Oligarşi dünyayı ve yaşamı yok ediyor...
Fikret
Başkaya
“Düşmanlarınızdan korkmayın: en kötüsü sizi öldürürler,
dostlarınızdan çekinmeyin: en kötüsü size ihanet ederler, lâkin tarafsızlardan
çekinin: zira kötülük dünyaya onların sessiz onayı sayesinde yayılıyor.”
Bruno
Yarensky
Geçtiğimiz günlerde gazeteler,
İstanbul’a üçüncü hava limanı yapılacağı, bu işin Cengiz-Kolin- Mepa- Kalyon
sermaye grupları ortak girişimine 22 milyar 152 milyon euro’ya ihale edildiği, bunun
Cumhuriyet tarihinin en büyük ihalesi olduğu, limanın 100 milyon yolcu
kapasitesiyle dünyanın en büyüğü olacağı, 3 bin 500 hektarlık alana inşa
edileceği, dış dokusunun Edirne’deki Selimiye Camii’nin İslam-Osmanlı
motiflerinden esinlenerek dizayn edildiği, terminal binasının yeşil olacağı,
limanın üçüncü köprüyle aynı sürede bitirileceği... haberini veriyorlardı.
Bu haber pekâlâ şöyle de verilebilirdi:
%80’i ormanla kaplı alana inşa edilecek olan 3. İstanbul hava limanının yapımı
için 1 milyona yakın ağaç kesilecek, doğal bitki örtüsü yok edilecek, sayıları
70 kadar olan göl, gölet, gölcük, bölgede yaşayan kuş türleri, tüm canlılar ve
tarım alanları yok olacak, heyelan riski
artacak ve bir bütün olarak canlı yaşam yok olacak. Derelerden İstanbul’a içme
suyu taşıyan barajlara zehirli su akacak, uçak ve otomobil trafiğindeki devasa
artış müthiş bir kirlenmeye neden olacak, kaza riski büyüyecek, atmosferin
ısınması ve iklim değişikliği derinleşecek, bölgenin ekosistemi geri dönüşü
olmayan bir şekilde bozulacak, İstanbul daha da yaşanmaz hale gelecek... Ve bu
yıkım ve yok etme projesinin faturası asıl vergiyi ödeyenlere çıkacak...
O halde soru 1: Medya haberi neden böyle
değil de baştaki gibi veriyor? Cevap çok basit çünkü medya dünyaya ihaleyi alan
sermaye grupları tarafından bakıyor... Kâr hırsıyla gözü dönmüş, başkaca hiç
bir kaygı taşımayan, taşıması asla mümkün olmayan sermaye baronlarından insana
ve canlı yaşama saygı beklemek abesle iştigal olurdu? Aksi halde tam bir yıkım,
akıl almaz bir saçmalık olan böyle bir proje hakkında kamuoyunu uyaracak
biçimde, gerçeğin haberinin verilmesi gerekirdi. Ve soru 2: Neden akademi ve “
aydınlar” cenahından ve muhalefet cephesinden yeteri kadar ses çıkmıyor? Bunun
tam bir skandal olduğu dillendirilmiyor? Bu soruyu cevaplamadan önce bir
anektod: Galiba 1886 yılında olacak, Londra’da genç sosyalistler Friedrich
Engels’i bir konferansa davet ediyorlar. Engels’in sunumunun ardından sorulara
geçiliyor. Gençlerden biri Engels’e: “ Efendim,
İngiliz işçi sınıfı, kolonyalizm siyaseti hakkında ne düşünmektedir”
şeklinde bir soru yöneltiyor. Engels’in cevabı şöyle: “ İngiliz işçi sınıfının hangi konuda bir fikri var ki, kolonyalizmi de
sorun etsin”. Bizde akademinin bu güne kadar hangi temel soruna dair bir
fikri vardı da gündeme gelen skandalı ve yıkımı sorun edecek? Şimdilerde
akademi mensupları daha çok Saidi Nursi sempozyumları türü etkinliklere
odaklanmış durumda...
Aslında sorun büyüme, kalkınma,
ilerleme, refah, vb. ile ilgili temel bir yanlıştan ve yanılsamadan
kaynaklanıyor. Geçerli hâkim anlayışa göre, üretimdeki her artış her zaman ve
her koşulda mutlaka olumlu bir şey sayılıyor. Yeni olan her şey iyidir
saplantısı geçerli... Oysa bir şey üretmek doğadan bir şey eksiltmeden ve kirletmeden
mümkün değildir. O halde üretimin ve tüketimin doğanın dengesini bozmayacak, kendini
yenilemesini tehlikeye atmayacak düzeyde tutulması, sorumlu, duyarlı, özenli
bir rota izleme zorunluluğu var. Zira her şey gibi dünya da sınırlı ve belirli
bir eşik aşıldığında bizzat canlı yaşamın tehlikeye girmesi kaçınılmaz... Onun
için büyüme, kalkınma, ilerleme gibi kavramların büyüsünün bozulması, acil bir
zorunluluk haline gelmiş bulunuyor. Mâlum ekonomik büyüme GSYH [gayri safi
yurtiçi hasıla] ile ölçülüyor. GSYH [ kabaca milli gelir] artışı da kalkınma ve
refahla özdeş sayılıyor. Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü, ne gibi sonuçlar
ortaya çıkardığı, nasıl bölüşüldüğü hiç bir zaman sorun edilmiyor. GSYH
göstergesi, üretimin neden olduğu doğa tahribatını dikkate almıyor. Zira her
GSYH artışı biyosferin dengesini bozucu sonuçlar ortaya çıkarıyor. Üretim ve
tüketimdeki her artış, her ekonomik büyüme mutlaka “iyi bir şeydir”
saplantısından vakitlice kurtulmak şart. Zira belirli bir sınır aşıldığında
sadece doğa tahribatı derinleşmekle kalmıyor, beklenen refah artışı da
gerçekleşmiyor. Sadece refah artışı da değil, her zaman istihdam artışı da
gerçekleşmiyor...
GSYH [milli gelir] artışı, toplumsal
eşitsizliği gizliyor. Milli gelir dolayısıyla toplam zenginlik artarken, geniş toplum
kesimlerinin yoksullaşması kaçınılmazdır ve kapitalizm geçerliyken başka türlü
olması mümkün değildir... Zira sermaye mutlak ve göreli yoksulluğu büyütmeden
yol alamaz. Dolayısıyla ortalama gelir artışı [aritmetik ortalama] herkesin
durumunun iyileştiği anlamına gelmez. Bu yüzden şahsen kişi başına düşen milli gelir
yerine, kişi başına düşmeyen milli gelir denmesinden
yanayım... 2012 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kişi başına düşen gelirin
yaklaşık 10 bin 500 dolar olduğu söyleniyor. Eğer gelir eşit bölüşülseydi, 4
kişilik bir ailenin yıllık gelirinin 42.000 dolar, ya da 75.000 TL olması
gerekirdi. Oysa asgari ücret 773 TL. ve 15 milyon insan yoksullukla
cebelleşiyor. Küçük bir azınlık milli gelirin büyük bir bölümüne el koyuyor.
Ekonomik büyüme sermaye sahibi azınlığı
ve bir bütün olarak oligarşiyi daha da zenginleştirirken, geniş kitleleri
yoksullaştırıp, doğa tahribatını derinleştiriyor ve canlı yaşamı tehlikeye atıyor.
Özellikle 1980 dönemeciyle neoliberal küreselleşmenin dayatıldığı yaklaşık son
30 yılda, artık tüm gösterge ışıkları kırmızıya dönmekte. Küresel oligarşi
giderek zenginliğin daha büyük bölümüne el koyuyor. Dünya’nın en zengin %1’i
gelirin %14’nü alırken en yoksul %20’ye sadece %1’i düşüyor. En zengin 200
kişinin 2.7 trilyon dolarlık serveti var, bu miktar 3.5 milyar insanın
gelirinden fazla... 3.5 milyar insanın toplam geliri 2.2 trilyon dolar... Dünya’da
1226 dolar milyarderi ve 29 milyon dolar milyoneri var. Milyarderlerin 425’i,
milyonerlerin de %42’si [12 milyon 160 bin] ABD’de. Artık oligarşi küresel ve
milyarder ve milyonerlerler de her yerde... Dolayısıyla ortak çıkarlara sahip
bir milyarderler ve milyonerler enternasyonalinden söz etmek mümkün. Bu
oligarşilerin birbirlerine, ait oldukları toplumlardan daha yakın olduğunu
söylemekte bir sakınca yoktur... Çin milyonerler sıralamasında ikinci sırada.
Çinde 1 milyon milyoner var. Toplamın %3.4’üne
sahip. Onu Hindistan, Brezilya ve Türkiye takip ediyor. Türkiye 38 milyarderle
ligde önenli bir yere sahip... Piramidin tepesindeki dar oligarşiyi dünya
nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturan zengin orta sınıf takip ediyor. Orta sınıf
da dünya nüfusunun yaklaşık %25’ini oluşturuyor. Çoğu Güney’de [Asya, Afrika, Latin Amerika]
olmak üzere, yoksullar dünya nüfusunun %45’ini oluşturuyor ki, bu nerdeyse her
iki kişiden birinin yoksulluk içinde yaşıyor olması demek... Bir tarafta aşırı
zenginlik ve israf, diğer tarafta aşırı yoksulluk ve sefalet ve tabii zihinlere
durgunluk veren doğal çevre tahribatı... İşte büyüme, kalkınma, ilerleme
şarkılarının hâlâ yüksek sesle söylenmeye devam edildiği dünyanın manzarası
böyle...
Neden
bu kadar çok yol, köprü, konut, avm, alt-geçit, üst-geçit, hava alanı, yat
limanı, taş ocağı, termik santral, HES, vb? Bu inşaat çılgınlığı, yıkım ve yok
etme seferberliği nasıl açıklanabilir?
Neoliberal politikaların dayatılmaya
başlandığı 1980 sonrasında emekci sınıfların pazarlık gücü zayıfladı. Kârlar
artarken ücretler düştü, sosyal harcamalar ve kamu harcamaları kısıldı. Mülk
sahibi egemen sınıfla ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki gelir uçurumu
büyüdü. Fakat hepsi bu kadar değil. Zenginler kulübünde de bir değişim yaşandı.
Zenginler içinde en zenginlerin gelir ve servetinde devasa artışlar oldu. Başka
türlü ifade edersek, uygulanan anti-sosyal neoliberal politikalar sonucu bir
bütün olarak zengin sınıfın geliri artarken, en zenginlerle diğerleri arasındaki
fark büyüdü. Bir fikir vermek için mesela ABD’de, 1980 - 2000 aralığında, en
zengin %1’in ulusal gelirden aldığı pay % 8’den %16’ya yükseldi. Oysa zengin
%10’un ulusal gelirden aldığı pay aynı dönemde %25’den %27’ye yükseldi. Bu
eğilim sadece emperyalist ülkeler için değil, Çin, Hindistan gibi “yükselen
ülkeler” için de geçerliydi. Tabii Türkiye ve benzerlerinde de... Çinde 2003’de sadece 3 milyarder var iken
2009’da 130 dolar milyarderi vardı. Çin’de100 bin doların üstünde gelire sahip
24 milyon insan var. Hindistan’da 1998’de en zengin 100 kişi ulusal gelirin %0
4 ünü [binde dördü] alıyorken, 2009’de %25’ini alıyordu...
Oligarşinin elinde devasa bir sermaye
birikti ve sendikaların etkisizleştirildiği, ücretlerin bastırıldığı, sosyal
harcalamaların budandığı koşullarda, emekçi çoğunluğun satın alma gücü zayıfladı.
Başka türlü ifade edersek, talep geriledi. Böylesi bir ortamda önce kamu
[devletler], ardından da bireyler [aileler] borçlandırıldı. Buna rağmen
kapitilast sınıfın elinde yeterince “değerlendirilemeyen” bir sermaye fazlası
var. Başka türlü söylersek, değersizleşme riskini bertaraf etmek gerekiyor. İşte
diğer alanlarda talebin yeteri kadar artmadığı koşullarda inşaat, madencilik,
enerji... sektörleri sermaye için bir çıkış yolu olarak görülüyor. Aslında
inşaat sektörüne yüklenmek, bütçeyi, kamu kaynaklarını yağmalamak anlamına
geliyor. Bedeli vergi veren yoksullar ödüyor... Başka türlü söylenirse, daha
çok vergilerle finanse edilen bir sektör. İç tasarruflar yetersiz olduğu için
bu alandaki yatırımlar dış borçla finanse ediliyor. Fakat bu yöntemle finanse
edilen, yol, köprü, konut, HES... döviz yaratmadığı, iç piyasaya dönük
yatırımlar olduğu için, belirli bir eşik aşıldığında kriz kaçınılmazdır...
Nitekim Nisan 2013 itibariyle Türkiye’nin dış borcu 340 milyar dolar sınırını
aşmış bulunuyor. AKP, iktidar olduğu 10 yıllık dönemde borçları % 162 oranında
artırarak bir rekora imza attı ama IMF’ye olan borçları ödemekle, dahası IMF’ye
borç vermekle öğünüyorlar... İnsanları daha ne kadar aldatabilirler? Yalanı
daha ne kadar sürdürebilirler?
Uygulanan neoliberal politikalar sadece toplumsal kutuplaşmayı büyütüp, gelir
dağılımı dengesizliğini, insânî-sosyal kötülükleri derinleştirmekle kalmıyor.
Doğa tahribatını da büyütüyor, ekolojik dengeler hızlı bir tempoyla bozuluyor.
Artık doğa akıl almaz bir saldırıyla karşı karşıya ve bu yıkım büyüme,
kalkınma, ilerleme... adına meşrulaştırılıp, dayatılıyor, görünmez kılınmaya
çalışılıyor... Oligarşi büyüdükçe yıkım da büyüyor.
Bu
terazi bu sikleti neden çekmez?
Oligarşinin tüketim çılgınlığı, üst-orta
sınıf, üst-orta sınıfın tüketim düzeyi ve yaşam biçimi de orta sınıf tarafından
taklit edilince, devasa bir israf ve yıkım tablosu ortaya çıkıyor. İronik ve
çelişik görünse de yoksul çoğunluk da orta sınıfı taklit edebileceği kuruntusu
ve yanılsamasıyla malûl... Bu günkü üretim ve tüketim düzeyi bile bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarmış
iken, bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir? Eğer geçerli eğilimler – küresel
eşitsizlik, kaynaklara sahip olma yarışı ve ekolojik bozulma- yol almaya devam
ederse, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmaz. Dünya nüfusunun 2050’de 9 milyar sınırına yaklaşacağı tahmin
ediliyor. 9 milyar insanın yaşadığı bir dünya ekolojik bir fekaleti yaşamadan
varlığını nasıl sürdürebilir? Mesela 9 milyar insanın yaşadığı bir dünya’da
karbon gazı salınımı ne düzeye çıkar? Hâlihazır durumda bir Amerikalı bir
Afrikalıdan 18 kat fazla enerji kullanılıyor, dolayısıyla karbon gazı emisyonu
ortaya çıkarıyor. Demek ki, zengin Batılı ülkelerin üretimlerini, tüketimlerini
ve karbon gazı emisyonunu azatlmaları gerekiyor. Elbette Çin ve Hindistan gibi
yükselen ülkeler denilenlerin de daha ölçülü ve sorumlu davranmaları şart.
1970-2011 aralığında dünya ekonomisi
ortalama %3.4 oranında büyüyerek dörde katlandı. Eğer aynı oranda büyüme devam ederse- ki
imkânsız görünüyor- 2050 yılında tekrar dört kat daha artmış olacak. Başka
türlü söylersek, üretim 2050 yılında 1970’deki düzeyin sekiz katına çıkacak... Uzmanların
ağzına bakılırsa bu böyle sürüp gidecek. Dün olan yarın da olacak! Eğer
dünyanın kaynakları sınırsız olsaydı, belki bu mümkün olurdu ama herhalde
arzulanır bir şey olmazdı... Zira asıl zenginlik maddi olan değildir... Enerji,
stratejik madenler ve biyolojik çeşitlilik stoğu bu günkü büyüme çılgınlığını
sürdürmeye müsait değil. Zira insanlık kaynakların fizikî sınırına ulaşmış
bulunuyor. Her halde bunun en açık göstergesi iklim değişikliği... Sadece
emperyalist Batı’da değil, yükselen ülkelerde de üretim artışını sürdürmek
artık zorlaşmış görünüyor. Çinde her yıl kentleşme ve çölleşme sonucu 1 milyon
hektar toprak kayboluyor. Biyolojik çeşitlilik hızlı bir tempoyla yok oluyor.
İklim değişikliği içme ve kullanma suyunu kıtlaştırıyor, kuraklık yayılıyor, su
baskınları artıyor... Atmosferin ısınması kaldığı yerden devam ediyor. Bir
araştırmaya göre 2040 yılında Asya ve Afrika’da atmosfer 2 derece daha ısınmış
olacak. Bunun neden olacağı sorunları düşünmek bile ürpertici... O halde
ekonomik büyümenin emperyalist ülkelerde gerilemesi, yükselen ülkelerde
yavaşlaması, en yoksullarda da durması ihtimali yüksek bir olasılık gibi
görünüyor.
Velhasıl 9
milyar insanın Batı yaşam standardında yaşaması imkânsız. O halde şöyle bir
soru akla gelecektir: Ekolojik felakete yol açmadan 9 milyar insanı insanca
yaşatacak yaşam standardı ne olabilir? Herhalde bu ABD, Batı Avrupa ve
Japonya’daki standart olamaz. Bir bütün olarak küresel oligarşi kendiliğinden
bu yıkımdan vazgeçmeyecektir. O halde insanlığın geleceğini kurtarmak, riskleri
önlemek, insana yaraşır bir dünya kurmak, geçerli egemenlik ve sömürü
ilişkilerine son vermeden mümkün olmaz. Velhasıl kapitalizmden vakitlice
kurtulmak acil bir gereklilik olarak kendini dayatmış görünüyor. Başka türlü
söylenirse, insanlığın geleceğini ancak komünist toplum perspektifine endeksli
sosyal-politik-kültürel, radikal bir devrim kurtarabilir ve bu mümkün... Bu yazıyı,
Antonio Gramsci’nin 11 Şubat 1917’de La citta futura’ da yayınlanan “Tarafsızlar” başlığını taşıyan yazısından bir alıntıyla bitirelim: “ Tarafsızlardan
nefret ediyorum. Bana göre de Friedrich
Hebbel*’in dediği gibi, ‘yaşamak direnmektir’... Bir insan direnmeden ve gerçek yurttaş
olmadan gerçek insan da olamaz... Yaşıyorum
çünkü direniyorum. Bu yüzden direnmeyenlerden nefret ediyorum, bu yüzden
tarafsızlardan nefret ediyorum”... Elbette ancak direnmekle, mücadeleyle
bir şeyler kazanılabilir ama direnmenin, mücadelenin yöntemi de son derecede
önemlidir. İşçi sınıfı mücadeleyi düzen sınırları dahilinde yürütme tercihi
yaparak tarihi bir hata yaptı. Şimdilerde de mücadele daha çok kültüralist bir
zemine çekilmiş görünüyor. İşte insan hakları mücadelesi, kimlik hakları için
mücadele, ücretleri artırma mücadelesi, vb... Bin yıl insan hakları mücadelesi
yapsanız, bin yıl kimlik mücadelesi yapsanız, bin yıl ücretleri artırma
mücadelesi yapsanız ne değişir?.. Ücretli kölelik sistemi yerli yerinde
durdukça... Bu güne kadar ne, ne kadar değişti? Asla unutulmamalıdır ki,
kapitalizm reforme edilebilir bir sistem değildir...
*Alman şair ve dramaturg.