25 Mayıs Dünya Etik Günü Afişi |
Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
22 Mayıs 2012
21 Mayıs 2012
"Felsefenin Kraliçesi" Haymana'ya Geliyor!!!
“Felsefenin
Kraliçesi” Haymana’ya Geliyor
Atalay
GİRGİN*
Etik alanında yaptığı
çalışmalarla, uluslararası alanda da tanınan Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı
İoanna Kuçuradi “25 Mayıs Dünya Etik Günü”nde Haymana’da bir konferans verecek.
Haymana
Kaymakamlığı’nın ev sahipliğinde, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nin düzenlediği
“Dünya Etik Günü” etkinliğine katılacak olan Kuçuradi, başta etik ve ahlak
arasındaki ayrım olmak üzere, etik ilişki, insanın değeri ve değerlerine
ilişkin düşüncelerini konferans katılımcı ve dinleyicileriyle paylaşacak.
Nuri Bektaş Anadolu
Lisesi tarafından düzenlenen ve halka da açık olan, “Dünya Etik Günü”
etkinliğinde, Haymana Kaymakamı başta olmak üzere, ilçenin mülki ve yerel
yetkililerinin yanı sıra, ilçedeki okulların idari personeli, öğretmenler,
öğrenciler yer alacak.
Etkinliğin
düzenleyicisi olan Nuri Bektaş Anadolu Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Dünya Etik
Günü” etkinliği ve Kuçuradi’nin bu etkinliğe katılımıyla ilgili olarak yaptığı
değerlendirmede “Sayın İoanna Kuçuradi, felsefe ve özellikle de etik alanındaki
çalışmalarıyla uluslararası düzeyde haklı bir üne sahiptir. Uluslararası
Felsefe Kurumları Federasyonu Başkanlığını da yapmış olan, halen Türkiye
Felsefe Kurumu Başkanlığı’nı yürüten, birçok değerli esere imza atan Sayın
Kuçuradi’nin önemini ve değerini bizler biliyoruz. Yalnızca bizler değil.
Dünyanın felsefe ve etikle ilgili yetkilileri, entelektüel ve akademik
çevreleri de biliyor.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü: Bundan
dolayıdır ki, başta Goethe Madalyası olmak üzere birçok
uluslararası ödülü olan Sayın İoanna Kuçuradi sayesinde 2003 yılında düzenlenen
21. Dünya Felsefe Kongresi Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. UNESCO, 21. Dünya
Felsefe Kongresi’nin başarılı bir şekilde yapılmasına büyük katkısından ve bu
alanda yaptığı bilimsel çalışmalardan dolayı, Sayın İoanna Kuçuradi’nin, 2003
Felsefe Ödülü’ne layık görüldüğünü bildirmiştir.
25 Mayıs 2012’de
gerçekleştirilecek “Dünya Etik Günü” etkinliğine İoanna Kuçuradi’nin
katılmasının Haymana ve Haymanalılar için tarihi öneme sahip günlerden biri
olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirten Çeki, “Türkiye’de yaşayan ve
“Felsefenin Kraliçesi” olarak da nitelenen Sayın Kuçuradi’ye, davetimizi kabul
ederek, etkinliğimize katılıp bizleri onurlandırdıkları için ne kadar teşekkür
etsek azdır. Başta öğrencilerimiz olmak üzere, Haymanalılar Sayın Kuçuradi’nin
düşüncelerinden azami ölçüde yararlanma fırsatını kaçırmamalıdır. Bundan
dolayı, etkinliğe Haymana halkını da davet ediyoruz.” dedi.
“Vizyonumuzun Bir Parçası”
Nuri Bektaş Anadolu
Lisesi Müdürü Soner Çeki, “Biz bu tür etkinlikleri yalnızca Dünya Etik Günü
nedeniyle yapmıyoruz. Aksine eğitim öğretim dönemi boyunca gerçekleştiriyor,
öğrencilerimizi, kültür, sanat, felsefe ve bilim dünyamızın önemli isimleriyle karşılaştırıyoruz.”
derken, bunun nedenini şöyle açıkladı: Bu bizim vizyonumuzun bir parçasıdır.
Haymana küçük bir ilçe, okulumuz yeni bir okul olmasına rağmen, bizler
öğrencilerimizi çok yönlü, çok boyutlu düşünen, soran, sorgulayan bireyler
olarak yetiştirmeyi hedefliyoruz. Onların düşünsel ufuk genişliğine haiz
bireyler olarak lise dönemi sonrası hayata hazırlanmaları bizler için
önemlidir. Bu amaç doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz etkinliklere, davetimizi
kırmayarak katılan, başta Sayın İoanna Kuçuradi, şair Sayın Ahmet Telli,
Çankaya Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı Bölüm Başkanı Sayın Prof. Dr. Aysu
Erden, öykücü yazarlarımızdan Sayın Tekgül Arı, Esra Odman ve adlarını şu an
için anımsayıp belirtemediğim herkese bir kez daha teşekkür ederim. Herkes ve
her veli bilsin ki, vizyonumuz doğrultusunda attığımız ve atacağımız adımlarla,
okulumuz öğrencisi olmak, her geçen yıl, her öğrenci için bir ayrıcalık
olacaktır.
Not: Sayın İoanna Kuçuradi’nin
“insanın değeri ve değerleri” bağlamında ve “etik ilişki” temelinde kaleme
alınmış olan “İlişkide Senin Değerin Ne?” başlıklı yazımı ilgilenenler hem
milliyet blog’taki http://blog.milliyet.com.tr/iliskide-senin-degerini-belirleyen-ne-/Blog/?BlogNo=363645
belirtilen adresten de okuyabilir.
20 Mayıs 2012
İlişkide Senin Değerini Belirleyen Ne?
İlişkide
Senin Değerini Belirleyen Nedir?
Atalay
GİRGİN*
Cinsellikten aşka,
siyasetten dinsel ve ekonomik ilişkiye dek, toplumsal yaşamın tüm alanlarında
yaşadığın ilişkide özelde senin genelde insanın değerini belirleyen nedir?
Kadınlığın mı? Cinselliğin, dişiliğin mi? Yoksa erkekliğin mi? Yoksa verilmiş
ya da kazanılmış toplumsal statün mü? Örneğin; Milliyet blog yazarı ya da yazar
olmak, statü anlamında senin değerini, diğer insanlar karşısında daha mı
değerli kılar?
Herhangi bir ilişkide statüleriyle
kendisine ya da karşısındaki kadın veya erkeğe değer biçenin değeri nedir? Statüler
temelinde doğru bir etik ilişki kurulabilir mi? Statülerin ahlakı ve etik bir
değeri var mıdır? Peki; etik ilişki nedir?
Etik
ilişki, statü ve ilinek insan ilişkisinde birinciden
başlayalım: İoanna Kuçuradi, “Etik” adlı kitabında, “Etik ilişki”yi şöyle
tanımlar: Etik ilişki, (..) belirli bütünlükte bir kişinin belirli bütünlükte
başka bir kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya
gelmediği insanlarla-, değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde
bulunarak yaşadığı her ilişki1.
Bu bağlamda, önce
sorularla başlayalım: Kuçuradi’nin bu tanımını, belirlemesini de dikkate
alarak, insana, insanın ahlaki eylemlerine bakmaya, sorgulayıp anlamaya
çalıştığımızda ne görüyoruz? Ahlaki eylemlerimizin, kurduğumuz ilişkilerin
temelindeki etik ilişkiyi, değer sorunlarını kavrıyor muyuz? Kavramayı,
anlamayı bırakalım bir yana, ahlaki eylemlerimizin, ilişkilerimizin temelindeki
etik boyutu, bunların taşıdığı değer sorunlarını birazcık düşünüyor muyuz? Hadi
bunu da bir yana bırakalım, hangi eylemlerimizin ahlaki olup olmadığı üzerine
kafa yoruyor muyuz? Yaptığımız ahlaki eylemin değerinin ne olduğunu sorguluyor
muyuz?
Etik filozofu olan
Kuçuradi, insanın değeri ve değerlerinden söz ediyor. Bunlardan söz ederken iki
şeyi birbirinden özenle ayırıyor: İnsanın değeri ve insanın değerleri. Çünkü
bunlar aynı kavramlardan oluşmuş ve aynı şeyleri çağrıştırıyormuş gibi görünse
de birbirinden farklıdır.
Karşımızdaki bir insanı
değeri ve değerleriyle birlikte değerlendirmek gerek. Çünkü karşımızdaki kim
olursa olsun, onun, öncelikle bir insan olarak değeri vardır. Ve aynı zamanda o
insanın değerleri…
Değeri ve değerleriyle
birlikte değerlendiremediğimiz her insanı eksiltiriz. Eksilttiğimiz her insanla,
aslında, farkında bile olmadan kendimiz de eksiliriz. Çünkü değeri ve değerleri
temelinde bütünsel olarak doğru değerlendirip kavrayamadığımız, anlayamadığımız
her insan yanılgılarımızın, yanlışlarımızın da nedenidir.
Gündelik yaşamın akıp
giden olayları arasında, insanı değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak
değerlendirmenin önündeki en önemli engellerden, bizi yanılgılara, yanlışlara
götüren nedenlerden birincisi, karşılaştığımız kişilere statüleri üzerinden
değer biçme yaklaşımı ve anlayışıdır. Oysa karşımızdaki insanı ya da kendimizi
o an için sahip olunan statüyle değerlendirmek, statüye göre değer biçmek ya da
değer atfetmek yapılan en büyük yanlışlardan biridir. Yalnızca yanlış da değil,
aynı zamanda bu değerlendirme yaklaşımı ilinek insan oluşun göstergesidir. İlinek
insan halinin dışavurumudur.
İlinek insan ne
kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine; ilinek
insan, hem kendisinin hem de karşısındaki ilişkide bulunduğu insanın değerini
ve değerlerini, kendi dışlarındaki bir varlık, otorite, nesne ya da kişiyle
ilişkisinin uzaklığı ya da yakınlığına göre belirler. Davranışının kaynağı,
niteliği, biçimi ve değeri de buna göre şekillenir.
İlinek insan için statü
de kendisinin ya da karşısındakinin değerini belirleme ve ona yönelik
davranışını oluşturma ve sergilemede en önemli ölçütlerden biridir. İlinek
insanın burada unuttuğu, belki de hiçbir zaman düşünmediği sorun ise, bu kabul
çerçevesinde kurduğu ve yaşadığı ilişkilerin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemin
kendisince ya da karşısındakince değeri ne olursa olsun, olumlu anlamda değer
üreten değil, aksine değer tüketen bir ilişki olmasıdır.
Statüler ahlaki eylemde
bulunmaz. Statüler etik ilişki kurmaz. Statülerin ahlakı yoktur. Bir başka
deyişle statüler ahlaksızdır. İşte ilinek insanın temel yanılgılarından biri de
budur. O statüyle değer kazandığını düşünür. Statüsüne saygı bekler. Oysa
insana değer kazandıracak olan, kendisinde olmayanı ona katacak ya da
sağlayacak olan statü değildir. Aksine, statüye ya da herhangi bir sıfata değer
katacak, onu daha değerli ya da değersiz kılacak insandır. Dolayısıyla, saygı
insana gösterilir. Etik ilişki insanla insanın ilişkisinde gerçekleşir.
Statüler arasında ahlaki bir eylem, statüler arasında etik bir ilişki
kurulamaz. Çünkü hiçbir statü ahlaki eylemde bulunamaz. Hiçbir statü etik bir
ilişki kuramaz. Bunları gerçekleştirebilecek olan yegâne varlık insandır.
Ne var ki ilinek insan,
kendisini ve ilişki kurduğu insanı değeri ve değerleriyle kavrama anlayış ve
yaklaşımında olmadığı için, statüye sığınır ya da karşısındakine statüsüne göre
davranmayı mübah görür. Karşısındaki insanın algıladığı ya da değer atfettiği,
değer biçtiği statüsüne göre onun karşısında eğilir ya da böbürlenir. Onun
karşısında “bütün küçük dağları siz yarattınız efendim” dercesine vecd içinde
secde eden bir duruşa geçer. Ya da “bütün küçük dağları ben yarattım”
dercesine, kendisine karşı vecd içinde bir duruş bekler. Çünkü
ilinek insana göre, değerliliğin ya da değersizliğin, önemliliğin ya da
önemsizliğin ölçütünü belirleyen ne bir kişi olarak kendisinin bütünlüğüdür ne
de bir birey olarak karşısındakinin bütünlüğü. Bunları belirleyen, kendi kabulleri
temelinde, hem kendisinin hem de ilişki kurulan kişinin dışındaki, varlık,
nesne, otorite, sıfat, statü, vb.dir. Kendisinin ya da diğerinin o varlıklarla
ilişki düzeyidir.
Tüm bunları dikkate
aldığımızda, ilinek insan için kurduğu ilişkinin, gerçekleştirdiği ahlaki
eylemin, söylediği sözün, dayandığı etik temelin ve ortaya çıkardığı değer
sorunlarının önemi yoktur. Statüsüne, konumuna bağlı olarak, gün gelir, yerli
ya da yersiz, doğru ya da yanlış olduğunu düşünmeksizin karşısındakine
“ahlaksız” der, onu “ahlaksızlık”la itham eder. Bir başka ilinek insan durur
mu? O da ona söyler aynı sözleri. Birkaç gün sonra bir de bakmışsınız ki,
birbirine göre “ahlaksız” olan iki zevat el ele kolkola girmiş, yanak yanağa
öpüşüyor. Oysa ikisinin de düşünmediği, belki de düşünüp kavrama gereği bile
duymadığı hakikat ise şudur: Ahlaksız insanın olmadığı, ahlaksız insan
olamayacağı hakikati.
Yukarıdaki satırlardan
da anlaşılabileceği gibi, ilinek insan, yalnızca kurduğu ilişkilerin,
gerçekleştirdiği ahlaki eylemlerin temelindeki etik boyutu düşünmeyen, dikkate
almayan bir insan değildir. Aynı zamanda etik tutarlılıktan da yoksun bir
insandır. Bundan dolayı, ilinek insan, ilişki ve eylemlerinde değer üreten
değil, değer tüketen bir kişidir.
İşte Kuçuradi, etik ve
değer üzerine çalışmalarıyla, insanı değeri ve değeriyle birlikte
değerlendirmek gerektiği bilincini, okuruna ve öğrencilerine aktarıp
kazandırırken, yaşadığımız ve akıp giden toplumsal ilişkiler içerisinde de,
bizleri insan, ilinek insan, değer ve değer sorunlarına ilişkin düşünmeye,
sormaya, sorgulamaya yönelten, günümüzün yaşayan önemli düşünür ve
filozoflarından biridir. Ve onun, yukarıda söylenenler bağlamında altını
çizerek vurguladığı önemli hususlardan biri de şudur: Değerleri yeniden yeniden
değerlendirebilmek gerek.
Değerleri yeniden değerlendirmeyi bir bilinç
haline dönüştürmek ise kendisinin ve kendisi dışındaki insanların değerini,
yalnızca ve yalnızca kendilerinden başlatabilme bilincini kazanmış gerçek
bireylerin yapabileceği bir iştir. İlinek insanların değil. Çünkü onlar,
hukuken ne denli kişi bütünlüğüne sahip olarak görülseler ve değerlendirilseler
de, hakikatte, kabulleri dolayısıyla, yanılsamalı bilinç hallerini gerçeklik ve
hakikat sanma kötürümüdürler. Tıpkı; her bireyin insan olmasına rağmen, her
insanın birey olmadığı, olamadığı hakikati gibi…
14 Mayıs 2012
MEMUR MEMURLUĞUNU, MEMUR HADDİNİ BİLMELİ, HELE ÖĞRETMENSE...
Memur Memurluğunu, Memur
Haddini Bilmeli, Hele Öğretmense...
Atalay
GİRGİN*
Ülkenin birinde hükümetin
pek saygıdeğer, zat-ı muhterem bakanları, kuşluk vakti, ağızlarını açıp konuştular. Memura
verebilecekleri zammın ne olduğunu açıkladılar ya… Sen misin açıklayan!!!
İnternetin her köşesinden, feryat figan sözler
dökülmeye başladı hemen. Sanki ilk kez başlarına geliyormuş, sanki ilk kez
böylesi bir durumla karşılaşıyorlarmış gibi… Kim bilir belki de ilk kezdir.
Malum ben Türkiye’de yaşadığım için böyle şeylerle hiç ama hiç karşılaşmadım.
Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız, sizler de karşılaşmamışsınızdır. Böylesi şeylerin
Türkiye’de olması ne mümkün efendim!!!
Neyse… Konumuza
dönelim:
Memur olan da memur
yakını ya da memur emeklisi olan da döktürmeye başladı: Hükümet al zammını kaşına
çal! Kaşına olmazsa başına çal! O da olmazsa …. çal!!! Bunu da beğenmedin mi?
Nerene istersen orana çal!!!
Hükümetin ve kendisine
dokunulması bile ibadet sayılan Hz. Başbakanın ve daha Hz.liği hak edememiş
olan bilcümle bakanının, bu zammı nerelerine çalacağını bilemesek de, bu tepkinin umurlarında bile olmadığı kesin. Kim
bilir ki belki de içlerinden “ateş olsalar cürümleri kadar yer bile yakamazlar.
Bir de durmuşlar, boylarından büyük laflar ediyorlar” bile diyor olabilirler. “Olabilirler”
diyorum, o ülkenin zat-ı muhterem başbakanının ve bakanlarının ne düşündüğünü nasıl bilebiliriz ki, değil mi? Benim ki bir tahmin işte…
Hükümet
Şeyiyle Yetkili Sendikacılar
Hükümet ve kimi
bakanlarıyla “can ciğer kuzu sarması” olmalarına ve onların “hık” deyicisine
dönüşmelerine güvenerek “Yüzde bilmem kaç + kaç istiyoruz” türünden açıklamalar yapanlar ise bir başka âlem…
Memleketlerinde dağlar bir şeyler doğuruyor olsa gerek ki hükümetin çok yetkili
bakanının açıklamasını duyar duymaz, şaşkınlıkla, “Aaaa… Dağ, hiç ama hiç
bişeycik, farecik bile doğurmadı” sözleri dökülüverdi.
Malum, dünyanın hiçbir
yerinde halüsinasyonlar görmeyi herhangi
bir kimseye yasaklamak mümkün değil. Keza birilerinin yanılsamalarını gerçeklik
sanıp vecd içinde secde etmelerini de… Ne var ki, hükümet şeyiyle örgütlenip
iki günde yetkili oluvermekle kendisini bir şey sananların unuttuğu bir hakikat
var: Hiçbir dağ eğilmez.
13 Mayıs 2012
Etik Bağlamında Felsefe
Etik
Bağlamında Felsefe
(TARAF Gazetesi'nin kitap eki TarafKİTAP'ın Nisan sayısında Başbakanın Günlüğü'ne ilişkin yayınlanan yazı...)
Özgül
Bike YÜCALAN
Her
olasılığı hesaplayabilirsiniz ama belirleyemezsiniz.
Max Palanck’ın Kuantum Teorisi ve Werner Heisenberg’in Belirsizlik Kuramı’na da
dayanan bu felsefi anlayış ve yaklaşımı, “Başbakanın Günlüğü” adlı romanında
Atalay Girgin bir kez daha anımsatıyor okura.
Yazar bu anımsatmayı
söz konusu teorileri anlatarak ya da o bilim insanlarının adlarını belirterek
yapmıyor. Aksine “Kemeutopyalılar roman dizisi” adını verdiği serinin ilk iki
çalışmasında olduğu gibi, kurgulanan olaylar ve etik ilişkiler üzerinden
sergiliyor.
Kahramanları fareler
olan bir gezegenin kurgulandığı romanda, fabl türü anlatının ironik ve politik
dili, akıcı bir üslup içinde olaylara, olaylar karşısındaki kişi ve kişiler
arası ilişkilere eşlik ediyor. Bu boyutuyla siyasal bir roman niteliği de
taşıyan “Başbakanın Günlüğü”nde, her şeyi belirlemeye ve kontrol etmeye çalışan
bir iktidarın kırılganlığı da anlatılıyor. Keza iktidarın büyüsüne kapılıp
sormadan sorgulamadan itaat ilişkisi içerisinde yapıp eyleyenler de…
Romanda, son seçimleri,
tüm rakiplerinin toplamından daha fazla oy alarak, ezici bir çoğunlukla kazanan
bir başbakanın, kendini tek muktedir ve en güçlü gördüğü bir dönemde, kaybolan
ve Kızıllar’ın eline geçen günlüğüyle birlikte gelişen olaylar sürükleyici bir
dizi film gibi, neredeyse sinemografik bir tarzda kare kare kesintisizce
sergileniyor. Romanın kahramanlarından birisi olan Başbakan, her şeyi kontrol
edip hesaplamaya, tedbirlerini ona göre almaya çalışırken, en güvenli mekânında
paçayı ele veriyor.
Bunlardan habersiz olan
ve Başbakan’a yakınlığını ilişki kurduğu kişi ve kurumlar karşısında ayrıcalığa
dönüştürmeye çalışan birileri ise bu geçici statülerini kendilerinden daha
değerli görmeye ve başkalarına da algılatmaya yöneliyor. Yazar, gündelik yaşam
içerisinde de sık sık karşılaşılan ve kişinin değeri ve değerlerinden çok onun
statüsü ekseninde gelişen hatta belirlenen ilişki ve davranışları, etik açıdan sergilemekle
kalmıyor, aksine belirginleşen şu sorular çerçevesinde bunları tartışmaya
açıyor: Kişinin değerini ve değerlerini belirleyen statü müdür? Bir kişiye
statüsüne göre mi davranmak gerekir? Yoksa değerine göre mi? Statüye değer
katan değerinin ve değerlerinin bilincinde olan kişi midir? Yoksa kişiyi
değerli kılan statüsü mü?
Çok yönlü, çok boyutlu,
çok anlamlı çok katmanlı bir yapıya sahip olan her roman gibi, Başbakanın
Günlüğü’nde de siyasal, psikolojik boyutun yanı sıra özellikle etik ilişkiler
bazında felsefe öne çıkıyor. Yazar, romanda ironik anlatıyla yer yer okuru
gülümsetirken, kurguladığı olaylar karşısında kişilerin tutum ve davranışları,
kurdukları etik ilişkiler aracılığıyla da düşündürmeye, sormaya sorgulamaya
yöneltiyor. Eğer amacı buysa Atalay Girgin’in, Başbakanın Günlüğü’nde bunu
başarıyla gerçekleştirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Ve “Ya yarın olmasaydı?”
derken, her şeyin hesaplanıp belirlenmeye, kontrol edilmeye çalışıldığı bir
evrende, düşündüren bir başka kapıyı aralıyor. Elbette bakmaya, düşünmeye cüret
edenlere…
24 Nisan 2012
Şair Ahmet Telli Haymana'da...
Şair
Ahmet Telli Haymana’da
“Nida” adlı şiir kitabıyla “Altın Portakal
Şiir Ödülü”ne layık görülen şair Ahmet Telli, 25 Nisan Çarşamba günü (yarın), Haymana Nuri Bektaş Anadolu Lisesi
öğrencileriyle buluşuyor.
Vizyonu doğrultusunda,
öğrencilerini çok yönlü, çok boyutlu düşünme alışkanlığı kazandırarak hayata
hazırlamayı önemseyen Nuri Bektaş Anadolu Lisesi, bunun sanat ve edebiyattan
yoksun olarak gerçekleşmeyeceğinin bilinciyle öğrencilerine yeni pencereler açmayı
sürdürüyor. Şair Ahmet Telli’yle öğrencilerini buluşturma etkinliği de bu
sürecin önemli bir halkası. Çünkü bu, söz konusu etkinliklerin ne ilki ne de
sonuncusu.
Nuri Bektaş Anadolu
Lisesi, 2011-2012 eğitim öğretim yılında, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden
Dr. Mehmet Ali Dombaycı ve öğretmen yazar-şair A. Galip’in konuşmacı olarak
katıldığı “Dünya Felsefe Günü” etkinliğiyle başlattığı süreci, “14 Şubat Dünya
Öykü Günü”yle bir adım daha öteye taşımıştı. Okul içi kapalı devre
etkinliklerle yetinmeyen Nuri Bektaş Anadolu Lisesi, “Dünyanın Öyküsü
Dergisi”yle işbirliği içinde gerçekleştirdiği “Dünya Öykü Günü”nde
öğrencilerini Çankaya Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Aysu
Erden, öykücü yazarlar Tekgül Arı, Esra Odman ve Müyesser Güner’le
buluşturmuştu.
25 Nisan Çarşamba günü
gerçekleştirilecek olan etkinlikte, öğrenciler Ahmet Telli şiirlerinden örnekler
sunacak. Şair Telli de öğrencilere şiir ve edebiyat üzerine bir konuşma
yapacak. Ardı sıra da öğrencilerin, başta şiir olmak üzere edebiyata ilişkin
sorularını yanıtlayacak.
05 Nisan 2012
EĞİTİM REFORMU: NEDEN ve KİMİN İÇİN?
Eğitim Reformu: Neden ve
Kimin İçin?
Fikret Başkaya
Eğitim sistemi her zaman egemen sınıfların ihtiyacına
cevap verir. Tarihsel süreç içinde eğitimin işlevleri değişebilir ama
değişmeyen şey eğitim sisteminin mutlaka mülk sahibi egemenlerin ihtiyaçlarına cevap
vermesidir. Kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında eğitimin amacı, egemen
ideolojiyi üretmek ve yaymak ve devlet aygıtının yönetici-bürokratik
kadrolarını yetiştirmekti. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği
dönemde, yukarıdaki iki işleve bir de sermaye sınıfının ihtiyacı olan
“yetişkin” işgücünü yetiştirme işlevi eklendi. Son dönemde, neoliberal
kürelileşmeyle birlikte eğitimin hızlı bir tempoyla paralılaşması, metalaşması,
şeyleşmesi, bir kamu hizmet alanı olmaktan çıkıp özelleştirilmesiyle, artık
eğitim bir kâr alanı ve aracı haline de dönüşmüş bulunuyor. Başka türlü
söylersek, eğitim artık her hangi bir mal gibi alınıp-satılan bir metaya
dönüşmekte. Değerlenme sıkıntısı çeken sermaye için bir kâr alanı haline
gelmekte.
Eğitimin eğitilenler bakımından işleviyse, belirli
düzeyin üstünde eğitim görmüş olan diplomalılara “sınıf değiştirme” yolunu
açmasıdır. Böylece eğitim, emekçi sınıfların çocuklarının, mütevazı kesimden
gelen çocukların egemen sınıf katına, şimdilerde burjuva sınıfına katılmasını
sağlıyor. Tabii onları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırmak kaydıyla...
Başka türlü söylersek, onları ezen tarafın unsurlarına dönüştürüyor. [ Elbette
eğitilmiş olanlar arasından az da olsa içinden çıktıkları sınıfa ihanet
etmeyenler de çıkabiliyor. İyi ki de çıkıyor, aksi halde durum daha da vahim
olurdu...]
Eğitim sisteminin her zaman ve mutlaka hâkim
sınıfların ihtiyacına göre şekillendiğinden habersiz olanlar, ekseri sorunu
yanlış bir zemin üzerinde “tartışma” eğilimindedirler. Sanki bir şeyler
yapılırsa eğitimin daha iyi olacağı yanılsaması söz konusudur. Başka türlü
söylersek, daha iyisi yapılabilirken ve yapılamadığı için sistemin kötü olduğu,
kötü işlediği, ihtiyaca cevap vermediği düşüncesi geçerlidir... Oysa egemenler
ihtiyaçlarına cevap vermeyen sistemi anında değiştirirler. Bu tür yanlış
anlayışlar eğitimin toplumun tamamı için tasarlandığı, oluşturulduğu
düşüncesinden kaynaklanıyor.
AKP hükümeti tarafından dayatılan son eğitim reformu –
4+4+4- modeliyle ilgili tartışmanın tarafları, yapılmak isteneni kavramaktan
uzak oldukları için, asıl kaygının ve amacın pedagojik, entelektüel ve
“bilimsel” olduğunu, amacın eğitimi yaygınlaştırmak olduğunu sanıyorlar... Öyle
olunca da tartışma “kesintili mi yoksa kesintisiz mi olmalı” biçiminde yürüyor.
Dolayısıyla operasyonun ne amaçla ve neden yapıldığı gözden kaçıyor. Yeni
modelin başlıca iki amacı var: Birincisi, sermayenin, özellikle de küçük ve
orta boy sermayenin ucuz emek ihtiyacını karşılamak, bu amaçla da çocuk emeği
sömürüsünü derinleştirmek; ikincisi, eğitimdeki özelleştirme sürecini
hızlandırmak. Bir taraftan sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücü meslek
okullarında üretilirken, diğer taraftan da eğitimin tüm aşamalarını
özelleştirmek. Lâkin kesintili mi, kesintisiz mi? tartışmasının tarafları
eğitimin muhtevasını hiç gündeme getirmiyorlar... Dolayısıyla tartışma sorunun
esasını angaje etmiyor. Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye, eğitim ve okul
sistemi oldum olası “düşük yoğunluklu” militer bir yapı arzediyor. Bunlara
yarı-askerî kurumlar demek mümkündür. Eğitim sisteminin birinci başat niteliği
budur. İkincisi, eğitim baştan sona bağnaz bir resmi ideolojiyi [devlet
yalanlarını] genç nesillerin kafasına enjekte etmek üzere kurgulanmıştır.
Yarı-militer kurumlar olan okullarda çocukların bilinci resmi ideoloji
enjeksiyonuyla daha baştan köreltiliyor. Böyle bir yapıdan özgür bireylerin
çıkması mümkün müdür? İşte Türkiye’deki eğitim sisteminin asıl misyonu ve
varlık nedeni budur ve sistem tam bir etkinlikle toplumsal bilinci köreltmeyi,
toplumu köleleştirmeyi başarıyor. Dolayısıyla egemen sınıflar bakımından eğitim
sistemi son derecede başarılıdır. Velhasıl, Türkiye’nin “modern” okul ve eğitim
sistemi böyle bir amaca hizmet ediyor.
Fakat eğitilenlerin bilincini köleleştirmek,
körleştirmek, köreltmek, genç nesilleri ufuksuzlaştırmak, bilinci
köreltilmiş/köleleştirilmiş eğiticileri varsayar... Dolayısıyla eğitim kadrosu
da son derece başarılıdır. Tam da gerekeni yapıyorlar, özgür düşüncenin
yeşermesini, filizlenmesini daha baştan engellemeyi başarıyorlar. Civcivi
yumurtadayken eziyorlar... Yarı-askerî kurumların eğiticileri, öğretmenleri,
tek tip bağnaz egemen/resmi ideolojiyi büyük bir başarıyla kafalara sokmayı
başarıyorlar. İşte Türkiye’nin kolay yönetilen bir ülke oluşunun,
demokratikleşme zaafının gerisindeki başlıca nedenlerden biri budur. Genç
nesiller özgür düşüncenin ve özgürlük bilincinin gelişmesini önleyen bir eğitim
sürecinden geçiyorlar...
Son eğitim reformu yangından mal kaçırırcasına oldu
bittiye getirilse de epey zamandır egemenler katında mayalandırılmaktaydı. 1999
yılında yapılan 16. Milli Eğitim Şûrası’nın temel gündem maddesi ‘Meslekî ve
Teknik Eğitim’di. Söz konusu şûrada alınan kararlardan birinde: “ İlköğretimin
bütün sınıflarında meslek alanını tanıtıcı etkinliklere yer verilmelidir”
deniyordu... 2010 yılında yapılan şûradaysa, ilk yılı okul öncesi eğitim olmak
üzere, dörder yıllık üç aşamalı 13 yıllık zorunlu eğitim öneriliyordu. Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği [TOBB] başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, 2010 genel
kurul açış konuşmasında ne yapılması gerektiğini söylüyordu: Eğitim sistemini
piyasanın [sermaye sınıfının densin] ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmek...
Hisarcıkloğlu şunları söylüyordu: “Eğitim sistemindeki sorunlara çare
bulmalıyız. Ülkemizin mesleki eğitim altyapısını komple elden geçirmeliyiz.
Kısır tartışmaları bir yana bırakıp, mesleki eğitim sistemimizi piyasanın
taleplerine duyarlı hale getirmeliyiz”. Ve iki yıl sonra, 2012 de
“kısır tartışmalara da pek yer vermeden” eğitim sistemi talebe “duyarlı hale getiriliyor...
Camiyi okula taşımak: AKP’nin son harikası.
TC baştan itibaren iki temele dayandı: Okul ve Cami.
Durum böyleydi ama Laik Türkiye söylemi hiç dillerden düşmedi. Diyanet İşleri
Başkanlığı gibi bir kurum devletin tam da göbeğine yerleşmişken, Milli Eğitim
Bakanlığı içinde “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” diye bir birim varken, vb. bu ne
menem laiktir dendiğinde, cevap hazırdır: Bu Türkiye’ye özgü bir
laikliktir... Yani alaturka laiklik... Ve başta okullu-diplomalı kesimler
olmak üzere insanlar rejimin laik olduğu yalanına inandırıldı. Türkiye’nin laik
olduğuna inanların başında da “en eğitimli” kesimler geliyor... Tabii bu da
şaşırtıcı değil zira okullu olmak demek resmi ideolojinin rahle-i tedrisatından
geçmiş olmak demektir. Ve okulluluk ne kadar uzunsa, resmi ideolojinin
“içselleştirilmesi” de o ölçüde büyük oluyor... Dolayısıyla bilinci en çok
köreltilmiş kesim en eğitimli kesimdir... Bu kesim Türkiye’nin laik olduğuna o
kadar samimiyetle inanır ki, yerli yersiz, Türkiye laiktir laik kalacak... sloganına
sarılırlar... Aslında yalanı üretenlerle ona inanalar aynı kesimlerdir demek
daha doğrudur. Oysa din-devlet ilişkisi özü itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda
geçerli olanın miras alınmasıydı. Zaten Osmanlıdaki din-devlet ilişki biçimi de
Bizans’tan kopya edilmişti. “Laik Cumhuriyet” uyduruk resmi ideolojisine
dayanarak yönetemezdi. İdeolojik temelini güçlendirmek için camiye ihtiyacı
vardı ve bu amaçla dini duruma göre manipüle etti ve kullandı. 12 Eylül 1980
sonrasında din, Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak zorunlu din
dersiyle eğitim sistemine sokulmuştu. İmam Hatip Okullarının ve Kuran Kurslarının varlığı da, bir bakıma
din Müslümanlara bırakılmayacak kadar önemlidir demeye
geliyordu. AKP hükümeti güya 28 Şubat’ın rövanşını alıyormuş görüntüsü altında
iki şey yapmak istiyor: Birincisi seçmene selam yolluyor; ikincisi, Seçmeli
‘Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin Hayatı” dersleriyle camiyi, yani devlet dinini
okula sokuyor... Fakat seçmeli söylemini nüanse etmek gerekir. Bu ikisi
herkesin seçmesi mümkün olmayan dersler. Mesela ateistlerin, Hıristiyanların,
Musevilerin, vb. bu dersleri seçmeleri mümkün değil. Demek ki sadece bir kesim
için seçmeli dersler söz konusu... Seçme işi de tabii öğrencinin değil,
öğretmenin ve okul müdürünün işi olmak kaydıyla... Dolayısıyla seçmeli ders
söylemi sadece işi kılıfına uydurmak için...
Aslında kanunlar sadece yolu açar. Asıl uygulama
yönetmeliklerle, tüzüklerle ve talimatnamelerle gerçekleşir. Bakanlık gerisini
getirecektir. Mesela her okulda bir mescit ve abdest alma mekânları, Hz.
Muhammed köşesi, vb. zamanla kotarılır... Bir sonraki aşama mesela artan okul
ihtiyacını karşılamak için camilerin de “Laik eğitim”e açılması olabilir...
Camiyle okul arasındaki ayrım artık iyice silikleştiğine göre... Aslında tartışmaların bir anlam taşıyabilmesi
için yapılacak şey gayet basit: Devlet dinden elini çeksin. Buna var
mısınız? Aksi halde ikiyüzlülüğün bir âlemi yok. Eğitim sistemi tartışmalarına
katılan “ilmi kendilerinden menkûl zevât,
“birbirinden değerli uzman konuklar” ve “her konunun uzmanlarının”
ağzından hiç böyle bir şey duydunuz mu? Peki bu ne demektir? Eğitim sisteminden
önce rejimin niteliğini tartışmaya cüret etmek demektir...
Kapitalizm geçerliyken “demokratik eğitim” mümkün
değildir.
Demokratik eğitim, her sınıfsal kökenden çocukların
eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları anlamındadır. Eğitimin
demokratikleşmesiyse eğitimin özgürlük ve demokrasi ilkeleri temelinde
yürütülmesi demeye gelir. Şimdilerde özelleştirme dalgası pupa yelken yol
alırken, artık “demokratik eğitim” diye bir şey retorik olarak bile gündemde
değildir. Yoksul kesim çocuklarına burs vermek gibi yöntemlerle eğitim
eşitsizliğini gidermek mümkün değildir. Bir küçük köylü çocuğunun veya bir işçi
çocuğunun, bir işportacının veya işsiz çocuğunun, eğitim sistemi karşısındaki
konumu, bir büyük kapitalist patronun, yüksek yargı üyesinin, baro başkanının,
profesörün, müsteşarın, siyasi parti başkanının, ünlü bir şarkıcının veya
sinema oyuncusunun, vb. çocuğuna göre son derecede dezavantajlıdır. Elit
sınıfın çocukları elit okullarında eğitim görürler ve o kadarı sistemin
ihtiyacını az-çok karşılar. Emekçi sınıftan da elit okullarına veya “iyi
üniversitelere” tırmananlar olsa da bunlar istisnadır. Zaten şimdilerde
eğitimin paralılaşması-özelleştirilmesiyle o dar yol da kapanmaktadır. Osmanlı
döneminde “reaya oğlu reaya olur” denirdi. Şimdilerde artık işçi/emekçi oğlu
işçi/emekçi olur denecektir ama bir iş bulabilme ihtimali de zorlaşmak
kaydıyla... Dolayısıyla artık geçerli slogan: Parası olan/ parayı veren eğitim
hizmetini satın alır şeklindedir. Oysa eğitimin bir hak ve kamu tarafından
sunulması gereken bir hizmet olması gerekir... Eğitimin bir kâr aracına
dönüştürülmesi demek bu hakkın yok sayılması demektir... Neden sevgili
“uzmanlarınız” bu sorunu tartışma zahmetine katlanmıyor? Eğer eğitim hizmetleri
özelleştiriliyorsa, sağlık hizmetleri özelleştiriliyorsa, belediye hizmetleri
özelleştiriliyorsa, velhasıl akla gelen her şey özelleştiriliyorsa, parayla
alınır-satılır birer metaya dönüştürülüyorsa, o zaman insanlar neden vergi
veriyorlar? Vergiler ne için denmeyecek midir? Bir soru daha: Bu ülkede vergiyi
kim veriyor ve/veya ne kadarını kim veriyor? Söz konusu olan vergi mi yoksa
haraç mı? İki- üç yüzyıl kadar önce Batı Avrupa’da bir slogan şöyleydi: Temsil
yoksa vergi de yok... Bu gün de şöyle bir slogan gerekmiyor mu: Kamu
hizmeti/sosyal hizmet yoksa vergi de yok... Elbet bir gün asıl sorunlar da
tartışma gündemine gelecektir, mesela mülkiyet sorunu gibi...
02 Nisan 2012
İdeolojik Denklem: 4+4+4=?
İdeolojik
Denklem: 4+4+4=?
Atalay
GİRGİN*
Yaşamın hangi alanında
olursa olsun, ideolojik sorunların teknik taktik çözümleri yoktur.
İdeolojik-siyasal bir sorunun çözümü de ideolojik ve siyasal olmak zorundadır.
İdeolojik bir soruna teknik-taktik çözüm arayışı, çalınan minareye kılıf
aramaktan ya da ona uygun bir kılıf biçip dikme ve bu arada da küçük
makyajlarla toplumsal meşruiyeti genişletme, bir başka deyişle yanılsamayı
güçlendirme arayışından öte bir değer taşımaz. Tıpkı eğitime ilişkin olup
bitenler gibi…
Eğitimde son yaşanan
sorun da ideolojik bir sorundur. Kamuoyuna ve basına yansıyan adıyla, ister
“4+4+4” densin, isterse “4x3”, bu hakikatin hükmü meridir. Çünkü gündeme
getirilen bu politika ve bunun yasalaştırılması girişimi, gençliğin yeni bir ideolojik-siyasal
biçimlendirme sürecinin nesnesi kılınması için mevcudu bozmaktır.
“Mevcudu bozmaktır”
derken, var olanın siyasal ve ideolojik olmadığını ve mükemmel, olması gereken
olduğunu da söylemiyorum. Aksine; yürürlükteki eğitim uygulaması da en az
getirilmek istenen kadar siyasal ve ideolojiktir. Çünkü eşyanın tabiatı gereği,
eğitimin de siyasal ve ideolojik olmaması düşünülemez. Bunu iddia edenler,
kendini akıllı, âlemi aptal yerine koymaya çalışan akl-ı evvellerdir.
Eğitimle uzaktan
yakından bir biçimde ilgilenmiş, onun üzerine birazcık düşünüp sorgulamış ve hem
felsefi hem de bilimsel anlamda okuyup araştırma yapmış herkes bilir ki, sistematik
eğitimin üç temel amacı ve işlevi vardır. Bunlardan birisi siyasal-ideolojik,
ikincisi kültürel, diğeri de ekonomiktir. Uzun uzadıya bunların ayrıntısına
girip yazıyı uzatmaya gerek yok. Ancak bunların içinde asıl ve başat olanın ne
olduğunu belirtmeden geçmenin gereği de… O belirleyici amaç ve işlev de
siyasal-ideolojik olandır.
Dünyanın neresinde
olursa olsun, eğitim politikalarında değişikliğe giden egemen güç her daim yeni
politikayı şu sorulara verdiği yanıtlara dayandırır: Nasıl bir toplum
istiyoruz? Nasıl bir insan istiyoruz? Güncel tartışmalarla bağlantılı bir son
soruyla bağlayalım: Nasıl bir gençlik istiyoruz?
Hangi mizansen ya da
hangi anlatım ve sunum kompozisyonu içerisine yerleştirilmiş, hangi renge
boyanmış, hangi ambalajla pazarlanmış olursa olsun, yukarıdaki soruların
yanıtları, günümüz dünyasında, her şart altında ideolojiktir. Bir adım daha
ileri gidelim: Sözüm ona hangi bilimsel, hangi akademik, hangi pedagojik
açıklamalara sığınılmaya çalışılırsa çalışılsın, verilen ve verilecek
yanıtların ideolojik olmadığını ileri sürmek, eğer safdillik değilse, düpedüz
şarlatanlıktır; düpedüz kamuoyunu yanıltmaya, aldatmaya yöneliktir. En hafif
deyimiyle, bunu söyleyen kişi saflar âleminden bir saf değilse, düpedüz
yalancıdır.
Milli
Eğitim Bakanı Haklı
Milli Eğitim Bakanı
Dinçer, yeni uygulamaya dönük tepki ve eleştiriler karşında, “tereddütler ideolojik”tir
açıklamasını yaparken yerden göğe kadar haklıdır. Ancak; getirmeye çalıştıkları
uygulamanın, ideolojik olmadığını ima ederken, hatta artık eğitimde hiçbir
ideolojinin olmadığı ve olmayacağı mesajını verirken de yerden göğe kadar
haksızdır. Dahası, gerçekliğe aykırı bir biçimde kamuoyunu yanıltmaktadır. Çünkü
ideolojik yaklaşım ve açılımlar karşısında verilen tepkilerin, gösterilen
tereddütlerin, yapılan açıklamaların ideolojik olmaması mümkün değildir. Tıpkı
kendisinin söylem ve yaklaşımları, önerdiği ve yaptığı eğitimdeki politika ve
açılımlar gibi.
Ancak bunların
hiçbirinin önemi yok. Çünkü bir toplumda siyasal iktidarı şu ya da bu biçimde
ele geçiren, kullanan güçler, sahip oldukları siyasetin ve ideolojinin göreliği
özerkliği içinde bazen uluslararası güçlere yaslanarak, onların destekleri ve
yönlendiriciliğiyle bazen de kendilerine aşırı güvenlerinden dolayı pervasızlaşırlar.
Bu süreçte el atılacak en önemli başat alanlardan biri olarak da eğitimi
seçerler. Çünkü gençliği ve toplumun geleceğini biçimlendirmenin en etkili yolu
eğitim alanıdır. Şairin “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” deyişi gibi, her
toplum da kendi gençliğinden teslim alınır.
Komünizmle
Mücadele, Amerikan Ford Vakfı ve Eğitimde İlk Operasyon
Ne yazık ki bu durum
Türkiye için yeni değildir. Bundan önce de benzerleri yaşanmış ve meyveleri,
egemenlerce başarıyla alınmıştır. Örneğin; eğitim alanında, Cumhuriyet dönemi
itibariyle, gerçekleştirilen ilk değişikliğin tarihi 1956’dır. İktidarda
Demokrat Parti vardır ve Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda oturan kişi Celal
Yardımcı’dır. ABD Kongresi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve 1947 yılında
Truman Doktrini çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’yi Komünizm’le mücadelenin “iki
kale”sine dönüştürme kararı alır. Bu karar doğrultusunda da yapılacak
harcamalara ilişkin kongre kararıyla mali fonlar ayrılır ve kullanıma açılır.
Çok geçmeden de 1948 yılında Türkiye’de Komünizmle Mücadele Derneği1’nin kuruluşu için ilk başvuru yapılır ve
faaliyetlerine başlar. Komünizmle Mücadele Derneği adıyla ikinci kez
İstanbul’da başvurusu yapılan ve faaliyetlerine başlayan kuruluşun tarihiyle
ilköğretim programında gerçekleştirilen değişikliğin tarihi ise aynıdır: 1956.
Eğitimde gerçekleştirilen bu değişikliğin finansörlüğünü ve fikri
yönlendiriciliğini üstlenen ise Amerikan Ford Vakfı’dır.
Türkiye’yi Komünizmle mücadelenin
“kale”lerinden birine dönüştürme kararının kâğıt üzerinde kalmasını istemeyen
ve işini şansa bırakmayı beklemeyen ABD ve devşirmeleri kısa zamanda harekete
geçerler. Hem de üç koldan… Bir yandan farklı tarihlerde kuruluşları
gerçekleşen Komünizmle Mücadele Dernekleri, bir yandan eğitim programlarındaki
değişiklikler, diğer yandan da ordu içinde Sivil Harp ve Seferberlik Daireleri,
dahası NATO şemsiyesi altında Amerika’da eğittikleri subayları da kullanarak
gerçekleştirdikleri Kont-Gerilla örgütlenmesiyle bu süreci örmüşlerdir.
Günümüzde, bu sürecin ürünü olan ve üniversiteden siyasete, dinden ekonomiye
dek değişik alanlardan devşirmeler aracılığıyla kurulan ve yeni devşirmeler
derleyip yetiştiren kurumlar, cemiyetler, cemaatler, vakıflar hâlâ varlığını ve
faaliyetini sürdürmektedir. Keza “Ergenekon” adıyla tezgâhlanan sürecin kökleri
de o günlere dek uzanır. Belki de bugün yaşananlar gecikmiş bir iç
hesaplaşmanın tezahürleridir.
Avrupa
Birliği ve Eğitimde İkinci Operasyon
Zamanın Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik tarafından, şatafatlı bir biçimde “Newtoncu eğitim
anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş” denilerek sunulan ve sözüm ona
“Devrim” olarak nitelenen ikinci ve kapsamlı operasyon Avrupa Birliği patentini
taşır. Değişikliği, televizyon kameraları karşısında bayrak direği metaforuyla
anlatmayı seven Çelik, bu değişikliğin siyasal ve ideolojik boyutuna,
uluslararası siyasal ve ekonomik güçlerin, politika yapıcıların etkisine hiç
değinmemiştir. Tıpkı bakanlıkta yıllardır var olan ve görev yapan, artık
kolonyal şapkasız dolaşan uluslararası uzmanların görev ve yetkilerinin neler
olduğuna değinmediği gibi. Tıpkı bu değişikliğin, kapitalizmin gelişiminin,
onun egemen sınıflarının ihtiyaçlarının bir gereği olarak siyasal ve ideolojik
olduğundan hiç söz etmediği gibi.
Bu değişiklikle,
öğrencileri bir küp misali doldurmanın ifadesi olan “davranış kazandırma” sözü,
yerini “kazanıma” bırakmış. Eğitim de akşamdan sabaha “öğrenci merkezli”
oluvermişti. Elbette bu, değişikliğin, basında yer alan, açıklamalarda öne
çıkan, kamuoyuna yansıyan boyutuydu. Tıpkı, günün teknolojik gelişmeleri gereği
okullarda kullanılmaya başlayan teknik donanım, internet olanağı, öğretmenlere de banka kredisi karşılığı sağlanan
bilgisayarlar, vb. gibi.
Ancak bu değişiklik
sürecinin zihinlerde ve davranışlarda kendisini gösteren siyasal ve ideolojik
boyutundan doğru dürüst söz edilmedi. Oysa okulların önemli gün ve haftalarına “Avrupa
Günü” giriverdi önce. Sonra “Avrupa Birliği Bilgi Yarışması” eklendi buna. Ve
bunların yanı sıra işleyen Sokrates, Leonardo da Vinci ve Erasmus eğitim
programları doğrultusundaki uygulamalar. Özellikle sonuncusu, yani eğitim
programları doğrultusunda, okul idarelerinin de katkı ve yönlendirmesiyle, dünün,
“Batı Kulübü” sözünü ağzından düşürmeyen milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı
öğretmenlerini; “vatan millet Sakarya” nutukları atıp milliyetçilikte
üzerlerine toz kondurtmayan eğitimcilerini; hatta “Kahrolsun Emperyalizm!
Bağımsız Türkiye!” diye bağıran solcu, devrimci öğretmenlerini Avrupa Birliği
Projesi peşinde kafa yoran, onun peşinde koşuşturan elemanlara dönüştürüverdi.
Hazırladıkları projelerin kabul edilmesiyle fonlardan gelecek olan paralar
sayesinde Avrupa Birliği ülkelerini gidip görme hayalleri kurmaya yöneltti2.
Yıllar önce okuduğum
bir romanda “Önce hayaller ölür” diyordu yazar. “Önce hayaller ölür”, sonraysa
teslim oluş gelir, çözülene çürüyene… Ya da öncekinin yerine yeni hayaller,
düşler verene… Yeni hayaller, düşler kurdurtana… Adlarının önüne hangi siyasal,
ideolojik, dinsel, etnik sıfatı ekliyor olurlarsa olsunlar, bu düşleri görmeye,
bu hayalleri kurmaya ve bunlar doğrultusunda düşünüp davranmaya başlamış olanlar,
farkına bile varamadan emperyalizmin “ideolojik esir”lerine, yeni
devşirmelerine, yeni ve gönüllü devşirme adaylarına dönüşmüşlerdir. Bu durumdan
kurtulmadıkları sürece kendilerine atfettikleri sıfatların hükmü meri değildir
artık.
ABD ve AB emperyalizminin
politika yapıcıları ve yerli devşirmeleri bir kez daha başarmışlardır. Toplumu
kendi gençliğinden teslim alacak ana gövdeyi yakalamışlar ve onun nabzını
tutmuşlardır. Bunların büyük bir çoğunluğunun öğretmen statüsünü taşıyor olması
ise sorunu hem daha vahim kılmakta hem de yeni politika değişiklikleri
karşısında ne olup biteceğini anlamanın işaretini vermektedir. Elbette
anlayanlar ve öğretmenlere dair ham hayaller kurup uyanık düşlere dalmayanlar
için.
“Öğretmen;
düzenin duvarındaki tuğla”dır
Bunu yine de kısaca
birkaç maddeyle açayım: Birincisi, öğretmenler, iktidarların memurudur. Ve bu
memurluğu yitirmemenin kaygısı bilinçlerine içselleşmiştir. Kendi başlarına kaldıklarındaki ya da
dışarıdaki atıp tutmalarına, bağırıp çağırmalarına bakmayın. İktidar ellerine ya da ağızlarına hangi düdüğü
verirse, ayak sürüyen birkaçı dışında, geneli, her zaman onu öttürür. Büyük bir
çoğunluğu siyasal ve ideolojik işlevlerinin bile farkında değildir. Marx,
yıllar öncesinden, “İnsanların, grupların, partilerin kendileri için ne
düşündüklerine, ne söylediklerine değil yaptıklarına bakmak gerek”tiğini,
boşuna yazmamıştı. Bundan dolayıdır ki, eğer iktidar kararlı bir biçimde
bastırırsa, bırakın “4+4+4”ü, karikatürize ederek yazıyorum, “3x4”ü de “2x6”yı
da hayata geçirir ve başarıyla uygular öğretmenler. Çünkü onların görevi, ne
denli gönülsüz olurlarsa olsunlar, düzenin duvarında işgal ettikleri ve
iktidarın kendilerinden beklediği, siyasal ve ideolojik “tuğla”lık işlevini
yerine getirmektir.
İkincisi, bu süreçte öğretmen
sendikalarının ne hükmü vardır ne de esemesi okunur. Kimse onlara, hatta en
elle tutulur sayılabilecek olanına bile bel bağlamamalıdır. Çünkü neredeyse
tamamının ipi iktidarın ellerindedir. Ve ne yazık ki onlar iplerini kendi
elleriyle iktidara teslim etmişlerdir. Bu aşama, kendilerine atfettikleri
siyasal ve ideolojik sıfat ne olursa olsun, memurluğun ve amirliğe ram
eyleyişin zirvesidir. Üyelerinin aidatlarını işverene toplatıp, onun ellerine
bakar hale gelmek nasıl bir anlayışın ve hangi zihniyetin tezahürüdür ki… Gerçi
bu süreçle birlikte, her bir sendikanın malı mülkü artmış, her biri az ya da
çok zenginleşmiştir. İşin ucunda para varken ipin kimin elinde olduğunun hükmü
mü sorulur? Her güzelin bir kusuru vardır, dedikleri bu olsa gerek.
Devrim
Mi? Biçimsizleştirip Bozma Mı?
AKP’nin on yıllık
iktidarı döneminde eğitimde yapılanlar iki kez “Devrim” diye sunuldu.
Birincisini, AB’ye uyum adı altında “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu
eğitim anlayışına” geçiş olarak sunup pazarlamışlardı. Bu sürece paralele
olarak, sıra sözüm ona ikinci “Devrim”e gelinceye dek, kel başa şimşir tarak
misali akıllarına esen karar ve uygulamalarla yol aldılar.
Makyaj kabilinden
“Davranış”ı “kazanım” olarak ifade etmeyi, “öğrenci merkezli eğitim”, vb.
sözlerini geçiyorum. Önce öğretmenlere rütbe ve onlar arasında hiyerarşi
sevdasına tutuldular. Sözüm ona öğretmenleri “Başöğretmen” “Uzman öğretmen” ve
“öğretmen” olarak kademelendireceklerdi. Buna ilişkin yaptıkları sınav sonucu,
“uzman öğretmen”leri belirlediler. Ya sonra? Büyüklere masal anlatılacak değil
ya… Gerisi hikaye…
Sonra Anadolu vb.
Liselere öğretmen geçişi için sınavlar düzenlediler. Başlangıçta baraj 70’ti.
Baktılar ki olmuyor. Barajı 40’a düşürdüler. Düşünün bir kez: Sınavla öğrenci
alınan kurumlara 40 baraj puanına bile ulaşamayan öğretmenler atanmaya başladı.
Herhangi bir dersten 45 alamayan öğrenciyi sınıfta bırakan sistem sınavdan 40
alan öğretmeni ödüllendirmeye girişti. Ne var ki bu da yetmedi. Hangi
zihniyetin, nasıl bir anlayışın ürünüyse, bir sabah barajı sıfıra
indiriverdiler.
Yasaymış, hukukmuş,
kazanılmış hakmış kimin umurunda? “Ben yaptım oldu” diyen bir Deli Dumrul
zihniyetinin tebdil-i kiyafet arz-ı endam eylediği bir zamanda soru mu şimdi
bu? Elbette aklına eseni, estiği zaman yapacak değil mi? Yaptı da… Anadolu
Lisesi’ne sınav sonucu atanmış bir öğretmenin çalıştığı okula, sınava girmemiş
ya da sınavda yeterli puanı alamamış, ama hizmet yılı ve puanı yüksek bir
öğretmeni atayıverdiler. Sonuç: Sınav puanıyla atanan öğretmenin norm fazlası
ilan edilip başka okula görevlendirilmesi.
Yukarıdaki örnek, AKP’nin
Milli Eğitim’de yaptıklarının yandaş ve stepne basın yayın organları tarafından
bir kez daha “Devrim” diye nitelenerek göklere çıkartıldığı Bakan Dinçer
dönemine ait. Ne devrim ama… Böylesi “dam üstünde saksağan” türü uygulamaların
bazıları şimdilik mahkemelerden dönüyor, bu örnek olayda olduğu gibi. En
azından, yine şimdilik, uygulama durduruluyor. Mevcut toplumsal koşullar içinde
ve mahkemelerin hal-i pür meali karşısında yarının ne olacağı ise ne yazık ki
belirsiz. Umutsuzluğa teslim olmak gerekmese de karamsar olmak için yeterince
neden var ortada. Çünkü taraf olan da karşı çıkan da ne olup bittiğini bütünsel
olarak anlamaya ve kavramaya çalışmaksızın önlerine yuvarlanan taşın peşi sıra
koşturmakla meşgul.
Örneğin; Dinçer’in
bakan olur olmaz yaptıklarından ve “devrim” diye nitelenen işlerinden biri,
bakanlığın görevleriyle ilgili “laiklik ve Atatürkçülük”le ilgili pasajlardan
birinin yerine “küreselleşme, insan hakları”, vb. ifadelerin yer aldığı bir
pasajı koymasıydı. Ve sonrasında bunun, bir yanda “devrim”, diğer yanda “karşı
devrim” olduğuna dair sözler havada uçuştu. Ardı sıra da ilk günlerin ateşli
sözlerinden eser kalmadı geriye.
Oysa ortada ne “devrim”
diye sunulacak bir şey vardı, ne de “karşı devrim” diye ortalığı velveleye
verecek. Çünkü Milli Eğitim temel Kanunu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın görev ve
yetkilerini düzenleyen metinler de eklektisizmle malul yamalı bohçalardı.
Herhangi bir pasaj değişikliğiyle metnin yapısını değiştirmek kabil değildir.
Eğer toplumsal ve siyasal koşullar uygunsa, her iki metnin de virgülüne
dokunmaksızın, içerik olarak tepeden tırnağa, hatta taban tabana birbirine zıt
eğitim politikalarını farklı dönemlerde uygulamak mümkündür. Çünkü özellikle
Milli Eğitim Temel Kanunu, her kesime mavi boncuk dağıtırcasına hazırlanmış,
her iktidarın rengine ve meşrebine uymaya hazır ve nazır bir metindir.
Asıl sorgulanması,
eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekenlerden biri bu kanundur. Ancak AKP bile
kısmi değişiklikler dışında buna yanaşmaz ve on yıldır da yanaşmamıştır. Çünkü
onlar da getirmek istedikleri eğitim anlayışını, “Nasıl bir gençlik istiyoruz?”
sorusunun yanıtını, Milli Eğitim temel Kanunu’na dayandıracaktır ve
dayandırmaktadır da. Bunun temel nedeni, söz konusu kanunun, içerik itibariyle
hem bütünüyle çağın gereklerine uygun çağdaş-bilimsel-laik bir eğitim yapmaya
hem liberal, piyasacı, küreselleşmeci bir eğitim uygulamaya hem de eğer
istenirse bunun tam tersi yönde, dinsel, muhafazakâr, mukaddesatçı, ırkçı,
milliyetçi bir eğitim yapmaya da olanak vermesidir. Ya da aynı anda bunların
karması veyahut da unsurlardan birkaçının öne çıktığı ve kuşatıcı olduğu bir
içerikle eğitim yapılmasına…
Dünya kapitalizminin
hiyerarşik yapılanması içinde, bunlardan hangisinin uygulanıp uygulanmayacağına
karar veren görünür merciler, her daim, öncelikle siyasi iktidarlardır. Keza
karar da her zaman siyasal ve ideolojiktir. Dahası, söz konusu karar, mevcut
iktidarların siyasal ve ideolojik tercihlerinin göreli özerkliğinin etkisini
taşır. Ancak bir de doğrudan görünmeyen merciler vardır: Efendiler ve o
efendilerin işgüderleri.
“Efendiler”, eğitimde
siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliğinin, insanın insanı sömürüsüne dayanan
kapitalist sömürü düzeninin kendini yeniden üretimine, hiyerarşik yapının
sekteye uğramasına neden olmayacağına ve kendi ihtiyaçlarına da denk düştüğüne
inandıklarında ya da bunu bildiklerinde herhangi bir müdahalede bulunmazlar. Aksi
bir durumda ise dünyanın neresinde olursa olsun, onların efelenmelerine
bakmaksızın, devşirmelerin kulaklarına yapışıverirler. Ya da devşirme
olduklarını unutanların yerine bazen akşamdan sabaha bazen de kısa bir süre
sonra yeni devşirmeleri allayıp pullayıp gerekli statülere kavuşturuverirler.
Karikatürize ettiğime bakmayın, elbette işler bu denli basit olmasa da çok
fazla da karmaşık değildir. Ve bu gün siyasi iktidar Türkiye’de bir karar
vermiştir. Ancak bu kez, ilk iki operasyonda olduğu gibi uluslararası hamiler
doğrudan işin içinde yok. En azından görünürde yok. Dahası “ben yaparım olur”
pervasızlığı sürece damgasını vurmakta. Bakalım nereye kadar?
Kininin
ve Öcünün Sahibi Gençlik
Hangi kin? Hangi öç? Daha
doğmamış, daha okula başlamamış, okula başlasa bile ABC’den ötesine geçmemiş
çocuklar; ergenliğe yeni yeni adım atan gençler, kimin kininin sahibi olacak? Kimin
öcünün sahibi? Yanıtını 21.yüzyıldan alan, yanıtı 21.yüzyıldan verilen sorular
değil bunlar. Aksine yanıtını Necip Fazıl’ın “Gençliğe hitabesi”nden alan
sorular. Devşirmelerin ve onların devşirdiklerinin Komünizmle Mücadele
dernekleri çatısı altında, ABD emperyalizminin yeşil dolarlarıyla ve örtülü
ödenekten aktarılan paralarla yaydıkları gerçekliğe aykırı düşüncelerin, yalan
ve iftiralar döneminin bilinçlere sinmiş ve uygun ortamı bulduğunda yeniden
nüksetmiş bir tezahürü. Hakkında yazılan ve aktarılan parlatma, yıkayıp
cilalama cümlelerine rağmen, Başbakanın ağzına yakışıveren dizelerin sahibi
olan Necip Fazıl da söz konusu kaynaklardan, özellikle örtülü ödenekten
beslenen bir zevat. Söz konusu
kesimlerin bülbülü… Onların bir işgüderi… Onların kalemşörü… ABD’nin ve yerli
devşirmelerinin işbirliği içinde Türkiye’nin başına sardıkları Komünizmle
Mücadele Derneği tezgâhının bir “ideolocya” unsuru… “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusuna
yanıtın, Necip Fazıl’dan verilmiş olması, bundan dolayı hiç de tesadüf
değildir.
Sorun tepeden tırnağa
siyasal ve ideolojiktir. Toplumsal yaşamın her alanında bu sorunla bu açıdan
hesaplaşmak gerekir. Hatta bir adım daha atıp bütünsel anlamda kapitalizmle
hesaplaşmaya, onunla mücadeleye dönüştürmek gerek süreci. Yoksa meseleyi
“kesintili mi kesintisiz mi? Parçalı mı yekpare mi? Ya da kaç artı kaç olmalı?
4+4+4 eğitim pedagojik ve akademik olarak uygun mu?” türünden sorulara
indirgemenin, karşı çıkışı buna endekslemenin herhangi bir hükmü yoktur.
Pedagojik
ve Akademik Uygunluk Yanılsaması
Kamuoyunda yer alan bu
açıklamalardan bazılarının tepkiselliğin, çaresizliğin ifadesi oluşunu,
bazılarının ise “ne sizinki olsun ne de bizimki hadi arada bir yerde uzlaşalım”
tarzı utangaçça yaklaşımları, anlamak mümkün.
Ancak eğitimde “4+4+4” düzenlemesinin “pedagojik ve akademik açıdan
uygun olup olmadığını” araştırma girişimlerini anlamak mümkün değil.
Çünkü toplumsal
koşullardan, siyasal-ideolojik tercihlerden bağımsız bir biçimde, her derde
çare, zaman ve mekân üstü geçerliliğe sahip bir pedagojik ve akademik yaklaşım
yoktur. Keza her akademik yaklaşım ya da açıklamanın da bilimsel değeri… İktidarın
akademisinde, her daim iktidarın siyasal ve ideolojik tercihlerine uygun
pedagojik yöntemleri, formülleri üretmek ve bunları akademik içeriğe
büründürmek mümkündür.
Özellikle de
iktidarların hizmetine koşulmuş, her iktidarın hizmetine amade akademiler ve
akademisyenlerce, uygulanmak istenen eğitim politikalarına uygun, bilimselliği
tartışmalı da olsa, pedagojik ve akademik proje ve çözümler üretilir. Sonra da
bunu üretenlerin adlarının önündeki akademik unvanlara atıfla bunlar bilimsel
diye sunulur. Oysa akademilerin, akademisyenlerin, akademik formelliğe uygun
olarak üretip servis ettikleri her bilgi her daim bilim niteliğine, bilimsellik
vasfına sahip değildir.
Velhasıl, adına ister
“4+4+4” denilsin, ister “2x6”, ister kesintili isterse kesintisiz; pedagojik ve
akademik ‘uygun’luk kriteri, hiçbir koşulda mevcut eğitim uygulamasının da AKP
iktidarının getirmek istediği eğitim uygulamasının da ideolojik ve siyasal
niteliğini ve içeriğini ortadan kaldırmaz. Sorunun hem bu boyutunu hem de asıl
olarak sınıfsal temelli ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda bir sistem sorunu olma
niteliğini kavramadan ortaya konan tepkiler ve sözüm ona arayışlar, hakikatin
üzerine çekilen ve yanılsamayı güçlendiren bir perde olma işlevinden öte
gitmez. Aksine; mevcut haliyle kaldığı sürece, insanın insanı sömürüsüne
dayanan, cinsel, dinsel, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla bunu üreten
tahakküm düzeninin hangi ideolojik makyaj ve kılıflar altında sürdürülüp
sürdürülmeyeceğinin çekişmesine dönüşür. Elbette her iki tarafın da bunu açıkça
telaffuz etmeye yanaşmadığı bir çekişme…
Zaten yaşanan süreç de
bu minval üzre seyretmektedir. İktidarın ve bilumum kesimlerdeki yandaşlarının
malzemesi, “biz toplumun isteklerine duyarlı, ideolojik olmayan bir düzenleme
yapıyoruz. Ama bize karşı çıkanlar ideolojik davranıyor” olurken; buna karşı
çıkanların malzemesi ise, “pedagojik akademik olarak uygun olmamak”tan,
gericiliğe, dini eğitim getirmeye; Atatürkçülük ve çağdaş, bilimsel eğitim
anlayışına karşı olmaya, vb. dek değişiyor. İtirazları duyar duymaz, yalandan
kim ölmüş sözünü anımsatırcasına, birinciler atağa geçiyor: Eğitimde ideoloji
olmayacak. Tereddütler ve eleştiriler ideolojiktir. Artık tek boyutlu düşünen
gençlik yetiştirmeyeceğiz. Dindar gençlik yetiştireceğiz. Ateist gençlik
yetiştirmeyeceğiz.
Akl-ı selim hiçbir
insanın yaşananlara ve bu hay huy içinde söylenenlere bakıp da “breh… breh… Bu
yaşta bu zekâ… Tenakuz abidesi mübarekler!” dememesi mümkün değil. Sonuçta kim
mi kazanacak dersiniz? Elbette insanın insanı sömürüsüne dayanan sistem ve
efendileri. Eğitimde hangi uygulama gelirse gelsin, AKP’nin yasa önerisine
hangi makyaj yapılırsa yapılsın, sistemin ve efendilerinin, vecd içinde secde
etmenin adabını bilen, huşu içinde el etek öpmeyi öğrenmiş nur topu gibi,
itaati meziyet bilen münevverleri olacak!
“Münevver”i de bir halt
sanmayın sakın! Münevver dediğin, altı üstü kendisine verileni yansıtan,
aksettiren bir ayna zevattır. Kendi aklıyla aydınlanmış, soran sorgulayan,
eleştirel düşünen entelektüel bir birey değil. Yalanı bir siyasal söylem
yöntemine dönüştürmüş ve tenakuz abidesi yöneticileri olan herhangi bir
toplumun da entelektüel aydınlar, düşünen sorgulayan eleştirel yaklaşım sahibi
bir gençlik nesine gerek ki zaten… Beyni yıkanmış, namazında niyazında bir
“Münevver” olsun önce… Gerisi Allah Kerim!!!
1 Komünizmle
Mücadele Derneği’nin, adının önüne “Türkiye”yi ekleyerek üçüncü kez kuruluş
tarihi ise 1963’tür. Türk milliyetçiliğinin sözüm ona şanlı ve şahlanışının
tarihi olarak da anılan bu dönem, ABD dolarlarıyla yemlenen ve devşirilip
yetiştirilen kadrolar dönemidir. Keza Allah ve din yolunda şehadete erme hülyalarıyla
devşirdikleri gençlerin vesveseye düşmemesi için “çok iyi beyin yıkamanın
lüzumuna inanıyorum” (Küçük Dünyam, sf. 67-68) diyen, camilerde verdiği
vaazlarda Komünistlerin ihbar edilmesini buyuran Fethullah Gülen’in de bu
sürecin unsurlarından biri olması tesadüf değildir. Mukadderat işte;
devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın ‘torunları’nın da devşirildiği günler gelip
çatmıştı. Ve bu toruncukların, tosuncukların siyasal ve ideolojik kimliklerinde
Türk milliyetçiliği, Müslümanlık, “vasati muhafazakâr” yazıyordu.
2 Bu konuyu,
“ÖĞRETMEN; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımdaki makalelerde
olabildiğince ve yeri geldikçe değindim. Yazıyı daha fazla genişletmemek için
üzerinde durmuyorum. İlgilenenler söz konusu kitaba bakabilirler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)