10 Ocak 2022

Sorunsuz Öğretmenler Sorunlu Öğrenciler!

 

Sorunsuz Öğretmenler Sorunlu Öğrenciler!

Atalay Girgin


Başlıkta, “sorunlu” sözcüğünü kullanmış olsam da onlar şöyle demişti: Problemli öğrenciler elensin!

Altı üstü üç sözcükten ibaretti. Söylemesi dile kolaydı. Üç sözcükten ibaret kısacık bir cümleyle hem sorunun nedenini hem de çözümünü ortaya koyuvermişlerdi. Hem de daha yarıyıl bile tamamlanmadan: Problemli öğrenciler elensin!

Ne de olsa ‘öğretmen’, hele de yasamadan yargı ve yürütmeye dek, eğitim dâhil olmak üzere, tüm toplumsal kurum ve kuruluşları yerle yeksan eylenmiş bir Cumhuriyetin ‘yeni öğretmen’i sıfatını taşımak maharet isterdi günümüzde. Hele hele böylesi bir düzenin efendilerinin ya da ikinci üçüncü dereceden çemişlerinin lûtfuna mazhar olup MEB’in “ulufe tarlası” olarak nitelenen proje okullarında yönetici koltuğuna oturtulmak ise daha da özel maharetler…

Anlaşılmıştı. Maharetleri ‘özel’di! Lakin kim problemliydi? Kim problemsiz? Bunun ölçüsü neydi? Kim ya da kimler belirleyecekti bunu? Peki; “problemli öğrenciler elensin” diyenler de dâhil olmak üzere, problemsiz insan var mıydı?

Şeytan’la Gerdeğe Girenler

Hele de toplumun büyük bir çoğunluğu ekonomik ve sosyal sorunlar altında yaşarken… Hele de insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninin iki temel illeti olarak nitelenen işsizlik ve hayat pahalılığı her geçen gün artarken…

07 Ocak 2022

MEB ve ‘Bakan’ı Çocuklar Yalanladı

 

MEB ve ‘Bakan’ı Çocuklar Bile Yalanladı

Atalay Girgin

Milli Eğitim Bakanlığı ve onun ‘bakan’ı Mahmut Özer’i, bir okul ziyareti sırasında, kütüphane isteyen Urfalı çocuklar yalanladı1. Ve klasikleşen bir Türkiye gerçeğiydi yaşanan…

Ne yalanlanan utandı söylediği sözlerden ne de onun sözlerini başlığa çekerek haber yapanlar. Yüzleri bile kızarmadı hiçbirinin. Çünkü yalancının ve yalanın hükümran olduğu bir yerde hakikatin hükmü yoktu.

Oysa çok değil, daha 2021’in son günü “Kütüphanesiz okul kalmadı”2 diyordu hem MEB hem de ‘bakan’. Hâlâ MEB’in sitesinde duran bu habere göre, “Kütüphanesiz Okul Kalmayacak” Projesi Kapanış Töreni, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan ve Millî Eğitim Bakanı Mahmut Özer'in katılımıyla İstanbul'da gerçekleştiril”mişti.

Bu kapanış töreninde, Türkiye’nin “First Lady”si Emine Erdoğan’ı da yanına alıp kameraların karşısına geçen Mahmut Özer, gururla “Kütüphanesiz okul kalmadı” diyordu, “Kütüphanesiz okul kalmadı”.

Söylediğine kendisi inanıyor muydu, bilinmez. Ama başkalarının inanmasını bekliyordu. Ne var ki “Kütüphanesiz okul kalmadı” sözü eğitim gerçekliğinin hakikatini ifade etmiyordu. Bir başka deyişle, hadi yalan demeyeyim ama Mahmut Özer doğru söylemiyordu. Aksine eğitimin gerçekliğine aykırı bir beyanda bulunuyordu. 

Ve bu sözün hükmü, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” özdeyişini anımsatırcasına, ancak Urfalı çocukların, öğrencilerin “Kütüphane isteriz” diyen masumane taleplerine kadar sürdü. Çünkü bu çocuklar, bu öğrenciler, belki de talep ve sözleriyle MEB ve Mahmut Özer’i yalanladıklarını bile düşünmeden, aslında şöyle demişlerdi: Siz kütüphanesiz okul kalmadı diyorsunuz ama bizim kütüphanemiz yok!

04 Ocak 2022

MEB’den TBMM’ye Skandal Taciz Yanıtı

 

MEB’den TBMM’ye Skandal Taciz Yanıtı

Atalay Girgin

     Yalancının ve yalanın hükümran olduğu yerde hakikat sırra kadem basar.

Milli Eğitim Bakanlığı’nda Mahmut Özer Ziya Selçuk’u aratmıyor. Özellikle de cinsel taciz soruları karşısında hiç utanıp sıkılmadan gerçeğe aykırı beyanda bulunuyorlar. Hem de duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünün yazılı olduğu; “Yüce”, “Ulu”, “Gazi” sıfatlarıyla andıkları TBMM’ye verdikleri yanıtlarla…

Çocukların kendilerine eğitim için emanet edildiği; onları doğru sözlü, dürüst, ahlâki olarak iyi ile kötüyü, bilgisel olarak doğru ile yanlışı ayırt edebilme bilinciyle yetiştirmesi beklenen ve istenen bir kurum ve yetkilileri için “Yalan söylüyorlar” demek istemesem de ne yazık ki sonuç bu.

Yani MEB ve çemişleri, cinsel taciz söz konusu olduğunda iş ve söz birliği yapmışçasına yalan söylüyorlar. Gerçeğin hakikatini büyük bir sırrı saklarcasına özenle sarıp sarmalıyorlar. Aslında verdikleri skandal yanıtlarla yalnızca hakikati saklamıyorlar, aynı zamanda cinsel taciz eylemlerinin doğrudan ya da dolaylı fail ve suç ortaklarını da koruyorlar. Bir başka deyişle yataklık yapıyorlar.

İşte Skandal Yanıt

MEB’in halef-selef iki ‘bakan’ına, farklı tarihlerde, TBMM Başkanlığı aracılığıyla iki ayrı milletvekili tarafından yazılı soru önergeleri yöneltiliyor. Konu: MEB’in büyük sırrı... Yani cinsel taciz…

30 Aralık 2021

Yine Milli Eğitim! Yine Yolsuzluk!

 

Yine Milli Eğitim! Yine Yolsuzluk! Ve Yer: Yine…

Atalay Girgin*

Birçok kez yazıldı. Toplumsal çözülme ve kültürel-ahlaki çürümenin yaşandığı bir toplumda hiçbir toplumsal kurum ve kuruluş bunun dışında kalamaz.

Yasamadan yargı ve yürütmeye, dinden siyasete, ekonomiden eğitime, en tepeden en alt birimlere dek tüm toplumsal kurum ve kuruluşlar bu sürecin hem bir parçası hem de üreteni olur. Yozlaşma ve çürüme tüm bünyeyi sarar ve her bir organ kesilip atılması gereken bir kangrene dönüşür.

Aslında bu koşullarda yapılacak tek şey yeni bir toplumsal inşa için ayağa kalkmaktır. Ama bunu anlatmanın yeri şimdilik burası değildir. Bundan dolayı konuya dönelim…

Yine Milli Eğitim…

İşte tüm kurumları yerle yeksan eylenmiş Türkiye gerçekliğinde de kangren olmuş; dahası bir enkaza, bir bataklığa dönüşmüş ve bir an önce kesilip atılması gereken kurum ve kuruluşlardan biri de Milli Eğitim Bakanlığı’dır.

Toplumsal çözülmeye değilse de kültürel-ahlaki çürümeye ve onun zehrine karşı panzehir olması beklenen eğitim ve onu organize etmek ve yönetmekle görevli olan yöneticilerin önemli bir kısmı, rant ve koltuk çetelerinin cirit attığı MEB aracılığıyla onun taşıyıcısına dönüşmüştür.

Bu öyle bir noktaya varmıştır ki “MEB’de yolsuzluk, usulsüzlük, görevi kötüye kullanma, ayrımcılık, nepotizm, mobbing, taciz, vb olayların olmadığı bir tek gün bile yoktur” dense abartı sayılmaz.

Ne var ki ayrımcılık, taciz ve mobbing tarzı olayların büyük bir bölümü dikkate bile alınmaz. Usulsüzlük, görevi kötüye kullanma ise vaka-i adliyeden bile sayılmaz. Eğer birileri saymaya yeltenir ve adli olarak savcılıklar “soruşturma izni” isterse, genellikle “soruşturma izni verilmemesi” zırhı devreye sokulur. Ya da zamanaşımı yetişir imdada…

Yolsuzluk olayları ise bir polis operasyonuyla ortaya çıkarılmamış; rant ve koltuk çeteleri arasında bir çekişme ve paylaşım sorunu olmamış; basının ve kamuoyunun gündemine gelmemişse, genellikle kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla bertaraf edilir.

Sonra da üçe beşe bakmadan birileri alacağını alır, birileri de vereceklerini verir ve her şey tatlıya bağlanır. Kimselerin ruhu bile duymadan çözülür bütün sorunlar… MEB merkez teşkilatından taşra teşkilatlarına dek…

Ancak bazen işler karışır ve olaylar tasarlandığı ya da istendiği biçimde gitmez. Tıpkı Adana Milli Eğitim Müdürlüğü’nde ya da Diyarbakır Öğretmenevi yolsuzluğunda olduğu gibi…

24 Aralık 2021

Sendikacı Öğretmene Faşist Saldırı!

 

Sendikacı Öğretmene Faşist Saldırı!

Atalay Girgin*

Geçtiğimiz günlerde, eğitim alanında yeni bir sendika kuruldu. “Hürriyetçi Eğitim Sen” adını taşıyan bu sendikanın kurucu üyelerinin neredeyse geneli (eğer varsa istisnalar hariç), Türk Eğitim Sen’den ayrılan öğretmenlerden oluşuyordu.

Türk Eğitim Sen’in şube kongreleri öncesinde başladığı ve kongre sürecinde de devam ettiği iddia edilen, basına ve kamuoyuna da yansıyan baskı ve tehditlere karşı tepkilerini istifayla gösteren bu öğretmenler, yeni bir sendika kurmaya giriştiler. Hazırlık ve örgütlenme çalışmalarını çok kısa denilebilecek bir sürede sonuçlandırarak, 20 Aralık 2021 tarihinde Hürriyetçi Eğitim Sen’in kuruluşunu ilan ettiler.

İşte ne olduysa bu kuruluş ilanından sonra gerçekleşti. O güne dek karşılaştıkları baskı ve tehditlere rağmen yılmayan, geri adım atmayan ve Hürriyetçi Eğitim Sen’in öncülüğünü yapan kurucu üyelere karşı, hangi adreste ve kimin dizinin dibinde oturdukları bilinmeyen meçhul(!) birileri düğmeye basıverdi.

Düğmeden gelen sinyali alan birileri ise tıpkı uyarıcıyı algılayan Pavlov’un köpeği misali kendilerinden beklenen davranışı sergilediler. Yani “Klasik koşullanma” yoluyla öğrenen ve eğitilen iki ayaklı ve dört ayaklı tüm hayvanlarda olduğu gibi uyarıcı ve uyarım ilişkisi gerçekleşiverdi.

Kuruculara İlk Faşist Saldırı

Ve bunun sonucunda da Hürriyetçi Eğitim Sen kurucularına yönelik fiili anlamda ilk faşist saldırı gerçekleşti. “İlk faşist saldırı” dediğime bakmayın! Çünkü bunun geçmiş yıllarda gerçekleşmiş ve öldürürcesine dövülmüş başka örnekleri de var ama şimdi onlara girip de ne konuyu dağıtmanın yeri ne de yazıyı uzatmanın… Dolayısıyla devam edelim:

Saldırıya ilişkin Yeniçağ Gazetesi’nde1 yer alan haberde, Hürriyetçi Eğitim Sen’in kurucu Genel Sekreteri Ali İhsan Hasanpaşaoğlu’nun okul çıkışında 4-5 kişiden oluşan, kar maskeli, ellerinde sopalar bulunan grubun saldırısına uğradığı belirtiliyordu.

19 Aralık 2021

MEB’in “Ulufe Tarlası”nda Neler Oluyor?

 

MEB’in “Ulufe Tarlası”nda Neler Oluyor?

Atalay Girgin*

MEB’in ‘Ak Kitabı’nda Bunlar Yazmıyor1 başlıklı yazıda birilerinin “ulufe tarlası” olarak nitelediği proje okullarından birine değinmiştik.

Koskoca İstanbul’da müdürlük yapacak meslek lisesi öğretmeni bulunamadığından olsa gerek ki bir coğrafya öğretmeninin müdür koltuğuna oturtulduğu bu okul İstanbul Esenyurt’taydı. “Sander MTAL” diye anılsa da tam adı, “Aydoğan Öztiryaki TİM SANDER Dış Ticaret Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi” olan bu okulda ilginç olaylar oluyordu.

Bunları yazarken, işin, yerlerde sürünen eğitim-öğretim boyutunu dikkate bile almıyorum. Keza Milli Eğitim ‘Bakan’ı Mahmut Özer’in “Eğitim kötü algısı var” diyerek, aslında eğitimin iyi olduğunu ima eden, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Eğitim sistemi gayet güzel bir yerde” sözlerini de… Çünkü biliyorum ki bunlar algıdan yakınırken, yanılsamalı bir algı yaratmaya dönük sözler…

Dolayısıyla MEB’in bu “ulufe tarlası”nda yapılan ya da yapıldığı söylenen eğitim-öğretim faaliyetinin içeriğine geçebilmek için mazruftan önce zarfa bakabilmek gerekiyor. Ve aslında zarf, mazrufun ne halde olduğunun da habercisi...

Anayasal Suç İşleniyor

Örneğin; okulda bulunan öğretmenlerin neredeyse yüzde 70’i ücretli öğretmenlerden oluşuyordu. Yine neredeyse bu öğretmenlerin tamamına haftada iki nöbet tutturuluyor ama bunun karşılığında hiçbir ücret ödenmiyordu. Yani Anayasanın angaryayı yasaklayan ve dolayısıyla suç sayan amir hükmüne rağmen angarya olarak çalıştırılıyordu.

Buradan da anlaşılabileceği gibi 1202 öğrencinin olduğu okulda derslerin birçoğu boş geçiyordu. Hem kültür dersleri hem de meslek dersleri alanında kadrolu ve sözleşmeli anlamında yeterli öğretmen yoktu.

Hadi, coğrafya öğretmeni olan okul müdürü Nihal Ayyıldız Güneş’i geçtim. Peki; başta Anayasa ve ilgili kanun ve mevzuatları okuyarak, bilerek bulunduğu makama atanmış olan İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Levent Yazıcı, herhangi bir kişiyi angarya olarak çalıştırmanın Anayasal suç olduğunu bilmiyor mu?

16 Aralık 2021

MEB’in ‘Ak Kitabı’nda Bunlar Yazmıyor

 

MEB’in ‘Ak Kitabı’nda Bunlar Yazmıyor

Atalay Girgin*

MEB Eğitimde Enkazın ‘Ak Kitabını Yayımladı1 başlıklı yazıdan kısa bir süre sonra gelen bir mesajda şöyle yazıyordu: Merhabalar hocam, yeni yapılmış bir okulun rezilliği haber konusu olabilir mi?

Elbette olabilirdi. Çünkü haber konusu olabilecek asıl gerçekler hayatın içindeydi. MEB’in ‘Ak Kitabı’nın içindeyse yalnızca rakamlar, sayılar ve istatistiki tablolar vardı. Lakin hiçbir gerçek yoktu.

“Şu” diye gösterilebilen gerçek varlıklar ve olaylar, insan zihninden bağımsız olarak zamanda ve mekânda var olan sürekli değişen şeyler olmaları hasebiyle doğal ve toplumsal gerçekliğe aitti. Ve hiçbir gerçek, hiçbir kitaba, hiçbir habere sığmazdı. Tıpkı aşağıda yazacaklarıma konu olan gerçekler ve gerçeklikler gibi…

Yukarıda aktardığım mesajla kurulan iletişim ilk adımdı. Ardı sıra konuya ilişkin gelen bilgi, belge ve görsellerle işte bu yazı şekillenmeye başladı.

‘Uzman’ Bir Müdür

Yer, İstanbul’du. Konu İstanbul Esenyurt’ta bir okul… Lakin sıradan bir okul değil. En azından kâğıt üzerinde…

Hem “Pilot Okul”du hem de “Proje Okulu”… Hatta “Proje Okulları” içinde de özel bir “Proje Okulu”... Adı ise “Aydoğan Öztiryaki TİM SANDER Dış Ticaret Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi”... Ne kadar ‘özel’ olduğu adından bile anlaşılıyordu.

Elbette böylesi özel bir okul sıradan birine teslim edilemezdi. Hele hele söz konusu okul MEB’in “ulufe tarlası” olarak nitelenen proje okullarından biriyse… 

Her ne kadar okul Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi olsa da müdürlük koltuğunda oturan kişi coğrafya öğretmeniydi. Ama dert değildi. Çünkü o kadar kusur kadı kızında da bulunurdu. Ne önemi vardı ki… Keşke tüm kusurlar bundan ibaret olsaydı.

13 Aralık 2021

MEB Eğitimde Enkazın ‘Ak Kitabı’nı Yayımladı

 

MEB Eğitimde Enkazın ‘Ak Kitabı’nı Yayımladı

Atalay Girgin*

Okudunuz mu, gördünüz mü ya da haberiniz var mı, bilmem. Milli Eğitim Bakanlığı, Aralık ayı başında yapılan “20. Milli Eğitim Şurası” öncesinde mostralık bir kitap yayımladı: Türkiye’de Eğitimin 20 Yılı (2000-2019).

Çalışmada yer alan 2000-2001-2002 yılları “Bakın eskiden böyleydi” demek için konulmuştu sanki... Sonrası ise “Biz geldik ve böyle yaptık” demek için… Ve çalışma bir nevi bir ‘Ak Kitap’tı.

Milli Eğitim Şurası’na yetiştirme kaygısıyla hazırlandığı izlenimi veren söz konusu kitapta, biri “Takdim”, diğeri “Önsöz” olmak üzere yalnızca iki kısa yazı vardı.

Söz konusu yazılardan “Takdim” başlıklı olan ilk yazı, elbette Recep Tayyip Erdoğan imzasını taşıyordu. “Önsöz” de MEB’in ‘bakan’ı olarak Mahmut Özer’in imzasını…

Gerisi rakamlar, sayılar, istatistiki tablolar ve o tablolarda görüneni, bir kez de yazıyla ifade eden birkaç cümleden ibaretti. Her halde öğretmenlerin, istatistiki tablolarda yer alan grafikleri okuyup anlayamayacaklarını düşünmüş olmalılar ki her birinin altına yazdıkları birkaç kısa cümleyle tercüme etmişlerdi.

Tabiri caizse, “Bakın!” demişlerdi öğretmenlere, “Eğer bakıp bakıp da hala anlamadıysanız, okuyun! Üstteki tabloda yer alan grafikte anlatılan işte budur. Sakın ola işin başka boyutlarını karıştırmayın. Ne yazıyorsak odur.”

Bunlardan ötesi yoktu. Ne MEB’de yaşanan yolsuzluklar vardı, ne Sayıştay Raporlarında tespit edilen onca sorun, onca usulsüzlük… Hatta MEB’in denetimi ve gözetimi altındaki pansiyonlar, yurtlar ve okullarda yaşanan ve yıldan yıla artarak basının ve sosyal medyanın gündemine düşen taciz ve tecavüz olayları da… Yani “Eğitimin 20 Yılı”nda sanki bunların hiçbiri yaşanmamıştı. Hatta onca şaşaayla Beştepe’den canlı yayınla sunulan “2023 Eğitim Vizyonu” bile yoktu.

Olmayanların dışındaysa değinilen her şeyde iyileşme vardı. Değinilen her şey öyle iyileşmişti ki bir süre önce “Fikri bir buhran içinde çırpınıyoruz” diyen ve “Topyekûn bir eğitim öğretim reformu” yapılması gerektiğini belirten Erdoğan bile bu sözlerinden vazgeçmiş görünüyordu. Belki de unutmuştu. Pandemi nedeniyle eğitim öğretime ara verilen dönemin sonunda, yani okullar kapalıyken, iyileşmeyi fark etmiş olmalı ki “Eğitim sistemi gayet güzel bir yerde” diyecek kıvama gelmişti. Allah’ın hikmeti işte… Başka ne denir ki…

07 Aralık 2021

Yurttaş Mı, Tüketici Mi?

 

Yurttaş Mı, Tüketici Mi? 

Fikret Başkaya 

"Kimse özgür olduğu yanılsamasına ikna olanlar (ya da kapılanlar) kadar umutsuzca köle değildir."

Goethe 

Yurttaş, bir ülkede yaşayan, bir nüfus cüzdanına- şimdilerde bir kimlik numarasına- sahip olan, beş yılda bir önüne konan sandığa oy atan mıdır? Eğer siyaset arenasında hiçbir etkinliği yoksa, toplumsal yaşamda hiç bir dahli yoksa, toplumun bu gününe ve geleceğine dair söyleyecek sözü, bir fikri yoksa, yasalar ve düzenlemeler gıyabında yapılıp-uygulanıyorsa, ödediği verginin hesabını soramıyorsa… hala ‘yurttaştan’ söz edilebilir mi… Kelimelerin, kavramların, bir anlamı, bir içeriği olması gerekmiyor mu? Aslında bunlar yoksa, yurttaştan değil de, tebaadan söz etmek gerekmez mi? Tebaa, bir devletin hükmü altında bulunan kimse, uyruk demek olduğuna göre… 

Kanunları kim, neden, kimin hesabına yapıyor? Mesela anayasa daha baştan insanları politikanın dışına atmıyor mu? Eğer, siyaset sahnesinde kitlelerin bir dahli olsaydı, böyle anayasa ve kanunlar olur muydu? Bir de köklü bir anayasa fetişizmi var… Eğer iyi bir anayasa yapılırsa, her şeyin güzel olacağı sanılıyor… Netice itibariyle anayasa bir kağıt parçasıdır… Ne olduğu, onu kimin, neden, nasıl ve kimin hesabına yaptığındın bağımsız değildir. Onu yapanlar sizin dışınızdakilerse, ülkenin varını-yoğunu yağmalayan egemen sınıflar hesabına yapılmışsa, neyi içerdiğinin bir önemi olur mu? Onu yapanlar/yaptıranlar, istedikleri gibi de uygularlar… İstedikleri zaman da değiştirirler… Türkiye’de bu gün yürürlükteki anayasa, yerli-yabancı sermaye hesabına NATO’cu, cuntacı ordu tarafından yapıldı… O anayasa topluma politika yapma yolunu kapatıyordu, son derece geri-gerici bir metindi… Bu gün o anayasa bile ‘bol geliyor’, uygulanmıyor, neden? 

Eğer “politika yapma işi” münhasıran profesyonel burjuva politikacılarının işiyse, orada demokrasiden söz edilebilir mi? Bir kere demokrasi, politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdahil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar, toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edilebiliyorsa [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar sürecine katılma], başka türlü söylersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir…

01 Aralık 2021

TÜRK-İŞ veya Sendikacıları Nasıl bilirsiniz?

 

TÜRK-İŞ veya Sendikacıları Nasıl bilirsiniz? 

Fikret Başkaya 

Türk-İş genel başkanı Ergun Atalay, 1 Aralık’ta başlayacak asgari ücret görüşmeleriyle ilgili olarak, bir rakam telaffuz etmeyeceklerini, hükümetin teklifini beklediklerini söyledi… Asgari ücreti kimin, nasıl belirlediğini bildikleri için bir rakamı telaffuz etmiyorlar... Cumhuriyet döneminde, 1947 yılına kadar işçilerin sendika kurması yasaktı… Esasen her şey yasaktı… 1946 yılında Cemiyetler Kanununda yapılan bir değişiklik, dernek kurmanın önünü açtı ve 1947’den itibaren işçi sendikaları kurulmaya başladı… Gerçi sendika kurmak mümkündü ama grev ve toplu sözleşme yapmak yasaktı… Bir de işçi aidatları çok düşük belirlenmişti. O kadar ki, sendikalar kiraladıkları büroların kirasını bile ödeyemiyorlardı… Devlet yardımları işçi örgütlerini ehlileştirmenin bir aracı sayılıyordu… 

Sendikalar 1950’lerin başında bir konfederasyon çatısı altında birleşerek mücadelenin etkinliğini artırmak üzere hareket geçiyorlar. Dönemin hükümeti, konfederasyon kurulmasına başta karşı çıkıyor… Konfederasyonun devleti zora sokacağı düşünülüyor… O zaman tüm devlet kurumlarında Amerikalı uzmanların paralel büroları vardı… Bir Amerikalı uzmana danışılıyor ve uzman, “bilakis, konfederasyon kurulmasına izin verilmelidir, böylece her biriyle teker teker uğraşmaktansa, topluca denetim altında tutmak kolaylaşır” diyor… 1952’de TÜRK-İŞ Konfederasyonu kuruluyor. Ve sendikacılar bilgi ve görülerini artırmak üzere ABD’nin yolunu tutuyor… İlerleyen dönemde TÜRK-İŞ yöneticileri, Amerikan Sendikacılığının rahle-tedrisinden geçmiş sendika bürokratları oluyor… 1963’te Grev-lokavt-toplu özleşme hakkı yasalaşıyor. 1967’de TÜRK-İŞ’ten ayrılan sendikacılar Devimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) kuruyorlar ve ilk defa sendikal mücadele sınıfsal bir temele oturuyor… 12 Eylül 1980 Amerikancı askerî darbe DİSK’i kapatıyor, yöneticileri hapse atılıyor… 

Darbenin ardından dönemin TÜRK-İŞ genel başkanı İbrahim Denizcier, cunta şefi Kenan Evren’e gönderdiği mesajda: “Türk‐İş topluluğu, zat‐ı devletlerinizin bildirisinde de açıkça yer aldığı üzere, ülkemizin huzuru, devletimizin bütünlüğü ve milletimizin bölünmezliğini sağlamak amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerimizi yönetime bütünü ile el koyma mecburiyetinde bırakan bir gerçekle karşı karşıya bırakıldığının bilinci içindedir” diyor… Ve Türk-İŞ genel sekreteri Sadık Şide, Cunta hükümetinin Sosyal Güvenlik Bakanı oluyor… TÜRK-İŞ’in İşçi sınıfının sınırlı haklarını da yok eden faşist askeri rejimin en büyük destekçisi olması asla şaşırtıcı değildir… 

TÜRK-İŞ hiçbir zaman İşçi sınıfının çıkarını savunan bir örgüt olmadı… Devletin ve sermayenin has örgütüydü ve hep öyle kaldı… Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmiştir… Esasen Türkiye’de rejim üç sütun, üç başkanlık üzerinde duruyor: Genel Kurmay Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türk-İş Başkanlığı… 

Asgari Ücret Komisyonu, beşi hükümet [devlet], beşi sermaye sınıfı, beşi de en büyük işçi konfederasyonu olan Türk-İş yöneticilerinden oluşuyor. Aslında 2’ye 1’lik bir güç dengesi var, zira devlet ve sermaye bir ve aynı şeydir, madalyonun iki yüzüdür. Fakat realite görünenden farklıdır. Aslında TÜRK-İŞ de işçi sınıfının çakarını savunan, onu temsil eden bir örgüt değildir.  Bidayetten itibaren devletin bir kontrol örgütüdür… Dolayısıyla, asgari ücret görüşmeleri seyirciyi oyalamaya yönelik sahte bir şovdan ibarettir… 

Türkiye’de işçi ve memur sendikalarının kahir ekseriyeti, bürokratik yozlaşmayla malûl örgütlerdir… Sözde temsil ettiklerini söyledikleri sınıfa yabancılaşmış durumdadırlar… RosaLuxemburg,:”bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür” demişti…Elbette bunun istisnaları vardır ama istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir. Büyük Konfederasyonların ve büyük sendikaların yöneticileri arasında 30-40 bin TL’denfazla maaş alanlar çoğunluktadır… Asgari ücretin 10-15 katı aylık alanlar var… Fakat hepsi o kadar değil, milyonluk arabaları kullanırlar, özel şoförleri vardır… Sendikanın fonlarını da istedikleri gibi kullanırlar… Dolayısıyla, işçi sınıfının çıkarını temsil etmek diye bir şey söz konusu değildir… Aslında bu parazit unsurların çıkarı, işçi sınıfının çıkarlarıylabağdaşır değildir… Bu taife, işçi sınıfına değil, burjuva sınıfına dahildir… Milletvekillerinden bile daha yüksek bir gelir düzeyine sahiptirler…