Eğitim Reformu: Neden ve
Kimin İçin?
Fikret Başkaya
Eğitim sistemi her zaman egemen sınıfların ihtiyacına
cevap verir. Tarihsel süreç içinde eğitimin işlevleri değişebilir ama
değişmeyen şey eğitim sisteminin mutlaka mülk sahibi egemenlerin ihtiyaçlarına cevap
vermesidir. Kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında eğitimin amacı, egemen
ideolojiyi üretmek ve yaymak ve devlet aygıtının yönetici-bürokratik
kadrolarını yetiştirmekti. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği
dönemde, yukarıdaki iki işleve bir de sermaye sınıfının ihtiyacı olan
“yetişkin” işgücünü yetiştirme işlevi eklendi. Son dönemde, neoliberal
kürelileşmeyle birlikte eğitimin hızlı bir tempoyla paralılaşması, metalaşması,
şeyleşmesi, bir kamu hizmet alanı olmaktan çıkıp özelleştirilmesiyle, artık
eğitim bir kâr alanı ve aracı haline de dönüşmüş bulunuyor. Başka türlü
söylersek, eğitim artık her hangi bir mal gibi alınıp-satılan bir metaya
dönüşmekte. Değerlenme sıkıntısı çeken sermaye için bir kâr alanı haline
gelmekte.
Eğitimin eğitilenler bakımından işleviyse, belirli
düzeyin üstünde eğitim görmüş olan diplomalılara “sınıf değiştirme” yolunu
açmasıdır. Böylece eğitim, emekçi sınıfların çocuklarının, mütevazı kesimden
gelen çocukların egemen sınıf katına, şimdilerde burjuva sınıfına katılmasını
sağlıyor. Tabii onları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırmak kaydıyla...
Başka türlü söylersek, onları ezen tarafın unsurlarına dönüştürüyor. [ Elbette
eğitilmiş olanlar arasından az da olsa içinden çıktıkları sınıfa ihanet
etmeyenler de çıkabiliyor. İyi ki de çıkıyor, aksi halde durum daha da vahim
olurdu...]
Eğitim sisteminin her zaman ve mutlaka hâkim
sınıfların ihtiyacına göre şekillendiğinden habersiz olanlar, ekseri sorunu
yanlış bir zemin üzerinde “tartışma” eğilimindedirler. Sanki bir şeyler
yapılırsa eğitimin daha iyi olacağı yanılsaması söz konusudur. Başka türlü
söylersek, daha iyisi yapılabilirken ve yapılamadığı için sistemin kötü olduğu,
kötü işlediği, ihtiyaca cevap vermediği düşüncesi geçerlidir... Oysa egemenler
ihtiyaçlarına cevap vermeyen sistemi anında değiştirirler. Bu tür yanlış
anlayışlar eğitimin toplumun tamamı için tasarlandığı, oluşturulduğu
düşüncesinden kaynaklanıyor.
AKP hükümeti tarafından dayatılan son eğitim reformu –
4+4+4- modeliyle ilgili tartışmanın tarafları, yapılmak isteneni kavramaktan
uzak oldukları için, asıl kaygının ve amacın pedagojik, entelektüel ve
“bilimsel” olduğunu, amacın eğitimi yaygınlaştırmak olduğunu sanıyorlar... Öyle
olunca da tartışma “kesintili mi yoksa kesintisiz mi olmalı” biçiminde yürüyor.
Dolayısıyla operasyonun ne amaçla ve neden yapıldığı gözden kaçıyor. Yeni
modelin başlıca iki amacı var: Birincisi, sermayenin, özellikle de küçük ve
orta boy sermayenin ucuz emek ihtiyacını karşılamak, bu amaçla da çocuk emeği
sömürüsünü derinleştirmek; ikincisi, eğitimdeki özelleştirme sürecini
hızlandırmak. Bir taraftan sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücü meslek
okullarında üretilirken, diğer taraftan da eğitimin tüm aşamalarını
özelleştirmek. Lâkin kesintili mi, kesintisiz mi? tartışmasının tarafları
eğitimin muhtevasını hiç gündeme getirmiyorlar... Dolayısıyla tartışma sorunun
esasını angaje etmiyor. Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye, eğitim ve okul
sistemi oldum olası “düşük yoğunluklu” militer bir yapı arzediyor. Bunlara
yarı-askerî kurumlar demek mümkündür. Eğitim sisteminin birinci başat niteliği
budur. İkincisi, eğitim baştan sona bağnaz bir resmi ideolojiyi [devlet
yalanlarını] genç nesillerin kafasına enjekte etmek üzere kurgulanmıştır.
Yarı-militer kurumlar olan okullarda çocukların bilinci resmi ideoloji
enjeksiyonuyla daha baştan köreltiliyor. Böyle bir yapıdan özgür bireylerin
çıkması mümkün müdür? İşte Türkiye’deki eğitim sisteminin asıl misyonu ve
varlık nedeni budur ve sistem tam bir etkinlikle toplumsal bilinci köreltmeyi,
toplumu köleleştirmeyi başarıyor. Dolayısıyla egemen sınıflar bakımından eğitim
sistemi son derecede başarılıdır. Velhasıl, Türkiye’nin “modern” okul ve eğitim
sistemi böyle bir amaca hizmet ediyor.
Fakat eğitilenlerin bilincini köleleştirmek,
körleştirmek, köreltmek, genç nesilleri ufuksuzlaştırmak, bilinci
köreltilmiş/köleleştirilmiş eğiticileri varsayar... Dolayısıyla eğitim kadrosu
da son derece başarılıdır. Tam da gerekeni yapıyorlar, özgür düşüncenin
yeşermesini, filizlenmesini daha baştan engellemeyi başarıyorlar. Civcivi
yumurtadayken eziyorlar... Yarı-askerî kurumların eğiticileri, öğretmenleri,
tek tip bağnaz egemen/resmi ideolojiyi büyük bir başarıyla kafalara sokmayı
başarıyorlar. İşte Türkiye’nin kolay yönetilen bir ülke oluşunun,
demokratikleşme zaafının gerisindeki başlıca nedenlerden biri budur. Genç
nesiller özgür düşüncenin ve özgürlük bilincinin gelişmesini önleyen bir eğitim
sürecinden geçiyorlar...
Son eğitim reformu yangından mal kaçırırcasına oldu
bittiye getirilse de epey zamandır egemenler katında mayalandırılmaktaydı. 1999
yılında yapılan 16. Milli Eğitim Şûrası’nın temel gündem maddesi ‘Meslekî ve
Teknik Eğitim’di. Söz konusu şûrada alınan kararlardan birinde: “ İlköğretimin
bütün sınıflarında meslek alanını tanıtıcı etkinliklere yer verilmelidir”
deniyordu... 2010 yılında yapılan şûradaysa, ilk yılı okul öncesi eğitim olmak
üzere, dörder yıllık üç aşamalı 13 yıllık zorunlu eğitim öneriliyordu. Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği [TOBB] başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, 2010 genel
kurul açış konuşmasında ne yapılması gerektiğini söylüyordu: Eğitim sistemini
piyasanın [sermaye sınıfının densin] ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmek...
Hisarcıkloğlu şunları söylüyordu: “Eğitim sistemindeki sorunlara çare
bulmalıyız. Ülkemizin mesleki eğitim altyapısını komple elden geçirmeliyiz.
Kısır tartışmaları bir yana bırakıp, mesleki eğitim sistemimizi piyasanın
taleplerine duyarlı hale getirmeliyiz”. Ve iki yıl sonra, 2012 de
“kısır tartışmalara da pek yer vermeden” eğitim sistemi talebe “duyarlı hale getiriliyor...
Camiyi okula taşımak: AKP’nin son harikası.
TC baştan itibaren iki temele dayandı: Okul ve Cami.
Durum böyleydi ama Laik Türkiye söylemi hiç dillerden düşmedi. Diyanet İşleri
Başkanlığı gibi bir kurum devletin tam da göbeğine yerleşmişken, Milli Eğitim
Bakanlığı içinde “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” diye bir birim varken, vb. bu ne
menem laiktir dendiğinde, cevap hazırdır: Bu Türkiye’ye özgü bir
laikliktir... Yani alaturka laiklik... Ve başta okullu-diplomalı kesimler
olmak üzere insanlar rejimin laik olduğu yalanına inandırıldı. Türkiye’nin laik
olduğuna inanların başında da “en eğitimli” kesimler geliyor... Tabii bu da
şaşırtıcı değil zira okullu olmak demek resmi ideolojinin rahle-i tedrisatından
geçmiş olmak demektir. Ve okulluluk ne kadar uzunsa, resmi ideolojinin
“içselleştirilmesi” de o ölçüde büyük oluyor... Dolayısıyla bilinci en çok
köreltilmiş kesim en eğitimli kesimdir... Bu kesim Türkiye’nin laik olduğuna o
kadar samimiyetle inanır ki, yerli yersiz, Türkiye laiktir laik kalacak... sloganına
sarılırlar... Aslında yalanı üretenlerle ona inanalar aynı kesimlerdir demek
daha doğrudur. Oysa din-devlet ilişkisi özü itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda
geçerli olanın miras alınmasıydı. Zaten Osmanlıdaki din-devlet ilişki biçimi de
Bizans’tan kopya edilmişti. “Laik Cumhuriyet” uyduruk resmi ideolojisine
dayanarak yönetemezdi. İdeolojik temelini güçlendirmek için camiye ihtiyacı
vardı ve bu amaçla dini duruma göre manipüle etti ve kullandı. 12 Eylül 1980
sonrasında din, Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak zorunlu din
dersiyle eğitim sistemine sokulmuştu. İmam Hatip Okullarının ve Kuran Kurslarının varlığı da, bir bakıma
din Müslümanlara bırakılmayacak kadar önemlidir demeye
geliyordu. AKP hükümeti güya 28 Şubat’ın rövanşını alıyormuş görüntüsü altında
iki şey yapmak istiyor: Birincisi seçmene selam yolluyor; ikincisi, Seçmeli
‘Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin Hayatı” dersleriyle camiyi, yani devlet dinini
okula sokuyor... Fakat seçmeli söylemini nüanse etmek gerekir. Bu ikisi
herkesin seçmesi mümkün olmayan dersler. Mesela ateistlerin, Hıristiyanların,
Musevilerin, vb. bu dersleri seçmeleri mümkün değil. Demek ki sadece bir kesim
için seçmeli dersler söz konusu... Seçme işi de tabii öğrencinin değil,
öğretmenin ve okul müdürünün işi olmak kaydıyla... Dolayısıyla seçmeli ders
söylemi sadece işi kılıfına uydurmak için...
Aslında kanunlar sadece yolu açar. Asıl uygulama
yönetmeliklerle, tüzüklerle ve talimatnamelerle gerçekleşir. Bakanlık gerisini
getirecektir. Mesela her okulda bir mescit ve abdest alma mekânları, Hz.
Muhammed köşesi, vb. zamanla kotarılır... Bir sonraki aşama mesela artan okul
ihtiyacını karşılamak için camilerin de “Laik eğitim”e açılması olabilir...
Camiyle okul arasındaki ayrım artık iyice silikleştiğine göre... Aslında tartışmaların bir anlam taşıyabilmesi
için yapılacak şey gayet basit: Devlet dinden elini çeksin. Buna var
mısınız? Aksi halde ikiyüzlülüğün bir âlemi yok. Eğitim sistemi tartışmalarına
katılan “ilmi kendilerinden menkûl zevât,
“birbirinden değerli uzman konuklar” ve “her konunun uzmanlarının”
ağzından hiç böyle bir şey duydunuz mu? Peki bu ne demektir? Eğitim sisteminden
önce rejimin niteliğini tartışmaya cüret etmek demektir...
Kapitalizm geçerliyken “demokratik eğitim” mümkün
değildir.
Demokratik eğitim, her sınıfsal kökenden çocukların
eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları anlamındadır. Eğitimin
demokratikleşmesiyse eğitimin özgürlük ve demokrasi ilkeleri temelinde
yürütülmesi demeye gelir. Şimdilerde özelleştirme dalgası pupa yelken yol
alırken, artık “demokratik eğitim” diye bir şey retorik olarak bile gündemde
değildir. Yoksul kesim çocuklarına burs vermek gibi yöntemlerle eğitim
eşitsizliğini gidermek mümkün değildir. Bir küçük köylü çocuğunun veya bir işçi
çocuğunun, bir işportacının veya işsiz çocuğunun, eğitim sistemi karşısındaki
konumu, bir büyük kapitalist patronun, yüksek yargı üyesinin, baro başkanının,
profesörün, müsteşarın, siyasi parti başkanının, ünlü bir şarkıcının veya
sinema oyuncusunun, vb. çocuğuna göre son derecede dezavantajlıdır. Elit
sınıfın çocukları elit okullarında eğitim görürler ve o kadarı sistemin
ihtiyacını az-çok karşılar. Emekçi sınıftan da elit okullarına veya “iyi
üniversitelere” tırmananlar olsa da bunlar istisnadır. Zaten şimdilerde
eğitimin paralılaşması-özelleştirilmesiyle o dar yol da kapanmaktadır. Osmanlı
döneminde “reaya oğlu reaya olur” denirdi. Şimdilerde artık işçi/emekçi oğlu
işçi/emekçi olur denecektir ama bir iş bulabilme ihtimali de zorlaşmak
kaydıyla... Dolayısıyla artık geçerli slogan: Parası olan/ parayı veren eğitim
hizmetini satın alır şeklindedir. Oysa eğitimin bir hak ve kamu tarafından
sunulması gereken bir hizmet olması gerekir... Eğitimin bir kâr aracına
dönüştürülmesi demek bu hakkın yok sayılması demektir... Neden sevgili
“uzmanlarınız” bu sorunu tartışma zahmetine katlanmıyor? Eğer eğitim hizmetleri
özelleştiriliyorsa, sağlık hizmetleri özelleştiriliyorsa, belediye hizmetleri
özelleştiriliyorsa, velhasıl akla gelen her şey özelleştiriliyorsa, parayla
alınır-satılır birer metaya dönüştürülüyorsa, o zaman insanlar neden vergi
veriyorlar? Vergiler ne için denmeyecek midir? Bir soru daha: Bu ülkede vergiyi
kim veriyor ve/veya ne kadarını kim veriyor? Söz konusu olan vergi mi yoksa
haraç mı? İki- üç yüzyıl kadar önce Batı Avrupa’da bir slogan şöyleydi: Temsil
yoksa vergi de yok... Bu gün de şöyle bir slogan gerekmiyor mu: Kamu
hizmeti/sosyal hizmet yoksa vergi de yok... Elbet bir gün asıl sorunlar da
tartışma gündemine gelecektir, mesela mülkiyet sorunu gibi...