Sorunsuz
Öğretmenler Sorunlu Öğrenciler!
Atalay
Girgin
Altı
üstü üç sözcükten ibaretti. Söylemesi dile kolaydı. Üç sözcükten ibaret kısacık
bir cümleyle hem sorunun nedenini hem de çözümünü ortaya koyuvermişlerdi. Hem
de daha yarıyıl bile tamamlanmadan: Problemli öğrenciler elensin!
Ne
de olsa ‘öğretmen’, hele de yasamadan yargı ve yürütmeye dek, eğitim dâhil
olmak üzere, tüm toplumsal kurum ve kuruluşları yerle yeksan eylenmiş bir
Cumhuriyetin ‘yeni öğretmen’i sıfatını taşımak maharet isterdi günümüzde. Hele
hele böylesi bir düzenin efendilerinin ya da ikinci üçüncü dereceden
çemişlerinin lûtfuna mazhar olup MEB’in “ulufe tarlası” olarak nitelenen proje
okullarında yönetici koltuğuna oturtulmak ise daha da özel maharetler…
Anlaşılmıştı.
Maharetleri ‘özel’di! Lakin kim problemliydi? Kim problemsiz? Bunun ölçüsü
neydi? Kim ya da kimler belirleyecekti bunu? Peki; “problemli öğrenciler
elensin” diyenler de dâhil olmak üzere, problemsiz insan var mıydı?
Şeytan’la Gerdeğe Girenler
Hele de toplumun büyük bir çoğunluğu ekonomik ve sosyal sorunlar altında yaşarken… Hele de insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninin iki temel illeti olarak nitelenen işsizlik ve hayat pahalılığı her geçen gün artarken…
Bunların
eşliğinde genelleşen yoksulluk ve gelir dağılımında artan eşitsizlik ve
adaletsizlikle birlikte, toplumun geniş kesimleri gelecek kaygısının girdabında,
belirsizlik ve çaresizlik içinde sürüklenirken… Kimler problemsiz olabilirdi ki
o ailelere mensup çocuklar ve öğrenciler problemsiz olsun.
Toplumun
geneline ait olan ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarına, zenginliklerine fütursuzca
el koyan; bunları, kapitalist sömürü düzenin yerli ve yabancı işbirlikçilerine pervasızca
peşkeş çekenler ve işleri tıkırında olanlar dışında kimler problemsiz kalabilirdi
ki…
Keza
yaşanan enflasyon ve pahalılık koşullarında tasarruf tedbiri olarak, porsiyonları
küçültmeyi, kasaptan azar azar et almak yerine “Kuzu”yu bir bütün olarak
götürmeyi öneren, yedikçe semiren ve yanaşmalıkta yarışan “milli ve yerli” çemişler
dışında kimler problemsiz yaşayabilirdi ki…
Aslında
onların da yemeden içmeden kesilmelerine yetmese de her an tetikte olmalarını
gerektiren, uykusuz kalmalarına yetecek çok önemli problemleri vardı. Hem de
bir değil pek çok…
Bunların
başında da bugüne kadar çalınıp yağmalanan, aksırıp tıksırıncaya dek yenilen,
yenilemeyenlerin de bir yerlere saklandığı kaynakları her an yitirebilme
ihtimali geliyordu. Az buz problem sayılmazdı bu… Ne ‘pudra şekeri’ ikramlı
partiler giderebilirdi bu problemi ve korkuyu ne de bir kısmı sokaklara
salınmış, bir kısmı da kapıya bağlanmış dört ve iki ayaklı malum ‘koruma’lar…
Ve
dahası bu ihtimal, artan işsizlik ve pahalılık koşullarında genelleşen
yoksulluk ve gelecek kaygısıyla birlikte, her geçen gün kuvveden fiile doğru
yöneliyordu. Hal böyleyken, bu ihtimalin fiile dönüşmesi bir yana; potansiyel
hali bile, bu zerzevatların uzun bir süredir, olmayan Şeytan’la gerdeğe girmeleri için yetip
de artıyordu zaten.
Sorunsuz İnsan Sorundur
İşte
bu koşullarda kim ya da kimler problemsiz kalabilirdi ki aileleri aş, iş,
pahalılık ve yoksulluk sorunları içinde günlük maişet derdine düşen öğrenciler
problemsiz olabilsin.
Aslında
hal buyken, akli melekeleri yerinde olduğu halde, problemli öğrenci olmak değil;
problemsiz bir öğrenci, problemsiz bir öğretmen, hatta problemsiz bir insan
olmak bile sorun olarak değerlendirilmeliydi.
Lakin
böyle olmadı. “Problemli öğrenciler elensin!” dediler. En kestirme çözüme
yöneldiler. Hem de kendi hallerine ve yöneticisi oldukları okulun haline
bakmasızın. Sanki “problemli” olduklarına kanaat getirdikleri öğrenciler elense
baştan ayağa tüm okul ve eğitim öğretim düzelecekti. Sanki yalnızca öğrenciler problemli,
okul idarecileri, okul ve öğretmenler problemsizdi.
Elbette
böyle değildi. Söz konusu okul İstanbul’daydı. İstanbul’un hem kent yoksulluğu
hem de nüfusuyla en büyük ilçeleri arasında sayılan Esenyurt’ta, MEB’in “ulufe
tarlası” olarak sayılan proje okullarından biriydi.
Mesleki
ve Teknik Anadolu Lisesi niteliğine sahip bu okulun başına alanında deneyimli bir
meslek öğretmeni bulunamadığından (eğer yerseniz) bir kültür dersi öğretmeni
atanmıştı. Yıllardır koltuğunda oturuyordu.
Okulun
yaklaşık 1200 öğrencisi, idareciler hariç 40-41 öğretmeni vardı. Lakin
öğretmenlerinin yaklaşık yüzde 25’i kadrolu, geri kalanı ise ücretli
öğretmenlerden oluşuyordu. Yeterli öğretmen olmadığı için derslerin birçoğu boş
geçiyordu. Öyle ki boş geçen bu dersler için işi kitabına uydurmak kaygısıyla usulen
yapılan sınavlardan bir gün önce sorulacak sorular öğrencilere dağıtılıyordu.
Ertesi gün de sınav işlemi gerçekleştiriliyordu.
Rehber Öğretmeni Olmayan Okul
Ve
daha da ilginci, 1200 civarında öğrencinin bulunduğu bu okulda, öğrencilerin
sorunlarını dinleyecek, onlara sorunlarının çözümü konusunda yol-yöntem
gösterecek, önerilerde bulunabilecek bir tek rehber öğretmen bile yoktu. Ama
buna rağmen, okul idaresi ve onunla birlikte hareket eden bazı öğretmenler “problemli
öğrenciler elensin” deyip çıkmışlardı işin içinden.
Yalnızca
“problemli öğrenciler elensin” demekle kalmamışlardı. Aynı zamanda bunun, ŞÖK,
yani şube öğretmenler kurulunda karar altına alınmasını isteyecek kadar ileri
gitmişlerdi. Ancak bu karar, birkaç öğretmenin uyarısı sonucu, son anda, ŞÖK
kararları arasına yazılmamıştı.
Bunun
üzerine, özellikle okul yönetimince dile getirilen “problemli öğrenciler
elensin” kararı ve talimatının fiilen uygulanması tercih edilmişti. Burada da öğretmenlerden
istenen yol, yöntem ve araç performans notlarıydı. Yani elenmesi gerektiği
belirlenen “problemli öğrenciler”e, kasıtlı olarak düşük performans notları verilmesi
isteniyordu. Hatta okul yöneticilerinden öğretmenlere şu uyarı gidiyordu: Sınıf
huzurunu ders akışını bozacak davranış sergileyen öğrenciler için performans
notlarını vermekte acele etmeyin!
Peki; Asıl Kimler Problemlidir?
İşte
tam da bu nokta da soru şudur: Okul idaresi ve bazı öğretmenlerce “problemli”
damgası vurularak, kasıtlı olarak elenmesi istenen öğrenciler mi sorunludur?
Yoksa “problemli” damgası vurdukları öğrencileri kasıtlı bir biçimde elemeye
yönelen idareciler ve öğretmenler mi? Peki; bu koşullar altında okul idaresinin
kararına uymayan ya da uymak istemeyen ve bunun gereğini yapmayan öğretmenler
mi sorunludur? Yoksa onları buna zorlayan okul idaresi mi? Karar sizindir.
****
Hiçbir
eğitimciye, eğitim yöneticisi ve öğretmene yakışmayacağını düşündüğüm, bu
türden bir kasıt ve ayrımcı yaklaşım, dahası öğrencileri damgalama ne yazık ki
okullarda yaşanmaktadır.
Peki;
bu olup bitenlerden, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Levent Yazıcı haberdar
mıdır? Yoksa “problemli öğrenciler elensin” kararı İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğü’nün kararı mıdır? Eğer bu karar İstanbul MEM’e ait değilse, Esenyurt
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve okul idaresinin ortaklaşa kararı mıdır?
Peki;
ya Mahmut Özer? Yukarıda sayılan sorunlar ve olup bitenler karşısında bir ‘bakan’
olarak, yalnızca bakmayı mı tercih etmektedir? Gerçi günümüzde, görülmesi
gerekeni görüp gereğini yapamadıktan sonra, ‘bakan’ olsan ne yazar, bak(a)mayan
olsan ne… Lütfedenlerin canının istediği zaman alacağı bir sıfattan, bir statüden
öte ne ki..
Son söz: Ne demişti Yaşar Kurt? “Kuklayım ben
kukla” sözleriyle başlayan şarkısında… Anımsayın! Eğer anımsamıyorsanız mutlaka
dinleyin! Dinletin! Ama asla, hiçbir sıfat, statü ve makam için hiç kimsenin, hiçbir
muktedirin kuklası olmayın! Hele “öğretmenim” ve “insanım” diyorsanız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder