyi büyük bir başarıyla kafalara sokmayı başarıyorlar. İşte Türkiye’nin kolay yönetilen bir ülke oluşunun, demokratikleşme zaafının gerisindeki başlıca nedenlerden biri budur. Genç nesiller özgür düşüncenin ve özgürlük bilincinin gelişmesini önleyen bir eğitim sürecinden geçiyorlar...
Son eğitim reformu yangından mal kaçırırcasına oldu bittiye getirilse de epey zamandır egemenler katında mayalandırılmaktaydı. 1999 yılında yapılan 16. Milli Eğitim Şûrası’nın temel gündem maddesi ‘Meslekî ve Teknik Eğitim’di. Söz konusu şûrada alınan kararlardan birinde: “ İlköğretimin bütün sınıflarında meslek alanını tanıtıcı etkinliklere yer verilmelidir” deniyordu... 2010 yılında yapılan şûradaysa, ilk yılı okul öncesi eğitim olmak üzere, dörder yıllık üç aşamalı 13 yıllık zorunlu eğitim öneriliyordu. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği [TOBB] başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, 2010 genel kurul açış konuşmasında ne yapılması gerektiğini söylüyordu: Eğitim sistemini piyasanın [sermaye sınıfının densin] ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmek... Hisarcıkloğlu şunları söylüyordu: “Eğitim sistemindeki sorunlara çare bulmalıyız. Ülkemizin mesleki eğitim altyapısını komple elden geçirmeliyiz. Kısır tartışmaları bir yana bırakıp, mesleki eğitim sistemimizi piyasanın taleplerine duyarlı hale getirmeliyiz”. Ve iki yıl sonra, 2012 de “kısır tartışmalara da pek yer vermeden” eğitim sistemi talebe “duyarlı hale getiriliyor...

Camiyi okula taşımak: AKP’nin son harikası.

TC baştan itibaren iki temele dayandı: Okul ve Cami. Durum böyleydi ama Laik Türkiye söylemi hiç dillerden düşmedi. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin tam da göbeğine yerleşmişken, Milli Eğitim Bakanlığı içinde “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” diye bir birim varken, vb. bu ne menem laiktir dendiğinde, cevap hazırdır: Bu Türkiye’ye özgü bir laikliktir... Yani alaturka laiklik... Ve başta okullu-diplomalı kesimler olmak üzere insanlar rejimin laik olduğu yalanına inandırıldı. Türkiye’nin laik olduğuna inanların başında da “en eğitimli” kesimler geliyor... Tabii bu da şaşırtıcı değil zira okullu olmak demek resmi ideolojinin rahle-i tedrisatından geçmiş olmak demektir. Ve okulluluk ne kadar uzunsa, resmi ideolojinin “içselleştirilmesi” de o ölçüde büyük oluyor... Dolayısıyla bilinci en çok köreltilmiş kesim en eğitimli kesimdir... Bu kesim Türkiye’nin laik olduğuna o kadar samimiyetle inanır ki, yerli yersiz, Türkiye laiktir laik kalacak... sloganına sarılırlar... Aslında yalanı üretenlerle ona inanalar aynı kesimlerdir demek daha doğrudur. Oysa din-devlet ilişkisi özü itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda geçerli olanın miras alınmasıydı. Zaten Osmanlıdaki din-devlet ilişki biçimi de Bizans’tan kopya edilmişti. “Laik Cumhuriyet” uyduruk resmi ideolojisine dayanarak yönetemezdi. İdeolojik temelini güçlendirmek için camiye ihtiyacı vardı ve bu amaçla dini duruma göre manipüle etti ve kullandı. 12 Eylül 1980 sonrasında din, Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak zorunlu din dersiyle eğitim sistemine sokulmuştu. İmam Hatip Okullarının  ve Kuran Kurslarının varlığı da, bir bakıma din Müslümanlara bırakılmayacak kadar önemlidir demeye geliyordu. AKP hükümeti güya 28 Şubat’ın rövanşını alıyormuş görüntüsü altında iki şey yapmak istiyor: Birincisi seçmene selam yolluyor; ikincisi, Seçmeli ‘Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin Hayatı” dersleriyle camiyi, yani devlet dinini okula sokuyor... Fakat seçmeli söylemini nüanse etmek gerekir. Bu ikisi herkesin seçmesi mümkün olmayan dersler. Mesela ateistlerin, Hıristiyanların, Musevilerin, vb. bu dersleri seçmeleri mümkün değil. Demek ki sadece bir kesim için seçmeli dersler söz konusu... Seçme işi de tabii öğrencinin değil, öğretmenin ve okul müdürünün işi olmak kaydıyla... Dolayısıyla seçmeli ders söylemi sadece işi kılıfına uydurmak için...

Aslında kanunlar sadece yolu açar. Asıl uygulama yönetmeliklerle, tüzüklerle ve talimatnamelerle gerçekleşir. Bakanlık gerisini getirecektir. Mesela her okulda bir mescit ve abdest alma mekânları, Hz. Muhammed köşesi, vb. zamanla kotarılır... Bir sonraki aşama mesela artan okul ihtiyacını karşılamak için camilerin de “Laik eğitim”e açılması olabilir... Camiyle okul arasındaki ayrım artık iyice silikleştiğine göre...  Aslında tartışmaların bir anlam taşıyabilmesi için yapılacak şey gayet basit: Devlet dinden elini çeksin. Buna var mısınız? Aksi halde ikiyüzlülüğün bir âlemi yok. Eğitim sistemi tartışmalarına katılan “ilmi kendilerinden menkûl zevât,  “birbirinden değerli uzman konuklar” ve “her konunun uzmanlarının” ağzından hiç böyle bir şey duydunuz mu? Peki bu ne demektir? Eğitim sisteminden önce rejimin niteliğini tartışmaya cüret etmek demektir...

Kapitalizm geçerliyken “demokratik eğitim” mümkün değildir.
Demokratik eğitim, her sınıfsal kökenden çocukların eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları anlamındadır. Eğitimin demokratikleşmesiyse eğitimin özgürlük ve demokrasi ilkeleri temelinde yürütülmesi demeye gelir. Şimdilerde özelleştirme dalgası pupa yelken yol alırken, artık “demokratik eğitim” diye bir şey retorik olarak bile gündemde değildir. Yoksul kesim çocuklarına burs vermek gibi yöntemlerle eğitim eşitsizliğini gidermek mümkün değildir. Bir küçük köylü çocuğunun veya bir işçi çocuğunun, bir işportacının veya işsiz çocuğunun, eğitim sistemi karşısındaki konumu, bir büyük kapitalist patronun, yüksek yargı üyesinin, baro başkanının, profesörün, müsteşarın, siyasi parti başkanının, ünlü bir şarkıcının veya sinema oyuncusunun, vb. çocuğuna göre son derecede dezavantajlıdır. Elit sınıfın çocukları elit okullarında eğitim görürler ve o kadarı sistemin ihtiyacını az-çok karşılar. Emekçi sınıftan da elit okullarına veya “iyi üniversitelere” tırmananlar olsa da bunlar istisnadır. Zaten şimdilerde eğitimin paralılaşması-özelleştirilmesiyle o dar yol da kapanmaktadır. Osmanlı döneminde “reaya oğlu reaya olur” denirdi. Şimdilerde artık işçi/emekçi oğlu işçi/emekçi olur denecektir ama bir iş bulabilme ihtimali de zorlaşmak kaydıyla... Dolayısıyla artık geçerli slogan: Parası olan/ parayı veren eğitim hizmetini satın alır şeklindedir. Oysa eğitimin bir hak ve kamu tarafından sunulması gereken bir hizmet olması gerekir... Eğitimin bir kâr aracına dönüştürülmesi demek bu hakkın yok sayılması demektir... Neden sevgili “uzmanlarınız” bu sorunu tartışma zahmetine katlanmıyor? Eğer eğitim hizmetleri özelleştiriliyorsa, sağlık hizmetleri özelleştiriliyorsa, belediye hizmetleri özelleştiriliyorsa, velhasıl akla gelen her şey özelleştiriliyorsa, parayla alınır-satılır birer metaya dönüştürülüyorsa, o zaman insanlar neden vergi veriyorlar? Vergiler ne için denmeyecek midir? Bir soru daha: Bu ülkede vergiyi kim veriyor ve/veya ne kadarını kim veriyor? Söz konusu olan vergi mi yoksa haraç mı? İki- üç yüzyıl kadar önce Batı Avrupa’da bir slogan şöyleydi: Temsil yoksa vergi de yok... Bu gün de şöyle bir slogan gerekmiyor mu: Kamu hizmeti/sosyal hizmet yoksa vergi de yok... Elbet bir gün asıl sorunlar da tartışma gündemine gelecektir, mesela mülkiyet sorunu gibi...