Öğretmenin
ve Öğretmenliğin İtibarsızlaş(tırıl)ma Yanılsaması
Atalay
Girgin*
Yıllardır öğretmenlerin
dilinden düşmeyen, “öğretmenlikmesleğinin itibarsızlaş(tırıl)ması”na,
“öğretmenlerin itibarının kalmadığı”na ilişkin sözler, son zamanlarda daha sık
telaffuz edilir oldu. Öğretmen camiasıyla ilgili olan ya da ilgilenen, sağından
soluna, milliyetçisinden devrimcisine, laikinden dindarına, kendine atfettiği
sıfat ne olursa olsun, neredeyse her kesim farklı cümlelerle de olsa benzeri
yakınmaları sürdürmekte. Kimileri sendikal düzeyde “Mesleğin itibarını artırmak
ve yeniden sağlamak” amacıyla toplantılar düzenlemekte, kimileri dergilerde bu
konuyu sorun edinip işlemekte. Öğretmenlerin geneli ise ağızlarında sakıza dönen
bu sözle, “meyyus bir papağan” misali mızmızlanıp durmakta.
Söylemin
İki Boyutu
“Öğretmenlik mesleğinin
ve öğretmenin itibarsızlaş(tırıl)ması” söylemini diline pelesenk eyleyenlerin, bir
yanıyla ve gizil bir biçimde, bugünkü öğretmen kesiminin büyük bir çoğunluğunun
yaşamadığı, şimdiyle ilgisiz geçmişe atıfta bulunduklarını ve adını anmadan,
nedenlerini sorup sorgulamadan, o geçmişe ve o geçmişteki öğretmenin konumuna
özlem duyduklarını söylemek mümkün. Çünkü itibarsızlaş(tırıl)ma ya da
itibarlan(dırıl)ma, her daim veri alınan bir şeye, bir eşiğe, bir nirengi
noktasına göre olabilir. Örneğin; neye göre, hangi zamana, hangi koşullara
göre, itibarlı ya da itibarsız? Öte yandan; öğretmenliğe ve öğretmene, sözüm
ona itibarı kim ya da kimler, hangi koşullarda neden ve niçin vermiş veyahut da
bahşetmişti? Buna bağlı olarak; öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenin sözüm ona
itibarı, hangi koşullarda neden, niçin, nasıl ve kim ya da kimler tarafından
erozyona uğratıldı?
Söz konusu söylemi
diline dolayanların unuttukları / unutmuş göründükleri ya da hiç düşünmedikleri
diğer boyut ise, mesleklerin, makamların, sıfatların, statülerin itibarının
olup olmadığı sorunudur. Keza bu bir başka soruya ve soruna kapı aralamaktadır:
Meslekler arasında bir itibar / itibarsızlık hiyerarşisi mi var?
Konuyu aşağıda
açacağım, ancak şimdilik biraz daha algılanır, anlamlandırılır ve anlaşılır kılmak
için şu soruları da yönelteyim: Mesleklerin mi ahlakı, itibarı vardır, yoksa o
mesleği icra eden ve “şu” diye gösterebildiğimiz kişilerin mi? Başbakanlık,
genelkurmay başkanlığı, cumhurbaşkanlığı, milli eğitim bakanlığı makamının mı
itibarı ve ahlakı vardır? Yoksa o makamlarda oturan ve “şu” diye
gösterebildiğimiz kişilerin mi? Statülerin ve sıfatların mı itibarı, ahlakı
vardır, yoksa o sıfatı, statüyü taşıyan ve “şu” diye gösterebildiğimiz
kişilerin mi?
Şimdilik, son iki soru
daha: Kişilere değer ve itibar kazandıran statüler, sıfatlar, meslekler ve
makamlar mıdır? Yoksa o makamlara, mesleklere, statülere ve sıfatlara değer
kazandıran, “şu” diye gösterdiğimiz insanlar mıdır?
Başlığı okuyup kızan ya
da öfkelenenler içinden, son soruya dek gelen ve öfkesini dizginleyip aklıselim
bir biçimde düşünenlerin yanıtlarını şimdiden kestirebiliyorum. Keza öfkesine
yenik düşen, kendisi gibi düşünmediğim için bana kızanların da… Muhtemeldir ki
onlar, ne bu satırları okuyacak ne de sonrasında yazılanları… Ama biz devam
edelim: Çünkü öğretmenin de düşünen, soran, sorgulayanı makbuldür; öfkesine
yenileni ve vecd içinde secde edercesine kim olduğunu bile bilmediği
efendilerine işgüderlik edeni değil. Ya da karşı çıkıyorum sandığını gönüllü
veya gönülsüzce yeniden yeniden üreteni de…
Öğretmenin
Geçmiş Özlemi
“Öğretmenliğin ve
öğretmenin itibarsızlaş(tırıl)ma”sı söyleminin ardında bilinçli ya da
bilinçsizce geçmiş özleminin var olduğunu belirtmiştim. O geçmişin adı
Cumhuriyet dönemidir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet, laik bir
ulus devlet olarak, kurulma ve kendini var etme dönemi.
Son cümlenin, hem
işaret ettiği dönem, o dönemin koşulları hem de içerdiği kavramlar, üzerine
düşünüldüğünde öğretmenin konumu, görevi ve rolünü anlamayı da kolaylaştıracaktır.
Bu dönem, öğretmenin nerede bulunursa bulunsun yeni devletin temsilcisi ve
ideolojisinin taşıyıcısı olduğu bir dönemdir. Kitle iletişim araçlarının yok
denecek kadar az, okur-yazar oranının ve okullaşma seviyesinin çok düşük olduğu
koşullardır. Toplumun büyük bir çoğunluğu cumhuriyetin ne getirip
götüreceğinden de onun neliği ve gerçekliğinden de bihaberdir. Devlet
öğretmene, öğretmen de devlete muhtaçtır. Devlet zor koşullarda görev yapan
öğretmeni koruyup kollayacak, öğretmen de kendisinden istenen, toplumu
‘aydınlatma’ görevini yerine getirecektir. Birilerini kızdırmak pahasına, adını
koymalı ve açıkça söylemeliyim: Genelde öğretmenler ordusunun, özelde ise tek
tek her öğretmenin görevi, eski rejimin toplum üzerindeki etkisini bertaraf
etmek ve yeni rejime tabiiliği sağlamak için, kitabı, kalemi, giyimi kuşamı,
bilgisi ve görgüsüyle örnek olmak, dahası bir nevi misyonerlik yapmaktır. Öğretmen
bunun gereğini yaptığı, öğretmenlik buna hizmet ettiği sürece devletin baş
tacıdır. Bu koşullarda hiçbir misyonere, sözüm ona itibar bahşetmekte hiçbir
beis yoktur. Nasıl olsa, eşyanın tabiatı gereği, bahşedilen her itibar ve
değer, yine yeri ve zamanı geldiğinde ya da o nesne işlevini tamamladığında,
aynı işlev başka nesnelerle de ikame edilebilir olduğunda, bahşedenlerce geri
alınabilir.
Öte yandan;
yoksulluğun, kıtlığın hüküm sürdüğü ve cumhuriyetin “sosyal”lik ve “hukuk
devleti” sıfatlarının da lafziliğin ötesinde gerçek bir değerinin ve işlevinin bile
olamadığı koşullarda, öğretmene verilen maaş günümüzle karşılaştırılamayacak
kadar önemlidir. Çünkü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, veri olan zor koşullarda
kendisi için görev yapan, cansiperane çalışan, bulunduğu her yerde siyasal ve
ideolojik temsilcisi olan öğretmenlerden daha etkili bir ordusu yoktur. Silahla
bedenleri teslim alabilir, canları yok edebilir, ancak zihinleri, bilinçleri
teslim alamazsınız. İşte yeni rejim için öğretmenin görevi budur.
Yeni rejim için, onun
gönüllü ya da gönülsüz, ama cefakâr, fedakâr öğretmeni olarak, “Fikri hür,
irfanı hür, vicdanı hür nesiller” yetiştirmektir görevi. Bunun temel anlamı ve
işlevi ise eski rejimden ve onun hâlâ hükmünü sürdüren uzantılarının siyasal ve
ideolojik anlayışlarından, kabullerinden ayrılmayı, bağımsızlaşmayı bilinç
olarak içselleştirmiş, yeni rejime tabî “hür nesiller”dir. Yoksa her koşulda “fikri, irfanı, vicdanı hür”
değil. Çünkü böylesi nesiller yetiştirmekle görevlendirilen öğretmenlerin dahi,
bırakın o günleri günümüzde bile, her yerde her koşulda “fikri hür, irfanı hür,
vicdanı hür” olması istenmez. Hürriyet dediğin de nedir ki zaten, salt teslim
oluş! Sorgusuz sualsiz, tam bir inançla salt teslim olanın da hürriyet nesine
gerek ki… Böylesinin hürriyet sorunu yoktur; aslında yemek içmek sorunu da
demek gerek. Ancak sosyal ihtiyaçlar neyse de, fizyolojik ihtiyaçlar, ölmediğiniz
sürece, ne inanç dinliyor ne de teslim oluş, durmadan dürtüklüyor: Susadım, su
iç! Karnım acıktı, yemek ye! Su içtim, yemek yedim, hadi üre! Sonrası mı?
Tabiliğin ve icazetin sorgulanmaz sınırları için de “hür”lüğün keyfini süre
süre düşün, hayallere dal, kanatlanan! Ama sakın ola ki tabiliğin ihata
duvarlarını aşma! Hareket etmeye yönelip, zihnindeki zincirleri şakırdatma!
Öğretmenler açısından
Cumhuriyet’in yaklaşık olarak ilk otuz yılının bir başka ayırıcı özelliği daha
vardır: Birey olarak bilgi birikimi, kapasitesi, düşünsel ufku, huyundan
karakterine kişilik özellikleri ne olursa olsun, o statüsü gereği
“münevver”dir; birileri tarafından “aydınlatılmış” ve birilerini de kendisini
“aydınlatmış” olanlar için aydınlatmak amacıyla yollara düşmüştür. Birilerinin
kendisine tuttuğu ışığı, o ışıktan nasiplendiği kadarıyla toplumun yeni yetişen
nesillerine ve olabildiği kadar da yetişkinlerine yansıtmakla, aktarmakla
görevlidir.
Cumhuriyet’in kuruluş
yıllarındaki toplumsal, ekonomik koşullar, okur-yazarlık oranları da dikkate
alındığında, statüsünden kaynaklı bu “münevver”ler, yanılsamalı bir biçimde
“aydın”, hatta “entelektüel” sayılmışlardır1. Tıpkı, halk arasında söylenen, “Koyunun
olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi kesilir” misali… Aralarında kendini
yetiştirmiş, “aydın”, “entelektüel” sıfatlarını hak etmiş, dahası bunun
bedelini de ödemiş olanlar yok değildir. Ancak bu dönemin “münevver”lerinin
büyük bir çoğunluğu, yalnızca kendilerinden isteneni yansıtan birer ayna
olmaktan, yani kelimenin neliğine uygun bir biçimde salt münevverlikten öte
geçememişlerdir. Bunda bir tuhaflık da yoktur. Çünkü onlardan istenen de zaten
budur.
Ancak “münevver”likten
öte geçmeyen bu hal bile, o zamanın öğretmenlerinin, içerisine girdikleri her
yerde ve ortamda, toplumun ekâbirleri arasında sayılmasını beraberinde
getirmiştir. Köyde görev yapıyorsa muhtardan, imamdan önde gelmiş, kasaba ya da
nahiyedeyse nahiye müdürü, karakol komutanı, belediye başkanıyla hemhal olmuş, ilçede ise
kaymakam başta olmak üzere, mülki idare amirleriyle aynı masada pişpirik
oynayıp hasbihal edebilmiştir. Çünkü, üniversite öğrenimi görmüş olmak bir
yana, il ve ilçelerde bile okur yazar olanların sayılı olduğu koşullarda,
öğretmenlik statüsü, “şu” diye gösterilen biri olmaktan bağımsız bir biçimde,
her öğretmeni, kişiliğine, bilgi birikimi ve entelektüel kapasitesine bakmaksızın
toplumun önde gelenleri arasına yerleştirivermeyi olanaklı kılmıştır. Birde bu
durumu taçlandıran, hatta birçok kusuru örten, başka bir gerçeklik ve hakikat
vardır: Cumhuriyet’in öğretmeni olmak.
Velhasıl, söz konusu
dönem, hem içerisinde yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal koşullar hem öğretmenin
Cumhuriyet’le Cumhuriyetin de öğretmenle ilişkisi temelinde, öğretmeni ve
öğretmenliği ayrıcalıklı bir konuma taşımış; köyün, kasabanın, ilçenin, hatta
ilin bile ileri gelen aileleri, zenginleri kızlarını onlarla evlendirebilme
uğraşına girmiştir. Öğretmenlerle akraba olmak, kızlarını onlara vermek, önemli
bir karine olarak görülmüştür.
Öğretmenlerin, o
dönemin yaşayan öğretmenlerinden dinledikleri ve yazılıp çizilenlerden öğrenip
hayıflanmayla karışık, yanılsamalı bir biçimde hasret duydukları yıllar geride
kalmıştır. Ne var ki öğretmenler, her ne kadar şair, “Hasret ardına bakmaz”
dese de, yaşamadıkları ve yaşayamayacakları bir asr-ı saadet döneminin özlemi
içinde dünün ve şimdi’nin değişen gerçekliğini ve hakikatini ıskalayarak, kendilerini
itibarsızlaşma / itibarsızlaştırılma yanılsamasına ve hayıflanmasına
kaptırmışlardır. Hem de o dönemde olup bitenin ve itibar diye algılananın,
koşulların getirdiği bir bahşedilme olduğunu bile düşünmeden. Oysa her şey an
be an değişmiş ve değişmektedir.
Değişen
Koşulların “Münevver”i
Dönemin münevveri Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından başlayarak, neredeyse 1950’li yıllara dek, hâlâ
devletin öğretmenidir. O münevver, kendisine bahşedilen ayrıcalıkla, kendi
dünyasında siyasal ve ideolojik işlevini yerine getirir. Aslında o
münevverlerin büyük bir çoğunluğu kendilerine verilen ve belletilen kabuller
temelinde, kendi kuyularının dibinde bir kurbağa misali yaşamakta, cumhuriyeti,
değişmeden varlığını sürdüren aynı cumhuriyet sanma yanılsamasını
sürdürmektedir. Siyasal ve toplumsal alanda olup biten kimi değişiklikleri ve
eleştirel yaklaşımları ise genelde cumhuriyetin özelde ise kendilerinin harim-i
ismetine bir saldırı saymaktadır. Çünkü o cumhuriyetin idealist öğretmeni
olarak, devletin kurucularına ve kurucu ideolojisine bağlıdır. Onun yılmaz,
fedakâr, ama bahşedilmiş ayrıcalığına haiz bir neferidir. Bir eser olarak “Yeni
nesiller”i yetiştiren ve yetiştirecek olan odur.
Ancak ne denli uzun ya
da kısa olursa olsun her düşün bir sonu vardır. İkinci dünya savaşının bitimi
ve ardı sıra dünya kapitalizminin ABD’nin liderliğinde ve ona eşlik eden diğer
emperyalist devletlerle birlikte hiyerarşik yapılanmasının yeniden tesisi ve uluslararası
işbölümünün yeni sermaye birikim biçimi doğrultusunda örgütlenmesi, Türkiye
Cumhuriyeti için de uluslararası sürece bağlı değişim ve dönüşümün nirengi
noktalarından biridir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1929 Dünya ekonomik
bunalımıyla birlikte kopan uluslararası işbölümüne ve daha özerk davranmayı
olanaklı kılan siyasal dengelerine bağlı olarak adım adım ekonomiden sanayiye
ve eğitime dek oluşturmaya yöneldiği politikalar bu yeni dönemde önce
duraksamaya sonrasında ise ortadan kaldırılmaya başlanır. Çok partili siyasal
yaşam da bunu hızlandırıcı bir faktöre dönüşür. Cumhuriyet’in öğretmen açığını
kapatmak ve hızla yeni münevverler yetiştirmek için, ikinci dünya savaşı
yıllarında, 1940 başlarında kurulmuş Köy Enstitüleri bile siyasal çekişme
konusu haline gelir. Daha 1947-48’de Türkiye Cumhuriyeti, ABD emperyalizminin
planlarında, kendisine rol biçilen, rol verilen bir devlet olarak görülür. Bu
plan dâhilinde, Truman Doktrini ve Marshall Yardımı uygulamaya konulur. Planın
hem siyasal kadrolara, hem toplumun geniş kesimlerine hem de askeriyeye olmak
üzere üçayağı vardır. Siyasal kadrolar ve askeriye boyutu, başlangıçta ikili anlaşmalar
ve NATO üzerinden hızla kurulur. Toplumun okuryazarlar başta olmak üzere geniş
kesimlerine dönük ve toplumsal tabanı ve desteği oluşturacak boyut içinse başka
bir araç gerekmektedir: Sivil bir örgütlenme. İşin bu boyutu da çok geçmeden
çözülür. Amerika’da devşirilmiş olan devşirmelerin, Türkiye’ye gelişi ya da
gönderilişi ve onların bulduğu yeni devşirmeler ve bu işgüderliğe teşne zevat
aracılığıyla, Komünizmle Mücadele Derneği kurdurulur. “Her mahallede bir
milyoner yaratacağız”dan, “Yeter söz milletindir”e uzanıp, “Küçük Amerika” olma
söylemleriyle yol alan Demokrat Parti iktidarı da işleri kolaylaştırır.
ABD emperyalizminin
kolonyal şapkalı ve şapkasız temsilcileri, her kademeden devşirmeleri
aracılığıyla yükselttikleri “Komünizmle Mücadele” çığlıklarıyla, özellikle
konumuz açısından ele alındığında, 1954 yılında Köy Enstitüleri’nin kapatılmasında
etkili olur. 1956 yılında ise, Köy Enstitülerini kapatan Demokrat Parti
hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı’yla Amerikan Ford Vakfı’nın
yetkilileri sıcak temaslar gerçekleştirir. Çok geçmez, temaslar meyvesini
verir: Aynı yıl, Türkiye toplumunun ve eğitim sisteminin çıkarlarını
düşünmekten başka bir gayesi olmayan, parasını ve uzmanlarını bu uğurda
seferber eden Amerikan Ford Vakfı’nın her türlü mali desteği ve fikri
yönlendiriciliğiyle, ilköğretim programı değiştirilir. Sonuç mu? “Her ömür
kendi gençliğinden vurulur” der Yılmaz Odabaşı, ne de olsa her toplum da kendi
gençliğinden teslim alınır. Hal böyle olunca, bunun en etkili yolu ise eğitim
sistemini değiştirmek, dönüştürmek ve biçimlendirmekten geçer. Bunu da en iyi
sistemin efendileri bilir ve yeni devşirmeler, ideolojik esirler yetiştirmek
üzere, devşirmeleri aracılığıyla hayata geçirir.
Bu dönemde münevverlerden
kayda değer bir ses çıkmaz. Hatta büyük bir bölümü olan bitenden bile
bihaberdir. İlgilerini bile çekmez. Zaten münevverin de üzerine vazife değildir
bu. Her şeye rağmen sesini çıkaran ya da itiraz etmeye, eleştirel bir tutum
takınmaya çalışanlar ise bedelini sürgünlere, görevden uzaklaştırmalara dek
uzanan cezalandırmalarla öder. Farkında olsalar da olmasalar da, iktidarla
ilişkilerinin düzeyine bakmaksızın, değişen gerçekliğe bağlı olarak, dönemin
münevver öğretmenleriyle cumhuriyetin arası açılmaya başlar. Büyü bozulmaya,
düş dağılmaya, değişen gerçekliğin hükmü galebe çalmaya yüz tutar. Çünkü
cumhuriyet, kuruluş döneminin cumhuriyeti değildir artık. Yaklaşık otuz-otuz
beş yılda köprünün altından çok sular akmıştır. Ve öğretmen, kendi öznel
kabullerinden bağımsız bir biçimde, her geçen gün ağır ağsak da olsa devletin
sıradanlaşan bir memuruna dönüşmeye başlamıştır.
Herkesin yerini ve
haddini bilmesi gerekir, elbette münevverin de münevverliğini… Artık
öğretmenlerin “şehir kulüp”lerinde sık görülmediği, kaymakamlar, nahiye müdürü
ve belediye başkanlarıyla, ülke ve dünya sorunlarına ilişkin hasbıhal edip
pişpirik oynamaya sıra bulamadıkları, statüsüne binaen ekâbir çevrelerinde yer
alamadığı yıllar gelip çatmıştır. Köy, kasaba neyse de il ve ilçelerde ileri
gelen ve zengin ailelerin kızlarını öğretmenle everme döneminden de eski eser
kalmamıştır.
Toplumsal koşulların,
ekonomiden siyasete, okuryazar oranının artışından kitle iletişim araçlarının
yaygınlaşmasına, giyim kuşamdan sosyal ilişkilere dek birçok alanda değişmesi,
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’li yıllara dek süren dönemin münevverinin
toplum içindeki konumunu, 1960’lardan başlayarak özellikle 1970’li yıllarla
birlikte hızla erozyona uğratmıştır. Bunda öğretmenlerin ekonomik durumlarındaki
düşüş kadar, il ve ilçelerde hatta kasaba ve köylerdeki eşraf arasında
üniversite eğitimi görmüş, bilgi birikimi ve entelektüel kapasitesi
öğretmenlerden aşağı kalmayan insanların yer almaya başlaması, giyim, kuşam,
davranış ve konuşmada onlardan geri sayılmayacak kişilerin sayısının artışı da
hızlandırıcı ve önemli bir etken olmuştur. Giderek, öğretmenlik de, “Hiçbir şey
olamıyorsan öğretmen ol!” denilecek bir düzeyde algılanıp anlamlandırılmaya
başlanmıştır. Çünkü öğretmenin devletle, devletin öğretmenle değişen ilişkisi, kendisi
de değişmekte olan toplumun öğretmene ve öğretmenliğe dönük algısını ve ona
atfettiği değeri de değiştirmiştir. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü her meslek gibi,
öğretmenlik mesleğinin de toplumlar için ilanihaye değişmez ve her daim mutlak
kalan bir değeri yoktur.
İşte günümüzde,
öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenin itibarsızlaşması ya da
itibarsızlaştırılmasından söz edenlerin algılayıp kavrayamadığı, belki de
kavrasalar da bir türlü kabul edemedikleri hakikat budur. Günümüz öğretmeni
öncelikle bu hakikati kavramalı ve yaptıkları işe ilişkin yanılsamalardan
kurtulup, sistem açısından kendilerine yüklenen ve istenen işlevlerin bilincine
varmalıdır. Dahası var olanı sorgulayıp ne yapıp ne yapmamaları gerektiğine
karar vermelidir: İtibar dilenerek, hayıflanarak, düzenin duvarında bir tuğla
olmak mı, yoksa insanın insanı sömürüsüne dayanan düzenin değiştirilip
dönüştürülmesinin bir parçası olmak mı?
Bir
Başka Yanılsama: Statü ve Mesleklerin İtibarı
Yazıyı daha fazla
uzatmamak için, bu konudaki düşüncelerimi kısaca birkaç paragrafta özetlemek
istiyorum: Öğretmenler arasındaki, itibarsızlaşma / itibarsızlaştırma
söyleminin dayandığı bir başka yanılsama da mesleklerin, statülerin
kendiliğinden değişmez bir değerinin, itibarının olduğu, olması gerektiği
kabulüdür. Oysa tarih boyunca, anlamlandırmalar ve atfedilen değerler ne olursa
olsun, hiçbir meslek ya da statünün böylesi bir değeri yoktur. Aynı durum
günümüz için olduğu gibi, gelecekte de geçerli olacaktır. Çünkü meslek ya da
statülerin ve sıfatların değişmez bir değeri olduğunu yanılsamasını hakikat
saymak, meslekler arasında bir hiyerarşiyi, bir alt üst ilişkisini kabul
etmektir. Bunun bilinçli ya da bilinçsizce karşılığı ise insanları yaptıkları
işe, statüsüne ya da sıfatına göre daha baştan sınıflayıp ayırmaktır. Toplumsal
olarak değerini buna göre belirlemektir. Dahası, kendisi için de peşinen bu
yanılsamalı algıya göre değerlendirilmeyi, saygı gösterilmeyi istemek ve
beklemektir.
Söz konusu kabul ve
istek, hem kendisinin hem de karşısındaki insanın değerini ve değerlerini bir
insan olarak kendinden başlatamayan ilinek insanlara özgüdür. İlinek insan, hem
kendi değerini, hem de ötekinin değerini kendisinden daha üstün olduğunu var saydığı,
önem atfettiği ve kendi dışındaki bir varlıkla, statüyle ilişkisinin uzaklığına
ya da yakınlığına göre belirlemeye çalışır. Karşısındakini ya da kendini, eğer
değer atfedildiğini bildiği / değer atfedileceğini düşündüğü bir sıfatı,
mesleği varsa onunla nitelemeye yeltenir. Bu birini küçümsemek, aşağılamak
istediğinde de ne denli önemli olduğunu vurgulamak istediğinde de geçerlidir.
Sanki ilişkide bulunduğu kanlı canlı, düşünen, yanılan, üzülüp sevinen,
zaafları olan “şu” diye gösterilen bir insan değil de bir sıfat, bir statüdür.
Bu noktada asıl
unutulan, mesleklerin ve statülerin, sıfatların kendinde bir şey olarak
değerinin olmadığıdır. Herhangi bir insanı, bunlara bakarak, değerli ya da
değersiz olarak nitelemenin yanlış olduğu hakikatini bir yana bırakmaktır. Oysa
tüm sıfatlar, statüler birey olarak insana ilinektir. Bundan dolayı, “şu” diye
gösterdiğimiz insana, hiçbir sıfat, statü veya meslek, onda olmayan bir değeri,
saygınlığı ona kazandırmaz ve vermez. Bunun aksini düşünen, söyleyen, bekleyen
ve buna göre davranan her insan konumu ne olursa olsun ilinek bir insan
olmaktan kurtulamaz. Çünkü sıfatları, statü ve meslekleri daha değerli olarak
algılatan yegâne varlık, düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle, yaptıkları işte
billurlaşan “şu” diye gösterilen tek tek insanlardır. Statülerinden,
sıfatlarından, mesleklerinden dolayı itibar, değer bekleyenler ise değer
katanların kattığı değerden ya da bir dönem bahşedilenlerden pay almaya,
nemalanmaya çalışan ilineklerdir.
Son söz: Bir öğretmene
ilinek insan olmak, ilinek bir insana ise öğretmenlik yakışmaz. Ne var ki hükmü
meri olan gerçeklik ve hakikat bunun tam tersidir.
1 Bu noktada, herhangi bir yanlış
anlamaya meydan vermemek için, Köy Enstitüleri’nden yetişenlerin daha ayrıcı
bir değerlendirmeyi hak ettiklerini belirtmek gerek. Köy Enstitülerinin Türkiye
Cumhuriyeti’nin uluslararası işbölümündeki konumuyla bağlantısını gözden ırak
tutmadan ve olup biteni de birilerinin yaptığı gibi, efsaneleştirme yanılgısına
düşmeden, dahası dünya genelinde kapitalizmin bunalıma girdiği, Keynesgil
ekonomik ve sosyal politikaların, açılımların uluslararası düzeyde uygulama
alanı bulduğu, 1940 başında kurulan bu okulları bütünsel anlamda ve kapsamlı
olarak değerlendirmek gerek.… Ama yeri burası değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder