Fikret Başkaya: “Bu sıradan bir kriz değil, uygarlık krizidir”
Erol Anar, Özgür Üniversite Başkanı Doç. Dr. Fikret
Başkaya ile “dunyalilar.org” adına bir söyleşi
gerçekleştirdi. Fikret Başkaya, Erol Anar’ın sorularına şöyle yanıt verdi:
Erol
Anar: Sevgili Fikret
hocam, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiǧin için ‘dunyalilar.org“ adına teşekkūr ederim.
1990’lı yılların sonlarında “Özgūr Üniversite” ve Tūrkiye Ortadoǧu Forumu Vakfı’nı birlikte yeniden kurmuş ve yaklaşık
dört yıl beraber çalışmıştık. O yılları özlūyorum. O yıllardan bu yana Özgūr
Üniversite anlamında neler deǧişti?
Çalışmalarda ne gibi gelişmeler var?
Fikret
Başkaya (FB): Özgür
Üniversite’nin ilk faaliyete geçişi, Ekim 1992. Ben 1994 yılında “Paradigmanın
İflas” adlı kitabımdan hapse girince, Özgür Üniversite bir sarsıntı
geçirdi. Hapisten çıkınca, 1996’da Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfını kurduk ve
sen kuruculardan biriydin. Ve Özgür Üniversite’yi de vakfın çatısı altına
aldık. Özgür Üniversite’nin ve Forumun başlıca dört amaç etrafında faaliyet
göstermesini amaçlıyorduk: 1. Resmi ideolojiyi ve resmi tarihi teşhir etmek, o
alandaki bağnazlığa dikkat çekmek; 2. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın
entellektüel alandaki olumsuz etkisine dair bir duyarlılık yaratmak; 3.
Emperyalizmin yeni versiyonu olan neoliberal küreselleşmeye karşı mücadele
etmek amacıyla ideolojik-entellektüel bir netleşme, bir karşı duruş yaratmaya
çalışmak; ve nihayet 4. Özellikle Sovyet sisteminin dağılmasından sonra
sosyalist-komünist toplum perspektifi ve idealindeki aşınmanın onarılmasına
katkı yapmak…
İşte bu çerçevede
ve bu amaçlar doğrultusunda, dersler, seminerler atölye çalışmaları,
konferanslar, sempozyumlar yaptık. Periyodik bir yayınımız vardı. Yüz kadar
kitap yayınladık… Merak edenler bir fikir edinmek için web sayfamız ‘ozguruniversite.org’a
bakabilirler… Bu zaman zarfından her yaştan ve meslekten on
binlerce insan Özgür Üniversite’nin etkinliklerine katıldı… İki yıl önce
Ankara’daki merkezi İstanbul’a taşıdık. Şu anda Ankara’da bir şube bulunmuyor.
Son dönemde özellikle “yaratıcı ütopya” temasına odaklanmak gibi bir niyetimiz
var…
EA: Marx’ın özellikle “1844 El Yazmaları” kitabında söz
ettiǧi yabancılaşma gūnūmūzde boyutlandı. Tūketim kapitalizminin
geldiǧi aşamada, insanları kendilerine, çevrelerine, yarattıkları
artı deǧere yabancılaştıracak araçlar da çoǧaldı. Marx’ın sözūnū ettiǧi yabancılaşmanın boyutları inanılmaz biçimde arttı.
Bu baǧlamda gūnūmūzdeki yabancılaşma sorununu nasıl deǧerlendiriyorsunuz?
FB: Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine
dayanıyor ve tabii bir yabancılaşma yaratıyor ve her ileri aşamada yabancılaşma
daha da büyüyor. Kapitalizm maddi olsun, manevi olsun, insan ve toplum
yaşamının tüm veçhelerine, tüm gözeneklerine nüfuz ediyor, dönüştürüyor,
değiştiriyor, dejenere ediyor. Tam bir tsunami gibi her şeyi kapsıyor. Canlı
olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. O kadar ki, felaketleri,
acıları, yıkımları dahi bir kâr aracı haline getiriyor… Şimdilerde kapitalizmin
yarattığı yabancılaşma, Marx’ın yaşadığı döneme göre çok daha derinleşmiş,
genelleşmiş durumda… Nerdeyse insan insanlıktan çıkmanın eşiğine gelmiş gibi…
Velhasıl, ürpertici, vahim bir tablo karşısındayız ama bu kepazeliği sorun
edenler şimdilik çok küçük bir azınlık… Artık insanlar tam birer tüketim
nesnesi haline gelmiş durumdalar. Sanki yabancılaşma kavramı durumu anlatmakta
yetersiz… Akıl almaz bir kültürel çürüme almış başını gidiyor…
2001-2002
yıllarında, Kalecik Cezaevinde, “Çığırından çıkmış bir dünya” adlı
kitabım için okumalar yaparken, Marx’ın, “Kapital”in yayınlanmamış
bölümünde (sonradan yayınlanmış tabii) bir cümleye rastlamıştım. Marx, “öyle
ki, sanki metalar birer insan satın alıcısı olarak ortaya çıkıyor”
diyordu… Bundan birkaç ay önce bir AVM’nin konfeksiyon bölümünün önünden
geçerken gördüğüm manzara, bana birden Marx’ın o söylediğini hatırlattı.
Eşyalar arasına gömülmüş insanların tavır ve hareketleri, “burada kim kimi
satın alıyor” dedirtecek cinstendi… Ve kendi kendime: “Burada iki türlü
eşya var: duran eşyalar, yürüyen eşyalar” dediğimi hatırlıyorum…
Velhasıl durum vahim. Gerçi insanların kafasında bir beyin var, ama bir şeye
yarayıp-yaramadığı artık tartışmalı… Tabii bu kepazeliğin farkında olan bir
kesim de var ve iyi ki, var. Aksi halde durumumuz iyice umutsuz olurdu…
EA: Dūnyada “sol” “ilerici” görūnūmlū hūkūmetler, hatta
“islâmi referanslı” hūkūmetler dahi neoliberalizmin uygulayıcısı durumundalar.
Özellikle Latin Amerika’da bu “sol” görūnūmlū neoliberal politikaları
hūkūmetler var, Brezilya örneǧinde olduǧu gibi. Marksist coğrafyacı Harvey “Farklı
muhalefet türlerinin birleştirilmesi daima temel önemde olacaǧını” belirtiyor. Slovakj Zizek’e göre ise
“demokratik motivasyonlara sahip taban hareketleri başarısız olmaya yazgılı
görünüyor, bu yüzden belki de en iyisi küresel kapitalizmin ‘militarizasyon’
üzerinden süregiden habis döngüsünü kırmak” gerekiyor. Sizce Neoliberal
cendereden çıkış yolu nedir?
FB: Sorduğun bu soruyla ilgili ekseri gözden kaçan bir
şey var: Sanılıyor ki, her koşulda istenen ekonomik-sosyal model uygulanabilir!
Böyle bir şey yok. Her ekonomik-sosyal model belirli sınıfsal güç dengelerine
dayanıyor. Mesela II. Dünya savaşı sonrasında adı öyle konsun, konmasın, sosyal
demokrat bir ekonomik-sosyal model geçerli oldu. O dönemde güçlü bir sendikal
mücadele vardı, sosyalist-komünist ütopya canlıydı, Sovyet sisteminin prestiji
yüksekti ve bir çekim merkezi durumundaydı, 1955 Bandung Konferansı sonrasında
sömürge halkları ayağa kalkmış, “biz de varız, yüzyıllardır uzak tutulduğumuz
sofraya dahil olmak istiyoruz” diyorlardı, sömürgeciliğin tahribatına son
vermek istiyorlardı… Velhasıl, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen sınıflar
lehine bir güçler dengesi oluşmuştu. Tabii böylesi bir güçler dengesi durumu da
kapitalizmin kuşatılması, ödünler vermek, “uyumlanmak” zorunda
kalması demekti…
Lâkin, 1979-1980
‘den başlayarak, neoliberalizmin kendini dayatmasıyla, güçler dengesi kesin
olarak sermaye lehine döndü. Dolayısıyla verili yeni güç dengesi durumunda
artık ‘ben sol, sosyal demokrat bir program uygulayacağım’ demenin bir
karşılığı yoktu… Hangi parti iktidara gelirse gelsin, yapabileceklerinin sınırı
neoliberalizm tarafından belirlenmişti. Bir fikir vermek için, Türkiye”de 16
milyondan fazla işçi (proleter) var ve bunun sadece %6’sı sendikalı… Üstelik bu
%6’nın %3’ünün toplu sözleşme hakkı yok! Sendikalarda “örgütlü” kesim 1 milyon
kadar işçiyi kapsıyor. Sendikaların %90’ı da AKP iktidarının destekçisi… Şimdi
böyle bir tablo varken kendine sosyal demokrat diyen bir partinin ne kadar
şansı olabilir?