Fikret Başkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fikret Başkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Temmuz 2014

Üretmek, Tüketmek, Yok Etmek!

Üretmek, tüketmek, yok etmek!

Fikret Başkaya


Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.  

... İSYAN GELENEĞİ ...

KÖLE İSYANLARINDAN İŞÇİ SINIFI BAŞKALDIRILARINA
BATI DÜNYASINDA İSYAN GELENEĞİNE DAİR KISA NOT*

FİKRET BAŞKAYA


Gezegenin tarihi bir kaç milyar yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl, bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu. İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini; paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu. Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.

Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.

17 Mayıs 2014

Soma Katliamının Faili Kim?

Bu katliamın faili kim?

Fikret Başkaya

Manisa’nın  Soma ilçesinde, bir özel şirkete devredilen maden ocağında iki gün önce meydana gelen “kazada”, şu an itibariyle 282 kişinin öldüğü, 80 kadarının yaralandığı bildiriliyordu.  Ve yeraltında kalanların sayısı bilinmiyormuş... Yerin altında kalanların sayısının bile bilinmemesi, bunun ne büyük bir kepazelik, ne büyük ayıp, ne büyük bir skandal, ne büyük aymazlık ve utanmazlık  olduğunu göstermiyor mu?  Böyle bir olaya “kaza” deyip geçiştirebilir misiniz? Bu “olayı”, kaza, facia, cinayet ... gibi kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Böyle bir şey,  işin kolayına kaçmak üstünden atlamaktır. Bu düpedüz bir katliamdır. Zira kaza, cana, mala ve çevreye zarar veren, beklenmedik, şüpheli durumları ifade etmek için kullanılır. Kaza tüm önlemleri en üst düzeyde alınmasına rağmen istisnaî olarak ortaya çıkana denir. Cinayet, bir veya bir kaç kişinin taammüden öldürülmesidir. Oysa, ortada tamı tamına bir katliam var. O halde bu katliam neden ve nasıl yaşandı?

Madenler kamuya/topluma aittir, dolayısıyla kamuya ait olması, kamu tarafından yönetilmesi ve kullanılması, özel mülkiyet, özel kâr ve kazanç konusu yapılmaması gerekir. Bu yüzden, herkese ait olan, herkesin ortak kullanımına sunulması/kolektif olarak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken bir doğal varlığın, birileri tarafından, tekil şahıslar, kapitalist şirketler tarafından sahiplenilmesi, kullanılması, yönetilmesi, yağmalanması, özel kâr ve kazanç aracına dönüştürülmesi, kabul edilebilir değildir. Bu, topluma ait olanın özel çıkarlar için, kapitalistler tarafından çalınması, el konulması, gasp edilmesi demeye gelir. Dolayısıyla itiraza bu ‘ortak varlığın’ özelleştirilmesine karşı çıkarak başlamak gerekir. Asıl yanlışı ve haksızlığı teşhir ederek başlamak gerekir... Yoksa bu katliam, bu skandal “ölenlere Allahtan rahmet, yakınlarına sabır dilemekle, Cuma namazında hutbe okutmakla, bayrakları yarıya indirmekle, hamasî nutuklar atmakla. vb. ” geçiştirilecek cinsten değildir. Bu aymazlığa son verilmedikçe, bu sefil duruma itiraz edilmedikçe, “asıl sorumlular” hedef tahtasına oturtulmadıkça, daha büyük katliamlar neden şaşırtıcı olsun?    

Özel sektöre, özel çıkara terkedilmiş madenlerde katliamların istisna değil kural olması kaçınılmazdır. Zira kapitalist şirketin yegane amacı kâr etmek, her seferinde daha çok kâr etmektir. Daha çok kâr etmenin yolu da maliyetleri düşürmekten geçer. Ve en büyük maliyet unsurlarından biri işçi ücretleridir. Ücret ne kadar küçükse kâr da o kadar büyüktür. İkincisi, diğer her türlü maliyet unsurunu küçültmekten geçer. Madenlerde bunların en önemlilerinden biri güvenlikle ilgili  harcamalardır. Zira hiç bir üretim etkinliği, madenler kadar risk içermez... O halde güvelik harcaması ne kadar küçükse, kâr da o kadar büyüktür... Kapitalist başka türlü yapmaz, yapamaz. Kapitalistin gözünde insan diğer üretim unsurları gibi bir şeydir. Çalıştırdığı işçiyi insan olarak görmez, zira onun gözünde insan (işçi) üretim unsurlarından sadece biridir. İşte ara-malı, hammadde, makina gibi bir şeydir... Kârı artırmanın üçüncü yolu çalışma yoğunluğunu artırmaktır. Başka türlü ifade edersek, daha az işçiyle daha çok ve daha çabuk üretmektir... Nitekim maden ocağından bir vardiya çıkmadan, ocak tahliye edilmeden ikinci vardiyanın sokulması, tam da söylediğime canlı bir örnektir...

Böylesi bir mantığın geçerli olduğu yerde, kapitalist patronu iş güvenliği konusunda zorlayacak olan yegane güç devlettir. Lâkin kapitalist devlet, şimdilerde “neoliberal devlet”, kapitalistlere sınırlama getirmeye asla yanaşmaz. Ama sınırlıyormuş gibi yapar ve insanlar da ona inanır veya inanmış görünür... Siz hem kârı, özel kazancı, bireysel zenginleşmeyi kutsayacaksınız ve hem de onu sınırlayamaya yelteneceksiniz, bu mümkün değildir. Zaten neoliberal küreselleşme çağında devletin yegane varlık nedeni, zenginlerin zenginliğini artırmaktır, her yolu deneyerek, tüm imkânları seferber ederek onların önünü açmaktır. Onun için kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir... Dolayısıyla bu katliamın birinci sorumlusu, sadece işveren değildir, onun bu hoyratlığa teşvik eden, yangına körükle giden devlet ve onun temsilcisi hükümettir. Çalışma bakanıdır, İktidar partisidir, iktidar partisini uyarmakta başarısız olan muhalefet partileridir ve bir bütün olarak “milli iradenin” timsâli olarak sunulan TBMM’dir, yani parlamentodur. Özelleştirmeleri marifet sayanların, taşeron işçi çalıştırmaya yol açanların ve itiraz etmeyenlerin tamamıdır. “Taşeron işçi” kavramının bizzat kendisi bir utanç unsuru değil mi? Tabii utanmak için önce utanabilir durumda olmak gerekir... Ve maalesef “iş bitiricilik” ahlâksızlığının geçerli olduğu bir toplumda artık utanmaya/arlanmaya da yer yoktur...

Başta Türk-İş olmak üzere sendikalar özelleştirmeler  konusunda olsun (nitekim Türk-İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası, Özelleştirme İdaresinden Karabük Demir Çelik İşletmesini satın alıp işletmecisi olmuştu...) iş yaşamının taşeronlaştırılması konusunda olsun, kıllarını kıpırdatmadılar? Elbette istisnalar vardı ama sonuçta istisna idiler ve şeylerin gidişatı üzerinde etkili olmaları mümkün olmadı... Bu saldırı karşısında devletin ve sermayenin tarafında saf tutup, varlık nedenlerine ve misyonlarına ihanet eden sendikacılar taifesinin bu katliamda sorumluluk payı büyüktür. Bu ülkede sendika bürokratları kendi iktidarları dışında, hayatî iş güvenliği ve güvencesi sorunu da dahil olmak üzere, hiç bir sosyal-politik sorunla gerektiği gibi ilgilenmediler, ilgilenmiyorlar. Aslında Türkiye’de sendikalar, baştan itibaren ve genel bir çerçevede devletin ve büyük sermayenin hizmetinde oldular. Devlete ve sermaye sınıfına işçilerden daha yakındırlar... Yani karşı taraftalar, bulunmaları gereken yerde değiller. Dolayısıyla bu katliamın ikinci derecede sorumlusu, sendikalardır. Artık bu fosilleşmiş örgütlerin ne menem şeyler olduğunu sorgulamanın, bunları teşhir etmenin ve pabuçlarını dama atmanın zamanı çoktan gelmiş olmalıdır. Toplum öyle bir ikiyüzlülük, umursamazlık ve aymazlık girdabına sokulmuş durumda ki, maalesef hiç bir sorun gerektiği gibi ele alınamıyor lâyıkıyla tartışılamıyor

Katliamda elbette devlet/sermaye medyasının vebali de çok büyüktür. Hiç bir zaman çalışanların kaderine ilgi duymadılar, iş yaşamında olup bitenleri sorun etmediler. Zenginliğin asıl yaratıcı olan işçi sınıfını yok saydılar. Şeylerin gerçeğine dair toplumu bilgilendirmediler. Tuhaf bir “basın özgürlüğü” anlayışına sahip oldular. Oysa, Viktor Dedaj’ın da ifade ettiği gibi “Basın için haber verme, bir özgürlük değil, fakat bir görevdir. Basın özgürlüğünün sınırının başladığı yer de, tam da benim gerçek habere ulaşma hakkımın başladığı yerdir”. Bizde medya oldum olası varsılların başarı öyküleriyle ilgilendi ilgileniyor. Lâkin, zenginlerin nasıl zengin olduğunu asla sorun etmiyor. İşçilerin çalışma koşullarının skandal bir hâl almasından toplumu haberdar etmiyor, bilgilendirmiyor, misyonunun gereğini yapmıyor, varlık nedenine yabancılaşmış durumda... Hiç bir zaman “Sessiz çoğunluğun” sesi olmadı... Şimdilerde Türkiye’de medyanın içine sürüklendiği kepazeliği ifade etmeye artık kelimeler kifayet edemez durumda...

“Her zaman toplumun bir kaç adım önünde...” olduğu söylenen akademi de, bu katliamla ilgili davanın sanıkları arasında yer almalıdır. Zira üniversite denilen kurumlar, bilimden başka her şeyle ilgililer, toplumsal sorunlara külliyen yabancılaşmış durumdalar. Devlete ve sermayeye bilirkişi, iktidara “âkil adam” olmanın ötesine geçemiyorlar. Devletin ve sermayenin hizmetindeler ve gerçek anlamada bilimsel faaliyete külliyen yabancılaşmış durumdalar. Elbette orada da istisnalar var ama malum, “istisnalar kiralı doğrulamak içindir” denmiştir... Zaten şimdilerde bizzat  kapısında üniversite yazan kurumlar da artık sermayeye dönüşüyor, tuhaf birer kapitalist işletme haline geliyorlar... Toplumun sorunlarına bu ölçüde yabancılaşmış bir üniversite, bir akademi olur mu?

Bu vesileyle bir anektod nakletmeme izin verilsin: “ Devlet üniversitesinde hoca olduğum yıllarda “ Sosyal Politika” diye bir ders de veriyordum. 12 Eylül’den sonra “sosyal” kelimesi her halde rejim için “kötü şeyler” ima ettiği için olacak, dersin adı değiştirildi, “çalışma ekonomisi”, “endüstriyel İlişkiler”, vb. oldu... Ücretleri anlattığım bir dersin sonunda öğrencilerden biri bir soru sordu. Doğru hatırlıyorsam soru şöyleydi: “ Hocam siz sosyalist bir insansınız, sosyalist bir düzen kurulduğunda en yüksek ücretin kime verilmesini isterdiniz?  Bu soruya verdiğim cevap şöyleydi: “ Elbette o günkü somut koşulların nasıl olacağını önceden kestirmek mümkün değildir ama doğrusu öyle bir yetkim olsaydı, en yüksek ücretin maden işçilerine, bir de çöpçülere verilmesinden yana olurdum”... Ve sınıf ayağa kalkmıştı... Efendim nasıl olur, siz o kadar tahsil yapın, üniversiteyi bitirin, doktora yapın, işte doçent olun, çöpçüden ve maden işçisinden daha düşük ücret alın...” Ben de “benim o okullarda nasıl okuduğumu, o unvanları  nasıl kazandığımı sanıyorsunuz? Ben bu durumumu onlara borçluyum, onların emeğinin ürünü olan sayesinde bu durumdayım” şeklinde söylediklerim salonu bir nebze sakinleştirmişti... O zaman bir şeyin daha farkına vardım: Okullarda verilen eğitim eğitilenlerde, diplomalılarda, “farklı oldukları” bilincini yerleştirecek şekilde kurgulanıyor. Ve okuldan çıkanlar şöyle düşünüyor: “Eğer farklı isem, farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, ayrıcalıklı bir  statüye sahip olmaya da hakkım vardır...”! Aslında bu durum her şeyde çelişkinin mündemiç olduğunu bir defa daha gösteriyor. Eğitimden geçenler içinde çıktıkları sınıfa, çevreye yabancılaşıyor...


Soma katliamıyla ilgili olarak da her zaman yapılan yapılıyor ve yapılacaktır. Ve öncekiler gibi unutulup gidecektir. Oysa unutulmaması, unutturulmaması gerekiyor. Onun için de eskisi gibi yapmamak, işin gereği ne ise onu yapmak gerekiyor ve aslında ne yapılması gerektiği de bir sır değil: Daha geç olmadan insanlığı kapitalizm belasından kurtarmak için ayağa kalkmak. Bu yönde tutarlı bir mücadele yürütmek, gezegeni korumak, gezegende canlı yaşamı güvence altına almak, velhasıl “başka bir dünya” kurmak...

25 Ocak 2014

“Milli İrade” Masalı...

“Milli irade” diye bir şey var mı?

Fikret Başkaya

“Çok partili düzen dense de değişen yalnızca parti başkanlarının adı: aslı tek bir başkan, tek bir parti...”*

                 Bilgesu Eranus

17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla ilgili olarak, başbakan R.T. Erdoğan, “hedefin milli iradeye suikast olduğu aşikâr“ demişti. Tabii yolsuzluk ve rüşvete yönelik bir operasyonla “milli irade” denilen arasında ters yönde bir ilişki olduğunu söylemek tuhaf bir çelişkiydi. Bu arada yurdun çeşitli yerlerinde milli iradeye destek gösterileri yapıldı. Avrupalı Türk Demokratlar Birliği [ UETD] Viyana şubesi tarafından da başbakana destek amacıyla “ milli iradeye saygı konvoyu” yola çıkıp, Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerek, Kapı Kule sınır kapısından Türkiye’ye girdi. Tersinden Viyana kuşatması gerçekleşmişti sanki... Tabii hepsi bu kadar değil, milli irade platformu adıyla bir araya gelen 97 STK tarafından imzalanan destek bildirisi de, başbakana iletilmiş. Söylendiğine bakılırsa 97 Sivil Toplum Örgütü’nün [STK] imzaladığı bildiri, Başbakanın baş danışmanı, Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış... Yıllardır ‘sivil toplum söylemi” kepazeliğine dair yazar dururum. Doğrusu ne kadar da yazsan nâfile. Bazen kendi kendime: “ acaba bu dünyada kelimelerin ve kavramların bu kadar dejenere edildiği ikinci bir ülke var mıdır” diye sorduğum oluyor... Kimse çıkıp da “ tamam, bildiriyi imzalayın da, hiç olmazsa kendinize STK’lığı yakıştırmayın” diyen pek yok. Sakın ola STK’ları önemsediğim sanılmasın. STK söylemi neoliberal gericiliğin söylemidir. Amaç kapitalizmin pisliklerini, iğrençliklerini netâmeli sonuçlarını görünmez kılmaktır. Bu amaçla toplumu ahmaklaştırmak, bönleştirmek, aldatmak. oyalamak, depolitize etmektir. Bu örgütlerin misyonu ve varlık nedeni, , küresel plütokrasiyi, küresel oligarşiyi ve tabii onun bir uzantısı olan bizdeki gibi komprador oligarşileri meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla bu sefil kuruluşların teşhir edilmeleri hayatî önem taşıyor...

09 Eylül 2013

SURİYE'Yİ NEDEN ÇÖKERTMEK İSTİYORLAR?

Suriye’yi Neden Çökertmek İstiyorlar?

Fikret Başkaya*

“Gaz kullanımıyla ilgili tereddütleri anlamakta güçlük çekiyorum. Oysa biz Barış Konferansında gazı sürekli bir savaş yöntemi olarak kesin karara bağladık. Şahsen   uygar olmayan halklara karşı zehirli gaz kullanılmasına açıkça taraftarım.”
              Winston Churchill, War Office Minute, 12 Mayıs 1919

Burjuva uygarlığı yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde yol alıyor. Bu alandaki aşırılığın ve hoyratlığın ortalama insanı isyan ettirmemesi mümkün değil. Görünen o ki, isyan edenler çoğunluk değil... Aslınla insanlığın nasıl da sefil, rezil ve kepaze duruma düşürüldüğünü görmek için derin “bilimsel açılımlar”, rafine sosyo-psikolojik tahliller, gerekmiyor. “Yüzünü Suriye’ye çevir anlarsın” denecektir. Elbette yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart burjuva uygarlığının bir keşfi değildi. İnsan toplumunun sınıflara ayrıldığı günden beri varolan bir şey... Zira egemenlik [iktidar] gizlemekle mümkün ve gizlemek aldatmak için gerekli. Bu yüzden gizlemesini bilmeyen yönetmesini de bilemez denmiştir. Kim bilir, belki bilinen tarihin hiç bir döneminde böylesi bir kepazelik yaşanmamıştır... İletişim alanındaki devasa gelişme, yalan cephesine büyük imkânlar sunuyor. Artık yalanı büyütmek ve yaymak çok kolay...  

Suriye halkı tam 28 aydır NATO’cu emperyalist cephenin, Siyonist İsrail ve Türkiye başta olmak üzere bölgedeki gerici/Amerikancı, pro-emperyalist, pro-Siyonist devletlerin saldırısına karşı kahramanca direniyor. Otuz düvelle birden savaşıyor. Sadece otuz düvelle de savaşmıyor, bir de devasa bir küresel medya ordusuyla savaşıyor. Gerçek durum bu ama insanlara başka hikâye anlatılıyor, başka fotoğraf gösteriliyor. Vicdan sahibi –eğer hâlâ vicdan diye bir şey kalmışsa- bir insanın bu utanmaz duruma itiraz etmesi gerekmiyor mu? Peki; neden itiraz etmiyor/ edemiyor veya itirazın neden reel bir karşılığı yok? Bunun iki nedeni var: Birincisi yeteri kadar durumun bilincine varamamak ve ikincisi de örgütsüzlük. Örgüt yoksa bilinç pek işe yaramıyor...

Suriye’ye saldırının gerekçesi, “halkı diktatörden kurtarmak, oraya demokrasi götürmek”... Eğer “uygar dünya” veya emperyalist kamp, böylesi yüksek insanî kaygılar taşıyor olsaydı, geride kalan yaklaşık 60 yılda sayısız darbeler peydahlamazlar onca kanlı diktatörü sonuna kadar desteklemezlerdi. Dünyanın bu tarafında diktatörlükler her zaman emperyalist Batı’nın en çok tercih ettiği rejimler oldu. Zira, emperyalizmin varlığı demokrasinin engellenmesine bağlıdır. Demokrasi sosyal eşitliği varsaydığı için... Gerçek durum böyledir ama söylem farklıdır. Tabii diktatör emperyalist çıkarlara hizmet etmek kaydıyla... Eğer artık emperyalist çıkarlarına hizmet etmiyorsa, kontrolden çıkmışsa veya çıkma potansiyeli seziliyorsa, anında kanlı diktatör, zalim, halk düşmanı, dünya barışı için tehlikeli, çıban başı, vb. ilan edilir ve artık katli vaciptir. Hemen bir şeytanlaştırma kampanyası başlatılır. Medya devreye sokulur... Panama’da Noriega’nın başına gelen, söylemek istediğime tipik bir örnektir... Kendi çıkarlarına hizmet ettikleri sürece diktatörlere diktatör demezler. Birbirlerini karşılıklı hediyelere boğarlar, barış ödülleri alıp-verirler... Diktatörün “bölge ve dünya barışına değerli katkılarından, “tarihi dostluktan” söz edilir. Demokratik, kendi halklarının çıkarlarına sahip çıkan, kendi ayakları ütünde durabilen, kolonyalist/emperyalist sömürü, yağma ve talana izin vermeyen, beşeri ve doğal kaynaklarını kendi halkının yararı ve refahı için kullanan rejimlerin varlığı, emperyalistlerin korkulu rüyasıdır. Kendisiyle ilgili kararları kendi veren, ulusal bilince sahip bir halk emperyalist sömürüye izin verir mi, itilip-kakılmaya razı olur mu? Netice itibariyle emperyalistlerin ağzına insan hakları, barış, demokrasi gibi kavramlar yakışmaz. 

05 Temmuz 2013

Mısır: Devrimin İkinci Raundu...

Mısır: Devrimin ikinci raundu

Fikret Başkaya
                                                 
                                                            “ Karşı devrim devrimin kamçısıdır”
                                                                                                   Karl Marx

Birinci Tahrir devriminden yaklaşık iki yıl sonra ve Müslüman Kardeşler iktidarının birinci yıl dönümünde, işçi, emekçi, kadın, genç, çocuk, her yaştan 16-17 milyon insan, Mısır’ın tüm kentlerinde tekrar sokaklara döküldü. İki yıl önce Mubarek’i iktidardan kovduğu gibi, bu sefer de Amerikancı Müslüman Kardeşler iktidarına son verdi. Zira Mursi iktidarı Mubarek’in yolundan gidiyordu. Mısır halkı böylece özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi mücadelesinde kararlı olduğunu bir kere daha dosta-düşmana gösterdi. Müslüman Kardeşler 1928 yılında kurulduğundan beri, ilerleminin, özgürlüklerin, seküler değerlerin ve demokratikleşmenin karşısına dikildi. Başlarda İngiliz istihbaratı, 1950 sonrasında da Amerikalılar tarafından desteklendi, araçlaştırıldı ve kullanıldı. Hiç bir alternatif toplum projesine sahip değildir. Söyledikleri tek şey: Çözüm Islamdadır”...  Bu kafayla insanların yüz yüze geldiği sorunlar çözülebilir mi? İlk kurulduğu yıllarda Mısırda seküler, ilerici, ulusçu, demokrat, sosyalist, komünist ve anti-kolonyalist hareketlere karşı kullanıldı. İkinci emperyalist savaş sonrasında da ABD tarafından araçlaştırıldı. Dine gönderme yapsa da dinle ilgisi retorikten ibarettir. Neoliberal teokrasinin timsali olan bir siyasi hareketin Mısır halkına teklif edeceği bir şey olabilir miydi?

11 Mayıs 2013

Oligarşi Dünyayı ve Yaşamı Yok Ediyor!


Oligarşi dünyayı ve yaşamı yok ediyor...

Fikret Başkaya

“Düşmanlarınızdan korkmayın: en kötüsü sizi öldürürler, dostlarınızdan çekinmeyin: en kötüsü size ihanet ederler, lâkin tarafsızlardan çekinin: zira kötülük dünyaya onların sessiz onayı sayesinde yayılıyor.”  
                                                                              Bruno Yarensky

Geçtiğimiz günlerde gazeteler, İstanbul’a üçüncü hava limanı yapılacağı, bu işin Cengiz-Kolin- Mepa- Kalyon sermaye grupları ortak girişimine 22 milyar 152 milyon euro’ya ihale edildiği, bunun Cumhuriyet tarihinin en büyük ihalesi olduğu, limanın 100 milyon yolcu kapasitesiyle dünyanın en büyüğü olacağı, 3 bin 500 hektarlık alana inşa edileceği, dış dokusunun Edirne’deki Selimiye Camii’nin İslam-Osmanlı motiflerinden esinlenerek dizayn edildiği, terminal binasının yeşil olacağı, limanın üçüncü köprüyle aynı sürede bitirileceği... haberini veriyorlardı.

Bu haber pekâlâ şöyle de verilebilirdi: %80’i ormanla kaplı alana inşa edilecek olan 3. İstanbul hava limanının yapımı için 1 milyona yakın ağaç kesilecek, doğal bitki örtüsü yok edilecek, sayıları 70 kadar olan göl, gölet, gölcük, bölgede yaşayan kuş türleri, tüm canlılar ve tarım alanları yok olacak,  heyelan riski artacak ve bir bütün olarak canlı yaşam yok olacak. Derelerden İstanbul’a içme suyu taşıyan barajlara zehirli su akacak, uçak ve otomobil trafiğindeki devasa artış müthiş bir kirlenmeye neden olacak, kaza riski büyüyecek, atmosferin ısınması ve iklim değişikliği derinleşecek, bölgenin ekosistemi geri dönüşü olmayan bir şekilde bozulacak, İstanbul daha da yaşanmaz hale gelecek... Ve bu yıkım ve yok etme projesinin faturası asıl vergiyi ödeyenlere çıkacak...

O halde soru 1: Medya haberi neden böyle değil de baştaki gibi veriyor? Cevap çok basit çünkü medya dünyaya ihaleyi alan sermaye grupları tarafından bakıyor... Kâr hırsıyla gözü dönmüş, başkaca hiç bir kaygı taşımayan, taşıması asla mümkün olmayan sermaye baronlarından insana ve canlı yaşama saygı beklemek abesle iştigal olurdu? Aksi halde tam bir yıkım, akıl almaz bir saçmalık olan böyle bir proje hakkında kamuoyunu uyaracak biçimde, gerçeğin haberinin verilmesi gerekirdi. Ve soru 2: Neden akademi ve “ aydınlar” cenahından ve muhalefet cephesinden yeteri kadar ses çıkmıyor? Bunun tam bir skandal olduğu dillendirilmiyor? Bu soruyu cevaplamadan önce bir anektod: Galiba 1886 yılında olacak, Londra’da genç sosyalistler Friedrich Engels’i bir konferansa davet ediyorlar. Engels’in sunumunun ardından sorulara geçiliyor. Gençlerden biri Engels’e: “ Efendim, İngiliz işçi sınıfı, kolonyalizm siyaseti hakkında ne düşünmektedir” şeklinde bir soru yöneltiyor. Engels’in cevabı şöyle: “ İngiliz işçi sınıfının hangi konuda bir fikri var ki, kolonyalizmi de sorun etsin”. Bizde akademinin bu güne kadar hangi temel soruna dair bir fikri vardı da gündeme gelen skandalı ve yıkımı sorun edecek? Şimdilerde akademi mensupları daha çok Saidi Nursi sempozyumları türü etkinliklere odaklanmış durumda...

Aslında sorun büyüme, kalkınma, ilerleme, refah, vb. ile ilgili temel bir yanlıştan ve yanılsamadan kaynaklanıyor. Geçerli hâkim anlayışa göre, üretimdeki her artış her zaman ve her koşulda mutlaka olumlu bir şey sayılıyor. Yeni olan her şey iyidir saplantısı geçerli... Oysa bir şey üretmek doğadan bir şey eksiltmeden ve kirletmeden mümkün değildir. O halde üretimin ve tüketimin doğanın dengesini bozmayacak, kendini yenilemesini tehlikeye atmayacak düzeyde tutulması, sorumlu, duyarlı, özenli bir rota izleme zorunluluğu var. Zira her şey gibi dünya da sınırlı ve belirli bir eşik aşıldığında bizzat canlı yaşamın tehlikeye girmesi kaçınılmaz... Onun için büyüme, kalkınma, ilerleme gibi kavramların büyüsünün bozulması, acil bir zorunluluk haline gelmiş bulunuyor. Mâlum ekonomik büyüme GSYH [gayri safi yurtiçi hasıla] ile ölçülüyor. GSYH [ kabaca milli gelir] artışı da kalkınma ve refahla özdeş sayılıyor. Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü, ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığı, nasıl bölüşüldüğü hiç bir zaman sorun edilmiyor. GSYH göstergesi, üretimin neden olduğu doğa tahribatını dikkate almıyor. Zira her GSYH artışı biyosferin dengesini bozucu sonuçlar ortaya çıkarıyor. Üretim ve tüketimdeki her artış, her ekonomik büyüme mutlaka “iyi bir şeydir” saplantısından vakitlice kurtulmak şart. Zira belirli bir sınır aşıldığında sadece doğa tahribatı derinleşmekle kalmıyor, beklenen refah artışı da gerçekleşmiyor. Sadece refah artışı da değil, her zaman istihdam artışı da gerçekleşmiyor... 

GSYH [milli gelir] artışı, toplumsal eşitsizliği gizliyor. Milli gelir dolayısıyla toplam zenginlik artarken, geniş toplum kesimlerinin yoksullaşması kaçınılmazdır ve kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir... Zira sermaye mutlak ve göreli yoksulluğu büyütmeden yol alamaz. Dolayısıyla ortalama gelir artışı [aritmetik ortalama] herkesin durumunun iyileştiği anlamına gelmez. Bu yüzden şahsen kişi başına düşen milli gelir yerine, kişi başına düşmeyen milli gelir denmesinden yanayım... 2012 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kişi başına düşen gelirin yaklaşık 10 bin 500 dolar olduğu söyleniyor. Eğer gelir eşit bölüşülseydi, 4 kişilik bir ailenin yıllık gelirinin 42.000 dolar, ya da 75.000 TL olması gerekirdi. Oysa asgari ücret 773 TL. ve 15 milyon insan yoksullukla cebelleşiyor. Küçük bir azınlık milli gelirin büyük bir bölümüne el koyuyor.
Ekonomik büyüme sermaye sahibi azınlığı ve bir bütün olarak oligarşiyi daha da zenginleştirirken, geniş kitleleri yoksullaştırıp, doğa tahribatını derinleştiriyor ve canlı yaşamı tehlikeye atıyor. Özellikle 1980 dönemeciyle neoliberal küreselleşmenin dayatıldığı yaklaşık son 30 yılda, artık tüm gösterge ışıkları kırmızıya dönmekte. Küresel oligarşi giderek zenginliğin daha büyük bölümüne el koyuyor. Dünya’nın en zengin %1’i gelirin %14’nü alırken en yoksul %20’ye sadece %1’i düşüyor. En zengin 200 kişinin 2.7 trilyon dolarlık serveti var, bu miktar 3.5 milyar insanın gelirinden fazla... 3.5 milyar insanın toplam geliri 2.2 trilyon dolar... Dünya’da 1226 dolar milyarderi ve 29 milyon dolar milyoneri var. Milyarderlerin 425’i, milyonerlerin de %42’si [12 milyon 160 bin] ABD’de. Artık oligarşi küresel ve milyarder ve milyonerlerler de her yerde... Dolayısıyla ortak çıkarlara sahip bir milyarderler ve milyonerler enternasyonalinden söz etmek mümkün. Bu oligarşilerin birbirlerine, ait oldukları toplumlardan daha yakın olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur... Çin milyonerler sıralamasında ikinci sırada. Çinde 1 milyon milyoner var.  Toplamın %3.4’üne sahip. Onu Hindistan, Brezilya ve Türkiye takip ediyor. Türkiye 38 milyarderle ligde önenli bir yere sahip... Piramidin tepesindeki dar oligarşiyi dünya nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturan zengin orta sınıf takip ediyor. Orta sınıf da dünya nüfusunun yaklaşık %25’ini oluşturuyor.  Çoğu Güney’de [Asya, Afrika, Latin Amerika] olmak üzere, yoksullar dünya nüfusunun %45’ini oluşturuyor ki, bu nerdeyse her iki kişiden birinin yoksulluk içinde yaşıyor olması demek... Bir tarafta aşırı zenginlik ve israf, diğer tarafta aşırı yoksulluk ve sefalet ve tabii zihinlere durgunluk veren doğal çevre tahribatı... İşte büyüme, kalkınma, ilerleme şarkılarının hâlâ yüksek sesle söylenmeye devam edildiği dünyanın manzarası böyle...

Neden bu kadar çok yol, köprü, konut, avm, alt-geçit, üst-geçit, hava alanı, yat limanı, taş ocağı, termik santral, HES, vb? Bu inşaat çılgınlığı, yıkım ve yok etme seferberliği nasıl açıklanabilir?

Neoliberal politikaların dayatılmaya başlandığı 1980 sonrasında emekci sınıfların pazarlık gücü zayıfladı. Kârlar artarken ücretler düştü, sosyal harcamalar ve kamu harcamaları kısıldı. Mülk sahibi egemen sınıfla ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki gelir uçurumu büyüdü. Fakat hepsi bu kadar değil. Zenginler kulübünde de bir değişim yaşandı. Zenginler içinde en zenginlerin gelir ve servetinde devasa artışlar oldu. Başka türlü ifade edersek, uygulanan anti-sosyal neoliberal politikalar sonucu bir bütün olarak zengin sınıfın geliri artarken, en zenginlerle diğerleri arasındaki fark büyüdü. Bir fikir vermek için mesela ABD’de, 1980 - 2000 aralığında, en zengin %1’in ulusal gelirden aldığı pay % 8’den %16’ya yükseldi. Oysa zengin %10’un ulusal gelirden aldığı pay aynı dönemde %25’den %27’ye yükseldi. Bu eğilim sadece emperyalist ülkeler için değil, Çin, Hindistan gibi “yükselen ülkeler” için de geçerliydi. Tabii Türkiye ve benzerlerinde de...  Çinde 2003’de sadece 3 milyarder var iken 2009’da 130 dolar milyarderi vardı. Çin’de100 bin doların üstünde gelire sahip 24 milyon insan var. Hindistan’da 1998’de en zengin 100 kişi ulusal gelirin %0 4 ünü [binde dördü] alıyorken, 2009’de %25’ini alıyordu...

Oligarşinin elinde devasa bir sermaye birikti ve sendikaların etkisizleştirildiği, ücretlerin bastırıldığı, sosyal harcalamaların budandığı koşullarda, emekçi çoğunluğun satın alma gücü zayıfladı. Başka türlü ifade edersek, talep geriledi. Böylesi bir ortamda önce kamu [devletler], ardından da bireyler [aileler] borçlandırıldı. Buna rağmen kapitilast sınıfın elinde yeterince “değerlendirilemeyen” bir sermaye fazlası var. Başka türlü söylersek, değersizleşme riskini bertaraf etmek gerekiyor. İşte diğer alanlarda talebin yeteri kadar artmadığı koşullarda inşaat, madencilik, enerji... sektörleri sermaye için bir çıkış yolu olarak görülüyor. Aslında inşaat sektörüne yüklenmek, bütçeyi, kamu kaynaklarını yağmalamak anlamına geliyor. Bedeli vergi veren yoksullar ödüyor... Başka türlü söylenirse, daha çok vergilerle finanse edilen bir sektör. İç tasarruflar yetersiz olduğu için bu alandaki yatırımlar dış borçla finanse ediliyor. Fakat bu yöntemle finanse edilen, yol, köprü, konut, HES... döviz yaratmadığı, iç piyasaya dönük yatırımlar olduğu için, belirli bir eşik aşıldığında kriz kaçınılmazdır... Nitekim Nisan 2013 itibariyle Türkiye’nin dış borcu 340 milyar dolar sınırını aşmış bulunuyor. AKP, iktidar olduğu 10 yıllık dönemde borçları % 162 oranında artırarak bir rekora imza attı ama IMF’ye olan borçları ödemekle, dahası IMF’ye borç vermekle öğünüyorlar... İnsanları daha ne kadar aldatabilirler? Yalanı daha ne kadar sürdürebilirler?

Uygulanan neoliberal politikalar  sadece toplumsal kutuplaşmayı büyütüp, gelir dağılımı dengesizliğini, insânî-sosyal kötülükleri derinleştirmekle kalmıyor. Doğa tahribatını da büyütüyor, ekolojik dengeler hızlı bir tempoyla bozuluyor. Artık doğa akıl almaz bir saldırıyla karşı karşıya ve bu yıkım büyüme, kalkınma, ilerleme... adına meşrulaştırılıp, dayatılıyor, görünmez kılınmaya çalışılıyor... Oligarşi büyüdükçe yıkım da büyüyor.  

Bu terazi bu sikleti neden çekmez?

Oligarşinin tüketim çılgınlığı, üst-orta sınıf, üst-orta sınıfın tüketim düzeyi ve yaşam biçimi de orta sınıf tarafından taklit edilince, devasa bir israf ve yıkım tablosu ortaya çıkıyor. İronik ve çelişik görünse de yoksul çoğunluk da orta sınıfı taklit edebileceği kuruntusu ve yanılsamasıyla malûl... Bu günkü üretim ve tüketim düzeyi bile bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarmış iken, bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir? Eğer geçerli eğilimler – küresel eşitsizlik, kaynaklara sahip olma yarışı ve ekolojik bozulma- yol almaya devam ederse, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmaz. Dünya nüfusunun 2050’de  9 milyar sınırına yaklaşacağı tahmin ediliyor. 9 milyar insanın yaşadığı bir dünya ekolojik bir fekaleti yaşamadan varlığını nasıl sürdürebilir? Mesela 9 milyar insanın yaşadığı bir dünya’da karbon gazı salınımı ne düzeye çıkar? Hâlihazır durumda bir Amerikalı bir Afrikalıdan 18 kat fazla enerji kullanılıyor, dolayısıyla karbon gazı emisyonu ortaya çıkarıyor. Demek ki, zengin Batılı ülkelerin üretimlerini, tüketimlerini ve karbon gazı emisyonunu azatlmaları gerekiyor. Elbette Çin ve Hindistan gibi yükselen ülkeler denilenlerin de daha ölçülü ve sorumlu davranmaları şart.

1970-2011 aralığında dünya ekonomisi ortalama %3.4 oranında büyüyerek dörde katlandı.  Eğer aynı oranda büyüme devam ederse- ki imkânsız görünüyor- 2050 yılında tekrar dört kat daha artmış olacak. Başka türlü söylersek, üretim 2050 yılında 1970’deki düzeyin sekiz katına çıkacak... Uzmanların ağzına bakılırsa bu böyle sürüp gidecek. Dün olan yarın da olacak! Eğer dünyanın kaynakları sınırsız olsaydı, belki bu mümkün olurdu ama herhalde arzulanır bir şey olmazdı... Zira asıl zenginlik maddi olan değildir... Enerji, stratejik madenler ve biyolojik çeşitlilik stoğu bu günkü büyüme çılgınlığını sürdürmeye müsait değil. Zira insanlık kaynakların fizikî sınırına ulaşmış bulunuyor. Her halde bunun en açık göstergesi iklim değişikliği... Sadece emperyalist Batı’da değil, yükselen ülkelerde de üretim artışını sürdürmek artık zorlaşmış görünüyor. Çinde her yıl kentleşme ve çölleşme sonucu 1 milyon hektar toprak kayboluyor. Biyolojik çeşitlilik hızlı bir tempoyla yok oluyor. İklim değişikliği içme ve kullanma suyunu kıtlaştırıyor, kuraklık yayılıyor, su baskınları artıyor... Atmosferin ısınması kaldığı yerden devam ediyor. Bir araştırmaya göre 2040 yılında Asya ve Afrika’da atmosfer 2 derece daha ısınmış olacak. Bunun neden olacağı sorunları düşünmek bile ürpertici... O halde ekonomik büyümenin emperyalist ülkelerde gerilemesi, yükselen ülkelerde yavaşlaması, en yoksullarda da durması ihtimali yüksek bir olasılık gibi görünüyor.

Velhasıl 9 milyar insanın Batı yaşam standardında yaşaması imkânsız. O halde şöyle bir soru akla gelecektir: Ekolojik felakete yol açmadan 9 milyar insanı insanca yaşatacak yaşam standardı ne olabilir? Herhalde bu ABD, Batı Avrupa ve Japonya’daki standart olamaz. Bir bütün olarak küresel oligarşi kendiliğinden bu yıkımdan vazgeçmeyecektir. O halde insanlığın geleceğini kurtarmak, riskleri önlemek, insana yaraşır bir dünya kurmak, geçerli egemenlik ve sömürü ilişkilerine son vermeden mümkün olmaz. Velhasıl kapitalizmden vakitlice kurtulmak acil bir gereklilik olarak kendini dayatmış görünüyor. Başka türlü söylenirse, insanlığın geleceğini ancak komünist toplum perspektifine endeksli sosyal-politik-kültürel, radikal bir devrim  kurtarabilir ve bu mümkün... Bu yazıyı, Antonio Gramsci’nin  11 Şubat 1917’de La citta futura’ da yayınlanan “Tarafsızlar” başlığını taşıyan yazısından bir alıntıyla bitirelim: “  Tarafsızlardan nefret ediyorum. Bana göre de  Friedrich Hebbel*’in dediği gibi, ‘yaşamak direnmektir’... Bir insan direnmeden ve gerçek yurttaş olmadan gerçek insan da olamaz... Yaşıyorum çünkü direniyorum. Bu yüzden direnmeyenlerden nefret ediyorum, bu yüzden tarafsızlardan nefret ediyorum”... Elbette ancak direnmekle, mücadeleyle bir şeyler kazanılabilir ama direnmenin, mücadelenin yöntemi de son derecede önemlidir. İşçi sınıfı mücadeleyi düzen sınırları dahilinde yürütme tercihi yaparak tarihi bir hata yaptı. Şimdilerde de mücadele daha çok kültüralist bir zemine çekilmiş görünüyor. İşte insan hakları mücadelesi, kimlik hakları için mücadele, ücretleri artırma mücadelesi, vb... Bin yıl insan hakları mücadelesi yapsanız, bin yıl kimlik mücadelesi yapsanız, bin yıl ücretleri artırma mücadelesi yapsanız ne değişir?.. Ücretli kölelik sistemi yerli yerinde durdukça... Bu güne kadar ne, ne kadar değişti? Asla unutulmamalıdır ki, kapitalizm reforme edilebilir bir sistem değildir...

*Alman şair ve dramaturg.

05 Nisan 2013

Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?


Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?

Fikret Başkaya*

Özelleştirme [privatisation], neoliberal saldırının üç sloganından biri. Diğer ikisi  serbestleştirme [libéralisation] ve kuralsızlaştırma [déréglementation]. Özelleştirme kamu mallarının, kamuya ait işletmelerin özel sermayeye, kapitalistlere satılması,  devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin de özel sektöre havale edilmesi demek. Velhasıl tüm bu alanların meta kategorisine indirgenmesi, metalaştırılması, paralılaştırılması, kâr etmenin hizmetine sunulması demek. Aslında asıl söz konusu olan, topluma/kamuya [socium‘a] ait varlıkların ve değerlerin kapitalistler tarafından yağmalanmasıdır... İşe önce bizde bir zamanlar KİT [Kamu İktisadi Teşebbüsleri] denilen, kamuya ait işletmelerin satışıyla başlandı. Fakat önce özelleştirmenin neden gerekli, neden vazgeçilmez olduğuna insanların inandırılması gerekiyordu.

Bu amaçla ünlü iktisat profesörleri, “konunun uzmanları”, bilimi kendinden menkûl zevat sahaya sürüldü. Gazete köşelerine çöreklendirildiler, televizyon ekranları özelleştirmecilere sonuna kadar açıldı. Her akşam neden özelleştirmek gerektiği, özelleştirmenin nasıl hârikalar yaratacağına dair tartışma programları düzenlendi. Nakarat kabaca şöyleydi: Devlete ait işletmeler verimsizdir, kaynak israf ediyorlar, bütçe açığını azdırıp enflasyona ve işsizliğe neden oluyorlar. Bir kere kamu işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin “verimsizliği” bilim erbabı tarafından kanıtlanınca, artık üretilen yalanı medya büyütüp yayabilirdi ve insanların üretilen yalana inanması için fazla zaman gerekmedi. Politikacıların da devreye girmesiyle iş tamam oldu... Artık ortalama insan kamu işletmelerinin ne büyük bir bela olduğuna, tüm kötülüklerin kaynağı olduğuna  inandırılmıştı.   

Oysa özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin tamamı uydurmaydı. İki nedenden dolayı: Birincisi bu tür işletmeler ve hizmetler başlangıçta kâr etmek amacıyla oluşturulmazlar. Ekonomik kalkınma, kamu sağlığı,  sosyal refah gibi amaçların gerçekleşmesi için kurulurlar, orada kapitalist mantık dışı kaygılar ve amaçlar söz konusudur; Ve ikincisi, verimlilik kavramıyla ilgilidir. Bir kurum, bir hizmet kimin için verimlidir? Verimlilikten ne anlaşılması gerekir? Mesela 1930’lu yıllarda Karabük Demir Çelik Fabrikaları kâr amacıyla kurulmuş değildi. Ekonominin sağlıklı gelişmesi için gerekli görüldüğü için kurulmuştu. Aynı şekilde 1970’li yıllarda Et ve Balık Kurumu, Zirai Donatım Kurumu vb. kâr amacıyla kurulmadılar. Dolayısıyla bir işletme veya bir hizmet kamunun elinde zarar eder, özel sektörün elinde kârlıdır demek saçmadır. İstenirse bir işletme “verimli” bir şekilde kullanılabilir. Nasıl kullandığınıza bağlı olarak. Zira kamu işletmelerini yönetenler başka dünyadan gelmiyor, başka bir kumaştan yapılmış da değillerdir... Asıl saçmalık bir kamu hizmetinin bir kâr aracına dönüştürülmesidir. Aksi halde insanlardan neye onca vergi alınıyor sorusu akla gelir... Tabii hala birazcık akıl kalmışsa. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor ve buna rağmen kamu hizmetleri ve sosyal hizmetler de dahil, her şey özelleştiriliyor. Bu işte bir yanlış yok mu? Bu sefil durum neden sorun edilmiyor. Kaldı ki, kapitalist için kârlı olan herkes için iyidir anlayışı saçmadır. Eğer verimlilik eşittir kâr anlayışı geçerliyse, çelişkiden yakayı kurtarmak mümkün değildir.

Bu anlayış daha baştan kavramın kendinde [ contradiction dans le terme] bir çelişki barındırıyordu. Zarar eden, “verimsiz”  bir işletmeyi yegane amacı azami kâr olan bir kapitalist satın alır mıydı? Siz kapitalist olsaydınız satın alır mıydınız? Sorun verimlilik-verimsizlikle ilgili değildi. Asıl amaç “yapısal kriz” koşullarında değerlenme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmakla ilgiliydi ve o alan açıldı... Özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerden biri de söz konusu işletmeleri rekabete açmaktı. Zira rekabet “etkinliğin” vazgeçilmezi sayılıyor. Mesela Tüpraş neredeyse tuz-sabun parasına, belki bir kaç yıllık kârına eşit bir fiyattan satılınca rekabete açılmış mı oldu? Daha önce bir devlet tekeli olan, bir özel sektör tekeline dönüştü. Hangi babayiğit Tüpraş gibi bir işletmenin karşısına dikilip, onunla rekabet edebilir? O halde iki şey: Birincisi, verimsiz hiç bir işletmeyi hiç bir kapitalist satın almaz; ikincisi, zaten kârlı olan işletme özelleştirmenin hemen ardından işçilerin en az üçte birinin işine son verir. Azami kârın bir gereği olarak... Fakat ona işten atmak denmez, “esneklik” denir...

Tabii bir başka önemli sorun da özelleştirilen [ sermayeye peşkeş çekilen] işletmelerin değerinin nasıl saptanacağıyla ilgilidir. Zira satılacak olan domates, biber değil ki, bilinen bir fiyatı yok. Tabii fiyat tespiti için emperyalist ülkelerin “uzman kurumlarına” milyonlarca dolar ödenmesi ayrı bir kepazelikti... Fakat satılan işletmelerin fiyatı ekseri alıcılar tarafından belirleniyor. Eğer özelleştirmeci bir iktidar varsa, zaten fiyat teferruattır. Böylece kamu kaynaklarıyla, yurttaşlardan toplanan vergilerle oluşturulmuş kamu işletmelerinin yerli/yabancı sermaye tarafından yağmalanması büyük bir başarı olarak sunulabildi...

Fakat o kadarı sermaye sınıfı için yeterli olmazdı. “Verimli” hale getirmek için eğitim ve sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb. de özelleştirme kapsamına alınıp, sermayeye peşkeş çekilmeliydi ve çekildi. Artık kimse bunların “verimliliğinden”, “kârlılığından” şüphe etmiyor. Şimdilerde tüm kamu hizmetleri sermayenin etkinlik alanı haline getirildi, metalaştırıldı, paralılaştırıldı, amaçlara ve varlık nedenlerine yabancılaştırıldı. Giderek üniversiteler bile birer kapitalist işletmeye, öğrenciler de müşteriye dönüşmekte...

Kalkınma yolunda hızlı adımlarla ilerlemek, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” için, topluma ait ne varsa özelleştirilmeliydi. Özelleştirmenin bir biçimi de 49 veya 99 yıllığına kamu mallarının, kamuya, hazineye ait varlıkların kapitalistlere kiralanmasıydı... Bu, kapitalistler için kaymaklı ekmek kadayıfı gibi bir şeydi... Devlet Üretme Çiftlikleri bu yöntemle peşkeş çekildi. Sonra özelleştirme sırası yollara, köprülere geldi. Şimdilerde DDY’nin satışı gündemde ama özelleştirilmeden önce “güzelleştirilmesi” gerekiyor. Bunların kapitalistlere hediye edilmeden önce yüksek kâr edecek hale getirilmeleri, “modernize edilmeleri”, bu amaçla da kamu bütçesinden milyarca dolar harcanması gerekiyor. Aksi halde aşırı kâr mümkün olmaz...

Gazetelere yansıyan haberlere göre sıra milli parklara gelmiş ama ona özelleştirme demiyorlar. Haber şöyle: “Milli Parklar İmara açılıyor”. Tabii imar iyi bir şey, Arapça ümrân’da türeme, “şenlendirme, bayındır hale getirme” demeye geliyor. Şenlendirmeye kim karşı çıkabilir? Eğer bu operasyonu haber yapan gazeteci, işin esasından haberdar olsaydı ve ikiyüzlülüğü sevemeyen biri olsaydı, nasıl bir başlık atması gerekirdi? Kimbilir belki şöyle: “Kamu mallarının yağmalanma sırası Milli Parklar’a geldi...” Yine yakın tarihte Bodrum’da bir belediye parkının özelleştirildiğine dair haberler yayınlandı.
Kamu işletmeleri, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, yollar, köprüler, koylar, göller, denizler, ormanlar, yerin altı ve üstü, su, belediye hizmetleri, parklar, müzeler... velhasıl toplumca ortak sahiplenilmesi, kullanılması gereken her şey dar bir oligarşinin özel mülkü değilse etkinlik alanı haline geldiği bir toplumda ortak yaşam mümkün müdür? Bu sürdürülebilir bir şey midir? Orada artık yurttaş kavramının bir karşılığı var mıdır? Toplum çoğunluğunun oluşturan emekçi kitlenin Orta Çağ’ın serf’inden, reayasından, bir farkı kalır mı? Bu durumda artık havayı ne zaman ve nasıl özelleştirecekleri merak konusu demektir...

Varı-yoğu, ortak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken ne varsa dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplum ne mene bir şeydir? Böyle bir rejimin hala demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi kalır mı? Böyle bir toplumda birlikte yaşamanın, ortak yaşamın varlık nedeni kalır mı? Kimse kendini aldatmasın, eğer bu sefil ve akla zarar süreç vakitlice durdurulamazsa, ufukta görünen kâbustan başkası olamaz... Her şeyin dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplumda birey nasıl bir şeydir, orada hâlâ yurttaş kavramına yer var mıdır? Oligarşi demokrasinin inkârı olduğuna göre...

Bir tarafta oligarşik dinamikler ve süreçler hızla yol alıp kendini dayatırken, öte yanda demokratikleşiyoruz demenin bir karşılığı olur mu? Bu yolun Türkiye’yi nereye taşıyacağını sanıyorsunuz? Oligarşik iktidar hızla sınırlı demokrasi kırıntılarını da yok ediyor. Demokrasiden çok söz ediliyor da, oligarşi kavramı nedense hiç telaffuz edilmiyor. Bu size mânidar gelmiyor mu? Diktatörlük ve demokrasiye dair yüzbinlerce kitap yayınlanırken, oligarşiye dair nerdeyse tek bir kitabın bile yayınlanmamış olması tuhaf değil mi? Oligarşi bahsinde durum böyle çünkü zenginlik bir tabudur. Tabu da üzerinde konuşulması yasaklanan, yok sayılan demektir...

Eğer bir rejim tek parti rejimiyse, ki Türkiye’deki rejim muhalefet partilerinin varlığına rağmen, reel olarak bir tek parti rejimidir, zira iktidar partisi AKP, her istediği yasayı, her düzenlemeyi hiç bir engelle karşılaşmadan yapabilir durumda. İktidarı frenleyecek/dengeleyecek/denetleyecek etkin bir karşı odak yok. Dolayısıyla çok partinin varlığı denklemde bir değişiklik yaratmıyor. İktidar medyayı ve yargıyı da denetimi altına almış durumda. Zaten polisi de tam bir fütursuzlukla kullanabiliyor. Buna bir de “demokratik, laik. sosyal hukuk devleti” diyorlar... Siz öyle dediniz diye öyle olması mı gerekiyor? Böyle bir rejim söz konusuyken hala demokratikleşmeden söz etmek abesle iştigalden başkası değildir. O halde rejime demokratiklik süsü ve görüntüsü veren ne? İşte seçimler, çok parti sisteminin varlığı, “hür” medya, kuvvetler ayrılığı, vb... Oysa mevcut durumda bunların artık reel bir değeri ve karşılığı yok... Seçimler seyirciyi aldatmaya yarayan tam bir sirk oyunu, siyasi partiler tek kişi şirketine benziyor, medya da artık medya olmaktan çıkmış, oligarşinin bir parçası, iktidarın bir baskı ve yıldırma aracına dönüşmüş durumda. Her halde son yarım yüzyılda otosansürün bu kadar yaygın olduğu bir dönem hiç yaşanmadı. Bir zamanlar “dördüncü kuvvet” denilenlenden artık eser yok...Tabii kuvvetler ayrılığının da bir kıymet-i harbiyesi yok. Böyle bir rejime bir isim koymak gerekse ne demek gerekirdi? Totalitarizm size bir şeyler hatırlatıyor mu?.. O halde bir önerim var: Gelin oligarşiyi tartışalım...



* ÖZGÜR ÜNİVERSİTE http://www.ozguruniversite.org

18 Ocak 2013

ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE DAİR


Eleştirel Düşünceye Dair

Fikret Başkaya

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl   mümkün oldu? Her halde ya  gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!”  
                                                                          Santiago Rámon y Cagal

Bir seferinde bir tanıdığım: “Biz söylüyoruz bir şey olmuyor, sen söylediğinde başın belaya giriyor” demişti. “Neyi, nasıl ve ne amaçla söylüyorsun da başına bir şey gelmiyor” dediğimde, yüzüme şaşkın bakmıştı. Belli ki, ne düşünce, ne düşünce özgürlüğü, ne de eleştirel düşünceye dair hiç kafa yormamıştı... Oysa, öylesine akıldan geçen, günlük yaşamda söylenen sıradan şeyler düşünce değildir. Düşünceden söz edebilmek için, bir amaç için tasarlaması, uygun araçlara ifade edilmesi ve düşüncenin hedefine ulaşması, insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ancak hedefe ulaşıp, kitleye mâl olduğunda düşünceden söz edilebilir ki, ben buna düşüncenin gerçekleşmesi diyorum. Bertold Brecht: “Bir fikrin etkinliğinden söz edebilmek için , kimden kaynaklanıp, kime yöneldiğine bakmak gerekir” derken her halde tam da bunu kastediyordu.

Düşüncenin “gerçek düşünce” olabilmesinin koşulu, onun bu dünyada olup-biten her şeye eleştirel bakabilme istidâdır. Buna kendi de dahildir. Başka türlü söylersek, düşüncenin tutarlı olabilmesi için aynı zamanda oto-kritik olması gerekir. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, düşünsel alan iyiden iyiye bayağılaşmış, piyasacı “tek düşünce” neredeyse bir tsunami gibi tüm alanları kaplamış durumda... Eleştirel düşünce radikaldir, öyle olmak zorundadır. Olguları, süreçleri, olup-bitenleri  kavramanın bilince çıkarmanın yolu, radikal olmayı, görüntünün esiri olmamayı, velhasıl görüntünün ötesine geçmeyi varsayar. Başka türlü ifade etmek istersek, radikal olmak, sorunları kaynağında, kökeninde yakalamak, temeline inmektir.. Radikal düşünce için neden sorusunun önceliği vardır. Oysa yaygın bayağı düşünce daha çok nasıl sorusuyla yetinmekten yanadır. Radikal düşünce açıkça ve ikircikli olmayan bir şekilde, yalanı, dolanı ikiyüzlülüğü aşmayı, gerçeğin üstünü örten örtüyü kaldırmayı amaçlar. Bu da şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir. Zira adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir... Kapitalizm kavramının geçmediği bir yoksulluk tahlili mümkün müdür? Yoksulluğu yaratan kapitalizm olduğuna göre... 

Mesela bu günün dünyasında hegemonya, emperyalizm, kolonyalizm kavramlarını kullanmadan yapılan savaşla ilgili bir tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Savaşların gerisinde emperyalist hesaplar ve çıkarlar olduğuna göre... Aynı şekilde kapitalizmi ağzına almadan yapılan ekolojik tahlilin bir değeri olur mu? Eğer insanlığın yüz yüze geldiği ekolojik sorunlar kapitalist işleyişin doğrudan sonucuysa...

Eleştirel düşünce tarihselliği esas alır. Şimdilerde kapitalist sistemi, yegane mümkün toplum düzeni, insanlığın normal hâli olarak sunma ve dayatma gayretleri yaygın. İnsanların kafasına sokulmak istenen kabaca şu: Kapitalizm hep vardı, bu gün de var, gelecekte de olacak... Kapitalizm “tarihin sonudur”, alternatifi yoktur, alternatif üretmeye çalışmak da beyhûdedir! Aslında amaç belleği yok etmek, geçmişi unutturup yok saymaktır. Oysa tarih bilinci bize bu günkü durumun [hâlin], karmaşık, kompleks sosyal süreçlerin ve belirleyiciliklerin bir sonucu olduğunu, pekâlâ başka türlü de olabileceğini, bu gün olanın potansiyel olarak “mümkün” olabileceklerden sadece biri olduğunu öğretiyor. Bu gayri insani ve irrasyonel sistemin insanlığın yegane ufku olarak sunulabilmesi, ancak tarih bilincinin yokluğunda mümkün olabilir. Oysa tarih bilincinden yoksun bir insanlık mümkün değildir. Başka türlü söylersek, tüm sosyal süreçler geçicidir, tarihseldir ki, buna kapitalizm de dahildir. Nitekim kapitalizmin beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin ikiyüz yıllık, “neoliberal kapitalizm” denilenin de otuz küsur yıllık geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantezdir... Şeyleri, olguları, toplumsal süreçleri tarihsellik dışında düşünmek saçmadır. Bir zamanlar kapitalizm diye bir üretim tarzı, öyle bir toplumsal düzen yoktu ve bir zaman sonra da olmayacak. Artık tüm sürdürülemezlik emareleri belirmişken bunu söylemek de bir kehânet sayılmaz...

Eleştirel düşünce fıtraten ve doğası gereği anti-kapitalisttir. Alternatifsiz sayılıp,  dayatılan [neoiberal] kapitalizm, ekonominin özel şirketlere bırakılmasını, kamuya ait bu alanda faaliyet gösteren işletmeler varsa özelleştirilmesini, çalışma yaşamının liberalleştirilmesini, işçiyle patron arasına girilmemesini, devletin çalışma yaşamına karışmamasını, sosyal hizmetlerin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik], devletin ve belediyelerin su, elektrik, gaz, konut, ulaşım ve haberleşme, vb. kamusal mal üretiminde ve sağlanmasında rol almamasını, almışsa, bunların acilen özelleştirilmesini, sermayeden [mülk sahibi sınıflardan] alınan vergilerin olabildiğince  azaltılmasını, devlet etkinliğinin sadece güvenlik, yargı ve savunmayla sınırlandırılmasını, kredi sisteminin de özel alana terk edilmesini, bütçenin açık vermeyecek biçimde yönetilmesini, yerli yabancı sermaye ayrımı yapılmamasını ve tüm bunların da sadece teker teker ülkeler düzeyinde değil, uluslararası ilişkilerin de vazgeçilmezi sayılmasını vâaz ediyor...  Yaklaşık otuz yıllık neoliberal ekonomik ve anti-sosyal politikaların sonucu ortada: Zenginlik-yoksulluk uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması; birlikte [ortak] yaşamanın giderek daha da sorunlu hale gelmesi; derinleşen ekolojik kriz... Velhasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu... Eğer durum böyleyse bu sürecin kurbanları için “alternatifsizlik” mavalı ne demeye gelebilir?  Kaldı ki, insanın olduğu her yerde alternatifler daima vardır. Zaten politikanın bir anlamı da alternatiflerin varlığıdır...

Eleştirel düşüncenin anti-kapitalist olmasının koşulu da, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist olmayı varsayar. Zira emperyalizm ve kolonyalizm kapitalizme mündemiç [içkin] eğilimlerdir. Bu da demektir ki, kapitalizm varoldukça emperyalizm de,  kolonyalizm de varolacaktır. Bu arada kolonyalizmin kültürel veçhesini de ciddiye almak gerekir. 1980 sonrasında “Üçüncü Dünya”daki rejimlerin kompradorlaşmasıyla, kolonyalizmin yeni bir versiyonu hortladı. Batı üniversitelerinde üretilen kültür, bizimki gibi dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde büyük tahribata neden oluyor. İdeolojik hegemonyanın araçları olan,  “bilimsellik”, “evrensellik” ambalajlı “moda düşünceler”, sorgusuz sualsiz ithal edilip kullanılıyor... Dolayısıyla, ideolojik egemenliği püskürtmek hayâtî önem taşıyor...

Eleştirel düşünce “ilerlemeciliği” sorun ve mahkûm eder. Geride kalan dönemde sözde “iyimserlik” aşılayan ilerlemeciliğin her türlüsü, özellikle de teknik bilim kültü, büyük insâni, sosyal ve ekolojik yıkımlara neden oldu. Kapitalist üretim tarzının temel eğilimlerinin bir sonucu olan, daha çok üretim, daha çok tüketim, dolayısıyla “sınırsız büyüme” sarmalı, sosyal kötülükleri, ekolojik bozulmayı derinleştirdi ve bir sürdürülemezlik durumu yarattı. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında teknik bilimin yüceltilip, her derdin devası sayılmasının payı büyüktü. Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın içine sürüldüğü çıkmazdan çıkmasının yolu “ilerlemeci felsefesinin” radikal eleştirisinden ve aşılmasından geçiyor. Zira kapitalizmin yarattığı sorunlar, kendinden menkûl bir teknik bilimle aşılabilir değildir... Politik ve sosyal mahiyette çözümler gerekiyor. Elbette bunu söylemek bilim ve teknik karşıtlığı değildir. Kimilerinin alaylı bir şekilde söylemeyi adet edindiği gibi, mağaraya, kara sapana, muma, çıraya... dönmek değildir. Modernite karşıtlığı asla değildir. Şimdilerde bilim ve teknik modernitenin tarihsel rotasından çıkmış, asıl misyonuna ve varlık nedenine bütünüyle yabancılaşmış bulunuyor... Münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindeki bir bilimi ve tekniği yüceltmenin, her derdin devası saymanın ne âlemi var? Velhasıl bu tersliğin aşılması gerekiyor ki, bunu da ancak eleştirel düşünce yapabilir...  

Eleştirel düşüncenin vazgeçemeyeceği bir şey de, tarih boyunca ezilen ve sömürülen sınıfların eşitlik, adalet, özgürlük için yürüttüğü şanlı  mücadele hafızasını canlı tutmaktır. Bu konuda Gunter Holzmann şöyle diyordu: “Yarınlardaki mücadelemiz için, daha özgür, daha âdil, daha eşitlikçi, daha kardeşçe ve dayanışmacı bir dünya için, mücadele hafızamızı canlı tutmalıyız”. Zira şimdilerde sinsi ve açık bir bellek kaybı yaratma çabası, unutturma kampanyası yürütülüyor. Oysa geçmişin müthiş bir mücadele mirası var. İnsanlık tarihi en zor koşullarda bile ezilenlerin nasıl isyan ettiklerinin, nasıl itiraz ettiklerinin, nasıl baş kaldırdıklarının destansı mücadele öyküleriyle dolu. İşte o soylu mücadelelerdir ki, insanlık onurunu bu günlere taşımıştır... Aslında sosyal eşitsizliğin olduğu her yerde eşitlik için, ayrımcılığın olduğu her yerde ayırmcılığa karşı, sömürünün olduğu her yerde sömürüye karşı mücadele, insan fıtratında mündemiç olan bir şeydir. O kadar ki, toplumun sınıflara bölündüğü dönemden beri eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hiç ara vermeden devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden tarihe avcılar tarafından değil de aslanlar tarafından bakıldığında, tarihin aynı zamanda köle isyanları, köylü isyanları, işçi isyanları, boyunduruk altına alınmış hakların isyanları velhasıl tüm ezilenlerin başkaldırı tarihi olduğu görülecektir... Bu, mitolojide başı her kesildiğinde tekrar canlanan ejderha gibi, yenilgiyi asla kabullenmeyen bir mücadele geleneğidir. Söylemek istediğimizi her halde en iyi Spartakus’un: “isyan ediyorum, o halde varım” özdeyişi ifade edebilir... Elbette geçmişin soylu mücadelelerini unutmamak, belleği sürekli canlı tutmak son derecede önemlidir ama bu, geçmişte yapılan hataları yok saymak anlamına da gelmez. Aksi halde yukarıda söylediğimiz, eleştirel düşünce “bu dünyada olup-biten her şey karşısında eleştireldir” tespitinin bir değeri kalmazdı. 

Eleştirel düşüncenin gerçekten adına lâyık olabilmesi için, reel dünyadaki sorunlarla doğrudan bağ kurması ve sürekli olarak kendini yenilemesi gerekir. Zira insanlığın başına gelen belalar ekseri ölü bilgilerin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Başka türlü ifade edersek, düşüncenin dönüştürücü bir praksis olması gerekiyor ve bu niteliğinden ötürü de angaje olma zorunluluğu vardır... Bu anlamda entelektüel bir düşünce işçisidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi amaçlar ve Antonio Gramsci’nin veciz bir şekilde ifade ettiği ğibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”. Nasıl çiftçi buğday üretiyorsa, fırıncı ekmek üretiyorsa, insanların ihtiyacı olanı yaratıyorsa, entelektüel de mücadele için gerekli olan fikirleri üretendir. Gerçeğin safında ve peşinde olduğu için de, ister istemez ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında, egemenler blokunun karşısındadır. Bu yüzden egemenler katında muteber sayılmaz, düşmanı çoktur... Unutmamak gerekir ki, bu dünyada yalanla gerçek arasında bir orta yol mümkün değildir. Biraz yalan biraz gerçek mümkün olamayacağına göre... Bu da demektir ki, gerçekten ve açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların safında olmayan bir düşünür, istediği kadar bilgili olsun entelektüel sayılamaz. Zira haksız ve adaletsiz bir durum [ilişki] söz konusuysa, taraftara eşit mesafede durmak, “tarafsız kalmak” mümkün değildir. Entelektüel eleştireldir ama eleştiri de kendi başına bir amaç değildir. Eleştirinin misyonu ve varlık nedeni, varolanı eşeleyip-deşelemek, görünür ve anlaşılır kılmak, oradan hareketle de dönüştürmeyi ve değiştirmeyi potansiyel bir olasılık haline getirmektir. Başka türlü söylersek, eleştirel düşünce alternatif düşüncedir, mevcut olanı aşmayı amaçlar...

Şimdilerde az sayıda dev sermaye tekeli insanlığın kaderini belirler durumda. Sermayenin saldırısı karşısında insanlar da sessiz ve tepkisiz değil. Saldırının olduğu her yerde elbette tepkinin olması da kaçınılmazdır ama bu kadarı sorunun çözümü için yeterli değildir. Bölük- pörçük, birbirinden kopuk, ortak bir vizyona ve perspektife sahip olmayan, bir alternatif toplum projesinden mahrum “sosyal hareketlerin”, “sivil toplum örgütü” denilenlerin taşı yerinden oynatması mümkün değildir. Elbette şimdilerde eksik olan eleştirel düşünce değil. Asıl eksik olan, eleştirel düşünceyle kitle eylemleri arasında tutkal işlevi görecek bütünlüklü bir perspektif, bütünleştirici bir politik proje ve örgütlülüktür. Dolayısıyla, apolitik “sivil toplum” ve “sivil toplum örgütleri“ [STK] söyleminin aşılması gerekiyor. Zira sivil toplum söylemi dahilinde faaliyet gösterenler, karşı oldukları, mücadele ettikleri, şikayet ettikleri durumu yaratan gerçek nedenleri sorun etmiyorlar. Oysa, şeylerin  gerçek nedenlerini sorun etmeden, bölük- pörçük, “kısmî” mücadelelerle bir şeyler kazanmak, taşı yerinden oynatmak mümkün değildir…

Neoliberal saldırı insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam ederken, bu saldırıyı sorun etmeyen bir insan hakları mücadelesi ne kadar etkili olabilir?  Kapitalizmi sorun etmeden işsizlikle mücadele edilebilir mi? Hayır kurumlarıyla yoksulluğun üstesinden gelinebilir mi? Bu tür çabalar sadece sorunu ertelemeye, insanları oyalamaya yarar. Radikal yaklaşımsa, işe neden yoksulluk var sorusunu sorarak başlar... Militarizme, neokolonyalizme, emperyalizme ve bunların gerisindeki kapitalizme karşı çıkmadan “ben savaş karşıtıyım”, “barış istiyorum” demenin bir anlamı olabilir mi? Savaşı çıkarmakta çıkarı olanlardan barış beklemek abes değil midir? Son on yıllarda hükümetlere ve burjuva partilerine yapılan “barış” çağrılarından bir sonuç alındı mı? Mesela son dönemde dayatılan iş piyasasındaki taşeronlaştırmayı, neoliberal kapitalizmi sorun etmeden defetmek mümkün müdür? Neoliberal saldırıyı sorun etmeden şimdilerde “iş kazası” denilen cinayetleri önlemek mümkün müdür? Toplumun varı yoğu özelleştirme adı altında yağmalanır, talan edilirken, nerdeyse her dereye HES’ler kurulurken, bu saldırı hukuk yoluyla, danıştaya dava açılarak püskürtülebilir mi? Politik bir saldırıyla karşı karşıya olunduğuna göre... Yasaları yapanlarla çekleri imzalayanlar aynı güç ve iktidar odakları olduğuna göre... O halde sosyal mücadelelerin politikleştirilmesi, yeniden sınıf mücadelesi rotasına oturtulması, kapitalizmi aşmaya yönelik radikal bir perspektif dahilinde bütünleştirilmesi gerekiyor...

http://www.ozguruniversite.org 


05 Haziran 2012

YALAN!!!


Yalan!!!

Fikret Başkaya

Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur, teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her yalan hakikâttir...

Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğmaya karar veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun devamı için son derecede işlevseldir...

Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bulunduğu, bombanın içi çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse,  bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu şirketlerinin evet demesi mümkün değildir...

Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yıkım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi...

Suriye’de özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [ AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa rejimi çökertmek için  bu durumu fırsat saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm...

Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri,  kadınları, çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi  hunharca ketleden katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın parası, emperyalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz?  Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var...

Annan Planı bir oyundu...

Suriye’yi çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban ki-Moon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi kesmesi değil midir? Tek taraflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık “insânî yardım”, “insânî müdahale”  cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...

Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor

AKP hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin,  AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak  ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir şey değil midir?

Muhalefet Suriye konusunda sınıfta kaldı...

Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşünüyorsa, buna belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememenin mazereti olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...
http://www.ozguruniversite.org