13 Haziran 2013

"TAYYİP ERDOĞAN", NAGEHAN ALÇI'YI BİLE, "UTANDIRIYOR"!

Bir delikanlılık portresi: Tayyip Erdoğan

                                                       Nagehan Alçı
Tarifi zor bir 'erkek zorba'lığı çöktü ülkenin üzerine. Ataerkil sistemin kat kat katmerlediği kalıplar öyle büyüdü ki başka hiçbir şeye yer kalmadı sanki. Boğuluyoruz. 'Dayılanma' kültürü bir canavar gibi dört bir yanı sarıyor.
* * *


Bakınız Başbakan'a. Birkaç gündür kürsüden yaptığı açıklamalar, kullandığı üslup ve seçtiği kelimeler kaçımızın hoşuna gidiyor? Onu dinlerken kaçımız içten içe onun adına utanıyoruz? Kaçımız kendimizi avam hissediyoruz?

* * *


Ben sayının oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum. Şahsen Tayyip Erdoğan beni utandırıyor. Seçtiği bayağı kelimeler yüzümü kızartıyor. Ve bu ülkeye aidiyet hissimi zayıflatıyor.

* * *


Bu atmosferi anlamak ve egemen söylemin bugün geldiği noktanın arka planını görmek için bir kavramın üzerine daha detaylı düşünmek gerek. O kavram delikanlılık. Bugünkü problemlerin ve kısır söylemlerin altında 'delikanlılık' kavramı ve Türklerin bu kavramla kurduğu hastalıklı ilişki var. 

* * *


Başbakan'ın entelektüellik kırıntısı bulunmayan, kaba ve cahil üslubu 'delikanlılık' kavramı ile kurduğu sağlıksız ilişkinin ürünü. Sözlükte 'mert ve cesur olma, sözlerinin arkasında durma' olarak tarif edilen bu kavram maalesef bizim toprakların erkeklerinde bambaşka yerlere çekilmiş. 

* * *


'Delikanlılarımızın' ortak özelliği her koşulda ve mekanda kendilerini dış dünyaya siper etmeleri. Yaşamak için sürekli savunma pozisyonunda olmaları gerektiğini düşünüyorlar. Bu yüzden dış dünyaya kapalılar. O dünyayı düşman olarak görüyorlar. Ve kendilerini geliştiremiyorlar. Geliştiremedikleri için oldukları gibi kalmak istiyorlar. Bunu da 'bizi bozar' lafı ile özetliyorlar. Onların rutinlerine ait olmayan her şey onları 'bozuyor.' Düşünme yerine kalıplarla hareket ettiklerinden olsa gerek, o kalıpların bozulmaması için bünyeye yeni bir şey girmesini kesinlikle reddediyorlar. 

* * *


Bununla da kalmıyorlar. Hiçbir şey onları bozmasın diye onlar her şeyi bozmaya kalkıyorlar. 'Önümüze gelene bir tekme' havasında kendinden olmayanı yok etmeye girişiyorlar. Gerekirse zor kullanıyorlar. Ve tüm bunları yaparken, bir şeyi hiç yapmıyorlar: Dinlemek. Kendilerinden başka kimseyi duymak bile istemiyorlar.

* * *


Tayyip Erdoğan işte böyle bir delikanlılığın süzgecinden geçme. Son birkaç gündür yaptığı konuşmalar, içinden geldiği kültüre çok sadık olduğunu gösteriyor. 'Delikanlı'lığa uygun şekilde 'sen'li, 'ben'li konuşuyor örneğin. Aydın Doğan'a, Deniz Baykal'a 'siz' demiyor. 'Sen'li hitap kırsal kesime, cemaat toplumlarına özgü. Oysa 'siz' profesyonelliğin bir göstergesi. Ama Başbakan bundan bihaber anlaşılan. 

Yazının devamı için: http://aksam.medyator.com/2009/04/11/yazar/8808/aksam/index.html

"Nereden nereye" sorusuna yanıt için ilginç bir yazı...


06 Haziran 2013

FELSEFECİLERDEN BİR ÇAĞRI DAHA!

FELSEFECİLERDEN İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ ÇAĞRISI

Bir haftadır neredeyse bütün ülkede yaşanan; yüz binlerce insanın yıllardır biriktirdiği öfke, ezilmişlik ve “öteki’’ olma duygusunun göstergesi olarak okunması gereken eylemler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset yapma tarzını gözden geçirmesini gerekli kılan bir noktaya gelmiştir. Başbakan’ın, yüzbinlerce insanın canı gönülden katıldığı, destek verdiği olayları yalnızca küçümseyici bir dille değerlendirmesi, ülkemizde yaşanan olayların asıl nedenini göremediği ya da görse bile bu durumu bir siyasi araca çevirmek istediği kuşkusu yaratmaktadır.

İstanbul’da Taksim-Gezi Parkı’na yapılmak istenen AVM-Rezidans, Topçu Kışlası inşaat projesi vesilesiyle başlayan olaylar, bize, %50 oy çoğunluğunun ancak demokratik bir devlette anlamı olabileceğini göstermektedir. Oy çoğunluğunun insanlara ait dünya bakışını ve hayat anlayışını değiştirmek, siyasi iktidar sahiplerinin kendi hayat anlayışlarını, dünya görüşlerini dayatmak anlamına gelmeyeceği kabul edilmelidir. Masumane bir şekilde siyasi iktidarın kimi tasarruflarını protesto etmeye yönelik kitle eylemlerinin insan hakları ve demokratik yaşamın gerekleriyle bağdaşmayan bir şekilde ağır fiziksel şiddet kullanılarak bastırılmaya çalışılması kabul edilemez.

Olaylardan çıkarılması gereken en önemli ders, insanın insanca yaşaması önündeki tüm engellemelerin, yasakçı ve her şeyi belirleyen anlayışın yerine gerçek bir demokrasi anlayışının yaşama geçirilmesinin ne kadar gerekli olduğudur. Ülkemizin demokrasi tarihi olumsuz olgularla yeterince kirlidir. Ülkemizin demokrasi tarihine eklenecek yeni bir kirli sayfaya gerek yoktur. Yaşanan olaylarda medyanın takındığı görmezden gelme tutumu da oldukça düşündürücüdür.

Biz aşağıda ismi olan felsefeciler Başbakana, insan haklarını ve değerlerini yeniden yaşama geçiren kararların ve uygulamaların önünü bir an evvel açması hususunda çağrıda bulunuyoruz.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Zehragül Aşkın, Güçlü Ateşoğlu, A.Kadir Çüçen, Metin Becermen, İsmail Demirdöven, Zeynep Direk, Sadık Erol Er, H.Haluk Erdem, A.Galip, Atalay Girgin, Doğan Göçmen, Bülent Gözkan, Mustafa Günay, Taşkıner Ketenci, Yavuz Kılıç, Uluğ Nutku, Mehmet Şiray, Yaman Örs, Cengiz İskender Özkan, Mehmet Afşar Timuçin, Ali Timuçin, Cengiz Mesut Tosun, Halil Turan, Çetin Türkyılmaz, Onur Varolun, Çetin Veysal

04 Haziran 2013

FELSEFECİLER ve FİLOZOFLARDAN ORTAK "GEZİ" AÇIKLAMASI...


Filozoflar: Polis vahşeti bir an önce bitmeli



Filozoflar: Polis vahşeti bir an önce bitmeli
İstanbul'un merkezinde, Taksim'de bir parkın yıkılmasına karşı yapılan protesto gösterileri birkaç gündür, farklı toplumsal katmanlardan, farklı ideolojik görüşlerden çok sayıda insanı bir araya getiren devasa bir ayaklanma halini almıştır.

Bu ayaklanmanın nedeni iktidar partisinin ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın uzlaşmaz ve tavizsiz yaklaşımıdır.

Çoğunluğu pasif direniş gösteren bu eylemcilere polisin uyguladığı vahşet, sınırları aşmış bulunmaktadır ve kabul edilemezdir.

Çoğu eylemci yaralanmıştır ve bir kısmının durumu da ciddiyetini korumaktadır.

Bizler, bu polis vahşetinin bir an önce bitmesini talep ediyoruz.

Uluslararası örgütlerin ve demokrasi çağrısına kulak asan herkesin,anti-laik ve otoriter tavırlardan başka hiçbir ilhamı olmayan ve Türkiye'nin geleceği için beladan başka hiçbir şey getirmeyecek olan bu totaliter rejimden herkesin hesap sorması gerektiğini söylemek isteriz.

Çağrı Metnini Destekleyen ve İmzalayan Filozoflar

Slavoj Zizek

Jean-Luc Nancy

Antonio Negri

Jacques Ranciere

Jacques-Alain Miller

Gianni Vattimo

Bernard Stiegler

Etienne Balibar

Jacob Rogozinski

François David Sebbah

Rene Major

Jelica Sumic Riha

Frederic Neyrat

Simon Critchley

Jodi Dean

Peter Hallward

Marco Assennato

Ian James

Gerard Bensussan

Michael Taussig

Guillaume Sibertin Blanc

Elif Bereket/sabitfikir

 

11 Mayıs 2013

Oligarşi Dünyayı ve Yaşamı Yok Ediyor!


Oligarşi dünyayı ve yaşamı yok ediyor...

Fikret Başkaya

“Düşmanlarınızdan korkmayın: en kötüsü sizi öldürürler, dostlarınızdan çekinmeyin: en kötüsü size ihanet ederler, lâkin tarafsızlardan çekinin: zira kötülük dünyaya onların sessiz onayı sayesinde yayılıyor.”  
                                                                              Bruno Yarensky

Geçtiğimiz günlerde gazeteler, İstanbul’a üçüncü hava limanı yapılacağı, bu işin Cengiz-Kolin- Mepa- Kalyon sermaye grupları ortak girişimine 22 milyar 152 milyon euro’ya ihale edildiği, bunun Cumhuriyet tarihinin en büyük ihalesi olduğu, limanın 100 milyon yolcu kapasitesiyle dünyanın en büyüğü olacağı, 3 bin 500 hektarlık alana inşa edileceği, dış dokusunun Edirne’deki Selimiye Camii’nin İslam-Osmanlı motiflerinden esinlenerek dizayn edildiği, terminal binasının yeşil olacağı, limanın üçüncü köprüyle aynı sürede bitirileceği... haberini veriyorlardı.

Bu haber pekâlâ şöyle de verilebilirdi: %80’i ormanla kaplı alana inşa edilecek olan 3. İstanbul hava limanının yapımı için 1 milyona yakın ağaç kesilecek, doğal bitki örtüsü yok edilecek, sayıları 70 kadar olan göl, gölet, gölcük, bölgede yaşayan kuş türleri, tüm canlılar ve tarım alanları yok olacak,  heyelan riski artacak ve bir bütün olarak canlı yaşam yok olacak. Derelerden İstanbul’a içme suyu taşıyan barajlara zehirli su akacak, uçak ve otomobil trafiğindeki devasa artış müthiş bir kirlenmeye neden olacak, kaza riski büyüyecek, atmosferin ısınması ve iklim değişikliği derinleşecek, bölgenin ekosistemi geri dönüşü olmayan bir şekilde bozulacak, İstanbul daha da yaşanmaz hale gelecek... Ve bu yıkım ve yok etme projesinin faturası asıl vergiyi ödeyenlere çıkacak...

O halde soru 1: Medya haberi neden böyle değil de baştaki gibi veriyor? Cevap çok basit çünkü medya dünyaya ihaleyi alan sermaye grupları tarafından bakıyor... Kâr hırsıyla gözü dönmüş, başkaca hiç bir kaygı taşımayan, taşıması asla mümkün olmayan sermaye baronlarından insana ve canlı yaşama saygı beklemek abesle iştigal olurdu? Aksi halde tam bir yıkım, akıl almaz bir saçmalık olan böyle bir proje hakkında kamuoyunu uyaracak biçimde, gerçeğin haberinin verilmesi gerekirdi. Ve soru 2: Neden akademi ve “ aydınlar” cenahından ve muhalefet cephesinden yeteri kadar ses çıkmıyor? Bunun tam bir skandal olduğu dillendirilmiyor? Bu soruyu cevaplamadan önce bir anektod: Galiba 1886 yılında olacak, Londra’da genç sosyalistler Friedrich Engels’i bir konferansa davet ediyorlar. Engels’in sunumunun ardından sorulara geçiliyor. Gençlerden biri Engels’e: “ Efendim, İngiliz işçi sınıfı, kolonyalizm siyaseti hakkında ne düşünmektedir” şeklinde bir soru yöneltiyor. Engels’in cevabı şöyle: “ İngiliz işçi sınıfının hangi konuda bir fikri var ki, kolonyalizmi de sorun etsin”. Bizde akademinin bu güne kadar hangi temel soruna dair bir fikri vardı da gündeme gelen skandalı ve yıkımı sorun edecek? Şimdilerde akademi mensupları daha çok Saidi Nursi sempozyumları türü etkinliklere odaklanmış durumda...

Aslında sorun büyüme, kalkınma, ilerleme, refah, vb. ile ilgili temel bir yanlıştan ve yanılsamadan kaynaklanıyor. Geçerli hâkim anlayışa göre, üretimdeki her artış her zaman ve her koşulda mutlaka olumlu bir şey sayılıyor. Yeni olan her şey iyidir saplantısı geçerli... Oysa bir şey üretmek doğadan bir şey eksiltmeden ve kirletmeden mümkün değildir. O halde üretimin ve tüketimin doğanın dengesini bozmayacak, kendini yenilemesini tehlikeye atmayacak düzeyde tutulması, sorumlu, duyarlı, özenli bir rota izleme zorunluluğu var. Zira her şey gibi dünya da sınırlı ve belirli bir eşik aşıldığında bizzat canlı yaşamın tehlikeye girmesi kaçınılmaz... Onun için büyüme, kalkınma, ilerleme gibi kavramların büyüsünün bozulması, acil bir zorunluluk haline gelmiş bulunuyor. Mâlum ekonomik büyüme GSYH [gayri safi yurtiçi hasıla] ile ölçülüyor. GSYH [ kabaca milli gelir] artışı da kalkınma ve refahla özdeş sayılıyor. Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü, ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığı, nasıl bölüşüldüğü hiç bir zaman sorun edilmiyor. GSYH göstergesi, üretimin neden olduğu doğa tahribatını dikkate almıyor. Zira her GSYH artışı biyosferin dengesini bozucu sonuçlar ortaya çıkarıyor. Üretim ve tüketimdeki her artış, her ekonomik büyüme mutlaka “iyi bir şeydir” saplantısından vakitlice kurtulmak şart. Zira belirli bir sınır aşıldığında sadece doğa tahribatı derinleşmekle kalmıyor, beklenen refah artışı da gerçekleşmiyor. Sadece refah artışı da değil, her zaman istihdam artışı da gerçekleşmiyor... 

GSYH [milli gelir] artışı, toplumsal eşitsizliği gizliyor. Milli gelir dolayısıyla toplam zenginlik artarken, geniş toplum kesimlerinin yoksullaşması kaçınılmazdır ve kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir... Zira sermaye mutlak ve göreli yoksulluğu büyütmeden yol alamaz. Dolayısıyla ortalama gelir artışı [aritmetik ortalama] herkesin durumunun iyileştiği anlamına gelmez. Bu yüzden şahsen kişi başına düşen milli gelir yerine, kişi başına düşmeyen milli gelir denmesinden yanayım... 2012 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kişi başına düşen gelirin yaklaşık 10 bin 500 dolar olduğu söyleniyor. Eğer gelir eşit bölüşülseydi, 4 kişilik bir ailenin yıllık gelirinin 42.000 dolar, ya da 75.000 TL olması gerekirdi. Oysa asgari ücret 773 TL. ve 15 milyon insan yoksullukla cebelleşiyor. Küçük bir azınlık milli gelirin büyük bir bölümüne el koyuyor.
Ekonomik büyüme sermaye sahibi azınlığı ve bir bütün olarak oligarşiyi daha da zenginleştirirken, geniş kitleleri yoksullaştırıp, doğa tahribatını derinleştiriyor ve canlı yaşamı tehlikeye atıyor. Özellikle 1980 dönemeciyle neoliberal küreselleşmenin dayatıldığı yaklaşık son 30 yılda, artık tüm gösterge ışıkları kırmızıya dönmekte. Küresel oligarşi giderek zenginliğin daha büyük bölümüne el koyuyor. Dünya’nın en zengin %1’i gelirin %14’nü alırken en yoksul %20’ye sadece %1’i düşüyor. En zengin 200 kişinin 2.7 trilyon dolarlık serveti var, bu miktar 3.5 milyar insanın gelirinden fazla... 3.5 milyar insanın toplam geliri 2.2 trilyon dolar... Dünya’da 1226 dolar milyarderi ve 29 milyon dolar milyoneri var. Milyarderlerin 425’i, milyonerlerin de %42’si [12 milyon 160 bin] ABD’de. Artık oligarşi küresel ve milyarder ve milyonerlerler de her yerde... Dolayısıyla ortak çıkarlara sahip bir milyarderler ve milyonerler enternasyonalinden söz etmek mümkün. Bu oligarşilerin birbirlerine, ait oldukları toplumlardan daha yakın olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur... Çin milyonerler sıralamasında ikinci sırada. Çinde 1 milyon milyoner var.  Toplamın %3.4’üne sahip. Onu Hindistan, Brezilya ve Türkiye takip ediyor. Türkiye 38 milyarderle ligde önenli bir yere sahip... Piramidin tepesindeki dar oligarşiyi dünya nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturan zengin orta sınıf takip ediyor. Orta sınıf da dünya nüfusunun yaklaşık %25’ini oluşturuyor.  Çoğu Güney’de [Asya, Afrika, Latin Amerika] olmak üzere, yoksullar dünya nüfusunun %45’ini oluşturuyor ki, bu nerdeyse her iki kişiden birinin yoksulluk içinde yaşıyor olması demek... Bir tarafta aşırı zenginlik ve israf, diğer tarafta aşırı yoksulluk ve sefalet ve tabii zihinlere durgunluk veren doğal çevre tahribatı... İşte büyüme, kalkınma, ilerleme şarkılarının hâlâ yüksek sesle söylenmeye devam edildiği dünyanın manzarası böyle...

Neden bu kadar çok yol, köprü, konut, avm, alt-geçit, üst-geçit, hava alanı, yat limanı, taş ocağı, termik santral, HES, vb? Bu inşaat çılgınlığı, yıkım ve yok etme seferberliği nasıl açıklanabilir?

Neoliberal politikaların dayatılmaya başlandığı 1980 sonrasında emekci sınıfların pazarlık gücü zayıfladı. Kârlar artarken ücretler düştü, sosyal harcamalar ve kamu harcamaları kısıldı. Mülk sahibi egemen sınıfla ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki gelir uçurumu büyüdü. Fakat hepsi bu kadar değil. Zenginler kulübünde de bir değişim yaşandı. Zenginler içinde en zenginlerin gelir ve servetinde devasa artışlar oldu. Başka türlü ifade edersek, uygulanan anti-sosyal neoliberal politikalar sonucu bir bütün olarak zengin sınıfın geliri artarken, en zenginlerle diğerleri arasındaki fark büyüdü. Bir fikir vermek için mesela ABD’de, 1980 - 2000 aralığında, en zengin %1’in ulusal gelirden aldığı pay % 8’den %16’ya yükseldi. Oysa zengin %10’un ulusal gelirden aldığı pay aynı dönemde %25’den %27’ye yükseldi. Bu eğilim sadece emperyalist ülkeler için değil, Çin, Hindistan gibi “yükselen ülkeler” için de geçerliydi. Tabii Türkiye ve benzerlerinde de...  Çinde 2003’de sadece 3 milyarder var iken 2009’da 130 dolar milyarderi vardı. Çin’de100 bin doların üstünde gelire sahip 24 milyon insan var. Hindistan’da 1998’de en zengin 100 kişi ulusal gelirin %0 4 ünü [binde dördü] alıyorken, 2009’de %25’ini alıyordu...

Oligarşinin elinde devasa bir sermaye birikti ve sendikaların etkisizleştirildiği, ücretlerin bastırıldığı, sosyal harcalamaların budandığı koşullarda, emekçi çoğunluğun satın alma gücü zayıfladı. Başka türlü ifade edersek, talep geriledi. Böylesi bir ortamda önce kamu [devletler], ardından da bireyler [aileler] borçlandırıldı. Buna rağmen kapitilast sınıfın elinde yeterince “değerlendirilemeyen” bir sermaye fazlası var. Başka türlü söylersek, değersizleşme riskini bertaraf etmek gerekiyor. İşte diğer alanlarda talebin yeteri kadar artmadığı koşullarda inşaat, madencilik, enerji... sektörleri sermaye için bir çıkış yolu olarak görülüyor. Aslında inşaat sektörüne yüklenmek, bütçeyi, kamu kaynaklarını yağmalamak anlamına geliyor. Bedeli vergi veren yoksullar ödüyor... Başka türlü söylenirse, daha çok vergilerle finanse edilen bir sektör. İç tasarruflar yetersiz olduğu için bu alandaki yatırımlar dış borçla finanse ediliyor. Fakat bu yöntemle finanse edilen, yol, köprü, konut, HES... döviz yaratmadığı, iç piyasaya dönük yatırımlar olduğu için, belirli bir eşik aşıldığında kriz kaçınılmazdır... Nitekim Nisan 2013 itibariyle Türkiye’nin dış borcu 340 milyar dolar sınırını aşmış bulunuyor. AKP, iktidar olduğu 10 yıllık dönemde borçları % 162 oranında artırarak bir rekora imza attı ama IMF’ye olan borçları ödemekle, dahası IMF’ye borç vermekle öğünüyorlar... İnsanları daha ne kadar aldatabilirler? Yalanı daha ne kadar sürdürebilirler?

Uygulanan neoliberal politikalar  sadece toplumsal kutuplaşmayı büyütüp, gelir dağılımı dengesizliğini, insânî-sosyal kötülükleri derinleştirmekle kalmıyor. Doğa tahribatını da büyütüyor, ekolojik dengeler hızlı bir tempoyla bozuluyor. Artık doğa akıl almaz bir saldırıyla karşı karşıya ve bu yıkım büyüme, kalkınma, ilerleme... adına meşrulaştırılıp, dayatılıyor, görünmez kılınmaya çalışılıyor... Oligarşi büyüdükçe yıkım da büyüyor.  

Bu terazi bu sikleti neden çekmez?

Oligarşinin tüketim çılgınlığı, üst-orta sınıf, üst-orta sınıfın tüketim düzeyi ve yaşam biçimi de orta sınıf tarafından taklit edilince, devasa bir israf ve yıkım tablosu ortaya çıkıyor. İronik ve çelişik görünse de yoksul çoğunluk da orta sınıfı taklit edebileceği kuruntusu ve yanılsamasıyla malûl... Bu günkü üretim ve tüketim düzeyi bile bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarmış iken, bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir? Eğer geçerli eğilimler – küresel eşitsizlik, kaynaklara sahip olma yarışı ve ekolojik bozulma- yol almaya devam ederse, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmaz. Dünya nüfusunun 2050’de  9 milyar sınırına yaklaşacağı tahmin ediliyor. 9 milyar insanın yaşadığı bir dünya ekolojik bir fekaleti yaşamadan varlığını nasıl sürdürebilir? Mesela 9 milyar insanın yaşadığı bir dünya’da karbon gazı salınımı ne düzeye çıkar? Hâlihazır durumda bir Amerikalı bir Afrikalıdan 18 kat fazla enerji kullanılıyor, dolayısıyla karbon gazı emisyonu ortaya çıkarıyor. Demek ki, zengin Batılı ülkelerin üretimlerini, tüketimlerini ve karbon gazı emisyonunu azatlmaları gerekiyor. Elbette Çin ve Hindistan gibi yükselen ülkeler denilenlerin de daha ölçülü ve sorumlu davranmaları şart.

1970-2011 aralığında dünya ekonomisi ortalama %3.4 oranında büyüyerek dörde katlandı.  Eğer aynı oranda büyüme devam ederse- ki imkânsız görünüyor- 2050 yılında tekrar dört kat daha artmış olacak. Başka türlü söylersek, üretim 2050 yılında 1970’deki düzeyin sekiz katına çıkacak... Uzmanların ağzına bakılırsa bu böyle sürüp gidecek. Dün olan yarın da olacak! Eğer dünyanın kaynakları sınırsız olsaydı, belki bu mümkün olurdu ama herhalde arzulanır bir şey olmazdı... Zira asıl zenginlik maddi olan değildir... Enerji, stratejik madenler ve biyolojik çeşitlilik stoğu bu günkü büyüme çılgınlığını sürdürmeye müsait değil. Zira insanlık kaynakların fizikî sınırına ulaşmış bulunuyor. Her halde bunun en açık göstergesi iklim değişikliği... Sadece emperyalist Batı’da değil, yükselen ülkelerde de üretim artışını sürdürmek artık zorlaşmış görünüyor. Çinde her yıl kentleşme ve çölleşme sonucu 1 milyon hektar toprak kayboluyor. Biyolojik çeşitlilik hızlı bir tempoyla yok oluyor. İklim değişikliği içme ve kullanma suyunu kıtlaştırıyor, kuraklık yayılıyor, su baskınları artıyor... Atmosferin ısınması kaldığı yerden devam ediyor. Bir araştırmaya göre 2040 yılında Asya ve Afrika’da atmosfer 2 derece daha ısınmış olacak. Bunun neden olacağı sorunları düşünmek bile ürpertici... O halde ekonomik büyümenin emperyalist ülkelerde gerilemesi, yükselen ülkelerde yavaşlaması, en yoksullarda da durması ihtimali yüksek bir olasılık gibi görünüyor.

Velhasıl 9 milyar insanın Batı yaşam standardında yaşaması imkânsız. O halde şöyle bir soru akla gelecektir: Ekolojik felakete yol açmadan 9 milyar insanı insanca yaşatacak yaşam standardı ne olabilir? Herhalde bu ABD, Batı Avrupa ve Japonya’daki standart olamaz. Bir bütün olarak küresel oligarşi kendiliğinden bu yıkımdan vazgeçmeyecektir. O halde insanlığın geleceğini kurtarmak, riskleri önlemek, insana yaraşır bir dünya kurmak, geçerli egemenlik ve sömürü ilişkilerine son vermeden mümkün olmaz. Velhasıl kapitalizmden vakitlice kurtulmak acil bir gereklilik olarak kendini dayatmış görünüyor. Başka türlü söylenirse, insanlığın geleceğini ancak komünist toplum perspektifine endeksli sosyal-politik-kültürel, radikal bir devrim  kurtarabilir ve bu mümkün... Bu yazıyı, Antonio Gramsci’nin  11 Şubat 1917’de La citta futura’ da yayınlanan “Tarafsızlar” başlığını taşıyan yazısından bir alıntıyla bitirelim: “  Tarafsızlardan nefret ediyorum. Bana göre de  Friedrich Hebbel*’in dediği gibi, ‘yaşamak direnmektir’... Bir insan direnmeden ve gerçek yurttaş olmadan gerçek insan da olamaz... Yaşıyorum çünkü direniyorum. Bu yüzden direnmeyenlerden nefret ediyorum, bu yüzden tarafsızlardan nefret ediyorum”... Elbette ancak direnmekle, mücadeleyle bir şeyler kazanılabilir ama direnmenin, mücadelenin yöntemi de son derecede önemlidir. İşçi sınıfı mücadeleyi düzen sınırları dahilinde yürütme tercihi yaparak tarihi bir hata yaptı. Şimdilerde de mücadele daha çok kültüralist bir zemine çekilmiş görünüyor. İşte insan hakları mücadelesi, kimlik hakları için mücadele, ücretleri artırma mücadelesi, vb... Bin yıl insan hakları mücadelesi yapsanız, bin yıl kimlik mücadelesi yapsanız, bin yıl ücretleri artırma mücadelesi yapsanız ne değişir?.. Ücretli kölelik sistemi yerli yerinde durdukça... Bu güne kadar ne, ne kadar değişti? Asla unutulmamalıdır ki, kapitalizm reforme edilebilir bir sistem değildir...

*Alman şair ve dramaturg.

05 Mayıs 2013

Öğretmenin ve Öğretmenliğin İtibarsızlaş(tırıl)ma Yanılsaması


Öğretmenin ve Öğretmenliğin İtibarsızlaş(tırıl)ma Yanılsaması

Atalay Girgin*

Yıllardır öğretmenlerin dilinden düşmeyen, “öğretmenlikmesleğinin itibarsızlaş(tırıl)ması”na, “öğretmenlerin itibarının kalmadığı”na ilişkin sözler, son zamanlarda daha sık telaffuz edilir oldu. Öğretmen camiasıyla ilgili olan ya da ilgilenen, sağından soluna, milliyetçisinden devrimcisine, laikinden dindarına, kendine atfettiği sıfat ne olursa olsun, neredeyse her kesim farklı cümlelerle de olsa benzeri yakınmaları sürdürmekte. Kimileri sendikal düzeyde “Mesleğin itibarını artırmak ve yeniden sağlamak” amacıyla toplantılar düzenlemekte, kimileri dergilerde bu konuyu sorun edinip işlemekte. Öğretmenlerin geneli ise ağızlarında sakıza dönen bu sözle, “meyyus bir papağan” misali mızmızlanıp durmakta.

Söylemin İki Boyutu

“Öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenin itibarsızlaş(tırıl)ması” söylemini diline pelesenk eyleyenlerin, bir yanıyla ve gizil bir biçimde, bugünkü öğretmen kesiminin büyük bir çoğunluğunun yaşamadığı, şimdiyle ilgisiz geçmişe atıfta bulunduklarını ve adını anmadan, nedenlerini sorup sorgulamadan, o geçmişe ve o geçmişteki öğretmenin konumuna özlem duyduklarını söylemek mümkün. Çünkü itibarsızlaş(tırıl)ma ya da itibarlan(dırıl)ma, her daim veri alınan bir şeye, bir eşiğe, bir nirengi noktasına göre olabilir. Örneğin; neye göre, hangi zamana, hangi koşullara göre, itibarlı ya da itibarsız? Öte yandan; öğretmenliğe ve öğretmene, sözüm ona itibarı kim ya da kimler, hangi koşullarda neden ve niçin vermiş veyahut da bahşetmişti? Buna bağlı olarak; öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenin sözüm ona itibarı, hangi koşullarda neden, niçin, nasıl ve kim ya da kimler tarafından erozyona uğratıldı?

Söz konusu söylemi diline dolayanların unuttukları / unutmuş göründükleri ya da hiç düşünmedikleri diğer boyut ise, mesleklerin, makamların, sıfatların, statülerin itibarının olup olmadığı sorunudur. Keza bu bir başka soruya ve soruna kapı aralamaktadır: Meslekler arasında bir itibar / itibarsızlık hiyerarşisi mi var?

Konuyu aşağıda açacağım, ancak şimdilik biraz daha algılanır, anlamlandırılır ve anlaşılır kılmak için şu soruları da yönelteyim: Mesleklerin mi ahlakı, itibarı vardır, yoksa o mesleği icra eden ve “şu” diye gösterebildiğimiz kişilerin mi? Başbakanlık, genelkurmay başkanlığı, cumhurbaşkanlığı, milli eğitim bakanlığı makamının mı itibarı ve ahlakı vardır? Yoksa o makamlarda oturan ve “şu” diye gösterebildiğimiz kişilerin mi? Statülerin ve sıfatların mı itibarı, ahlakı vardır, yoksa o sıfatı, statüyü taşıyan ve “şu” diye gösterebildiğimiz kişilerin mi?

Şimdilik, son iki soru daha: Kişilere değer ve itibar kazandıran statüler, sıfatlar, meslekler ve makamlar mıdır? Yoksa o makamlara, mesleklere, statülere ve sıfatlara değer kazandıran, “şu” diye gösterdiğimiz insanlar mıdır?

Başlığı okuyup kızan ya da öfkelenenler içinden, son soruya dek gelen ve öfkesini dizginleyip aklıselim bir biçimde düşünenlerin yanıtlarını şimdiden kestirebiliyorum. Keza öfkesine yenik düşen, kendisi gibi düşünmediğim için bana kızanların da… Muhtemeldir ki onlar, ne bu satırları okuyacak ne de sonrasında yazılanları… Ama biz devam edelim: Çünkü öğretmenin de düşünen, soran, sorgulayanı makbuldür; öfkesine yenileni ve vecd içinde secde edercesine kim olduğunu bile bilmediği efendilerine işgüderlik edeni değil. Ya da karşı çıkıyorum sandığını gönüllü veya gönülsüzce yeniden yeniden üreteni de…

Öğretmenin Geçmiş Özlemi

“Öğretmenliğin ve öğretmenin itibarsızlaş(tırıl)ma”sı söyleminin ardında bilinçli ya da bilinçsizce geçmiş özleminin var olduğunu belirtmiştim. O geçmişin adı Cumhuriyet dönemidir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet, laik bir ulus devlet olarak, kurulma ve kendini var etme dönemi.

Son cümlenin, hem işaret ettiği dönem, o dönemin koşulları hem de içerdiği kavramlar, üzerine düşünüldüğünde öğretmenin konumu, görevi ve rolünü anlamayı da kolaylaştıracaktır. Bu dönem, öğretmenin nerede bulunursa bulunsun yeni devletin temsilcisi ve ideolojisinin taşıyıcısı olduğu bir dönemdir. Kitle iletişim araçlarının yok denecek kadar az, okur-yazar oranının ve okullaşma seviyesinin çok düşük olduğu koşullardır. Toplumun büyük bir çoğunluğu cumhuriyetin ne getirip götüreceğinden de onun neliği ve gerçekliğinden de bihaberdir. Devlet öğretmene, öğretmen de devlete muhtaçtır. Devlet zor koşullarda görev yapan öğretmeni koruyup kollayacak, öğretmen de kendisinden istenen, toplumu ‘aydınlatma’ görevini yerine getirecektir. Birilerini kızdırmak pahasına, adını koymalı ve açıkça söylemeliyim: Genelde öğretmenler ordusunun, özelde ise tek tek her öğretmenin görevi, eski rejimin toplum üzerindeki etkisini bertaraf etmek ve yeni rejime tabiiliği sağlamak için, kitabı, kalemi, giyimi kuşamı, bilgisi ve görgüsüyle örnek olmak, dahası bir nevi misyonerlik yapmaktır. Öğretmen bunun gereğini yaptığı, öğretmenlik buna hizmet ettiği sürece devletin baş tacıdır. Bu koşullarda hiçbir misyonere, sözüm ona itibar bahşetmekte hiçbir beis yoktur. Nasıl olsa, eşyanın tabiatı gereği, bahşedilen her itibar ve değer, yine yeri ve zamanı geldiğinde ya da o nesne işlevini tamamladığında, aynı işlev başka nesnelerle de ikame edilebilir olduğunda, bahşedenlerce geri alınabilir.

Öte yandan; yoksulluğun, kıtlığın hüküm sürdüğü ve cumhuriyetin “sosyal”lik ve “hukuk devleti” sıfatlarının da lafziliğin ötesinde gerçek bir değerinin ve işlevinin bile olamadığı koşullarda, öğretmene verilen maaş günümüzle karşılaştırılamayacak kadar önemlidir. Çünkü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, veri olan zor koşullarda kendisi için görev yapan, cansiperane çalışan, bulunduğu her yerde siyasal ve ideolojik temsilcisi olan öğretmenlerden daha etkili bir ordusu yoktur. Silahla bedenleri teslim alabilir, canları yok edebilir, ancak zihinleri, bilinçleri teslim alamazsınız. İşte yeni rejim için öğretmenin görevi budur.

Yeni rejim için, onun gönüllü ya da gönülsüz, ama cefakâr, fedakâr öğretmeni olarak, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller” yetiştirmektir görevi. Bunun temel anlamı ve işlevi ise eski rejimden ve onun hâlâ hükmünü sürdüren uzantılarının siyasal ve ideolojik anlayışlarından, kabullerinden ayrılmayı, bağımsızlaşmayı bilinç olarak içselleştirmiş, yeni rejime tabî “hür nesiller”dir.  Yoksa her koşulda “fikri, irfanı, vicdanı hür” değil. Çünkü böylesi nesiller yetiştirmekle görevlendirilen öğretmenlerin dahi, bırakın o günleri günümüzde bile, her yerde her koşulda “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olması istenmez. Hürriyet dediğin de nedir ki zaten, salt teslim oluş! Sorgusuz sualsiz, tam bir inançla salt teslim olanın da hürriyet nesine gerek ki… Böylesinin hürriyet sorunu yoktur; aslında yemek içmek sorunu da demek gerek. Ancak sosyal ihtiyaçlar neyse de, fizyolojik ihtiyaçlar, ölmediğiniz sürece, ne inanç dinliyor ne de teslim oluş, durmadan dürtüklüyor: Susadım, su iç! Karnım acıktı, yemek ye! Su içtim, yemek yedim, hadi üre! Sonrası mı? Tabiliğin ve icazetin sorgulanmaz sınırları için de “hür”lüğün keyfini süre süre düşün, hayallere dal, kanatlanan! Ama sakın ola ki tabiliğin ihata duvarlarını aşma! Hareket etmeye yönelip, zihnindeki zincirleri şakırdatma!

Öğretmenler açısından Cumhuriyet’in yaklaşık olarak ilk otuz yılının bir başka ayırıcı özelliği daha vardır: Birey olarak bilgi birikimi, kapasitesi, düşünsel ufku, huyundan karakterine kişilik özellikleri ne olursa olsun, o statüsü gereği “münevver”dir; birileri tarafından “aydınlatılmış” ve birilerini de kendisini “aydınlatmış” olanlar için aydınlatmak amacıyla yollara düşmüştür. Birilerinin kendisine tuttuğu ışığı, o ışıktan nasiplendiği kadarıyla toplumun yeni yetişen nesillerine ve olabildiği kadar da yetişkinlerine yansıtmakla, aktarmakla görevlidir.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki toplumsal, ekonomik koşullar, okur-yazarlık oranları da dikkate alındığında, statüsünden kaynaklı bu “münevver”ler, yanılsamalı bir biçimde “aydın”, hatta “entelektüel” sayılmışlardır1.  Tıpkı, halk arasında söylenen, “Koyunun olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi kesilir” misali… Aralarında kendini yetiştirmiş, “aydın”, “entelektüel” sıfatlarını hak etmiş, dahası bunun bedelini de ödemiş olanlar yok değildir. Ancak bu dönemin “münevver”lerinin büyük bir çoğunluğu, yalnızca kendilerinden isteneni yansıtan birer ayna olmaktan, yani kelimenin neliğine uygun bir biçimde salt münevverlikten öte geçememişlerdir. Bunda bir tuhaflık da yoktur. Çünkü onlardan istenen de zaten budur.

Ancak “münevver”likten öte geçmeyen bu hal bile, o zamanın öğretmenlerinin, içerisine girdikleri her yerde ve ortamda, toplumun ekâbirleri arasında sayılmasını beraberinde getirmiştir. Köyde görev yapıyorsa muhtardan, imamdan önde gelmiş, kasaba ya da nahiyedeyse nahiye müdürü, karakol komutanı,  belediye başkanıyla hemhal olmuş, ilçede ise kaymakam başta olmak üzere, mülki idare amirleriyle aynı masada pişpirik oynayıp hasbihal edebilmiştir. Çünkü, üniversite öğrenimi görmüş olmak bir yana, il ve ilçelerde bile okur yazar olanların sayılı olduğu koşullarda, öğretmenlik statüsü, “şu” diye gösterilen biri olmaktan bağımsız bir biçimde, her öğretmeni, kişiliğine, bilgi birikimi ve entelektüel kapasitesine bakmaksızın toplumun önde gelenleri arasına yerleştirivermeyi olanaklı kılmıştır. Birde bu durumu taçlandıran, hatta birçok kusuru örten, başka bir gerçeklik ve hakikat vardır: Cumhuriyet’in öğretmeni olmak.

Velhasıl, söz konusu dönem, hem içerisinde yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal koşullar hem öğretmenin Cumhuriyet’le Cumhuriyetin de öğretmenle ilişkisi temelinde, öğretmeni ve öğretmenliği ayrıcalıklı bir konuma taşımış; köyün, kasabanın, ilçenin, hatta ilin bile ileri gelen aileleri, zenginleri kızlarını onlarla evlendirebilme uğraşına girmiştir. Öğretmenlerle akraba olmak, kızlarını onlara vermek, önemli bir karine olarak görülmüştür.

Öğretmenlerin, o dönemin yaşayan öğretmenlerinden dinledikleri ve yazılıp çizilenlerden öğrenip hayıflanmayla karışık, yanılsamalı bir biçimde hasret duydukları yıllar geride kalmıştır. Ne var ki öğretmenler, her ne kadar şair, “Hasret ardına bakmaz” dese de, yaşamadıkları ve yaşayamayacakları bir asr-ı saadet döneminin özlemi içinde dünün ve şimdi’nin değişen gerçekliğini ve hakikatini ıskalayarak, kendilerini itibarsızlaşma / itibarsızlaştırılma yanılsamasına ve hayıflanmasına kaptırmışlardır. Hem de o dönemde olup bitenin ve itibar diye algılananın, koşulların getirdiği bir bahşedilme olduğunu bile düşünmeden. Oysa her şey an be an değişmiş ve değişmektedir.

Değişen Koşulların “Münevver”i

Dönemin münevveri Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından başlayarak, neredeyse 1950’li yıllara dek, hâlâ devletin öğretmenidir. O münevver, kendisine bahşedilen ayrıcalıkla, kendi dünyasında siyasal ve ideolojik işlevini yerine getirir. Aslında o münevverlerin büyük bir çoğunluğu kendilerine verilen ve belletilen kabuller temelinde, kendi kuyularının dibinde bir kurbağa misali yaşamakta, cumhuriyeti, değişmeden varlığını sürdüren aynı cumhuriyet sanma yanılsamasını sürdürmektedir. Siyasal ve toplumsal alanda olup biten kimi değişiklikleri ve eleştirel yaklaşımları ise genelde cumhuriyetin özelde ise kendilerinin harim-i ismetine bir saldırı saymaktadır. Çünkü o cumhuriyetin idealist öğretmeni olarak, devletin kurucularına ve kurucu ideolojisine bağlıdır. Onun yılmaz, fedakâr, ama bahşedilmiş ayrıcalığına haiz bir neferidir. Bir eser olarak “Yeni nesiller”i yetiştiren ve yetiştirecek olan odur.

Ancak ne denli uzun ya da kısa olursa olsun her düşün bir sonu vardır. İkinci dünya savaşının bitimi ve ardı sıra dünya kapitalizminin ABD’nin liderliğinde ve ona eşlik eden diğer emperyalist devletlerle birlikte hiyerarşik yapılanmasının yeniden tesisi ve uluslararası işbölümünün yeni sermaye birikim biçimi doğrultusunda örgütlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti için de uluslararası sürece bağlı değişim ve dönüşümün nirengi noktalarından biridir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1929 Dünya ekonomik bunalımıyla birlikte kopan uluslararası işbölümüne ve daha özerk davranmayı olanaklı kılan siyasal dengelerine bağlı olarak adım adım ekonomiden sanayiye ve eğitime dek oluşturmaya yöneldiği politikalar bu yeni dönemde önce duraksamaya sonrasında ise ortadan kaldırılmaya başlanır. Çok partili siyasal yaşam da bunu hızlandırıcı bir faktöre dönüşür. Cumhuriyet’in öğretmen açığını kapatmak ve hızla yeni münevverler yetiştirmek için, ikinci dünya savaşı yıllarında, 1940 başlarında kurulmuş Köy Enstitüleri bile siyasal çekişme konusu haline gelir. Daha 1947-48’de Türkiye Cumhuriyeti, ABD emperyalizminin planlarında, kendisine rol biçilen, rol verilen bir devlet olarak görülür. Bu plan dâhilinde, Truman Doktrini ve Marshall Yardımı uygulamaya konulur. Planın hem siyasal kadrolara, hem toplumun geniş kesimlerine hem de askeriyeye olmak üzere üçayağı vardır. Siyasal kadrolar ve askeriye boyutu, başlangıçta ikili anlaşmalar ve NATO üzerinden hızla kurulur. Toplumun okuryazarlar başta olmak üzere geniş kesimlerine dönük ve toplumsal tabanı ve desteği oluşturacak boyut içinse başka bir araç gerekmektedir: Sivil bir örgütlenme. İşin bu boyutu da çok geçmeden çözülür. Amerika’da devşirilmiş olan devşirmelerin, Türkiye’ye gelişi ya da gönderilişi ve onların bulduğu yeni devşirmeler ve bu işgüderliğe teşne zevat aracılığıyla, Komünizmle Mücadele Derneği kurdurulur. “Her mahallede bir milyoner yaratacağız”dan, “Yeter söz milletindir”e uzanıp, “Küçük Amerika” olma söylemleriyle yol alan Demokrat Parti iktidarı da işleri kolaylaştırır.

ABD emperyalizminin kolonyal şapkalı ve şapkasız temsilcileri, her kademeden devşirmeleri aracılığıyla yükselttikleri “Komünizmle Mücadele” çığlıklarıyla, özellikle konumuz açısından ele alındığında, 1954 yılında Köy Enstitüleri’nin kapatılmasında etkili olur. 1956 yılında ise, Köy Enstitülerini kapatan Demokrat Parti hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı’yla Amerikan Ford Vakfı’nın yetkilileri sıcak temaslar gerçekleştirir. Çok geçmez, temaslar meyvesini verir: Aynı yıl, Türkiye toplumunun ve eğitim sisteminin çıkarlarını düşünmekten başka bir gayesi olmayan, parasını ve uzmanlarını bu uğurda seferber eden Amerikan Ford Vakfı’nın her türlü mali desteği ve fikri yönlendiriciliğiyle, ilköğretim programı değiştirilir. Sonuç mu? “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” der Yılmaz Odabaşı, ne de olsa her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır. Hal böyle olunca, bunun en etkili yolu ise eğitim sistemini değiştirmek, dönüştürmek ve biçimlendirmekten geçer. Bunu da en iyi sistemin efendileri bilir ve yeni devşirmeler, ideolojik esirler yetiştirmek üzere, devşirmeleri aracılığıyla hayata geçirir.

Bu dönemde münevverlerden kayda değer bir ses çıkmaz. Hatta büyük bir bölümü olan bitenden bile bihaberdir. İlgilerini bile çekmez. Zaten münevverin de üzerine vazife değildir bu. Her şeye rağmen sesini çıkaran ya da itiraz etmeye, eleştirel bir tutum takınmaya çalışanlar ise bedelini sürgünlere, görevden uzaklaştırmalara dek uzanan cezalandırmalarla öder. Farkında olsalar da olmasalar da, iktidarla ilişkilerinin düzeyine bakmaksızın, değişen gerçekliğe bağlı olarak, dönemin münevver öğretmenleriyle cumhuriyetin arası açılmaya başlar. Büyü bozulmaya, düş dağılmaya, değişen gerçekliğin hükmü galebe çalmaya yüz tutar. Çünkü cumhuriyet, kuruluş döneminin cumhuriyeti değildir artık. Yaklaşık otuz-otuz beş yılda köprünün altından çok sular akmıştır. Ve öğretmen, kendi öznel kabullerinden bağımsız bir biçimde, her geçen gün ağır ağsak da olsa devletin sıradanlaşan bir memuruna dönüşmeye başlamıştır.

Herkesin yerini ve haddini bilmesi gerekir, elbette münevverin de münevverliğini… Artık öğretmenlerin “şehir kulüp”lerinde sık görülmediği, kaymakamlar, nahiye müdürü ve belediye başkanlarıyla, ülke ve dünya sorunlarına ilişkin hasbıhal edip pişpirik oynamaya sıra bulamadıkları, statüsüne binaen ekâbir çevrelerinde yer alamadığı yıllar gelip çatmıştır. Köy, kasaba neyse de il ve ilçelerde ileri gelen ve zengin ailelerin kızlarını öğretmenle everme döneminden de eski eser kalmamıştır.

Toplumsal koşulların, ekonomiden siyasete, okuryazar oranının artışından kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına, giyim kuşamdan sosyal ilişkilere dek birçok alanda değişmesi, Cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’li yıllara dek süren dönemin münevverinin toplum içindeki konumunu, 1960’lardan başlayarak özellikle 1970’li yıllarla birlikte hızla erozyona uğratmıştır. Bunda öğretmenlerin ekonomik durumlarındaki düşüş kadar, il ve ilçelerde hatta kasaba ve köylerdeki eşraf arasında üniversite eğitimi görmüş, bilgi birikimi ve entelektüel kapasitesi öğretmenlerden aşağı kalmayan insanların yer almaya başlaması, giyim, kuşam, davranış ve konuşmada onlardan geri sayılmayacak kişilerin sayısının artışı da hızlandırıcı ve önemli bir etken olmuştur. Giderek, öğretmenlik de, “Hiçbir şey olamıyorsan öğretmen ol!” denilecek bir düzeyde algılanıp anlamlandırılmaya başlanmıştır. Çünkü öğretmenin devletle, devletin öğretmenle değişen ilişkisi, kendisi de değişmekte olan toplumun öğretmene ve öğretmenliğe dönük algısını ve ona atfettiği değeri de değiştirmiştir. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü her meslek gibi, öğretmenlik mesleğinin de toplumlar için ilanihaye değişmez ve her daim mutlak kalan bir değeri yoktur.

İşte günümüzde, öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenin itibarsızlaşması ya da itibarsızlaştırılmasından söz edenlerin algılayıp kavrayamadığı, belki de kavrasalar da bir türlü kabul edemedikleri hakikat budur. Günümüz öğretmeni öncelikle bu hakikati kavramalı ve yaptıkları işe ilişkin yanılsamalardan kurtulup, sistem açısından kendilerine yüklenen ve istenen işlevlerin bilincine varmalıdır. Dahası var olanı sorgulayıp ne yapıp ne yapmamaları gerektiğine karar vermelidir: İtibar dilenerek, hayıflanarak, düzenin duvarında bir tuğla olmak mı, yoksa insanın insanı sömürüsüne dayanan düzenin değiştirilip dönüştürülmesinin bir parçası olmak mı?

Bir Başka Yanılsama: Statü ve Mesleklerin İtibarı

Yazıyı daha fazla uzatmamak için, bu konudaki düşüncelerimi kısaca birkaç paragrafta özetlemek istiyorum: Öğretmenler arasındaki, itibarsızlaşma / itibarsızlaştırma söyleminin dayandığı bir başka yanılsama da mesleklerin, statülerin kendiliğinden değişmez bir değerinin, itibarının olduğu, olması gerektiği kabulüdür. Oysa tarih boyunca, anlamlandırmalar ve atfedilen değerler ne olursa olsun, hiçbir meslek ya da statünün böylesi bir değeri yoktur. Aynı durum günümüz için olduğu gibi, gelecekte de geçerli olacaktır. Çünkü meslek ya da statülerin ve sıfatların değişmez bir değeri olduğunu yanılsamasını hakikat saymak, meslekler arasında bir hiyerarşiyi, bir alt üst ilişkisini kabul etmektir. Bunun bilinçli ya da bilinçsizce karşılığı ise insanları yaptıkları işe, statüsüne ya da sıfatına göre daha baştan sınıflayıp ayırmaktır. Toplumsal olarak değerini buna göre belirlemektir. Dahası, kendisi için de peşinen bu yanılsamalı algıya göre değerlendirilmeyi, saygı gösterilmeyi istemek ve beklemektir.

Söz konusu kabul ve istek, hem kendisinin hem de karşısındaki insanın değerini ve değerlerini bir insan olarak kendinden başlatamayan ilinek insanlara özgüdür. İlinek insan, hem kendi değerini, hem de ötekinin değerini kendisinden daha üstün olduğunu var saydığı, önem atfettiği ve kendi dışındaki bir varlıkla, statüyle ilişkisinin uzaklığına ya da yakınlığına göre belirlemeye çalışır. Karşısındakini ya da kendini, eğer değer atfedildiğini bildiği / değer atfedileceğini düşündüğü bir sıfatı, mesleği varsa onunla nitelemeye yeltenir. Bu birini küçümsemek, aşağılamak istediğinde de ne denli önemli olduğunu vurgulamak istediğinde de geçerlidir. Sanki ilişkide bulunduğu kanlı canlı, düşünen, yanılan, üzülüp sevinen, zaafları olan “şu” diye gösterilen bir insan değil de bir sıfat, bir statüdür.

Bu noktada asıl unutulan, mesleklerin ve statülerin, sıfatların kendinde bir şey olarak değerinin olmadığıdır. Herhangi bir insanı, bunlara bakarak, değerli ya da değersiz olarak nitelemenin yanlış olduğu hakikatini bir yana bırakmaktır. Oysa tüm sıfatlar, statüler birey olarak insana ilinektir. Bundan dolayı, “şu” diye gösterdiğimiz insana, hiçbir sıfat, statü veya meslek, onda olmayan bir değeri, saygınlığı ona kazandırmaz ve vermez. Bunun aksini düşünen, söyleyen, bekleyen ve buna göre davranan her insan konumu ne olursa olsun ilinek bir insan olmaktan kurtulamaz. Çünkü sıfatları, statü ve meslekleri daha değerli olarak algılatan yegâne varlık, düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle, yaptıkları işte billurlaşan “şu” diye gösterilen tek tek insanlardır. Statülerinden, sıfatlarından, mesleklerinden dolayı itibar, değer bekleyenler ise değer katanların kattığı değerden ya da bir dönem bahşedilenlerden pay almaya, nemalanmaya çalışan ilineklerdir.

Son söz: Bir öğretmene ilinek insan olmak, ilinek bir insana ise öğretmenlik yakışmaz. Ne var ki hükmü meri olan gerçeklik ve hakikat bunun tam tersidir.



1 Bu noktada, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, Köy Enstitüleri’nden yetişenlerin daha ayrıcı bir değerlendirmeyi hak ettiklerini belirtmek gerek. Köy Enstitülerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası işbölümündeki konumuyla bağlantısını gözden ırak tutmadan ve olup biteni de birilerinin yaptığı gibi, efsaneleştirme yanılgısına düşmeden, dahası dünya genelinde kapitalizmin bunalıma girdiği, Keynesgil ekonomik ve sosyal politikaların, açılımların uluslararası düzeyde uygulama alanı bulduğu, 1940 başında kurulan bu okulları bütünsel anlamda ve kapsamlı olarak değerlendirmek gerek.… Ama yeri burası değil. 

05 Nisan 2013

Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?


Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?

Fikret Başkaya*

Özelleştirme [privatisation], neoliberal saldırının üç sloganından biri. Diğer ikisi  serbestleştirme [libéralisation] ve kuralsızlaştırma [déréglementation]. Özelleştirme kamu mallarının, kamuya ait işletmelerin özel sermayeye, kapitalistlere satılması,  devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin de özel sektöre havale edilmesi demek. Velhasıl tüm bu alanların meta kategorisine indirgenmesi, metalaştırılması, paralılaştırılması, kâr etmenin hizmetine sunulması demek. Aslında asıl söz konusu olan, topluma/kamuya [socium‘a] ait varlıkların ve değerlerin kapitalistler tarafından yağmalanmasıdır... İşe önce bizde bir zamanlar KİT [Kamu İktisadi Teşebbüsleri] denilen, kamuya ait işletmelerin satışıyla başlandı. Fakat önce özelleştirmenin neden gerekli, neden vazgeçilmez olduğuna insanların inandırılması gerekiyordu.

Bu amaçla ünlü iktisat profesörleri, “konunun uzmanları”, bilimi kendinden menkûl zevat sahaya sürüldü. Gazete köşelerine çöreklendirildiler, televizyon ekranları özelleştirmecilere sonuna kadar açıldı. Her akşam neden özelleştirmek gerektiği, özelleştirmenin nasıl hârikalar yaratacağına dair tartışma programları düzenlendi. Nakarat kabaca şöyleydi: Devlete ait işletmeler verimsizdir, kaynak israf ediyorlar, bütçe açığını azdırıp enflasyona ve işsizliğe neden oluyorlar. Bir kere kamu işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin “verimsizliği” bilim erbabı tarafından kanıtlanınca, artık üretilen yalanı medya büyütüp yayabilirdi ve insanların üretilen yalana inanması için fazla zaman gerekmedi. Politikacıların da devreye girmesiyle iş tamam oldu... Artık ortalama insan kamu işletmelerinin ne büyük bir bela olduğuna, tüm kötülüklerin kaynağı olduğuna  inandırılmıştı.   

Oysa özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin tamamı uydurmaydı. İki nedenden dolayı: Birincisi bu tür işletmeler ve hizmetler başlangıçta kâr etmek amacıyla oluşturulmazlar. Ekonomik kalkınma, kamu sağlığı,  sosyal refah gibi amaçların gerçekleşmesi için kurulurlar, orada kapitalist mantık dışı kaygılar ve amaçlar söz konusudur; Ve ikincisi, verimlilik kavramıyla ilgilidir. Bir kurum, bir hizmet kimin için verimlidir? Verimlilikten ne anlaşılması gerekir? Mesela 1930’lu yıllarda Karabük Demir Çelik Fabrikaları kâr amacıyla kurulmuş değildi. Ekonominin sağlıklı gelişmesi için gerekli görüldüğü için kurulmuştu. Aynı şekilde 1970’li yıllarda Et ve Balık Kurumu, Zirai Donatım Kurumu vb. kâr amacıyla kurulmadılar. Dolayısıyla bir işletme veya bir hizmet kamunun elinde zarar eder, özel sektörün elinde kârlıdır demek saçmadır. İstenirse bir işletme “verimli” bir şekilde kullanılabilir. Nasıl kullandığınıza bağlı olarak. Zira kamu işletmelerini yönetenler başka dünyadan gelmiyor, başka bir kumaştan yapılmış da değillerdir... Asıl saçmalık bir kamu hizmetinin bir kâr aracına dönüştürülmesidir. Aksi halde insanlardan neye onca vergi alınıyor sorusu akla gelir... Tabii hala birazcık akıl kalmışsa. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor ve buna rağmen kamu hizmetleri ve sosyal hizmetler de dahil, her şey özelleştiriliyor. Bu işte bir yanlış yok mu? Bu sefil durum neden sorun edilmiyor. Kaldı ki, kapitalist için kârlı olan herkes için iyidir anlayışı saçmadır. Eğer verimlilik eşittir kâr anlayışı geçerliyse, çelişkiden yakayı kurtarmak mümkün değildir.

Bu anlayış daha baştan kavramın kendinde [ contradiction dans le terme] bir çelişki barındırıyordu. Zarar eden, “verimsiz”  bir işletmeyi yegane amacı azami kâr olan bir kapitalist satın alır mıydı? Siz kapitalist olsaydınız satın alır mıydınız? Sorun verimlilik-verimsizlikle ilgili değildi. Asıl amaç “yapısal kriz” koşullarında değerlenme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmakla ilgiliydi ve o alan açıldı... Özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerden biri de söz konusu işletmeleri rekabete açmaktı. Zira rekabet “etkinliğin” vazgeçilmezi sayılıyor. Mesela Tüpraş neredeyse tuz-sabun parasına, belki bir kaç yıllık kârına eşit bir fiyattan satılınca rekabete açılmış mı oldu? Daha önce bir devlet tekeli olan, bir özel sektör tekeline dönüştü. Hangi babayiğit Tüpraş gibi bir işletmenin karşısına dikilip, onunla rekabet edebilir? O halde iki şey: Birincisi, verimsiz hiç bir işletmeyi hiç bir kapitalist satın almaz; ikincisi, zaten kârlı olan işletme özelleştirmenin hemen ardından işçilerin en az üçte birinin işine son verir. Azami kârın bir gereği olarak... Fakat ona işten atmak denmez, “esneklik” denir...

Tabii bir başka önemli sorun da özelleştirilen [ sermayeye peşkeş çekilen] işletmelerin değerinin nasıl saptanacağıyla ilgilidir. Zira satılacak olan domates, biber değil ki, bilinen bir fiyatı yok. Tabii fiyat tespiti için emperyalist ülkelerin “uzman kurumlarına” milyonlarca dolar ödenmesi ayrı bir kepazelikti... Fakat satılan işletmelerin fiyatı ekseri alıcılar tarafından belirleniyor. Eğer özelleştirmeci bir iktidar varsa, zaten fiyat teferruattır. Böylece kamu kaynaklarıyla, yurttaşlardan toplanan vergilerle oluşturulmuş kamu işletmelerinin yerli/yabancı sermaye tarafından yağmalanması büyük bir başarı olarak sunulabildi...

Fakat o kadarı sermaye sınıfı için yeterli olmazdı. “Verimli” hale getirmek için eğitim ve sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb. de özelleştirme kapsamına alınıp, sermayeye peşkeş çekilmeliydi ve çekildi. Artık kimse bunların “verimliliğinden”, “kârlılığından” şüphe etmiyor. Şimdilerde tüm kamu hizmetleri sermayenin etkinlik alanı haline getirildi, metalaştırıldı, paralılaştırıldı, amaçlara ve varlık nedenlerine yabancılaştırıldı. Giderek üniversiteler bile birer kapitalist işletmeye, öğrenciler de müşteriye dönüşmekte...

Kalkınma yolunda hızlı adımlarla ilerlemek, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” için, topluma ait ne varsa özelleştirilmeliydi. Özelleştirmenin bir biçimi de 49 veya 99 yıllığına kamu mallarının, kamuya, hazineye ait varlıkların kapitalistlere kiralanmasıydı... Bu, kapitalistler için kaymaklı ekmek kadayıfı gibi bir şeydi... Devlet Üretme Çiftlikleri bu yöntemle peşkeş çekildi. Sonra özelleştirme sırası yollara, köprülere geldi. Şimdilerde DDY’nin satışı gündemde ama özelleştirilmeden önce “güzelleştirilmesi” gerekiyor. Bunların kapitalistlere hediye edilmeden önce yüksek kâr edecek hale getirilmeleri, “modernize edilmeleri”, bu amaçla da kamu bütçesinden milyarca dolar harcanması gerekiyor. Aksi halde aşırı kâr mümkün olmaz...

Gazetelere yansıyan haberlere göre sıra milli parklara gelmiş ama ona özelleştirme demiyorlar. Haber şöyle: “Milli Parklar İmara açılıyor”. Tabii imar iyi bir şey, Arapça ümrân’da türeme, “şenlendirme, bayındır hale getirme” demeye geliyor. Şenlendirmeye kim karşı çıkabilir? Eğer bu operasyonu haber yapan gazeteci, işin esasından haberdar olsaydı ve ikiyüzlülüğü sevemeyen biri olsaydı, nasıl bir başlık atması gerekirdi? Kimbilir belki şöyle: “Kamu mallarının yağmalanma sırası Milli Parklar’a geldi...” Yine yakın tarihte Bodrum’da bir belediye parkının özelleştirildiğine dair haberler yayınlandı.
Kamu işletmeleri, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, yollar, köprüler, koylar, göller, denizler, ormanlar, yerin altı ve üstü, su, belediye hizmetleri, parklar, müzeler... velhasıl toplumca ortak sahiplenilmesi, kullanılması gereken her şey dar bir oligarşinin özel mülkü değilse etkinlik alanı haline geldiği bir toplumda ortak yaşam mümkün müdür? Bu sürdürülebilir bir şey midir? Orada artık yurttaş kavramının bir karşılığı var mıdır? Toplum çoğunluğunun oluşturan emekçi kitlenin Orta Çağ’ın serf’inden, reayasından, bir farkı kalır mı? Bu durumda artık havayı ne zaman ve nasıl özelleştirecekleri merak konusu demektir...

Varı-yoğu, ortak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken ne varsa dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplum ne mene bir şeydir? Böyle bir rejimin hala demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi kalır mı? Böyle bir toplumda birlikte yaşamanın, ortak yaşamın varlık nedeni kalır mı? Kimse kendini aldatmasın, eğer bu sefil ve akla zarar süreç vakitlice durdurulamazsa, ufukta görünen kâbustan başkası olamaz... Her şeyin dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplumda birey nasıl bir şeydir, orada hâlâ yurttaş kavramına yer var mıdır? Oligarşi demokrasinin inkârı olduğuna göre...

Bir tarafta oligarşik dinamikler ve süreçler hızla yol alıp kendini dayatırken, öte yanda demokratikleşiyoruz demenin bir karşılığı olur mu? Bu yolun Türkiye’yi nereye taşıyacağını sanıyorsunuz? Oligarşik iktidar hızla sınırlı demokrasi kırıntılarını da yok ediyor. Demokrasiden çok söz ediliyor da, oligarşi kavramı nedense hiç telaffuz edilmiyor. Bu size mânidar gelmiyor mu? Diktatörlük ve demokrasiye dair yüzbinlerce kitap yayınlanırken, oligarşiye dair nerdeyse tek bir kitabın bile yayınlanmamış olması tuhaf değil mi? Oligarşi bahsinde durum böyle çünkü zenginlik bir tabudur. Tabu da üzerinde konuşulması yasaklanan, yok sayılan demektir...

Eğer bir rejim tek parti rejimiyse, ki Türkiye’deki rejim muhalefet partilerinin varlığına rağmen, reel olarak bir tek parti rejimidir, zira iktidar partisi AKP, her istediği yasayı, her düzenlemeyi hiç bir engelle karşılaşmadan yapabilir durumda. İktidarı frenleyecek/dengeleyecek/denetleyecek etkin bir karşı odak yok. Dolayısıyla çok partinin varlığı denklemde bir değişiklik yaratmıyor. İktidar medyayı ve yargıyı da denetimi altına almış durumda. Zaten polisi de tam bir fütursuzlukla kullanabiliyor. Buna bir de “demokratik, laik. sosyal hukuk devleti” diyorlar... Siz öyle dediniz diye öyle olması mı gerekiyor? Böyle bir rejim söz konusuyken hala demokratikleşmeden söz etmek abesle iştigalden başkası değildir. O halde rejime demokratiklik süsü ve görüntüsü veren ne? İşte seçimler, çok parti sisteminin varlığı, “hür” medya, kuvvetler ayrılığı, vb... Oysa mevcut durumda bunların artık reel bir değeri ve karşılığı yok... Seçimler seyirciyi aldatmaya yarayan tam bir sirk oyunu, siyasi partiler tek kişi şirketine benziyor, medya da artık medya olmaktan çıkmış, oligarşinin bir parçası, iktidarın bir baskı ve yıldırma aracına dönüşmüş durumda. Her halde son yarım yüzyılda otosansürün bu kadar yaygın olduğu bir dönem hiç yaşanmadı. Bir zamanlar “dördüncü kuvvet” denilenlenden artık eser yok...Tabii kuvvetler ayrılığının da bir kıymet-i harbiyesi yok. Böyle bir rejime bir isim koymak gerekse ne demek gerekirdi? Totalitarizm size bir şeyler hatırlatıyor mu?.. O halde bir önerim var: Gelin oligarşiyi tartışalım...



* ÖZGÜR ÜNİVERSİTE http://www.ozguruniversite.org

12 Mart 2013

Emperyalist Savaşları Anlama Kılavuzu


Emperyalist Savaşları Anlama Kılavuzu
                                            
                                              Fikret Başkaya

Politika, kan dökülmeden yapılan savaştır. Savaş da, kan dökülerek yapılan politikadır”
                                                                                   Mao Zedoung

Fransız devlet ve siyaset adamı Georges Clemenceau [1841-1929], “En çok yalan, seçimlerden önce, savaş esnasında ve avdan sonra söylenir” demişti. Öyle görünüyor ki, son dönemin savaşlarında asıl yalan savaş esnasında değil, savaş öncesinde söyleniyor. Savaşlara medyatik yalanlar öncelik ediyor. Elbette yalan sadece medyanın marifeti değil. Yalanlar önce “bilim yuvası” denilen üniversitelerde, prestiji ve ünü büyük “düşünce” kuruluşlarında, think-tank’larda peydahlanıyor ve medya nöbeti devraldığında yalan “gerçek” oluyor... Her zaman olduğu gibi, şimdilerde de “barış” ve “istikrardan” çok söz ediliyorsa da, reel durum retorikten farklı, içinde bulunduğumuz durum tam da George Orwell’in “savaş barıştır” sözünü hatırlatıyor. Velhasıl, bu günün dünyası yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde duruyor.

Kristof Kolomb’un macerasıyla dünyanın manzarası köklü bir değişime uğradı. Kapitalizmin hakim üretim tarzı haline gelmesiyle dünya, çevre-merkez şeklinde kutuplaştı. Kolonyalizm ve emperyalizm sayesinde dünyanın geri kalanının zenginliğine az sayıda kapitalist/kolonyalist/emperyalist Batılı devletin el koyması mümkün hale geldi. Dolayısıyla emperyalist/kolonyalist Batı’nın [ki, uygar dünya diyorlar] zenginliği ve refahı, dünyanın üç kıtasının [Asya, Afrika, Latin Amerika] sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Birinci emperyalistler arası savaş [1914-1918] arefesinde yeryüzünün %84,4’ü az sayıda kolonyalist/emperyalist ülkenin ya doğrudan kolonisi [sömürgesi], ya da nüfûz bölgesi [yarı-sömürgesi] durumuna indirgenmişti. Söz konusu kapitalist/kolonyalist/emperyalist dünya sisteminden ilk kopuş 1917’de Sovyet devrimiyle gerçekleşti. Emperyalist ülkeler koalisyonu devrimi boğmak üzere harekete geçti ama başaramadılar. Söz konusu yapıda ikinci önemli kopuş denemesi, ikinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında sömürge halklarının, anti-kolonyalist ulusal kurtuluş mücadelesi sonucu ulus devletlerin ortaya çıkmasıydı. Eğer yeni bağmsızlığa kavuşan ülkeler, gerçek bir kopuşu gerçelekştirip, bağımlılık ve sömürü  zincirini kırmayı başarsalardı [kapitalizmden başka bir şey yapabilselerdi],  bu emperyalist sistemin sonu olurdu. Böylece, yeryüzünün lânetlileri yaklaşık 450 yıldır uzak tutuldukları sofraya dahil olabilirlerdi...

Lâkin bağımsızlıklar ekseri radikal kopuşlar değildi. Gerçek kopuşlar değildi. Bağımsızlık hareketlerine önderlik edenler, kapitalist dünya sistemi dahilinde kalarak, kalkınabilecekleri, sanayileşebilecekleri, dünyanın zenginliğine ortak olabilecekleri yanılsamasıyla malûldüler. Bu durum başta tartışmasız hegemonik güç olan ABD olmak üzere, emperyalist kampın işini kolaylaşırdı. Söz konusu ülkelerin kendi ayakları üzerinde durabilen aktörler olarak ulusararası arenada yer almalarını engellemek üzere ikili bir saldırı, yıpratma, zayıflatma, çökertme stratejisi izlendi. Birincisi: Askeri darbeler, savaşlar, siyasi cinayetler, komplolar, etnik/din/mezhep temelli kışkırtmalar ve çatışmalar, genç devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını problemli hale getirdi. Bazılarına birden fazla olmak üzere 50 kadar ülkeye müdahale edildi, darbeler peydahlandı, savaş açıldı; İkincisi: IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans kurumları vasıtasıyla, söz konusu ülkelere “yapısal uyum” veya “istikrar” proğramlarının  dayatılmasıydı... Aslında söz konusu olan emperyalizme “uyumlanmaktan”, “istikrarsızlaşmaktan” başka bir şey değildi. Ve bu ikili saldırı sonucu söz konusu ülkelerin büyük çoğunluğu komprador rejimlere dönüştüler... Ve 1989-1990’da Sovyet sisteminin de çökmesiyle, emperyalist bloka kaybettiği mevzileri geri alma yolu yeniden açılmış oluyordu... Artık ABD önderliğindeki kollektif emperyalizmin [ ABD, AB, Japonya] eli güçlenmişti. Bu durum, hegemonik güç olan ABD’nin dünyayı militarize etme emellerine uygun bir zemin yaratmıştı.

Sovyet sisteminin çöküşüyle ABD düşmansız kalmıştı. Oysa hegemonik bir güç düşmansız mümkün değildir... Bir bocalama döneminin ardından dünyaya tek başına şekil vermek üzere harekete geçecekti ama önce “uygun bir hareket alanı” oluşturmak, “zemini hazırlamak”  gerekiyordu. Bu amaçla bir dizi ideolojik manipülasyona girişildi. Samuel P. Huntington tarafından “medeniyetler çatışması” tezi ortaya atıldı [Aslında bu tezin asıl mucidi Bernard Lewis’dir]. Oysa medeniyetler çatışması diye bir şey mümkün değildir. Zira, çatışan çıkarlardır, son tahlilde mesele sınıfsaldır...] Onu İslami terör söylemi izledi ama, “islam terörü” denileni peydahlayan da ABD’nin kendisiydi...

Eperyalizmin jeostratejik, jeopolitik, ekonomik çıkarları, reel ve muhtemel rakiplerin engellenmesini, başta Çin olmak üzere “yükselen ülkeler” denilenlerin durdurulmasını gerektiriyordu. Amaç rakiplerin enerji kaynaklara, stratejik madenlere, biyolojik çeşitliliğe ortak olmasını engellemek, değilse zorlaştırmak, bunlar üzerindeki emperyalist tekeli korumaktı. Ve bir sürü uyduruk savaş gerekçeleri üretildi: “Ulus-devlet döneminin artık gerilerde kaldığı, haydut devletlerin [failed states-rogue states] ]  barışı ve istikrarı tehlikeye attığı, işte islâmi terör, kitle imha silahlarına, kimyasal silahlara sahip olma, halkı katletme, jenosit riski, terörü destekleme, demokrasi ve insan hakları zaafı, söz konusu ülkenin bir diktatör tarafından yönetiliyor olması vb...

Rejimi değiştirmek [regime change] üzere savaş açılıyor ama asıl amaç rejimi değiştirmek değil, devleti çökertmek, ülkeyi parçalamaktır. Bu amaçla ve öncelikle 1648 Westfalya Barışı’ndan beri geçerli uluslararası hukuk ilkelerinin aşılması, teamüllerin yok sayılması gerekiyordu. Bilindiği gibi, Avrupa’da 30 yıl savaşlarının ardından imzalanan Westfalya Barış Antlaşmasıyla [1648], devletler arası ilişkileri düzenleyen bir dizi önemli hukuk ilkesi kabül edilmişti: 1. “Ulus devletin mutlak egemenliği [sauveraineté absolue] ve kendi kaderini belirleme hakkı; 2. Büyük-küçük, güçlü-zayıf, fakir-zengin ayrımı yapmadan tüm ulus-devletlerin hukukî eşitliği; 3. Antlaşmalara saygılı olma ve zorlayıcı bir uluslararası hukukun geliştirilmesi; 4. Başka ülkerin içişlerine karışmama ilkesi. Bu konudaki mevzuat, izleyen dönemde, özellikle de İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla daha da ‘olgunlaşmıştı...’ 

ABD’nin rejim değiştirme adı altında savaşlar açabilmesi için “başka devletlerin içişlerine karışmama” ilkesinin aşılması, ulusal egemenlik hakkının yok sayılması, geçerli uluslararası hukuk sisteminin by-pass edilmesi, teamüllerin çiğnenmesi gerekiyordu. Ve bu amaçla “insâni müdahale” ve “koruma sorumluluğu” tezleri geliştirildi... Bu, başka bir ülkenin “içişlerine karışma” yolunun açılması demekti... Fransa’da faşizme karşı direnişin ardından, dirennme hakkı uluslarası/devletlerarası mevzuata bir hak olarak dahil edilmişti. Direnme bir hak sayılır olmuştu. ABD bu hakkı da yok sayıp, onun yerine çatışmaları görüşmeler yoluyla çözme, [conflict resolution] “ kuralını” ikâme etti... Bir de tabii terörün uluslararası hukukta bir tanımının yapılmamış olması işi iyice kolaylaştırıyordu... Böylece bir halkın direnme hakkı rahatlıkla terör sayılabilir hale geldi.

Bu aşamadan sonra çökertilmek istenen hedef ülkeye savaş açmak artık iyice kolaylaşmış oluyordu. Önce çökertilmek istenen devlet içinde etnik, mezhep kökenli çatışmalar  körükleniyor, ülke istikrarsızlaştırılıyor ve bu “istikarsız” durumun ABD ve bir bütün olarak “uygar dünya” için, ve tabii “dünya barışı” için bir tehdit oluşturduğu, “uluslararası toplumun” bu duruma seyirci kalamayacağı söylemi medya tarafından pofpoflanıp, sürekli gündemde tutuluyor. Aslında “uluslararası toplum” denilenin kollektif emperyalizmden  [ABD, AB, Japonya] başkası olmadığının bilinmesi gerekir... Asya, Afrika, Latin Amerika’daki onca ülkeden hiçbiri “uluslararası toplum” denilene dahil değildir! Başka türlü söylersek, “uluslarası toplum“ NATO’cu emperyalist kamptan ibarettir.

Aslında savaşlarının gerçek nedenini gizlemek her zaman kuraldır, ama son dönemin yeniliği, artık  medyanın da bir tür “kitle imha silahına” dönüşmüş olmasıdır. Kapitalizm öncesi dönemde krallar, imparatorlar, hanlar, sultanlar, padişahlar... savaş çıkarmak için halkın rızasına gerek duymazlardı. Zira, egemenden tebaya doğru tek yönlü bir ilişki söz konusuydu. Modern çağda bir devletin bir başka devlete savaş açabilmesi, belirli oranda da olsa halkın rızasına dayanmayı, hiç değilse tepkiyi etkisizleştirmeyi gerektiriyor. Mâlum halk her zaman barıştan yanadır. Dolayısıyla halkı savaşa razı etmek gerekiyor ve razı etmek için de gerekçelendirilmesi gerekiyor. Ve işte bu aşamada bir dizi savaş propagandası ve yalan devreye giriyor... Birinci değişmez yalan: “Biz savaş istemiyoruz”dur. Eğer öyle olsaydı savaşlar da olmazdı. O halde neden bunca savaş var? Onu ikinci yalan açıklıyor: “Savaşı karşı taraf istiyor ve bizi müdahil olmaya zorluyor...” Böylece savaş bir zorunluluk olarak sunulabiliyor. Nitekim, Nazi Almanyasının dışişleri bakanı Joachim von Ribbentrop, Polonya’ya karşı Alman sandırısını şöyle “haklı gösteriyordu”: “Fuhrer savaş istemiyor. Bu işe gönül rızasıyla müdahil olmuyor. Fakat savaş veya barış kararını verecek olan o değildir. Karar Polonya’ya aittir. Polonya, Reich için hayati önemi olan bir çok konuda Almanya’nın taleplerini karşılamalıdır. Eğer kabul etmezse savaşın sorumlusu Almanya değil, Polonya’dır”. [1]. Körfez Savşında [1991] ve Irak savaşında [2003] kullanılan dil ve üslûp aynıydı. Bush [baba] şöyle diyordu: “Bir korsanlık eylemi söz konusuyken, herkesin her şeyden çok istediği barış bir kısım basit ödünlerle sağlanamaz. Söylemek gerekir ki, top Irak’ın elindedir“.[2] Savaş öncesinde Batı medyasında sürekli olarak Irak’ın savaşa nasıl hazırlandığına dair haberler yayınlanıyordu...  

Savaşı başlatanın bir başka gerekçelendirme aracı da savaşın ‘yüksek insânî değerler” için çıkarıldığıdır. Mesela Birinci emperyalistler arası savaşın [1914–1918], militarizmi yok etmek, küçük ulusları korumak ve dünyayı demokrasiye hazırlamak amacıyla başlatıldığı söylenmişti. Elbette insanlara, bu emperyalistsler arası savaş ekonomik, jeopolik ve jeostratejik çıkarların bir gereği olarak peydahlandı demeyeceklerdi... Yugoslavya’ya NATO saldırısıyla ilgili olarak dönemin İngiltere başbakanı Tony Blair, “Biz çıkarlarımız için değil, insânî kaygılarla müdahale ettik” demişti. Birinci Körfez savaşıyla ilgili olarak Busn [baba] “Öyle insanlar var ki, bir türlü anlamıyorlar. Mücadele petrolle ilgili değil, mücadele kaba bir saldırıyla ilgili” demişti... Yugoslavya’ya saldırının görünür gerekçesi ülkenin etnik çeşitliliğini korumak, azınlıklara yapılan kötü muameleyi son vermek ve diktatörü bertaraf etmekti. Oysa asıl gerekçe ekonomik ve jeopolitik çıkarlarla ilgiliydi ve amaç hasıl oldu...

Savaşı iyiyle kötünün savaşı olarak sunmak yaygın bir durumdur. Bu durumda savaş bir haçlı seferi niteliği kazanır ve karşı taraf, her türlü olumsuzluk ve kötülükle malül “şer ekseni”,  olarak sunulur. Bunun için de karşı tarafın şeytanlaştırılması esastır. Bütün bir halkı şeytanlaştırmak mümkün olmadığına göre, lider üzerinde odaklaşılır. Lider üzerinden koskoca bir halk gizlenir, yok sayılır... İşte Bin Ladin, Saddam, Milosevic, Kaddafi, şimdilerde Beşar Esad... Karşı taraftaki [saldırıya uğrayan] şeytandır, delidir, canavardır, çirkindir; bu tarafsa [saldıran] en yüksek insânî değelerin timsâlı ve taşıyıcıdır, barıştan yanadır, uzlaşmacıdır, yakışıklıdır... Tabii bu tür bir ideolojik manipülasyon bir başka şeyi de gizler. Bu yaklaşım idealist/metafizik tarih anlayışını besler. Buna göre tarihi yapan liderlerdir, kahramanlardır, “büyük adamlardır”.  Oysa materyalist tarih anlayışı bunun tam karşıtı zeminde yer alır ve tarihin büyük adamların oyuncağı olmadığı görüşünü vazeder.

Geride kalan yaklaşık iki on yılda emperayalistler tarafından çıkarılan savaşlar [saldırılar demek daha doğru] asla afişe edilen gerekçelerle ilgili değildi. Uyuşturucuyla savaş, terörle savaş, bir ülkeyi işgaldan kurtarma, kitle imha silahlarına sahip olma, jenosidi önleme, demokrasi ve insan hakları götürme, “insânî yardım” vb... Emperyalist kampın duruma göre dillendirdiği bu tür sözde gerekçelerin reel bir karşılığı yoktur. Olması da zaten mümkün değildir. Emperyalizmin çıkarı Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’daki rejimlerin demokratikleşmesinde değil, ne yapıp-edip muhtemel bir demokratikleşmeyi engellemektedir. Zira, gerçekten demokratik, kendi ayakları üstünde durabilen bir rejim demek, emperyalist sömürü ve dış müdahaleye kapalı bir rejim demektir. Bu yüzden en gerici, en bağnaz, en halk düşmanı ve karanlıkçı rejimler, olabilidiğince desteklenir ve işe yaramaz hale gelince de şeytanlaştırılıp bertaraf edilir. 

Aslında Libya’ya yönelik çökertme savaşı, son dönemin tüm emperyalist savaşlarının bir özeti sayılabilir. Tabii Suriye’deki de... Libya’yla ilgili emperyalist medya’nın yalanları öncekilerin tam bir genel tekrarı gibiydi: Kaddafinin göstericilere uçaklarla bombaladığı, Libya da halk çoğunluğunun Kaddafi’yi istemediği [oysa Kaddafi’yi asıl istemeyen Libya halkı değil, emperyalistler koalisyonuydu], 17 Şubat- 15 Mart arasında 6.000 kişiyi ödürdüğü, isyancıların Kaddafi rejimine muhalif barışçıl göstericiler olduğu, Kaddafi’nin Birleşmiş Milletler Örgütüyle görüşmeye/uzlaşmaya yanaşmadığı, Ulusal Geçiş Konseyi’nin [CNT] Libya’yı demokratikteştirmek isteyen sivil unsurlardan oluştuğu ve demokrasi mücadelesi yürüttüğü... Bütün bunlar medya tarafından peydahlanıp servis edilen yalanlardı ve hiçbir aslı-astarı yoktu. Elbette Libya arzulanır anlamda demokratik bir rejime sahip değildi ama yaratılan olumsuz imajla da ilgili değildi. Ve rejime önemli bir halk desteği vardı. Nitekim 1 Temmuz 2011’de Kaddafiyi desteklemek üzere yaklaşık 1,5 milyon insan sokağa çıkmıştı ki, 6 milyon nüfusa sahip bir ülke’de bu her dört kişiden birinin sokağa çıkması demektir... Aslında bu anlaşılır bir durumdu zira, Libya Afrika kıtasının sosyal göstergeler bakımandan en iyi durumda olan ülkesiydi.

Libya’da kişi başına gelir 14.192 dolardı. Her aile ferdi yılda 1.000 dolar devlet yardımı alıyordu. İşsizlere ayda 730 dolar ödeme yapılıyordu. Devlet her doğan çocuk için 7.000 dolar ödüyordu. Ev almaları için yeni evlenenlere 64.000 dolar ödeniyordu, özel iş kurmak isteyenlere 20.000 dolar veriliyordu, ağır vergiler yoktu. Eğitim ve sağlık parasızdı, kalabalık ailelere sembolik fiyattan temel gıda maddeleri sunuluyordu, birçok eczane ilacı parasız sağlıyordu, elektrik parasızdı, petrolün litresi 14 cent [yaklaşık 20 kuruştu], apartman ve araba almak isteyenlere faizsiz kredi sağlanıyordu... [3].

Aslında Kaddafi rejiminin çökertilmesi, Afrika’nın yeniden kolonizasyonun giriş kapısıydı ve o kapıdan girdiler, açılan yoldan daha şimdiden Mali’ye ulaşılmış durumda. Libya, hedefteki ülkeleri [Mali, Cezayir, Suriye vb.] işgal etmek için bir tramplen işlevi görecekti. Amaç Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına, biyolojik çeşitliliğine el koymak ve son on yılda kıtaya başarılı bir giriş yapan Çin’i Afrika’dan atmaktır. Tekrar edersek, savaşlar doğrudan jeopolitik, jeostratejik, ekonomik çıkarlar için peydahlanıyor... Asla insanlıkla, insan haklarıyla, özgürlükle, demokrasiyle, “yüksek insânî değerlerle” ilgili değil... Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatine de aykırı olurdu... Emperyalist savaşla özgürlük ve demokrasi arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?

O halde sadede gelebiliriz: Kapitalizm varoldukça, emperyalizm kaçınılmaz, emperyalizm varoldukça da emperyalist savaşlar-çatışmalar kaçınılmaz. Her kim ki, gerçekten bu dünyada haysiyetiyle yaşamak, hayırlı bir şeyler yapmak istiyorsa, ikircikli olmayan bir tarzda kapitalizme karşı mücadele yürütmesi gerekir. Zira, öyle sanıldığı gibi emperyalizm “dışsal” bir olgu değil. Emperyalizm yerli uzantıları sayesinde varolabiliyor, varlığını sürdürülebiliyor... Velhasıl emperyalizm içimizde... Dolayısıyla anti-emperyalist olmakla anti-kapitalist olmak bir ve aynı şey... Tabii bu duruma müdahale edebilmek için de olup-bitenleri anlamak, bilince çıkarmak gerekiyor. Mâlum, anlamak aşmaktır denmiştir... Lâkin bu, bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları seyrederek, bu uzmanları dinleyerek mümkün değil... 

[1] Bkz: Anne Morelli, Principes élémentaires de proganda da guerre, Bruxelles, Aden, 2010.
[2]. Anne Morelle, “ Les dix commandements sans lesquelles nos geurres semblerait injustes, http://legrandsoir.net
[3] Rakamlar için bkz: Michel Collon, La Strategie du chaos- Impérialisme et Islam, Investig’Action-Couleur Livres, Bruxelles.