Emperyalist
Savaşları Anlama Kılavuzu
Fikret
Başkaya
“Politika, kan dökülmeden yapılan savaştır.
Savaş da, kan dökülerek yapılan politikadır”
Mao Zedoung
Fransız devlet ve siyaset adamı Georges
Clemenceau [1841-1929], “En çok yalan,
seçimlerden önce, savaş esnasında ve avdan sonra söylenir” demişti. Öyle
görünüyor ki, son dönemin savaşlarında asıl yalan savaş esnasında değil, savaş
öncesinde söyleniyor. Savaşlara medyatik yalanlar öncelik ediyor. Elbette yalan
sadece medyanın marifeti değil. Yalanlar önce “bilim yuvası” denilen üniversitelerde,
prestiji ve ünü büyük “düşünce” kuruluşlarında, think-tank’larda peydahlanıyor
ve medya nöbeti devraldığında yalan “gerçek” oluyor... Her zaman olduğu gibi, şimdilerde de “barış” ve “istikrardan” çok
söz ediliyorsa da, reel durum retorikten farklı, içinde bulunduğumuz durum tam
da George Orwell’in “savaş barıştır” sözünü
hatırlatıyor. Velhasıl, bu günün dünyası yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart
üzerinde duruyor.
Kristof Kolomb’un macerasıyla dünyanın
manzarası köklü bir değişime uğradı. Kapitalizmin hakim üretim tarzı haline
gelmesiyle dünya, çevre-merkez şeklinde kutuplaştı. Kolonyalizm ve emperyalizm sayesinde
dünyanın geri kalanının zenginliğine az sayıda kapitalist/kolonyalist/emperyalist
Batılı devletin el koyması mümkün hale geldi. Dolayısıyla emperyalist/kolonyalist
Batı’nın [ki, uygar dünya diyorlar] zenginliği ve refahı, dünyanın üç kıtasının
[Asya, Afrika, Latin Amerika] sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Birinci
emperyalistler arası savaş [1914-1918] arefesinde yeryüzünün %84,4’ü az sayıda
kolonyalist/emperyalist ülkenin ya doğrudan kolonisi [sömürgesi], ya da nüfûz
bölgesi [yarı-sömürgesi] durumuna indirgenmişti. Söz konusu kapitalist/kolonyalist/emperyalist
dünya sisteminden ilk kopuş 1917’de Sovyet devrimiyle gerçekleşti. Emperyalist
ülkeler koalisyonu devrimi boğmak üzere harekete geçti ama başaramadılar. Söz
konusu yapıda ikinci önemli kopuş denemesi, ikinci emperyalistler arası savaş
[1939–1945] sonrasında sömürge halklarının, anti-kolonyalist ulusal kurtuluş mücadelesi
sonucu ulus devletlerin ortaya çıkmasıydı. Eğer yeni bağmsızlığa kavuşan ülkeler,
gerçek bir kopuşu gerçelekştirip, bağımlılık ve sömürü zincirini kırmayı başarsalardı [kapitalizmden
başka bir şey yapabilselerdi], bu
emperyalist sistemin sonu olurdu. Böylece, yeryüzünün
lânetlileri yaklaşık 450 yıldır uzak tutuldukları sofraya dahil
olabilirlerdi...
Lâkin bağımsızlıklar ekseri radikal
kopuşlar değildi. Gerçek kopuşlar değildi. Bağımsızlık hareketlerine önderlik
edenler, kapitalist dünya sistemi dahilinde kalarak, kalkınabilecekleri,
sanayileşebilecekleri, dünyanın zenginliğine ortak olabilecekleri
yanılsamasıyla malûldüler. Bu durum başta tartışmasız hegemonik güç olan ABD
olmak üzere, emperyalist kampın işini kolaylaşırdı. Söz konusu ülkelerin kendi
ayakları üzerinde durabilen aktörler olarak ulusararası arenada yer almalarını
engellemek üzere ikili bir saldırı, yıpratma, zayıflatma, çökertme stratejisi
izlendi. Birincisi: Askeri darbeler, savaşlar, siyasi cinayetler, komplolar,
etnik/din/mezhep temelli kışkırtmalar ve çatışmalar, genç devletlerin kendi
ayakları üzerinde durmalarını problemli hale getirdi. Bazılarına birden fazla
olmak üzere 50 kadar ülkeye müdahale edildi, darbeler peydahlandı, savaş açıldı;
İkincisi: IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans kurumları vasıtasıyla,
söz konusu ülkelere “yapısal uyum” veya “istikrar” proğramlarının dayatılmasıydı... Aslında söz konusu olan
emperyalizme “uyumlanmaktan”, “istikrarsızlaşmaktan” başka bir şey değildi. Ve
bu ikili saldırı sonucu söz konusu ülkelerin büyük çoğunluğu komprador rejimlere
dönüştüler... Ve 1989-1990’da Sovyet sisteminin de çökmesiyle, emperyalist
bloka kaybettiği mevzileri geri alma yolu yeniden açılmış oluyordu... Artık ABD
önderliğindeki kollektif emperyalizmin [ ABD, AB, Japonya] eli güçlenmişti. Bu
durum, hegemonik güç olan ABD’nin dünyayı militarize etme emellerine uygun bir
zemin yaratmıştı.
Sovyet sisteminin çöküşüyle ABD
düşmansız kalmıştı. Oysa hegemonik bir güç düşmansız mümkün değildir... Bir
bocalama döneminin ardından dünyaya tek başına şekil vermek üzere harekete
geçecekti ama önce “uygun bir hareket alanı” oluşturmak, “zemini hazırlamak” gerekiyordu. Bu amaçla bir dizi ideolojik manipülasyona
girişildi. Samuel P. Huntington tarafından “medeniyetler çatışması” tezi ortaya
atıldı [Aslında bu tezin asıl mucidi Bernard Lewis’dir]. Oysa medeniyetler
çatışması diye bir şey mümkün değildir. Zira, çatışan çıkarlardır, son tahlilde
mesele sınıfsaldır...] Onu İslami terör söylemi izledi ama, “islam terörü”
denileni peydahlayan da ABD’nin kendisiydi...
Eperyalizmin jeostratejik, jeopolitik, ekonomik çıkarları, reel ve
muhtemel rakiplerin engellenmesini, başta Çin olmak üzere “yükselen ülkeler”
denilenlerin durdurulmasını gerektiriyordu. Amaç rakiplerin enerji kaynaklara,
stratejik madenlere, biyolojik çeşitliliğe ortak olmasını engellemek, değilse
zorlaştırmak, bunlar üzerindeki emperyalist tekeli korumaktı. Ve bir sürü uyduruk
savaş gerekçeleri üretildi: “Ulus-devlet döneminin artık gerilerde kaldığı, haydut
devletlerin [failed states-rogue states] ] barışı ve istikrarı tehlikeye attığı, işte islâmi
terör, kitle imha silahlarına, kimyasal silahlara sahip olma, halkı katletme,
jenosit riski, terörü destekleme, demokrasi ve insan hakları zaafı, söz konusu
ülkenin bir diktatör tarafından yönetiliyor olması vb...
Rejimi değiştirmek [regime change] üzere
savaş açılıyor ama asıl amaç rejimi değiştirmek değil, devleti çökertmek,
ülkeyi parçalamaktır. Bu amaçla ve öncelikle 1648 Westfalya Barışı’ndan beri
geçerli uluslararası hukuk ilkelerinin aşılması, teamüllerin yok sayılması
gerekiyordu. Bilindiği gibi, Avrupa’da 30 yıl savaşlarının ardından imzalanan Westfalya
Barış Antlaşmasıyla [1648], devletler arası ilişkileri düzenleyen bir dizi önemli
hukuk ilkesi kabül edilmişti: 1. “Ulus devletin mutlak egemenliği [sauveraineté
absolue] ve kendi kaderini belirleme hakkı; 2. Büyük-küçük, güçlü-zayıf,
fakir-zengin ayrımı yapmadan tüm ulus-devletlerin hukukî eşitliği; 3.
Antlaşmalara saygılı olma ve zorlayıcı bir uluslararası hukukun geliştirilmesi;
4. Başka ülkerin içişlerine karışmama ilkesi. Bu konudaki mevzuat, izleyen
dönemde, özellikle de İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında, Birleşmiş
Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla daha da ‘olgunlaşmıştı...’
ABD’nin rejim değiştirme adı altında
savaşlar açabilmesi için “başka devletlerin içişlerine karışmama” ilkesinin
aşılması, ulusal egemenlik hakkının yok sayılması, geçerli uluslararası hukuk
sisteminin by-pass edilmesi, teamüllerin çiğnenmesi gerekiyordu. Ve bu amaçla “insâni müdahale” ve “koruma sorumluluğu” tezleri geliştirildi...
Bu, başka bir ülkenin “içişlerine karışma” yolunun açılması demekti... Fransa’da
faşizme karşı direnişin ardından, dirennme hakkı uluslarası/devletlerarası
mevzuata bir hak olarak dahil edilmişti. Direnme bir hak sayılır olmuştu. ABD
bu hakkı da yok sayıp, onun yerine çatışmaları
görüşmeler yoluyla çözme, [conflict resolution] “ kuralını” ikâme etti...
Bir de tabii terörün uluslararası hukukta bir tanımının yapılmamış olması işi
iyice kolaylaştırıyordu... Böylece bir halkın direnme hakkı rahatlıkla terör
sayılabilir hale geldi.
Bu aşamadan sonra çökertilmek istenen
hedef ülkeye savaş açmak artık iyice kolaylaşmış oluyordu. Önce çökertilmek
istenen devlet içinde etnik, mezhep kökenli çatışmalar körükleniyor, ülke istikrarsızlaştırılıyor ve
bu “istikarsız” durumun ABD ve bir bütün olarak “uygar dünya” için, ve tabii “dünya
barışı” için bir tehdit oluşturduğu, “uluslararası toplumun” bu duruma seyirci
kalamayacağı söylemi medya tarafından pofpoflanıp, sürekli gündemde tutuluyor. Aslında
“uluslararası toplum” denilenin kollektif emperyalizmden [ABD, AB, Japonya] başkası olmadığının
bilinmesi gerekir... Asya, Afrika, Latin Amerika’daki onca ülkeden hiçbiri
“uluslararası toplum” denilene dahil değildir! Başka türlü söylersek,
“uluslarası toplum“ NATO’cu emperyalist kamptan ibarettir.
Aslında savaşlarının gerçek nedenini
gizlemek her zaman kuraldır, ama son dönemin yeniliği, artık medyanın da bir tür “kitle imha silahına” dönüşmüş
olmasıdır. Kapitalizm öncesi dönemde krallar, imparatorlar, hanlar, sultanlar,
padişahlar... savaş çıkarmak için halkın rızasına gerek duymazlardı. Zira,
egemenden tebaya doğru tek yönlü bir ilişki söz konusuydu. Modern çağda bir
devletin bir başka devlete savaş açabilmesi, belirli oranda da olsa halkın
rızasına dayanmayı, hiç değilse tepkiyi etkisizleştirmeyi gerektiriyor. Mâlum
halk her zaman barıştan yanadır. Dolayısıyla halkı savaşa razı etmek gerekiyor
ve razı etmek için de gerekçelendirilmesi gerekiyor. Ve işte bu aşamada bir
dizi savaş propagandası ve yalan devreye giriyor... Birinci değişmez yalan: “Biz savaş istemiyoruz”dur. Eğer öyle
olsaydı savaşlar da olmazdı. O halde neden bunca savaş var? Onu ikinci yalan
açıklıyor: “Savaşı karşı taraf istiyor ve
bizi müdahil olmaya zorluyor...” Böylece savaş bir zorunluluk olarak
sunulabiliyor. Nitekim, Nazi Almanyasının dışişleri bakanı Joachim von
Ribbentrop, Polonya’ya karşı Alman sandırısını şöyle “haklı gösteriyordu”: “Fuhrer savaş istemiyor. Bu işe gönül
rızasıyla müdahil olmuyor. Fakat savaş veya barış kararını verecek olan o
değildir. Karar Polonya’ya aittir. Polonya, Reich için hayati önemi olan bir
çok konuda Almanya’nın taleplerini karşılamalıdır. Eğer kabul etmezse savaşın
sorumlusu Almanya değil, Polonya’dır”. [1]. Körfez Savşında [1991] ve Irak
savaşında [2003] kullanılan dil ve üslûp aynıydı. Bush [baba] şöyle diyordu: “Bir korsanlık eylemi söz konusuyken, herkesin
her şeyden çok istediği barış bir kısım basit ödünlerle sağlanamaz. Söylemek
gerekir ki, top Irak’ın elindedir“.[2] Savaş öncesinde Batı medyasında
sürekli olarak Irak’ın savaşa nasıl hazırlandığına dair haberler
yayınlanıyordu...
Savaşı başlatanın bir başka
gerekçelendirme aracı da savaşın ‘yüksek insânî değerler” için çıkarıldığıdır.
Mesela Birinci emperyalistler arası savaşın [1914–1918], militarizmi yok etmek, küçük ulusları korumak ve dünyayı demokrasiye
hazırlamak amacıyla başlatıldığı söylenmişti. Elbette insanlara, bu emperyalistsler arası savaş ekonomik,
jeopolik ve jeostratejik çıkarların bir gereği olarak peydahlandı demeyeceklerdi...
Yugoslavya’ya NATO saldırısıyla ilgili olarak dönemin İngiltere başbakanı Tony
Blair, “Biz çıkarlarımız için değil,
insânî kaygılarla müdahale ettik” demişti. Birinci Körfez savaşıyla ilgili
olarak Busn [baba] “Öyle insanlar var ki,
bir türlü anlamıyorlar. Mücadele petrolle ilgili değil, mücadele kaba bir
saldırıyla ilgili” demişti... Yugoslavya’ya saldırının görünür gerekçesi
ülkenin etnik çeşitliliğini korumak, azınlıklara yapılan kötü muameleyi son
vermek ve diktatörü bertaraf etmekti. Oysa asıl gerekçe ekonomik ve jeopolitik
çıkarlarla ilgiliydi ve amaç hasıl oldu...
Savaşı iyiyle kötünün savaşı olarak
sunmak yaygın bir durumdur. Bu durumda savaş bir haçlı seferi niteliği kazanır
ve karşı taraf, her türlü olumsuzluk ve kötülükle malül “şer ekseni”, olarak sunulur. Bunun için de karşı tarafın
şeytanlaştırılması esastır. Bütün bir halkı şeytanlaştırmak mümkün olmadığına göre, lider üzerinde odaklaşılır. Lider
üzerinden koskoca bir halk gizlenir, yok sayılır... İşte Bin Ladin, Saddam,
Milosevic, Kaddafi, şimdilerde Beşar Esad... Karşı taraftaki [saldırıya
uğrayan] şeytandır, delidir, canavardır, çirkindir; bu tarafsa [saldıran] en
yüksek insânî değelerin timsâlı ve taşıyıcıdır, barıştan yanadır, uzlaşmacıdır,
yakışıklıdır... Tabii bu tür bir ideolojik manipülasyon bir başka şeyi de
gizler. Bu yaklaşım idealist/metafizik tarih anlayışını besler. Buna göre
tarihi yapan liderlerdir, kahramanlardır, “büyük adamlardır”. Oysa materyalist tarih anlayışı bunun tam karşıtı
zeminde yer alır ve tarihin büyük adamların oyuncağı olmadığı görüşünü vazeder.
Geride kalan yaklaşık iki on yılda
emperayalistler tarafından çıkarılan savaşlar [saldırılar demek daha doğru]
asla afişe edilen gerekçelerle ilgili değildi. Uyuşturucuyla savaş, terörle
savaş, bir ülkeyi işgaldan kurtarma, kitle imha silahlarına sahip olma, jenosidi
önleme, demokrasi ve insan hakları götürme, “insânî yardım” vb... Emperyalist
kampın duruma göre dillendirdiği bu tür sözde gerekçelerin reel bir karşılığı
yoktur. Olması da zaten mümkün değildir. Emperyalizmin çıkarı Asya’da,
Afrika’da, Latin Amerika’daki rejimlerin demokratikleşmesinde değil, ne
yapıp-edip muhtemel bir demokratikleşmeyi engellemektedir. Zira, gerçekten
demokratik, kendi ayakları üstünde durabilen bir rejim demek, emperyalist
sömürü ve dış müdahaleye kapalı bir rejim demektir. Bu yüzden en gerici, en
bağnaz, en halk düşmanı ve karanlıkçı rejimler, olabilidiğince desteklenir ve
işe yaramaz hale gelince de şeytanlaştırılıp bertaraf edilir.
Aslında Libya’ya yönelik çökertme
savaşı, son dönemin tüm emperyalist savaşlarının bir özeti sayılabilir. Tabii
Suriye’deki de... Libya’yla ilgili emperyalist medya’nın yalanları öncekilerin
tam bir genel tekrarı gibiydi: Kaddafinin göstericilere uçaklarla bombaladığı,
Libya da halk çoğunluğunun Kaddafi’yi istemediği [oysa Kaddafi’yi asıl
istemeyen Libya halkı değil, emperyalistler koalisyonuydu], 17 Şubat- 15 Mart
arasında 6.000 kişiyi ödürdüğü, isyancıların Kaddafi rejimine muhalif barışçıl
göstericiler olduğu, Kaddafi’nin Birleşmiş Milletler Örgütüyle
görüşmeye/uzlaşmaya yanaşmadığı, Ulusal Geçiş Konseyi’nin [CNT] Libya’yı
demokratikteştirmek isteyen sivil unsurlardan oluştuğu ve demokrasi mücadelesi
yürüttüğü... Bütün bunlar medya tarafından peydahlanıp servis edilen yalanlardı
ve hiçbir aslı-astarı yoktu. Elbette Libya arzulanır anlamda demokratik bir
rejime sahip değildi ama yaratılan olumsuz imajla da ilgili değildi. Ve rejime
önemli bir halk desteği vardı. Nitekim 1 Temmuz 2011’de Kaddafiyi desteklemek
üzere yaklaşık 1,5 milyon insan sokağa çıkmıştı ki, 6 milyon nüfusa sahip bir
ülke’de bu her dört kişiden birinin sokağa çıkması demektir... Aslında bu
anlaşılır bir durumdu zira, Libya Afrika kıtasının sosyal göstergeler bakımandan
en iyi durumda olan ülkesiydi.
Libya’da kişi başına gelir 14.192
dolardı. Her aile ferdi yılda 1.000 dolar devlet yardımı alıyordu. İşsizlere
ayda 730 dolar ödeme yapılıyordu. Devlet her doğan çocuk için 7.000 dolar ödüyordu.
Ev almaları için yeni evlenenlere 64.000 dolar ödeniyordu, özel iş kurmak
isteyenlere 20.000 dolar veriliyordu, ağır vergiler yoktu. Eğitim ve sağlık
parasızdı, kalabalık ailelere sembolik fiyattan temel gıda maddeleri sunuluyordu,
birçok eczane ilacı parasız sağlıyordu, elektrik parasızdı, petrolün litresi 14
cent [yaklaşık 20 kuruştu], apartman ve araba almak isteyenlere faizsiz kredi
sağlanıyordu... [3].
Aslında Kaddafi rejiminin çökertilmesi,
Afrika’nın yeniden kolonizasyonun giriş kapısıydı ve o kapıdan girdiler, açılan
yoldan daha şimdiden Mali’ye ulaşılmış durumda. Libya, hedefteki ülkeleri
[Mali, Cezayir, Suriye vb.] işgal etmek için bir tramplen işlevi görecekti. Amaç
Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına, biyolojik çeşitliliğine el koymak
ve son on yılda kıtaya başarılı bir giriş yapan Çin’i Afrika’dan atmaktır.
Tekrar edersek, savaşlar doğrudan jeopolitik, jeostratejik, ekonomik çıkarlar
için peydahlanıyor... Asla insanlıkla, insan haklarıyla, özgürlükle, demokrasiyle,
“yüksek insânî değerlerle” ilgili değil... Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatine
de aykırı olurdu... Emperyalist savaşla özgürlük ve demokrasi arasında nasıl
bir ilişki olabilir ki?
O halde sadede
gelebiliriz: Kapitalizm varoldukça, emperyalizm kaçınılmaz, emperyalizm
varoldukça da emperyalist savaşlar-çatışmalar kaçınılmaz. Her kim ki, gerçekten
bu dünyada haysiyetiyle yaşamak, hayırlı bir şeyler yapmak istiyorsa, ikircikli
olmayan bir tarzda kapitalizme karşı mücadele yürütmesi gerekir. Zira, öyle sanıldığı
gibi emperyalizm “dışsal” bir olgu değil. Emperyalizm yerli uzantıları
sayesinde varolabiliyor, varlığını sürdürülebiliyor... Velhasıl emperyalizm
içimizde... Dolayısıyla anti-emperyalist olmakla anti-kapitalist olmak bir ve aynı
şey... Tabii bu duruma müdahale edebilmek için de olup-bitenleri anlamak,
bilince çıkarmak gerekiyor. Mâlum, anlamak
aşmaktır denmiştir... Lâkin bu, bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları
seyrederek, bu uzmanları dinleyerek mümkün değil...
[1] Bkz: Anne Morelli, Principes élémentaires de proganda da
guerre, Bruxelles, Aden, 2010.
[2]. Anne Morelle, “ Les dix commandements sans lesquelles nos
geurres semblerait injustes, http://legrandsoir.net
[3] Rakamlar için bkz: Michel Collon, La Strategie du chaos- Impérialisme et
Islam, Investig’Action-Couleur Livres, Bruxelles.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder