02 Haziran 2008

Eğitim ve Özgürlük Ya da Eğitimde Özgürlük Yanılsaması

Eğitimde özgürlük yanılsaması
Atalay GİRGİN

“Özgürlük” kavramı, geçmişten bugüne, insana özgü ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan birçok etkinliğin ya da varlığın başına getirilerek onların niteliği kılınmak istenir ya da kılındığı sanılır.

Birçok kavram çifti oluşturulur bu konuda, “özgür” ya da “özgürlük” sözcüğüyle başlayan ya da biten. Örneğin; “özgür insan”, “özgür eğitim”, “özgür vatan”, “özgür aşk”, “cinsel özgürlük”, “dinsel özgürlük”, “siyasal özgürlük”, “ekonomik özgürlük”, “halklara özgürlük”, “başörtüsüne özgürlük”, v.b. gibi. Bunların her biri nelikleri ve gerçeklikleri açısından sorgulanmaya ve değerlendirilmeye muhtaçtır. Tıpkı “eğitim” ve “özgürlük” kavramlarının ilişkisi gibi.

Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu yazıda ele alınacak olan da eğitim ve özgürlük ilişkisinin kurulup kurulamayacağı; “özgür eğitim”in olup olamayacağıdır. Elbette bu yapılırken, bu kavramlar ve onların nelikleri ve gerçeklikleri temel hareket noktası olacaktır. Buradan hareketle, neliği ve gerçekliği açısından “eğitim” kavramıyla başlayalım.

Eğitim

Eğitim, en genel haliyle eğitim, hem neliği hem de gerçekliği olan bir kavramdır. Eğitimsiz insan insansız eğitim yoktur. Nerede insan varsa orada eğitim ve nerede eğitim varsa orada da insan vardır. Yani eğitim insandan, insan eğitimden ayrıştırılamaz. Bu açıdan insan, eğitimin hem nesnesi hem de öznesidir; eğiten ve eğitilendir.

Eğitenin içerisinde bulunduğu, eğitilenin/eğitilecek olanın da içerisine doğduğu toplum, toplumsal yapı, tüm hareketliliğine ve değişkenliğine rağmen, onların kendilerinden önce varolanlarca nesnelleştirilmiş olandır. İnsan yavrusu, bu nesnelleştirilmiş olanın dışında “insan” olamaz. İnsan yavrusunun insanlaşma serüveninin, doğduğu andan itibaren başladığı yegâne alandır bu...

İşte bu alanda, en ilkel biçimiyle de olsa eğitim, “eğitileni eğitene benzetme” etkinliği olarak gerçekleşir. Bir başka deyişle, eğitenin, bilinçli ya da bilinçsizce, kendini en azından düşünce ve inanç düzeyinde eğitilende var kılma etkinliğidir eğitim. Ki bu var kılma etkinliğinde, eğitenin, kendisinde bulunmasından haz aldığı, değer atfettiği özelliklerin yanı sıra, kendisinde bulunmayan ama olmasını istediği değer ve özellikleri eğitende oldurma çabası ve yönelişi de içkindir. Bu boyutuyla eğitim, her toplumda anne babalarca, sistemli ya da sistemsizce yürütülen; yeni doğan insan yavrusunu, hem yaşar kılma hem de sosyalleştirme eylemliliği olarak gerçekleşir. İçeriğini, doğru olduğu kabul edilen, dünde belirlenmiş olan bilgi, değer ve eylemler oluşturur. Amaç bunların eğitilene kazandırılmasıdır.

Ancak bu etkinliğin, yani eğitimin, içerisinde gerçekleştiği toplumun gelişmişliği ya da büyüklüğü hangi düzeyde olursa olsun, o toplumda bulunan, ekonomik, sosyal, siyasal, askeri, dinsel, v.b farklı güç odakları ve kurumları bunun içeriğini belirlemeye çalışırlar. Kendi istedikleri doğrultuda düşünen, söyleyen ve eyleyen insanlar yetişmesidir amaç. İşte sistematik eğitim etkinliği, bu amaç doğrultusunda, eğiteni, yani öğretmeni profesyonelleştirir.

Eğitenin profesyonelleştirilmesi, onun, hem kendini eğitilende var kılma yönelişine son verilmesi hem de eğitimin içeriğini belirleme yetkisinin elinden alınmasıdır. Artık eğiten, eğitileni kendine benzetmeye çalışmakla değil; onu, egemen olanın istediği tarzda düşünen, söyleyen, eyleyen birisi olarak yetiştirmekle yükümlüdür. Keza, eğitilenin neyi bilip bilmemesine, neyi yapıp yapmamasına karar veren de egemendir.

Bu noktada, ister genel eğitim isterse toplumun egemenlerince uygulanan sistematik eğitim olsun; her halükârda eğitim, eğitilene/eğitilecek olana kazandırılacak ya da kazandırılmak istenen bilgi, değer ve davranışları içerir. Eğitimin ve eğitenin başarısı da bunlardan ne kadarının eğitilende gerçekleşip gerçekleşmediğiyle ölçülür. Öte yandan hem genel hem de sistematik eğitimde içeriğin belirlenmesi, eğitilenden/ eğitilecek olandan bağımsızdır. Hele sistematik eğitimde, eğiten de paranteze alınır. Kendilerinden bağımsız belirlenen, dolayısıyla kendilerine dışsal kılınan amaç ya da amaçlar doğrultusunda, eğiten ve eğitilen birbirlerine karşıt bir konumla, bazen çatışarak, bazen eğlenerek, bazen katlanarak, zorlanarak, ortak bir etkinliği gerçekleştirir. Çünkü, içerisinde yer aldıkları bu süreçte, eğitenin de eğitilenin de zorunlulukları ve sorumlulukları vardır. Eğiten ve eğitilen olma niteliklerini yitirmeyi, terk etmeyi ya da bu niteliklerin kendilerinden alınmasını göze almadıkları sürece, zorunluluk ve sorumluluklardan kaçış yoktur.


Bu zorunluluk ve sorumluluk koşullarında, eğitim, eğitilenin ya düşüncesini ya bedenini ya da her ikisini birden eğitmeye, biçimlendirmeye yöneliktir. Sonuç olarak bu biçimlendirme her koşulda, toplumun egemenlerinin genel ve özel isteklerine, ihtiyaçlarına, yönelişlerine ve önceliklerine göre gerçekleştirilir. Birey nezdinde de, mümkün olduğunca, “kasıtlı olarak ve istendik bir biçimde”... Ama her daim de başkalarınca ve önceden belirlenmiş olan, bilgi, değer ve eylemler doğrultusunda...

Özgürlük

Özgürlük, insanın bilincinden bağımsız olarak varolan herhangi bir gerçek varlığa ya da onun gerçekliğine delalet eden bir kavram değildir. Bu anlamda o, neliği olsa da, gerçekliği olmayan bir kavramdır. Yani insanın düşüncesinin, bilincinin dışında ne bir varlığa ne de bir gerçekliğe dayanır. Düşünsel bir kavram olarak, yalnızca düşünsel bir varoluşa sahiptir.

Özgürlük, her çağda, her toplumda, insanların bulundukları yere, bireysel ya da toplumsal istek, özlem ve ihtiyaçlarına, eylemlerinin ya da eyleme girişimlerinin karşısına çıkan engellere göre, yerli yersiz telaffuz ettikleri kavramlardan biridir.

Toplumsal eşitsizliğin veri olduğu, egemenlerin ve tabii olanların varolduğu hiçbir çağda ve hiçbir toplumda, herkes için geçerli evrensel bir özgürlük yoktur. Herkesin kendisine göre bir anlam yükleyebildiği, içerisinde yaşadığı koşullarda, kendi kabullerine dayalı olarak ve kendisine göre ‘somutlayabildiği’ kavramlardan biridir özgürlük. Ki bu noktada, genelliği ve mutlaklığından değil, göreliliğinden söz edilebilir özgürlük denilen bir halin...

O, telaffuz edilişi ya da okunuşuyla çağrıştırdığı sınırsızlık ve engellenemezlik anlamına rağmen, ancak belirli bir zaman ve mekan koşullarında, bunun fiili ve potansiyel olanakları temelinde ileri sürülen kabullerle belirlenip algılanır kılınabilir. Bu ise, kavramın çağrışımsal anlamı ile daha başlangıçta kurulan, ortaya çıkan bir çelişkidir. Çünkü, hem zamanın ve mekanın belirliliği, hem bunun olanaklarının sınırlılığı, hem de ileri sürülen kabuller, bir sınırsızlık ve engellenemezlik çağrışımı yapan özgürlük’e bir sınır çizer. Her sınır bir engellemedir. Bir soyutlama düzleminde düşünürsek, özgürlük ve sınır, ikisi bir arada olamayacak ya da olmaması gereken kavramlardır.

Bunun yanı sıra, her anlam ve her değer de özgürlük’e sınır çizer. Keza, bireyin karşılaştığı herhangi bir durum karşısında yapmayı ya da yapmamayı seçtiği eylemler de... Burada bir sorumluluk peydah olur. Sorumluluk’un peşi sıra ise, müeyyideler; bedel ya da ödül... Anlam, değer, sorumluluk, bedel, ödül, ister bireysel nitelikli olsun, isterse toplumsal, özgürlük’e çizilen sınırlardır.

Bunlar düşünüldüğünde ise, özgürlük anlamın ve değerin yokluğudur. Anlamın ve değerin yokluk hali ise insansızlıktır. Çünkü insan, anlam ve değer üreten, dahası bunlarla varolan bir varlıktır. Bu noktada özgürlük, çağrıştırdıklarının aksine, bir sınırlılık, sınırlanmışlık hali olarak anlam kazanır; bireysel ve toplumsal düzeyde... Bu ise kendini bir nakzediştir.

Sonuç

Eğitim ve özgürlük, ikisi bir arada var olamayacak kavramlardır. Birincisi, yani eğitim, en genel haliyle bile, hem neliğe hem de gerçekliğe haiz bir kavram olarak; insanın, insan yavrusunu, insanlaştırmasının, sosyalleştirmesinin; ona bilgi, değer ve davranış kazandırma etkinliğinin adıdır. Hangi tarzda düzenlenmiş olursa olsun; hangi tarzda gerçekleştiriliyor olursa olsun, her koşulda zorunlulukların ve sorumlulukların; sınırlılıkların ve engellenmelerin alanıdır. Hem eğiten hem de eğitilen için geçerlidir bu...

Özgürlük ise bilincimizden bağımsız bir gerçekliğe sahip olmayışı bir yana, neliği üzerinde bile anlaşılamayan bir kavramdır. Neliği açısından taşıdığı, çağrıştırdığı, sınırlanamazlık ve engellenemezlik anlamı ise onu, salt düşsel, düşünsel bir varoluşa mahkum kılmaktadır.

Dolayısıyla, eğitim isteyenin özgürlük, özgürlük isteyenin de eğitim talebinin; hele hele “özgür eğitim” isteminin herhangi bir gerçekliği ve hakikati yoktur. Daha doğru bir deyişle, bunun hakikati de gerçekliği de “Anka Kuşu”nun ya da “Tek Boynuzlu At”ın gerçekliğinin hakikati kadardır. Ne fazla ne de eksik... En azından bu yazı bağlamında da, şimdilik, daha ötesi laf-ı güzâftır artık.

Şimdilik diyorum, çünkü ne eğitim ne özgürlük, ne de her ikisi birden herhangi bir yazıda, insanın yaşadığı herhangi bir zaman ve mekan koşullarında tüketilebilir konulardır. Bunlar, özellikle de özgürlük ve özgürlükle ilişkilendirilen bir konu insan varolduğu sürece tüketilip bir yana konulamayacaktır. Bu yazı bağlamında bile bir çok soru olanaklıdır. Ki bunlar eğitim ve özgürlük ilişkisini ya da bu ilişkinin kurulmasının gereksizliğini, yersizliğini ve anlamsızlığını çok yönlü olarak ele alabilmek, tartışabilmek için önemlidir. Zaten bu yazıyı da, en genel haliyle, soruna ilişkin bir tartışmaya, bir sorgulamaya başlangıç mahiyetinde değerlendirmek gerekir.

24 Mayıs 2008

Türkiye'de Felsefenin Yeri

Felsefeciden Memur, Memurdan ‘Felsefeci’ Yaratılan
TÜRKİYE’DE FELSEFENİN YERİ
Atalay GİRGİN

Herhangi bir yerde felsefenin yerini belirlemeye çalışmak ya da onu aramak, varlığını baştan kabul etmek demektir. Bu anlamda, Türkiye’de de felsefe, felsefi düşünce ve ürünleri vardır. Yalnızca Türkiye’de değil, sistematik hale gelsin ya da gelmesin, bir geleneği olsun ya da olmasın, adına “felsefe” densin ya da denmesin, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, her toplumda, felsefi düşünüşe uygun düşünen, söyleyen, eyleyen birileri vardır ve onların şahsında, o toplumda da felsefe vardır. Ve dünden bugüne, güncel ve tarihsel “Türkiye”de de felsefenin varlığı yok sayılamaz. Ancak üzerinde durulması ve belirlenmesi gereken onun toplumsal yaşamdaki yeri ve toplumsal yaşamdaki etkisidir.

Bu bağlamda, “Türkiye’de Felsefenin Yeri”1 başlığı geniş kapsamlı ve derinlemesine yapılan bir çalışmayı gerektirir. Elbette ki böylesi bir çalışma ne dergi sayfalarına sığdırılabilir ne de buna uygundur. Hele hele bu bütünsellikte bir çalışma, bir dergi yazısının harc-ı alem bir işi hiç değildir. Farkındayım bunun.

Dolayısıyla, bu yazıda, meramımı anlatabilmek için, konuya ilişkin bazı noktalarda kapsamı dar tutmak ve olabildiğince genel bir biçimde değinerek geçmek gerekiyor, özellikle tarihsel arkaplana ilişkin aktarımlarda; ilgilisi belirtilen kaynaklara başvurabilir bunun için. Ki bazı noktalarda da durumu saptamaya dönük ve eleştirel içerikli önermelerin ve belirlemelerin, birileri, sorunu kavramak ve çözmeye, çözüm üretmeye yönelmek yerine, alınganlık gösterip yersiz ve gereksiz olarak, “harim-i ismet”lerine bir saldırı sayabilecek olsalar da, vurgulanması önem arz ediyor.

Buradan hareketle, öncelikle üst başlığa değinerek başlayacağım yazıya.

Ardı sıra yazının geri kalan bölümünde de, öncelikle başlığın gerektirdiklerini temel olarak ve kısaca belirlemekle yetinip, sonrasında da felsefenin ve felsefi düşünmenin neliğine uygun tarzda ve sınırlı bir biçimde konuyu ele alacağım.

Felsefeciden Memur Olursa...

Felsefeci ve memur... Memurluk ve felsefi düşünme, söyleme ve eyleme etkinliği... Bunları, birbirinin niteliği kılabilmek; bir araya getirebilmek ve bir araya getirilişlerini meşru kabul edebilmek, memurluk ve felsefe, memur ve felsefeci/filozof kavramlarının neliğine aykırıdır.

Memuru felsefeci addetmekle memurun memurluğuna herhangi bir halel gelmeyebilir. Ama bir felsefecinin memurlaştırılması, onu o andan itibaren özürlü ve icazete muhtaç bir felsefeciye dönüştürür. Bu, özellikle de, memurlaştırılan felsefeci tarafından meşru kabul edilip, “memur” sıfatını yitirip yitirmeme kaygısı bilincine içselleşmişse, sorun, bütünsel anlamda felsefi düşünme etkinliği açısından hayati öneme haiz demektir. Bu durumda “memur” niteliği aslilik kazanır ve “felsefeci”lik niteliği, ne yazık ki ilineğe dönüşür. O, memurlaş(tırıl)madan önceki alışkanlığı gereği, her şey üzerine arada sırada düşünse bile, yitirmek istemediği memurluk süresince, bu düşünmeleri (istisnalar hariç) günyüzüne kavuşan düşüncelere dönüşemez.

Memurluk, hem bir zihniyete hem de yapılan işe tekabül eder. Ve her daim amiri gerektirir. Amirsiz hiçbir yerde hiçbirşeyin memuru olunamaz. Memur zihniyetine sahip olamayan ya da kendisine bu zihniyet kazandırılamayan herhangi bir kişi, hasbelkader memur sıfatına bürünmüş olsa da, memurlukta uzun süre kalamaz. Ya o kişi memurluktan vazgeçer ya da memurluk ondan... Çünkü böylesi bir kişi için “memurluk” ilinekten öte bir nitelik kazanmamış demektir.

18 Mayıs 2008

Arzu... Aşk nedir? Arzu nedir? "Şizofrenik aşk"ların kılıfı...

Arzu... Aşk... Şizofrenik aşkların ‘kılıfı’…?

Atalay GİRGİN

Arzu ve aşk… Önce arzu vardır. Sonra aşk

Aşık olunan her insan, aynı zamanda arzulanandır. Ama arzulanan her insan, aynı zamanda aşık olunan değildir. Arzulanmayan hiçbir insana aşık olunmaz. Arzulanan her insana da aşık…





Ancak arzu ile aşk arasında nesnesine yönelişleri ve ilişki kurma biçimleri açısından temel farklılıklar vardır.

Arzu, öncelikle yönelenin yöneldiği nesneyle, esas olarak iki tür ilişki kurma biçiminde kendini gösterir.

Bunlardan birincisi, ona sahip olma, onu kendinin kılma isteğidir. Bu isteğin şiddeti, arzulayanın arzuladığını, bir nesne olarak elde edip onu tüketmesine de, elde edemeyip kendini tüketmesine de, dahası hem kendini hem de nesnesi yok etmesine de yol açabilir.

İkincisi ise, nesnesini yüceltme, onu ulaşılmaz bir varlık olarak algılama ve anlamlandırma noktasında, yönelenin, kendini yöneldiğine nesne kılma ve ona hasretme biçiminde gerçekleşir.

Diğer yandan ise, arzu aşka da kapı aralayabilir. Bunun birincil koşulu, arzulayanın arzuladığınca arzulanmasıdır. İşte arzunun aşka dönüşmesini olanaklı kılabilecek olan ilişki burada belirir. Ancak bu yalnızca olanaklı bir ilişkidir. Aşk değil… Yaşanılırlık süresi ne olursa olsun aşk değildir daha…

Aşk; yönelenin yöneldiği nesneyi aynı zamanda bir özne olarak algılamasına dayanır ve birbirlerini birer özne/nesne olarak görüp algılayanların ilişkisinde ete kemiğe bürünüp arz-ı endam eyler. Düşünsel, duygusal ve bedensel boyutuyla bütünsel olarak yaşanır.

Bu ilişki, birbirlerini birer özne/nesne olarak gören, algılayan ve anlamlandıran iki insanın, bütünsel anlamda kendini diğerinde, diğerini ise kendinde var etme yönelişinde hayat bulur. Ki bu haliyle, belki de, eşitliğin yaşandığı yegâne gerçek ilişkidir.

Yönelenin yöneldiğini, salt nesne değil, aynı zamanda bir özne kabulüne dayanan bu ilişki, iki özne/nesnenin birbirlerini üretmelerini koşullandırır. Çünkü o, düşünselliği, duygusallığı ve bedenselliğiyle, teklifsiz, çıkarsız, ödünsüz ve çırılçıplak yaşanan gerçek bir ilişkidir.

Düşünselliğin ve karşısındakini özne olarak görüp algılıyor olmanın, yaşanan ilişkinin her anında var olması, bu ilişkinin şizofrenikleşmesine, platonikleşmesine set çeken temel koşuldur. Bundan dolayı hiçbir aşk ne platoniktir ne de şizofrenik… Keza ilahi de değildir.

Sözcüğün gerçek anlamında platonik olarak nitelenen ve adına “aşk” denilen hiçbir yöneliş aşk değildir. Ama platonik olarak “aşk” denilen her yöneliş ve yaşayış şizofreniktir. Keza “İlahi aşk” denilenler de dahildir buna… Çünkü her şizofrenik arzu yönelişi “ilahi aşk” olarak nitelenmese de, adına “ilahi aşk” denilen her yöneliş şizofreniktir.

Zaten arzulayanın arzuladığı karşısında yaşadığı, gerçekliğe uygun olmayan, bir bilinç yarılmasının ifadesi olan; ama makul, mantıklı ve anlamlı kılınarak meşru gösterilmek istenen her şizofrenik yönelişin yegâne kılıfıdır, “ilahi aşk” nitelemesi; “İlahi aşk” söylemi…

Oysa “ilahi aşk” söyleminin kendisi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Kendi inkarını kendinde taşıyan, kendini nakzeden bir söylemdir.

“İlahi aşk” söyleminin paradoksu…
“İlahi aşk” söylemi, öncelikle bir düşsel, düşünsel, “İlah”ı varsayar; daha doğrusu, “El-İlah”ı…

“El-İlah”ın varsayıldığı yerde, birileri ne denli düşünmemek için zorlasa da kendini, “El-İlahe” arz-ı endam eylemeye hazırdır zaten… Tarihsel olarak da hep yan yana olmuşlardır bunlar… Birincisi erildir, ikincisi dişil…

Ancak birilerinin inançsal kabul sınırlarını zorlamamak için, şimdilik, paranteze alıp düşselliğe düşünselliğe, yani zaten ait olduğu yere hapsediverelim “El-İlahe”yi… (Sakın kadının ikincil plana düşüşünün bir sonucu olmasın, “El-İlahe”nin yok sayılmaya başlaması ya da aksine, “El-İlahe”nin yok varlığa dönüştürülmesine dayanıyor olmasın kadının yüzyıllardır süren ikincilliği.) Zaten, ne arayanı var ne de soranı garibimin; yüzyıllardır sürgününde tekbaşına…? Ve dönelim “El-İlah”a…

Yazının daha ilk cümlesinde, “El-İlah”ın düşsel, düşünsel bir varlık olduğunu belirtmiş olsam da, “İlahi aşk” söyleminin, inancının peşinden gidenlere soracak olursak, bu varlık, yani “El-İlah”, düşünsel değil, gerçek varlıktır. Hiç değişmez, hep kendi kendiyle aynı kalır. Zamansız ve mekansızdır. Sonsuz ve sınırsızdır. Aslında tasavvur ettikleri bu haliyle bir yok varlıktır ya neyse… Platon’un aklına bereket… Nerdeyse, neleri varsa, Platon’a borçludurlar bu konuda. “Ödünç aldık” bile demeden kendilerinin kılıvermişlerdir onun varlık anlayışını... Teşekkür de etmemişlerdir üstelik…

Yeni Platoncu olarak kabul edilen Plotinos’un südur anlayışından da yararlanarak, Farabi, zorunlu varlık ve mümkün varlık anlayışıyla “El-İlah”ı akli anlamda temellendirmeye çalışmıştır. Ancak buna rağmen Farabi’yi, Antik Yunan felsefesinin etkisinde kabul ederek bir kenara itiverme yaklaşımı da yaygındır bu kesimlerde. Ama laf başı geldiğinde de, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtircesine, Farabi ve diğer felsefecilerle övünmekten geri durmazlar.

Neyse… “İlahi aşk” söylemiyle, nesnesi karşısında duyulan şiddetli arzudan kaynaklanan ve hallüsinasyonlaşan bilinç hallerinden bazılarını meşrulaştırma gayretkeşliği içerisine girenler, “El-İlah”ı gerçek varlık, asıl varlık olarak kabul ederler. Kökeni Platon’a kadar geriye uzanan bu anlayışa göre, değişen, zamanda ve mekanda varolan, başlangıcı ve sonu olan hiçbir varlık gerçek değildir.

İşte tam da bu noktada, sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın, sonsuz ve sınırsız, aynı zamanda her şeye kadir bir varlık olan “El-İlah”a düşünsel, duygusal ve bedensel olarak yönelişi ve kendini hasredişini “İlahi aşk” olarak niteliyorlar. Oysa daha baştan bir tenakuzla adım atıyorlar : Adlandırmak, ad vermek.

Ad, ister düşünsel olsun isterse gerçek, her daim nesne kılınana, nesneleştirilene verilir. Nesne kılınan, nesneleştirilen ise daima sınırlandırılmış olandır. Dahası, her nesne sıfatlarıyla vardır. Bu arzu yönelişinin karakteristiğine uygundur. Çünkü arzulanan, ne denli yüce ya da kutsal sıfatlar atfedilmiş olursa olsun, nesneleştirilmiş, sınırlandırılmış olandır.

Ama sonsuz ve sınırsız bir “El-İlah” tasavvuruna uygun değildir. Çünkü kendisine sıfatlar ve eylemler atfedilen her “El-İlah”, daha adlandırma aşamasından başlayarak, salt varolanlıktan çıkarılmış ve artık bir nesneye dönüştürülmüştür. Kim tarafından? Yanıtı belli sorunun : İNSAN.

Bu büyük harfle yazılan İNSAN, sonra bakmış ve düşünmüş ki, sıfatlar işleri karıştırmaktan, özellikle de küçük harfle yazılan insanın kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor, hatta bazıları muzipleşip olmadık şeylere yelteniveriyor. O zaman demiş ki, “sıfatları tadil eylenmiştir” artık “El-İlah”ın.


O andan beridir ki, “El-İlah”, düşünür ama beyinsizdir; duyar ama kulaksızdır; görür ama gözsüzdür; koku alır ama burunsuzdur; konuşur ama dilsizdir; yapar, yaratır, yakar, yıkar ama elsiz ve ayaksızdır; saçsız ve tüysüzdür, çünkü bedensiz ve kafasızdır; dahası ne erkek ne kadındır, düpedüz cinsiyetsizdir. O bu haliyle, bir yok-varlıktır.

İşte “İlahi aşk” yaşadığı söylenen insanlar, büyük harfle yazılan İNSAN’ın düşünsel, düşsel anlamda bile yok kılmaya çalışarak, yalnızca bir ada dönüştürdüğü “El-İlah”ı arzular. Onu kendinin kılamayacaklarına göre, kendilerini onun kılmaya yeltenirler. Birazcık kendini toparlayabilenleri bunların, “o her yerde ve her şeydedir” derler. “Her yer ve her şey” deyince işler karışıverir…

Ehh… Galileo ve G. Bruno’dan beri evren de sonsuz ve sınırsız kabul edildiğine ve salt madde olduğuna göre, “El-İlah”ın da gidebileceği başka bir yer kalmamıştır zaten. Bundan dolayı, “İlahi aşk”lara da rastlanmıyor artık günümüzde… Psikologlar, psikiyatristler ne güne duruyor ki… Çünkü ayan beyan adı belli bunun : Şizofreni…

Tıklayın : AŞK... AŞK NEDİR?

14 Mayıs 2008

"Marx neden ateist değildi?"

“Marx neden ateist değildi?”
Atalay GİRGİN

Doğru bilinen yanlışlar vardır. Tıpkı, yanlış bilinen doğrular olduğu gibi… Ya da doğru olup olmadığına ilişkin en küçük bir araştırma kaygısı bile taşımadan, aktarıldığı gibi kabul ediliveren bilgiler… Marx’la ateizmin, herhangi bir kuşku duymaksızın ilişkilendirilmesine dayananlar da bu türdendir.

Memleketim insanının, “Din bir araçtır” diyen başbakanın dindarlığını sorgulamak aklına bile gelmez. Ama bu “araç”ın neliğini ve işlevini ortaya koyan, dahası toplumun geniş kesimleri tarafından yalnızca “Din halkın afyonudur” sözüyle tanınan Marx’ın ne olduğunu sorgulamak, onun kendini ne olarak niteleyip nitelemediğini araştırmak da…

Çünkü Türkiye’de, Marx’tan haberdar olup da, onun ateist olmadığını düşünen hemen hemen hiç kimse yoktur. Bu düşüncenin ne kadar doğru olup olmadığı, ne denli geçerlilik değeri taşıyıp taşımadığı ayrı bir tartışma konusudur elbette.

Ancak, Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi, bu ay yayımlanan mayıs-haziran sayısında, “Marx neden ateist değildi?” başlığını taşıyan bir makale yayımladı. Rastlantı bu ya, bir çok dergide de, ünlü “Komünist Manifesto”nun yayınlanışının 160. yılına ilişkin yazıların ardı ardına yayımlandığı sırada…

Andy Blunden’in, imzasını taşıyan ve Doğan Barış Kılınç’ın Türkçe’ye çevirdiği makalenin temel önermesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi, “Marx ateist değildir.” Blunden, yalnızca önermeyi ileri sürmekle yetinmiyor : Daha başlığa içsel kıldığı “Neden” sorusuyla, önermesini temellendirmeye, gerekçelerini, dayanaklarını ortaya koymaya hazır olduğunun işaretini veriyor.

Andy Blunden ve yazıyı kapaktan veren Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi, bugüne dek Türkiye’de Marx üzerine yerli yersiz kelam edenlerin, sanki ezberini bozmak istiyorlar. “Din, ezilen insanın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur” diyen Marx için, Blunden, lafı dolandırmadan, “ateist değildir” hükmünü veriyor.

Bu yazının, birilerinin ezberini bozmaya ya da bu konuda bir tartışma başlatmaya ne denli katkı sağlayıp sağlamayacağını bugünden söylemek mümkün değil. Çünkü insanlar, genellikle kanaatlerini ve düşüncelerini kolay kolay sorgulamaya, dahası değiştirmeye yanaşmazlar. Ne de olsa, başkalarının ezberini bozmaya hazır olanlar, sıra kendi ezberlerine geldiğinde “sırra kadem basar”lar, her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de…

Hele hele, anlamaktan çok kalıp bilgi ve formülleri, klişe sözleri ve önermeleri ezberlemekten kaynaklanan kanaatler ve düşüncelerse bunlar, sorgulanmasını, eleştirilip, değişmeye açık kılınmasını beklemek daha da zordur. Ama imkansız değildir.

Eğer imkansızlık söz konusu olsaydı zaten, tüm ilahi dinlerin, bıkıp usanmadan yineledikleri, “Dünya evrenin merkezinde ve hareketsizdir. Evren sonlu ve sınırlıdır. Allah / Tanrı, evreni yarattıktan sonra arşa istiva (Türkçesi : yerleşmek) etmiştir.” önermeleri değişmezdi. Ama değişti. Bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu bilgi, doğmalarını tepetaklak ettirdi onlara. Sırasıyla Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet ve bunların bağımlıları, yüzlerce yıl insanların zihnine nakşettikleri, onların bilincine ve düşünme biçimine içsel kıldıkları önermeleri değiştirdiler çaresizce…Tıpkı bu dinler ve bağımlıları gibi, tek tek insanlar da düşünce ve kanaatlerini, inançlarını değiştirebilirler.

Dolayısıyla, insanlar, Marx’a ilişkin de düşüncelerini ve kanaatlerini yeniden değerlendirebilir bu yazı bağlamında. Ki Blunden, Marx’ın, “ateist damgasını 23 yaşında reddettiğini” belirtiyor. Ardı sıra şöyle diyor yazıda : Kendisini bir daha da ateist olarak tanımlamadığı açık bir olgudur.

Andy Blunden’e göre, Marx ateist değildir. Ya size göre…?

09 Mayıs 2008

Savaş ve Barış

SAVAŞ SÜREKLİYKEN,
BİR YANILSAMADIR BARIŞ

Atalay GİRGİN

Savaş ve barış... Hangisi gerçektir, hangisi düş?

Gerçek, bilincimizden bağımsız ve onun dışında var olandır. Düş olanın, düşlenenin ise, istenen ya da korkulan anlamında, varlığı da yokluğu da düşünmemize bağlıdır. Ama gerçek olan, düşünülmediği, görmezlikten gelindiği için yok olmaz; o, değişip dönüşse de hep var olur. Ta ki, yenilip, varlık koşullarıyla birlikte yok edilinceye dek. Tıpkı barış gibi...

Barış; eşitlik, özgürlük ve adaletle varolabilir. Savaş ise, eşitsizlik, adaletsizlik ve tahakkümle... Gerçek olan ikincisidir; düşse, ilki... Barışın, insan için, zamansal ve mekansal gerçekliğini yitirip, düşselleştiği an, savaşın da gerçeklik kazandığı andır. O an ki, bir insanın bir başkasını, herhangi bir nedenle ve herhangi bir biçimde, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel ya da cinsel tahakkümüne aldığı andır. O andan beridir ki, “hükmü tarih” kılınmıştır barışın; savaşınsa, “hükmü meri”...

Savaşın varlık koşullarıyla birlikte hükmünü sürdürdüğü dünyada, barış, düşten gerçeğe dönüşmez. Çünkü, savaş ve barış aynı anda var olamaz.

Savaş, varlık koşulları ortadan kaldırılmadıkça, süreklidir. İster sınıfsal, toplumsal, isterse devletler arası olsun, savaşın sürekliliğinde, barış da bir yanılsamadır. Çünkü bu ‘barış’, savaşın, olağan yol ve yöntemlerle sürdürülebilen görünümlerinden birine verilen, addır sadece.

Bir şeyin adını telaffuz etmekle, ona sahip olmayı aynı şey sanan insan, kendi yanılsaması yetmezcesine, bir de etki gücüne, konumuna bağlı olarak, bilinçli ya da bilinçsizce, başka insanların da yanılsamalarının nedeni ve kaynağı haline gelir. Ki bunun, bir düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş biçimi olarak, genelin bilinç haline dönüştürüldüğü koşullarda, her şey daha kolaylaşır. Örneğin: Savaş gerçekliği, barış olarak algılatılabilir; savaşın temsilcileri ya da tarafları, barışın temsilcileri olarak kavratılıp, kahramanlaştırılabilir.

Unutulmamalıdır ki, bir adın varlığı, onun telaffuz edilişi, her zaman, o şeyin gerçekliğine delalet etmez.

Savaş da Barış da Efendilerindir

Onbinlerce yıldır olduğu gibi, günümüzde de savaş ve barış efendilerindir, egemenlerindir. Toplumun ezilen, sömürülen ve her türden tahakküm ilişkisini yaşayan kesimleri için, efendilerin barışı, efendilerin savaşının bir seçeneği değildir. Çünkü bu, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve her düzeyde tahakküm ilişkilerinin, “ideolojik esir”liğe dayalı “gönüllü kulluk” temelinde, yeniden üretilmesinin ifadesidir. Kimileri, “sosyal barış” der bunun adına. Çünkü, egemenler ve onların her soydan ve boydan temsilcisi ve hizmetçisi gibi, bunlar da, savaşın, başladığı ve süreklileştiği anın ve alanın; gerçek nedeninin, kaynağının, anlam ve içeriğinin kavranması ve bilince çıkmasını engellemek isterler. Ve yine isterler ki, insanlar savaşı, sadece bombalar, kurşunlar, şarapnel parçalarıyla ölüm, kan ve barut kokusu olarak bilsinler; bunların yokluk halini ise, barış...

Efendilerin, egemenlerin savaşında ve barışında, “yarım besmeleli bir av”dır insan. Çünkü, savaşın da barışın da bedeli ona ödetilir her zaman... Ne var ki, meşru görerek ödediği her bedel, insandışılaştırır onu...

İşte o zaman, herkes kendi “biz”inden öldürülenlere “şehit” der, ötekilerin “biz”inden olanlara ise öldürülmesi müstahak olanlar. Her türlü aşağılayıcı sıfat “ötekiler”e yakıştırılır. Yüceltici sıfatlar ise “biz”e. “Öteki”nin ve “biz”in yanılsamalı bir bilinç hali kılınmasıyla, kendi üstü çizdirilir insana. Ölmek ve öldürmek meşrudur artık. Çünkü öldürdükçe “kahraman”, öldükçe “şehit” olunacaktır. Ya insan?...

“Kahraman” ya da “şehit” olmak varken, bu da soru mu şimdi? Zaten çizilmemiş miydi üstü onun?
Evet! Barışın yitip, savaşın başladığı ilk günden beri üstü çizilidir insanın; o andan beridir ki, savaşsız geçen bir tek saniye bile yoktur dünyada.

Ama ne var ki, buna savaş demiyor artık insan...
Ya sen?...

Tıklayın : Aslolan Kutsallıksa Ölmek ve Öldürmek Teferruattır

06 Mayıs 2008

Anadil yasağı ve bir "Türk Felsefe"ci

Anadil yasağı ve bir “Türk felsefeci”
Atalay GİRGİN

Anadili, her insan yavrusuna varolanlar evreninin kapısını açan bir anahtardır. Her çocuk bu anahtarı kullandıkça tanır ve anlamlandırır kendinden başlayarak evreni…

Anadili konuşma yasağı ise “ötekileştirileni” tahakküm altına alma ve tabî kılma isteğinin dışsallaştırılmasıdır. Egemen ya da kurucu bir etnik unsur temelinde, siyasal ve ideolojik olarak “ulus” inşa etmeye yönelik her uygulamanın vazgeçilmezidir bu.

İnşa edilen her şey gibi, “ulus” da dışsal ya da içsel etkenler ve gelişmelerle tasfiye edilebilir. Ortadan kalkabilir. Değişip dönüşebilir. Ancak hiçbir egemen güç, ulus-devlet döneminin öğrenilmişlikten alışkanlığa dönüşüp içselleşen refleksiyle, bu değişime ve tasfiyeye izin vermek istemez. Kendi varlık koşullarının yok olmasına seyirci kalmaz. Doğruluğuna ve yanlışlığına bakmaksızın, varlık koşullarını savunma tedbirlerini almaya yönelir.

Oysa bu, aynı zamanda, tehdit olarak görülüp “ötekileştirilene” ve onun varoluşuna karşı yöneltilen bir saldırıdır da. Her toplumun çokkültürlü oluşu gerçekliğinin hakikâtini paranteze alıp onu tektipleştirme girişimidir.

Ulus-devletlerin ortaya çıkışından bugüne uygulanmasına rağmen, egemenleri nihai başarıya ulaştırmayan tektipleştirme politikaları, son zamanlarda, Avrupa’nın bazı ülkelerinde yeniden sahneye konulmaktadır. Avrupa’da, özellikle toplumun nüfus yapısında ve bileşiminde görmezden gelinemeyecek düzeyde değişimin yaşandığı ülkelerden ikisi bu politik girişimin başını çekmektedir. Bunlardan birisi Almanya’dır. Diğeri ise Hollanda... Her iki ülkede de toplum çokkültürlü ve çokdillidir. Gerçekliğin bu hakikâtine rağmen, hem Almanya’da hem de Hollanda’da, okullarda anadilinde konuşma yasağı getirilmiştir çocuklara. Artık bu ülkelerde, farklı etnik kökene sahip çocuklar, kendi anadillerini konuşamayacaklardır okullarda. Yani Türkçe yasaktır; Kürtçe yasaktır... Elbette diğerleri de...

Ancak ne Türkçe’nin ne de Kürtçe’nin okullarda yasaklanmasına karşı kayda değer bir tepkinin esamesi yok görünürde. Hangi etnik kökenden olursa olsun “milliyetçilik”te üzerine toz kondurtmayanlardan, “insan hakları” hassasiyetine sarılanlara dek ne bir ses var ne bir nefes... Aksine, sükutu ikrar ile tam bir riya hali hükmünü sürdüren... Tıpkı anadilinde konuşma yasağı kararı alan Almanya ve Hollanda egemenlerinin tutumu gibi...
Oysa bu yasaktan yirmi üç yıl öncesi de vardı. Kürt çocukların anadillerinde konuşmaları yasaktı hala. Aziz Nesin, “Bulgaristan’da Türk, Türkiye’de Kürt Yoktur” diye yazmamıştı daha. Önce Almanya’da, ardından Hollanda’daki okullarda, çocuklara anadillerinde konuşma yasağı da getirilmemişti daha. Açıkça telaffuz edilen bir yasak yoktu Avrupa’da anadile ilişkin.

Yirmi üç yıl önce Almanya’da, tarih 1983’ü gösterirken, Würzburg Üniversitesi’nin konferans salonunda bir “Türk Felsefeci” konuşuyordu kürsüden. “Dil, Kültür ve Eğitim : Çağdaş Batı Avrupa’daki Çokkültürlülük Üzerinde Bir Derinleşme”1 başlıklı tebliğini sunuyordu O. Tartışmalı bir konferanstı bu, Avrupa’nın diğer ülkelerinden de katılımcıların yer aldığı...

O, kendine özgü düşünüş ve söyleyiş biçimiyle, “İnsanın anadilini öğrenmesi, kültür edinmesinden başka bir şey değildir” diyerek sesleniyordu, konferans salonundaki katılımcılara. Benimsediği fenomenolojik ve betimsel yöntemiyle aktardığı gözlemlerinin üzerine bina ediyordu, gerçekliğin şu hakikâtini : Tekdilli tekkültür yok Avrupa’da. “Tek kültür, tek dil” çığlığı çağdaş Avrupa’nın geleneğine aykırı düşer.

Ne var ki hakikât, o gün de bu gün de, kendi ülkesinde bile, egemenlerin çıkarlarına denk düştüğü oranda değerliydi. “Tek kültür, tek dil” çığlıklarının da duyulduğu Avrupa bundan arî olabilir miydi ki... Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Avrupa’da da bazen iktidarlar, bazen farklı iktidar odakları, gerçekliğin hakikâtini de kimi hakları da, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece savunurlardı. Ve bu, tüm devletlerin, dahası açık ya da gizli, hükmü meri olan tüm resmi ideolojilerin, karakteristik özelliğiydi. Keza iktidar mücadelesi yürütenlerinin de...

Bir felsefeci için ise, gerçekliğin hakikâti değerine haiz algılanan ve telaffuz edilen her bilgi değer üretir. Etik ya da estetik boyutuyla davranışa dönüşmesi gereken.

İşte O da, önerileriyle buna uygun bir davranış sergiliyordu o gün. Günümüzde eğitimin çokkültürlü, çokdilli olması gerektiğini belirtip, “Çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır” diyordu. O’na göre, “anadil sorunu yeni eğitimbilimde ilk yeri işgal” etmesi gereken bir öneme sahipti. Çünkü “Hiçbir kültür gücü, önemce, insanın anadilini öğrenmesiyle, anadilde gelişip serpilmesiyle, anadille gelişmesiyle aynı düzeye konamaz”dı.

O’nun günümüzde anadilsiz eğitimi düşünmediği koşullarda, şimdi okullarda anadillerinde konuşmaları bile yasak çocukların. O, kendi ülkesinde Kürt çocuklara uygulanan anadil yasağına tanıklık etmişti. Ama bugünkü anadil yasağını göremedi. Çünkü O bir yıl önce, Şubat’ın son günlerinde ayrıldı aramızdan. O’nun adı Nermi Uygur’du.

Çokkültürlülüğün gereklerinin, anadil başta olmak üzere eğitimde uygulanması gerektiğini savunan ve çokkültürcü bir tutum sergileyen Nermi Uygur’u anmak yetmez. Keza anadili yasaklarını kınamak da yetmez. Her bir insan, düşünmeli ve düşündürtmeli çocuklara : Anadillerinden ne ister egemenler çocukların? Neden yasaklarlar anadillerinde konuşmalarını ve eğitim yapmalarını? Düşünün ve unutmayın Nermi Amcanızı çocuklar!... Şubat 20062
1 Nermi Uygur, Kültür Kuramı içinde, Yapı Kredi Yayınları 1996.
2 Bu makale, Mermi Uygur’un birinci ölüm yıl dönümü için yazılmıştır.

02 Mayıs 2008

Aşk... Aşk Nedir? Ya da Aşkın Neliği..

AŞK... ?

Atalay GİRGİN

Aşk...
Üç harften oluşan, kısacık bir sözcük dilimizde... Bu denli kısa olup da, söylendiğinde, okunduğunda ya da duyulduğunda insanın dikkatini çeken, içinde bir şeyleri kıpırdatan... 

Bu denli kısa olup da, uğrunda ölünen, öldürülen, kişiyi yemeden içmeden kesen ya da deli olunan bir durumu anlatan kaç sözcük vardır ki... Eğer aşk, salt bir sözcük olsaydı; yaşanan bir gerçekliğe delalet etmeseydi, bu kadar bizi ilgilendiren ve etkili bir kavram olabilir miydi ki...


 Aşk her toplumda vardır ama yaşanış renkleri farklıdır. Bunların renklerini birbirinden ayıran ise, bireylerin içerisinde yaşadığı toplumsal, kültürel koşullar, bireylerin yetişme tarzları ve çocukluk yaşantıları, kişilik özellikleri, değerleri ve tercihleridir.

Tarihsel ve güncel anlamda, aşkın yüzlerce, binlerce tanımı yapılmıştır ve gelecekte de yenileri eklenecektir bunlara. Keza yine aşkı konu alan binlerle ifade edilecek şiirler, öyküler, romanlar yazılmış; oyunlar sahnelenmiş, türküler yakılmış, şarkılar söylenmiştir. Ressamlar, ellerinde fırçaları ve paletlerindeki renklerle, tuvale aksettirmeye yeltenmişlerdir onu.

01 Mayıs 2008

ÖZGÜRLÜK

ÖZGÜRLÜK
Atalay GİRGİN
I
Özgürlük var mıdır? Eğer varsa, özgürlük nedir? Eğer yoksa, özgürlük talebinin anlamı nedir?
Özgürlük, insanın bilincinden bağımsız olarak varolan herhangi bir gerçek varlığa ya da onun gerçekliğine delalet eden bir kavram değildir. Yani insanın düşüncesinin, bilincinin dışında ne bir varlığa ne de bir gerçekliğe dayanır. Düşünsel bir kavram olarak, yalnızca düşünsel, düşsel bir varoluşa sahiptir.
Özgürlük, her çağda, her toplumda, insanların bulundukları yere, bireysel ya da toplumsal istek, özlem ve ihtiyaçlarına, eylemlerinin ya da eyleme girişimlerinin karşısına çıkan engellere göre, yerli yersiz telaffuz ettikleri kavramlardan biridir.
Toplumsal eşitsizliğin veri olduğu, egemenlerin ve tabii olanların varolduğu hiçbir çağda ve hiçbir toplumda, herkes için geçerli evrensel bir özgürlük yoktur. Herkesin kendisine göre bir anlam yükleyebildiği, içerisinde yaşadığı koşullarda kendisine göre ‘somutlayabildiği’ kavramlardan biridir özgürlük. Ki bu noktada, genelliği ve mutlaklığından değil, göreliliğinden söz edilebilir özgürlük denilen bir halin...
O, telaffuz edilişi ya da okunuşuyla çağrıştırdığı sınırsızlık ve engellenemezlik anlamına rağmen, ancak belirli bir zaman ve mekan koşullarında, bunun fiili ve potansiyel olanakları temelinde ileri sürülen kabullerle belirlenip algılanır kılınabilir. Bu ise, kavramın çağrışımsal anlamı ile daha başlangıçta kurulan, ortaya çıkan bir çelişkidir. Çünkü, hem zamanın ve mekanın belirliliği, hem bunun olanaklarının sınırlılığı, hem de ileri sürülen kabuller, bir sınırsızlık ve engellenemezlik çağrışımı yapan özgürlük’e bir sınır çizer. Her sınır bir engellemedir. Bir soyutlama düzleminde düşünürsek, özgürlük ve sınır, ikisi bir arada olamayacak ya da olmaması gereken kavramlardır.
Bunun yanı sıra, her anlam ve her değer de özgürlük’e sınır çizer. Keza, bireyin karşılaştığı herhangi bir durum karşısında yapmayı ya da yapmamayı seçtiği eylemler de... Burada bir sorumluluk peydah olur. Sorumluluk’un peşi sıra ise, müeyyideler; bedel ya da ödül... Anlam, değer, sorumluluk, bedel, ödül, ister bireysel nitelikli olsun, isterse toplumsal, özgürlük’e çizilen sınırlardır.
Bunlar düşünüldüğünde ise, özgürlük anlamın ve değerin yokluğudur. Anlamın ve değerin yokluk hali ise insansızlıktır. Çünkü insan, anlam ve değer üreten, dahası bunlarla varolan bir varlıktır.
Bu noktada özgürlük, çağrıştırdıklarının aksine, bir sınırlılık, sınırlanmışlık hali olarak anlam kazanır; bireysel ve toplumsal düzeyde... Bu ise kendini bir nakzediştir.
Bunun aşılması gerek ama bunun öncesinde bir ara söz: Özgürlük, insanın ve insanlığın en güzel sayıklamalarından, en güzel düşleri ve rüyalarından biridir. Bunları güzel kılan ise sonunda uyanılabilmesidir. Sonuna uyanışla varılamayan, hiçbir rüya, hiçbir düş ya da hiçbir sayıklama güzel sıfatını kazanamaz... Özgürlük’ü, ne denli ulaşılmaz olursa olsun, güzel kılan da bu olsa gerek...

II
‘ÖZGÜRLÜK TALEBİ’NİN NELİĞİ

Özgürlük talep edilemez.
Eğer bir şey talep edilebiliyorsa, bir ya da bir kaç talebe veyahut da bir talepler manzumesine indirgenebiliyorsa, o şey asla özgürlük olamaz. Çünkü her talep, en az iki muhatabı gerektirir : Talep eden ve kendisinden talepte bulunulan. Bunlardan biri egemendir, diğeri tabi olan ya da biri iktidardır, biçimlendirendir, diğeri yönetilendir, biçimlendirilmesi gerekendir.
Birinden bir şey istemek, onun egemenliğini, iktidarını tanımak demektir. Ki iktidar ve özgürlük, kavramların neliği açısından, bir araya gelemeyecek denli karşıttır ve dışlar, yadsır birbirini. Bundan dolayı da hiçbir iktidar mücadelesi, özgürlük mücadelesi değildir.
Hangi çağda, hangi toplumda olursa olsun, tarihsel ve toplumsal anlamda, insanın ya da bir soyutlama düzleminde insanlığın, bireysel ve toplumsal vicdanın kabul edilemez olarak algıladığı eşitsizliğe, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı yükselttiği çığlığın ve koşullar değişmediği sürece, bıkmadan usanmadan yinelediği sayıklamanın adı olagelmiştir, özgürlük. Koşullar değişmeye, haksızlığın tescili olan haklar biçimsel ifadeye bürünmeye başladıkça da, çığlık dinmeye, sayıklama tükenmeye yüz tutar, her geçen gün... Çünkü yaşam ve yaşamın gerçekliği galebe çalmaya başlar.
Oysa bu hem kavramın yarattığı çağrışıma hem de bununla koşutluk içeren neliğine uygun değildir. Aksine bir yanılsama vardır ortada. Ama bu yanılsama, eşitsizliğe, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı yükseltilen çığlığın içeriğinden değil, bu çığlığa verilen addan kaynaklanır.
Dahası, bir adım daha atarak şunu söylemek gerek : Bu, bir şeyin adını telaffuz etmekle ya da bir adın, bir kavramın varlığı ile onu gerçeklik addetme yanılsamasından kaynaklanır. Oysa her adın ya da her kavramın bir gerçekliği yoktur. Tıpkı Anka Kuşu gibi... Tıpkı Tek Boynuzlu At gibi...
Velhasıl tıpkı özgürlük gibi... Tıpkı ‘özgürlük talebi’ gibi... Ama yine de en güzel sayıklamanız özgürlük olsun. Rüyalarınız, hayalleriniz olsun ve sonunda da güzel diyebilmeniz için uyanışlarınız...

27 Nisan 2008

Çokkültürcü Bir "Türk Felsefe"ci : Nermi Uygur

ÇOKKÜLTÜRCÜ BİR “TÜRK FELSEFE”Cİ :
NERMİ UYGUR
Atalay GİRGİN*
Türkiye’de ve Türkçe’de çokkültürlülük kavramını telaffuz eden, yazılarında yer veren, belki de, ilk “Türk Felsefe”ci Nermi Uygur’dur. Dolayısıyla, O, günümüzdeki çokkültürlülük ve çokkültürcülük tartışmalarında görmezden gelinmemesi gereken bir “kültür filozofu”dur .
Elbette ki, herhangi bir kavramı kullanmak, onun anlattığı, delalet ettiği gerçekliğin, olgunun ya da en genel haliyle “şey”in savunucusu ya da karşıçıkıcısı olmayı gerektirmez. Ta ki ona dair olumlu ya da olumsuz nitelikler atfedici, sahiplenici ve gereklerinin yapılmasını isteyen, öneren bir düşünce, bir söylem üretinceye dek. İşte o an, kavramın delalet ettiği “şey”e ilişkin taraf olunmaya başlanır. Ve o andan itibaren de onun ya karşıtı ya da “..cı”, “..cü”, “..cu”, v.b ekler takılarak tarafı, savunucusu olarak belirtilir kişi.
Yukarıdaki saptama çokkültürlülük kavramı için de geçerlidir. Bu kavramı kullanan biri, salt toplumsal gerçekliğin veri olan durumunu belirtmek ve anlatmak istediği sürece, ne çokkültürlülüğün yanında ne de karşısında olarak nitelenebilir. Ki zaten bu kavram, bilincimizden bağımsız olarak tarihsel ve güncel anlamda varolan nesnel toplumsal gerçekliğin karşılığıdır.
Nermi Uygur da, öncelikle işte bu gerçekliğe işaret eder. “Kültür Kuramı” adlı eserinin, “Dil, Kültür ve Eğitim” başlıklı makalesinde açıkça görülür bu. 1983 yılında yazılan ve 1984 yılında Türkçe’de yayımlanan bu makale, çokkültürlülük kavramını, dünyanın belli başlı dillerinde bile yeniyken, Türkçe’de kullanıma sunar. Ki o yıllarda, İngilizce’de “multiculturalizm” olarak yer alan ve Türkçe’ye “çokkültürcülük” diye çevrilen kavram, ne belli başlı sözlüklerde vardır daha ne de literatürde... Bu kavram 1990’ın ilk yıllarında yeni yeni gelmeye başlar gündeme. Türkçe’de de, yayıncısının belirttiği gibi, Çokkültürcülük adlı kitabın yayınlanmasıyla...
Uygur’un, çokkültürlülüğün, “tüm yeryüzünü kuşatan” bir gerçeklik olduğunu belirtmesi O’nu “çokkültürcü” olarak nitelemeye yetmez. Keza “insanın çokültürlü bir varlık olduğu gerçeği”nden söz etmesi de... Eğer Uygur, salt bu gerçeklikleri belirtme aşamasında kalsaydı, O’nun için, “Çokkültürcü bir “Türk Felsefe”ci” sözü kullanılamazdı. Ve bu durumda da “Eğitim ve Kültür Filozofu Olarak Nermi Uygur” başlıklı makalesinde, Betül Çotuksöken’in, “Nermi Uygur, hiçbir zaman çokkültürcülüğün tuzağına düşmez” sözü, bir gerçekliğin hakikâti olurdu.
Ne var ki Uygur, “tüm yeryüzünü saran çokkültürlülük” gerçekliğini belirtmekle, saptamakla yetinmez. O, varolan toplumsal gerçekliğe dair, fenomonolojik gözlemlerine dayanan ve betimsel bildirimleriyle dışavurduğu bilgi doğrultusunda davranır. Her felsefeci/filozof gibi, bilir ki, varolana ilişkin ortaya konan her bilgi, ethik ya da estetik boyutuyla bir değer üretir; davranışa dönüşmesi gereken... Uygur da bu konuya ilişkin söyleminde billurlaşan bilgiyi bilinç kılarak düşüncesine, söylemine ve davranışına yön verir.
Bu bilinçlilik hali, Uygur’un önerilerine damgasını vurur. Ve O, artık günümüzde eğitimin, eğitimbiliminin çokkültürlü ve çokdilli olması gerektiğini ileri sürer. O’na göre, çağımızda “çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer, geleneksel tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır.” Çokkültürlü toplumsal gerçekliğin üzerine bir karabasan gibi çöken “tekkültürlü” , tekdilli eğitimin, kime göre ve ne denli “saygıdeğer” olup olmadığı tartışılır elbette. Ancak Uygur’un sözü, O’nun yönünü ve tutumunu, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık-seçik kılar.
Ama bu noktada da kalmaz Uygur : Çokkültürlülüğün gereklerinin yapılması doğrultusunda eğitimcilere de sorumluluk yükler. Bir başka deyişle göreve çağırır. Bu işin yalnızca politikacılara bırakılmasının, mantıken de ahlaken de yerinde bir tutum sayılamayacağını belirtir. Çünkü eğitimde çokkültürlülük doğrultusunda atılacak adımlar ve ortaya çıkan sorunların çözümü önemlidir. Hatta “insan yaşamının sürüp gitmesi bu sorunlara verilecek yanıtlara bağlıdır” der. O’nun bu hükmü abartılı bulunabilir elbette. Ama bu hüküm, Uygur’un, eğitimde çokkültürlülüğe ve çokdilliliğe geçilmesinin gerekliliğine atfettiği önemin de göstergesidir.
Ona göre, işte bu noktada, “büyük görevler düşer eğitimciye”. Eğitimci, “biricik geçerli bir tekkültürün işgüderi olmadığını açık-seçik bilmek zorundadır.” “İşi, görevi, sözümona resmen kendisine buyurulanları yerine getirmek değildir” eğitimcinin. Aksine, eğitimcinin, “içinde yaşadığı zamanın içatılımını elden geldiğince erken sezme”si ve “çağdaş bir toplum değiştiricisi olması gerekir.” Bunların açık ifadesi ve karşılığı şudur : Uygur, kendi başına çokkültürcü bir tutum almakla kalmaz; eğitimciler nezdinde, başkalarını da çağırır bu tutuma, yani çokkültürcülüğe...
“Çokkültürlülük bilinci eğitimin en sağlam temelidir” diyen, çağımızda eğitimin çokkültürlü, çokdilli olması gerektiğini belirten Uygur’un, çokkültürcü tavır alışını yoksaymak, görmezden gelmek doğru değildir. Öte yandan, O’nun, bu yaklaşımını, 1983’te varolmayan, 1990’lı yıllarda ortaya çıkan “çokkültürcülük” ve “çokkültürcü” kavramlarıyla nitelemesini beklemek de...
Sözün özü : Herkes bilmelidir ki Uygur, birçoklarına göre erken denilebilecek bir zamanda, 22 yıl önce, yalnızca çokkültürlülük kavramını bilinçle telaffuz eden değil, aynı zamanda, özellikle eğitimde çokkültürcü anlayışı savunan, belki de, ilk “Türk Felsefe”cisidir de. Bundan dolayı, Çokkültürcülüğün tuzağına düşmez” türünden hiçbir yadsıyıcı, olumsuzlayıcı sözün gücü yetmez, Uygur’un bu niteliğini değiştirm

Hasan Ali Toptaş'ın Yalnızlıklar'ı Üzerine

Şiirin Felsefeyle Felsefenin Şiirle Dansı :
YALNIZLIKLAR

Atalay GİRGİN*

Yalnızlık; günümüz insanının, aslında sorun olmayan en büyük sorunlarından biridir. Kimi yalnızlık’a düşer, kimi yalnızlık’a yükselir; kimisi de hep yalnızlık’ı yurt edinmiştir, onun müebbet hükümlüsüdür zaten. Kimileri korkar ve kaçmak isterken ondan, kimileri de yakınır bir türlü yalnız olamamaktan... Şairi, öykücüsü, romancısı onu konu alır. Onun üzerine öyküler, romanlar, şiirler yazılır. Yeri gelir, tiyatro oyunlarının, filmlerin konusu olur.

Oysa insan için yalnızlık bir düştür; “toplumsalın güvencesinde kurulan bir düş.” Düşselin, düşünselin dışında bir gerçekliğe sahip olmayan yalnızlık, özellikle günümüz insanının hem ne’liğine hem de yaşamına özgü bir durum olarak algılanmakta.

Yalnızlık, düşün gerçeklik addedilmesine dayanan yanılsamalı bir bilinç haliyle, insanın, sanat başta olmak üzere, neredeyse her tür etkinliğinde, en azından söylemsel olarak, ‘var’ kılınmaktadır. Yanılsamanın gerçeklikmişçesine, tartışılmaz, sorgulanmaz bir kabul gördüğü yerde de, insanın tanımlayanı olup çıkıvermektedir karşımıza o...

Tıpkı, Hasan Ali Toptaş’ın Yalnızlıklar1 adlı şiir kitabında olduğu gibi. “İnsan yalnızlıktır” der Toptaş; hem de “İnsana en yakın yalnızlıktır insan.” Daha kitabın giriş sayfasında karşılar, yazılı olarak sorulmamış “İnsan nedir?” sorusuna verilen bu tek satırlık felsefi yanıt okuru. Tek satır dediğime bakmayın. Eğreti bir duruşu, sırıtan bir boy verişi yoktur felsefi olanın, Toptaş’ın Yalnızlıklar’ında. Bir ayrıkotu gibi durmaz onda felsefi olan. Çünkü Yalnızlıklar, “sanatlaşmış felsefe”nin boy verdiği bir “nehir şiir”dir; felsefenin şiirle, şiirin felsefeyle dansa durduğu, yoğrulduğu bir yapıttır.

25 Nisan 2008

K.Jaspers'tan Yılmaz Erdoğan'a "Yolda Olmak" ve Yol...

K. Jaspers’dan Yılmaz Erdoğan’a
“YOLDA OLMAK” ve YOL...

Atalay GİRGİN*

İkisi de biliniyor ve tanınıyor olsa gerek. Karl Jaspers, varoluşçu bir filozof... Yılmaz Erdoğan ise tiyatrocu, yönetmen, yazar, şair; çok yönlü bir sanatçı.

Birincisi, 19. yüzyılın sonlarında doğup, 20.yüzyılın ikinci yarısında ayrıldı yaşam yolundan; varoluştan... İkincisi ise birincisi yoldan ayrılmadan az önce açtı gözlerini yaşam yoluna. Ve 21. yüzyılda hâlâ yürüyor yolunu; sürdürüyor varoluşunu...

Karl Jaspers’ın, varlığın sonsuz ve sınırsızlığına katılış dönemiyle, Yılmaz Erdoğan’ın varlığın sonsuz ve sınırsızlığı içerisinden, rastlantısal ve bireysel olarak yaşam buluş dönemi çakışsa da, onlar aynı zamanın aynı mekânın insanı değildiler. Dahası biri filozoftu, diğeri sanatçı...

Hâl böyleyken, ikisi arasında ne gibi bir ilişki olabilir ki, denilebilir elbette. Hem de felsefe ve yol bağlamında... Ama siz, yine de böyle demeyin. Çünkü, “Sanatçının iyisi düşünür, düşünürün iyisi sanatçıdır.”1 Onların iyileri, biri gelirken diğeri giderken de olsa, zamanları ve mekânları birbirini tutsa da tutmasa da, biri er diğeri geç olsa da karşılaşırlar “yolda”... Tıpkı Yılmaz Erdoğan ve Karl Jaspers gibi... Çünkü “yol bir yere gitmez”.

Y. Erdoğan, K. Jaspers’ı biliyor muydu; eserlerini okumuş muydu? Bilmiyorum. Kendisine sorup öğrenme olanağım da yok. Benimki verilerden hareketle, bir akıl yürütme, bir bağlantıyı kurma, tespit etme. Temmuzun ilk haftasıydı. Televizyonda müzik yayını yapan bir TV kanalında, Y. Erdoğan’ın bir şiir klibi gösteriliyordu. “Bu yol nereye gider” şiirine çekilmiş bir klip... Şiirin sözleri bir çağrışıma neden olmuştu. Yukarıdaki soruyu sordurtan, düşündürten bir çağrışıma.

Yılmaz Erdoğan’ın “Şimdi Sen Gidiyorsun Ya Herkes Sana Benzeyecek” adını taşıyan Cd’sinin yanı sıra, “Anladım”2 adlı kitabında da yer olan bu şiir, bilinçli ya da bilinçsizce bir felsefe edebiyat ilişkisinin, etkileşiminin örneği. Eğer Yılmaz Erdoğan K. Jaspers’ın eserlerini okumuşsa, bunun adını koymak gerek : Y. Erdoğan’ın şiirinde Jaspers etkisi, diye. Eğer bilmiyorsa ve okumamışsa Jaspers’ı, onun farkında olmadan, bir felsefe sorusu olan “Yol nedir”i yanıtladığını söylemek gerek Erdoğan’ın, “Bu Yol Nereye Gider” şiirinde.

Felsefenin ve yolun, birden çok tanımı bulunabilir; birden çok tanımı yapılabilir elbette. Felsefe ve yol birden çok kavramla nitelenebilir de... Hele sanat ve özellikle de edebiyat ve sanatçının yaratıcılığı girdiğinde işin içine, benzetmeler, eğretilemeler, çağrışımsal anlamlar, imgelerle daha da çoğalır bunlar... Keza felsefenin genelliği ve öznelliğiyle birlikte, filozofun özgünlüğü ve yaratıcılığı da yeni ufuklar açar bu konuda. Çünkü her çağrışım yeni anlamlara, anlamlandırmalara gebedir. Her anlam ve anlamlandırma ise yeni çağrışımlara...

“Felsefe yolda olmaktır.”, Jaspers’ın en çok bilinen sözlerinden biridir. Onun felsefeyi “yolda olmak” olarak nitelediği yerde, Felsefeci Ömer Naci Soykan, “Yolda olmanın tarzları sonsuzdur. Bunu şairler iyi bilir” der, “Yol Üstünde Felsefe” adlı denemesinde. Peki yol nedir?

“Yol nedir?” sorusunun yanıtı, “bir kuğunun boynuna dokunurken...” alt başlığını taşıyan, “Bu Yol Nereye Gider” adlı şiirinde karşımıza çıkar Yılmaz Erdoğan’ın. Bir değil, birden çok yanıtı vardır Y. Erdoğan’ın soruya :

“yol bir yere gitmez
içerde
düz saçlara uğrar
ayak üstü bir akşamüstü” dizeleriyle başlayan şiirde, soruya ilk yanıtı şudur Y. Erdoğan’ın :
“yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir”.

“her garantiyi istersin hayattan
oysa ölümle yaşam arası
uzun malum ince bir yol
bir yere gitmez
o bir ölme biçimidir” dizelerinde ise soruya ikinci yanıtını verir şair. Ki bu yanıt, aynı zamanda, Jaspers’ın “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” önermesini de anımsatır, çağrıştırır bir anda. Sanki Onu bir yankılayıştır.

Yılmaz Erdoğan’ın şiirindeki üçünçü yanıtla, aşağıdaki dizelerde karşılaşırız ki bunlar son dizeleridir şiirin :


“yol bir yere gitmez
o bir susma biçimidir
soğuk bir taşıtın uğultusunda.”

“Son” dediğime bakmayın. Bu “son”, tekil bir şiirin bitişini bildirim içindir. Şiirin “son” dizesi yoktur. Çünkü, “şiir sanatın namusudur; tüketilemez.”3

Tıpkı şiirin son dizesinin olmayışı gibi, felsefede de “son” denilebilecek, “yol”u ve “yolda olma”yı bitirebilecek bir yanıt yoktur. Çünkü her yanıt, yeni sorulara çıkar.

Yılmaz Erdoğan’ın yanıtları da bir son değildir “yolda” olan için. Aksine “yolda olma”yı, varoluşu sürdürmeyi, yeni yanıtları aramayı gerektiren soruları içerir bu yanıtlar. Örneğin : Durma nedir? Durma biçimi nedir? Ölme nedir? Ölme biçimi nedir? Susma nedir? Susma biçimi nedir? Bu soruların hepsi de “yolda” olan için birer felsefe sorusudur yanıtlanmayı bekleyen. Keza “yol”a yeni adım atanları ve atacak olanları da...

İster şair olsun isterse felsefeci, “yol”, insan olmak isteyen, insan olma yönünde varoluşunu sürdüren; doğan ve doğacak olan herkesi bekliyor. Çünkü “yol bir yere gitmez.” Tüm mesele yolunca, yordamınca “yolda olmaktır” ve “yolda” kalabilmeyi, “yolda”n çıkmamayı başarabilmektir.

Jaspers’tan Yılmaz Erdoğan’a uzanmayı olanaklı kılan da , birisinin varoluş süreci içinde, hayattayken “yolda” bıraktıkları, diğerinin ise hâlâ varoluşunu sürdürürken “yolda” söylediklerinin çağrışımsal etkisidir zaten. Daha ötesi değil.


24 Nisan 2008

Bir başlıkta iki yanılgı...

Bir başlıkta iki yanılgı…

Atalay GİRGİN*

“Edebiyatımız niçin demokrat değil…” diye soruyor Semih Gümüş ve ardı sıra, bunun “niçin”ini anlatmaya çalışıyor, Radikal Kitap ekinin 361. ve 362. sayısında. Ne var ki, daha yazısının ilk yarısına verdiği başlıkta, iki yanılgıyla başlıyor işe. Birincisi, edebiyatın demokrat olabileceği yanılgısı ki; bu, soruyu da yanlış kılıyor. Soru yanlış olunca, genellik hükmüne ve zırhına bürünen önermelerle örülmüş yanıtlar ve açıklamalar da “doğruluk” değerini başka sularda arıyor. Ki Semih Gümüş “eleştirinin saati”ni bu “başka sulara” açılmaya kuruyor zaten. Yazısının, “Aynaya bakmadan eleştiri yapılmaz” başlıklı ikinci bölümünde, muarızlarına ya da kendisine muarız kıldıklarına, gördüklerine ilişkin geçmişten bugüne heybesinde biriktirdikleriyle, o “başka sular”da tutarlılık terazisinin kefesine koyup tartıveriyor onları. Ve kefe havalanıveriyor, sanki bir tüy kadar hafifler… İkinci yanılgı ise, edebiyatın demokrasiyi içerebileceği ya da demokrasinin edebiyata içsel olabileceği anlayışı. Ki ilk yanılgının asıl nedeni de kaynağı da bu... Kısacası, kaynağının ikinci yanılgı olduğunu düşündüğüm, değilleme bağlamında kurulmuş, tümel iki temel önermesi var Gümüş’ün: İlki “edebiyatımız demokrat değildir”, diğeri “edebiyatçılarımız demokrat değildir”.

Oysa Gümüş, bildiğinden kuşku duymadığım, en azından bildiğini varsaydığım, edebiyatın neliği ve gerçekliği ilişkisini unutmadan ya da söz konusu yazı bağlamında, paranteze almadan yazmış olsaydı, yanlış, yersiz ve gereksiz bir biçimde soruya içsel kıldığı, “edebiyatımız demokrat değildir” hükmünü, daha başlıkta vermezdi, diye düşünüyorum. Çünkü edebiyat ve demokrasi arasında, var olabilmeleri ve varlıklarını sürdürebilmeleri açısından ne gereklilik ne de zorunluluk ilişkisi vardır. Keza edebiyatın herhangi bir türünde eser veren yazarların nitelikleri de bir edebiyatı ne demokrat ne de anti-demokrat kılmaya yeterlidir. Birilerinin bu ve benzeri bir niteliği, edebiyata iliştirivermeleri, onların hüsnü kuruntularından öte bir değer de taşımaz.

Öte yandan, dünyanın hiçbir yerinde, demokrasinin yokluğu edebiyatın yokluğuna delalet etmediği gibi, edebiyatın varlığı da demokrasinin varlığına delalet etmez. En baskıcı rejimler ve koşullar altında bile edebiyat varlığını sürdürür ve sürdürmüştür de... Hatta böylesi koşullarda, edebiyat, insanların kendilerini ifade etmelerinin en önemli sığınağına, en önemli etkinlik alanına dönüşebilir. Çünkü, baskıcı rejimlerin, muhaliflerine ve toplumun aydın ve entelektüellerine, siyasal olarak kendilerini ifade etme olanağı bırakmadığı ya da iyice zorlaştırdığı dönemlerde, söz konusu kesimler başta olmak üzere, farklı düşünen insanların, düşüncelerini, eğip bükerek de olsa dışa vurmak ve bir diğerine iletebilmek için yöneldikleri ya da yönelebilecekleri, neredeyse yegâne alan edebiyattır.

Bunun temel nedeni, edebiyatın neliğinde gizlidir. O halde edebiyatın neliği ya da doğrudan sorulduğunda, edebiyat nedir? Edebiyat; insanın, özel ya da genel anlamıyla, varlığın insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve kendine konu edindiği herhangi bir ya da birden fazla varolanını, düşsel-düşünsel, duyusal-duygusal, sezgisel, imgesel, çağrışımsal, betimsel ve estetik bir biçim ve içerikle, eğretilemelere de başvurarak, dahası bozarak, gerektiğinde karikatürize edip, mizahileştirerek, kendine özgü bir tarzda ve öznel düzeyde anlama/anlamlandırma ve bunu yazılı ya da sözlü olarak anlatma ve bildirme etkinliklerinin genel adıdır.

Bu nitelikleri ve kapsamıyla edebiyat, bir yandan, her şeyi kendine konu edinebilme ve bunlar üzerine yazabilme, söyleyebilme olanağını, genel olarak edebiyatçıya, özel olarak söylendiğinde ise şair, öykücü, romancı, denemeci, eleştirmen, vb. kimliğiyle yazara verir. Bu olanağın kullanılarak edebi ürünler ortaya konulabilmesi için, demokrasinin varolup olmaması, ne gereklilik ne de zorunluluk düzeyinde önemlidir. Keza bunları yapan edebiyatçıların demokratlıkla bir ilişkilerinin olup olmamasının da, kendi başına herhangi bir önemi yoktur. Eğer, bu insanların ortaya koyduğu ürünler edebiyatın neliğine uygunsa, yani bu niteliklere haiz ise onların demokrat olup olmamaları, yapıtlarının edebiliğine herhangi bir halel getirmez. Edebiyat tarihinde bunun bir çok örneği vardır ve bundan sonra da olacaktır.

Diğer yandan ise edebiyatın söz konusu nitelikleri ve kapsamı, söylem ve etkileme gücünün yüksekliği, toplumsal düzeyde iktidar mücadelesi veren, en azından okur düzeyindeki fiili ve potansiyel hedef kitleyi etkilemeyi amaçlayan, farklı dinsel, siyasal ve ideolojik güç odaklarının, edebiyatı kendi hizmetlerine koşma istek, anlayış ve yönelişini de olanaklı kılmıştır ve kılmaktadır da... Ve bunların içerisinde, hem anlayış hem de eylem boyutunda demokrasinin de demokratlığın da zerresini taşımayan güç odakları her zaman var olmuştur. Dahası, yalnızca toplumsal ve siyasal iktidar mücadelesi veren muhalif gruplar değil; aynı zamanda, bir ulus ve ulus bilinci yaratma amacıyla hareket eden devletler de, edebiyatı kendi hizmetlerine koşmak istemişlerdir; edebiyat belli dönemlerde, iktidarlar için de çekici bir alan olmuştur. Sonuçta, duyarlılığını ve yaratıcılığını, yazma yeteneğiyle birleştirip, her iki kesimin düşünsel ve siyasal amaçları doğrultusunda edebi yapıtlar ortaya koyan şairler, öykücüler, romancılar, vb. hep varolmuştur. Hatta bu edebiyatçıların bazıları, o kesimlerin düşünce ve amaçlarını “militan” olarak nitelenebilecek düzeyde sahiplenmekten kaçınmamıştır.

Edebiyatın dünü ve şimdisi, Dünya’da ve Türkiye’de bunların örnekleriyle doluyken, “edebiyatımız niçin demokrat değil…” sorusunun “niçin”ine, “çünkü edebiyatçılarımız demokrat değil” yanıtını vermenin, hem kendini nakzetmekten hem de kendini muarızlarının muarrızına dönüştürmekten öte bir anlamı ve hükmü yoktur. Hele hele, iki sayı öncesi de “Siyasetin dilinin ve davranışının egemen olduğu koşullarda edebiyat olmaz” hükmünü vermişken…

Aktardığım son hüküm, aslında tüm söylenenlerin üzerine tuz biber ekiyor. Gümüş, bu sözüyle yalnızca kendini nakzetmiyor, “edebiyat yoktur” diyor; bir diğer anlamda da veri olan koşullarda “edebiyat yapılmaz” diyor. Bunun yanı sıra da, olmayan edebiyatın, hem eleştirmeni sıfatıyla yazılar kaleme alıyor hem de bu olmayan edebiyatın, son yüzyılının “40 romancısı”nı numaralandırıp bir liste halinde yayımlıyor. Dahası, bu listenin herhangi “bir değer ölçütü belirlemesi” olmadan ortaya çıktığını da ileri sürüyor. Yetmiyor; ve bu olmayan edebiyatın, “demokrat” olmadığını; çünkü olmayan edebiyatın edebiyatçılarının demokrat olmadığını ilan ediveriyor. (Bunun nedenleri, incelenip, sorgulanabilecek apayrı bir yazı konusu ve yeri şimdilik burası değil.)

Semih Gümüş, bilmez değil elbette, demokrasinin de demokratlığın da siyasal kavramlar olduğunu. Keza siyasetin, toplumsal varlık koşulları ortadan kalkmadan, onun dilinin ve davranışının şu ya da bu ölçüde, bilinçli ya da bilinçsizce, insanın tüm etkinlik alanlarında egemen olacağını, var olacağını da… Tüm edebiyat tarihinin bir biçimde siyasetin dilinin ve davranışının egemen olduğu koşullarda gerçekleştiğini de… Ama nedense unutuveriyor bu bildiklerini… Ve unutuverdiği yerde de, kavramları yersiz ve gereksiz bir biçimde eşleştiriveriyor. Onun unuttuğunu ya da unutmuş gibi yaptığını hatırlatmak gerek :

Siyasetin varolduğu, varlık koşullarını bulduğu günden bugüne, onun dili ve davranışı da dönem dönem alçalıp yükselerek insan yaşamının, neredeyse tüm etkinlik alanlarında egemen olmuştur. Varlık koşulları ortadan kalkmadığı sürece bundan sonra da egemen olacaktır. Kendine özgü bir etkinlik alanı olan edebiyat da, asla bundan ari kalmamıştır. Kalmayacaktır da… Bunun temel nedeni, edebiyatın neliğine uygun yapıtlar ortaya koyan yazarın, her insan gibi kendi “çağının çocuğu” olmasıdır. Ama yazar, herhangi bir insandan farklı olarak, yaşadığı çağda ve içerisinde yaşadığı toplumsal koşullardaki tanıklıklarını, anlamlandırmalarını, genellikle kendi öznelliğinde bilinçli bir biçimde yapan ya da yaptığı varsayılan kişidir. Afşar Timuçin’in “Sanatçının iyisi düşünür, düşünürün iyisi sanatçıdır.” sözünü de dikkate alırsak, bir edebiyatçı olarak yazar, bile isteye yazan kişidir. Yazarın yapıtına içselleştirdiği anlamlandırmalarını, bakma ve görme biçimini koşullayan ise onun, eğer varsa felsefe dahil olmak üzere, dünya görüşü, toplumsal, sınıfsal, siyasal-ideolojik tercihleri ve düşünceleridir. Yazar, yapıtında, edebiyatın neliğine uygunluk temelinde bunları doğrudan dışsallaştırabilmeyi de, dolaylı olarak anlatmayı da seçebilir. Hatta içerisinde yaşadığı toplumsal ve siyasal gerçeklikten kaçmaya, yapıtını salt düşsel-düşünsel, duyusal-duygusal bir boyutta var etmeye kalktığında bile, bunlardan ari kalamaz. Siyasetin dili ve davranışı, bir biçimde yapıtta ve tek tek yapıtlar aracılığıyla da edebiyatta egemen olur. Ki siyasetin dilinden ve davranışından kaçmaya kalkmanın, bunu vaaz etmenin, kendisi de bir başka siyasal ve ideolojik dili ve davranışı egemen kılma isteğidir zaten. Çünkü insan bir kabuller varlığıdır. Ve bundan dolayı insan için, siyasetin de varlığını sürdürdüğü koşullarda, ideolojiler ormanından kaçış yoktur. Bu, onun tüm etkinlik alanlarında ve özellikle edebiyatta dilinin ve davranışının da egemenliğini kaçınılmaz kılar. Dolayısıyla, siyasetin dilinin ve davranışının egemen olmadığı koşularda bir edebiyat beklemek ya da “siyasetin dilinin ve davranışının egemen olduğu koşullarda edebiyat olmaz” demek, en hafifinden, bir yanılsamadır; yanılsamalı bir bilinç halinin dışavurumudur. Çünkü bu aynı zamanda “edebiyat yoktur” hükmünü vermektir.

Semih Gümüş, yukarıdaki alıntının da yer aldığı, Sema Aslan’la yaptığı söyleşisinde, “Asıl olan soyutlamadır, yaşadığını, gördüğünü soyutlama, daha da önemlisi okuduğunu soyutlamalarla anlama alışkanlığını içselleştirmiş olmak, bir bakıma felsefeyle düşünmek” gerektiğini söylerken önemli bir noktanın altını çiziyor. Ama eksik… Soyutlamalar ve bunun yanı sıra, yani ele alınan bir konuya, soruna, nesneye ilişkin genellemeler yapabilmek elbette önemlidir. Herhangi bir konuda nelik ve gerçeklik ilişkisini, özelden genele, genelden özele giderek, sağlam, bütünsel ve tutarlı bir biçimde kurmada etkili ve gerekli bir yaklaşımdır soyutlamalar ve genellemeler yapabilmek. Ancak, “bir bakıma felsefeyle düşünmek” yetmez bunun için. Nesnesini, felsefeyle ele almak, felsefeyle düşünmek, ona bütünsel anlamda felsefeyle bakmak gerekir. Felsefeyle düşünmek “Bir bakıma” olunca, felsefe yarı yolda terkisinden düşer insanın… İşte o zaman, yersiz, zamansız ve nesnesini aşan soyutlamalar ve genellemeler yapmaya başlar. Ki bu tehlikelidir, yanlıştır. Çünkü yaptığınız yersiz, zamansız ve nesnesini aşan genellemeler ve soyutlamalar gelir sizi vurur. Gümüş’ün yaptığı da budur aslında… Gerisi laf-ı güzaftır.

Yabancılaşma ve Felsefe / Felsefe ve Yabancılaşma

 YABANCILAŞMA
 Atalay Girgin

Günümüzde, neredeyse her alanda, işine gelenin işine geldiği gibi kullandığı, telaffuz ettiği bir kavram, dahası bir kuram “yabancılaşma”. Kimileri insanın yabancılaşmasından, kimileri toplumun, tarihin yabancılaşmasından, kimileri dünyanın ve onun üzerindeki insanın ve eylemlerinin ürünü olan her şeyin yabancılaşmasından söz ediyor ki bu noktada hem eylemin kendisi hem de tüm istek ve özlemleri içeren fikirler de azade değil bundan... Keza tüm insanlık tarihi ve onun içerisinde yer alan bilimden sanata, dinden felsefeye, tahakküm altına alma ve esaret zincirlerini kırma mücadelelerine kadar aklınıza gelen ve gelmeyen varolan her şey dahildir buna... Akıl kârı değil ama, yine de onun sarmalında kavranıp yeniden yeniden anlamlandırılabiliyor her şey...

Ya yabancılaşmadan söz edenin kendisi, eylemleri ve fikirleri... Acaba o azade midir, sözünü ettiği ve varlığını kabul eylediği yabancılaşmadan ve sonuçlarından? Bu sorunun olası üç yanıtı vardır:

Felsefenin Neliği ve Felsefeci ya da Felsefe Nedir, Felsefeci / Filozof Kimdir?

FELSEFENİN NELİĞİ ve FELSEFECİ 
Atalay Girgin

İnsan yaşamının,ahlaktan siyasete, dinden bilime dek uzanan sosyal ve kültürel alanlarındaki alışkanlıklarını, yerleşik egemen yargılarını değiştirmek zordur. Dahası, bunlara karşı çıkılması da hoş karşılanmaz.

Bunların içerisinde, sorgulamayı, eleştiriyi içerişiyle, felsefenin özel bir yeri vardır. Buna rağmen, felsefenin de salt düşünce etkinliğine indirgenişi neredeyse sorgulanmayan, ‘öyle oluşu’, kendiliğinden kabullenilen bir alışkanlık haline gelmiştir.

Oysa felsefe eylemdir...
Hem de radikal bir eylem...
Felsefenin eylem olarak belirlenişi, filozofu ya da felsefeciyi de kaçınılmaz bir biçimde eylemci kılar.
Hem de radikal bir eylemci...

Ancak unutulmamalıdır ki her eylem felsefe olmadığı gibi, her eylemci de felsefeci değildir.

Bu eylem,
“Hayatı bir yara gibi deşmek gerek,
Hayatı bir buğday tanesi gibi keşfetmek gerek”(Ö. İnce) diyen şairin duyarlılığını da içeren bir vücut buluşla, hangi alanda olursa olsun, nesnesine bütünsel bir yöneliştir. Bu, var olan karşısında, akla dayalı bir biçimde düşünerek, sorarak, sorgulayarak, tutarlı ve eleştirel, dünya-evrensel bir yaklaşım ve duruşla, onu bilmeye, kavramaya, anlamaya, anlamlandırmaya ve buradan hareketle de onu değiştirmeye, dönüştürmeye bir yöneliştir. Bu yöneliş, öncelikle, birbirinden koparılmaması gereken, iç içe gelişen, iç içe geçen iki unsuru içerir: 

Birincisi, var olanı bütünsel anlamda, kendinde bir varlık olarak, olan olarak bilme, anlama, anlamlandırma. İkincisi ise, edinilen; ortaya konulan bilgisinden de yola çıkarak, var olanı, olması gereken açısından değiştirmeye, dönüştürmeye yönelme. İşte bu özellikler, felsefenin, bütünsel ve bu niteliği nedeniyle de radikal bir eylem olarak, potansiyel anlamda, kendinde varoluşunun ifadesidir.


Bu potansiyeli kuvveden fiile dönüştürecek unsur nedir ya da özne kimdir? Tek kelimelik bir yanıtı vardır bu sorunun: Felsefeci/filozof.

Felsefeci, yaşadığı çağın koşulları içinde, felsefenin taşıdığı eylem potansiyelini dışsallaştıran, açığa çıkaran, ete kemiğe büründüren insandır.

O, var olan karşısındaki duruşu itibariyle, yani düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişle bütünsel ve radikal bir eylemcidir. Onun eylemi, dünyevi ya da ruhani kaygı ve amaçlarla yapılan tekil ya da tikel eylemlere indirgenemez. 

Örneğin: “Savaşa Hayır” birçok insan için yeterli olabilirken, felsefeciye yetmez(elbetteki burada söz konusu olan, var olana, egemene teslim olmayan bir felsefecidir). Çünkü o, bütünsel bir kavrayış ve yaklaşımla, var olan toplumsal koşullarda hem savaşın sürekliliğini hem de öne çıkarılanın onun görünümlerinden biri olduğunu; aslolanın, yalnızca bu görünüme, bu sonuca karşı çıkmak değil, bunu yaratan koşulları ortadan kaldırmaya, değiştirmeye, dönüştürmeye yönelmek olduğunu da bilir. Bu aynı zamanda bir bilinç halidir. Çünkü tutarlı bir felsefeci açısından, var olana ilişkin ortaya koyduğu her bilgi, onun düşüncesine, söylemine ve davranışına yön veren bir bilinç haline tekabül eder; ve onu kaçınılmaz bir biçimde eylemci kılar. Bu etik(yalnızca teorik anlamda değil, aynı zamanda pratik anlamda) bir zorunluluktur da. Çünkü var olan karşısında, onun kavranışına dayalı olarak ileri sürülen her bilgi; bilinç kılınan her biliş, etik ve estetik boyutuyla değer ifade eder; davranışa dönüşmesi gereken...
Oysa, yaşamın her alanında olduğu gibi, egemen anlayış felsefeye ve felsefeciye de bir “deli gömleği” giydirir. Der ki, “felsefe, bilgi sevgisidir; bilgelik sevgisidir.” Yüzyıllardır hüküm süren bir anlayıştır bu... İktidarın akademisinde, akademinin iktidarında “hükmü meri”dir bunun...

Felsefenin “bilgi sevgisi”ne, “bilgelik sevgisi”ne indirgenişi, filozofun ya da felsefecinin de bunları seven insan kılınıp, kendisinin de bir parçası olduğu ve içerisinde yer aldığı, sürekli değişen varlığın ve akıp giden bir yaşamın kenarında paranteze alınmış bir seyirciye dönüştürülmek istenmesi demektir. Bu ise hem felsefenin ve felsefi düşünmenin neliğine aykırıdır hem de bir insan olarak felsefecinin varoluşuna...

Ne var ki, felsefe tarihi, düşünce tarihi kitapları içerisinde yer alan, yer verilen filozofların neredeyse geneli, bilerek, isteyerek ya da sessiz kalarak, bu aykırılığın yüzyıllardır sürmesine neden olmuşlardır. Sokrates, bir ayrıkotu gibi durur o kitaplarda... Eğer yer verilmişse, Guordino Bruno, bir isyan ateşi gibi yükselir orada; Hallac-ı Mansur ise yüzyıllar öncesinden bugüne uzanan dinmeyen, dalga dalga yükselen bir çığlıktır sanki; ve Marx, “... Aslolan dünyayı değiştirmektir” deyişi ve bu doğrultudaki eyleyişiyle ayrışır, kendinden önceki ve sonraki filozoflardan...

Oysa her susuş, kendinde kendini yok edişe götürür felsefeciyi... Bilip de söyleyememek; söyleyip de eyleyememek... Ne acıdır!.. Bu söyleyemeyişin, eyleyemeyişin acısıyla, kendine, tekbaşınalığa çekilir; kaçar felsefeci... “Kaçtığı yer kaçamadığı yerdir”** oysa... Bir yandan da toplumsal olarak itilir buna... Yalnızlığa değil; tekbaşınalığa... Çünkü her felsefeci bilir ki insan için yalnızlık, bir bilinç yanılsamasıdır; bir düştür; “toplumsalın güvencesinde kurulan bir düş...”.

Bu tekbaşınalıklarında kimileri, tüm itirazlarıyla ütopyalarda var ederler kendilerini... Kimileri ise anlaşılmazlığın gizemine sığınır Nietzsche gibi... Ve “hiçlik”te, “üstün insan”ıyla var kılar kendini...
Düşünüp, bilip, söyleyip de eyleyemediği yerde eksilir her insan... Hele bir felsefeciyse bu insan, tutsaklaşır kendinde; bilincine rağmen... Var olan karşısında davranışa, eyleme dönüştürülemeyen itirazları, eleştirileri bilincinde patlar ardı ardına...

İşte ütopyalar, var olanın değiştirilmesi gerektiğini bilip de, tekbaşınalığında, bunu eyleme dönüştüremeyişin acısını yaşayan filozofların bilincinden taşıp, onların var olan karşısındaki eleştirileri, itirazları olarak, onlardan geriye kalan, billurlaşan, zamanını ve mekanını yitiren, şaşıran çığlıklardır. Zamansız ve mekansızdır ütopyalar... Ama, buna rağmen filozofun içersinde yaşadığı koşullardan beslenir. Çünkü var olan koşullar, tüm yaratıcılıklarına, derinliklerine, eleştirelliklerine rağmen, düşünsel ufuklarını belirler filozofların... Platon’un 5040 kişilik “ideal devlet”ine damgasını vuran budur. Yoksa onun daha fazla sayı saymayı bilemeyişi değil. Keza Farabi’nin “Erdemli Kent”ine, Thomas More’un “Ütopya”sına, Campenalla’nın “Güneş Ülkesi”ne de... Burada ise felsefecinin yaptığı, siyasettir. Ama eyleyemen ve bundan dolayı da eksilen, kendine kaçan insanın siyasetidir bu... Bundandır zamansızlığı ve mekansızlığı da...

Felsefi düşünme, ‘şimdi’ ve ‘şu an’da var olan üzerine düşünmektir. Ki bir insanı filozof ya da felsefeci kılan da, bundan dolayı, onun kendisinden önceki ya da sonraki, yaşamadığı ve yaşayamayacağı zamanlara dair düşünceleri değildir. Aksine, içerisinde yaşadığı ve kendisini de kapsayan gerçeklikten hareketle onun üzerine düşünmesi, söylemesi ve eylemesidir. Felsefe tarihinde ya da düşünce tarihinde yer alan tüm filozoflar için geçerlidir bu (eyleyememiş olsalar da). Bundan dolayı, filozofların düşünceleri, onların içerisinde yaşadığı koşullardan, sosyal, siyasal, sınıfsal tercihlerinden ve kişiliklerinden koparılarak değerlendirilmemelidir. Dahası bir filozofun fi tarihinde ve o günkü koşullarda söylediği herhangi bir önerme ya da ileri sürdüğü bir düşünce, günümüzde ne bir geçerliliğe sahip olabilir ne de birilerine referans... O düşünceler, günümüzde birilerinin ileri sürdüğü düşüncelerin, önermelerin ne doğruluğunun kanıtıdır ne de yanlışlığının... Kısacası her filozof, ileri sürdüğü düşünceleri de dahil, her şeyiyle yetiştiği koşulların ve çağın ürünüdür, ne eksik ne de fazla... O halde hem felsefi düşünme hem de felsefeci için aslolan “şimdi” ve “şu an”da olan üzerine düşünmek, söylemek ve eylemektir.

Buradan hareketle, bilinmelidir ki ortaya çıkışından itibaren kapitalizmin, adım adım, her yüzyılda daha fazla nüfuz ederek hala gelişmekte olan dünyayı fethediş süreci, felsefeci için, felsefi düşünmenin, bilginin ve söylemin evrenselliğini eylemin evrenselliği ile taçlandırmanın, potansiyel anlamda, koşul ve olanaklarını da tüm boyutlarıyla hem yaratmış hem de yaratmaya ve geliştirmeye devam etmektedir. Bu potansiyeli fiiliyata dönüştürmek, var olan ve yaşanan gerçeklik karşısında, günümüzdeki her felsefecinin asli sorumluluğudur. Çünkü her felsefeci var olan gerçeklik karşısında taraftır: Ya bu var olan kapitalist sömürü düzeninin değişip gelişerek varlığını ve hükmünü sürdürmesinden yana ya da tüm sömürü düzenleri gibi, bunun da insandışı olduğunu bilerek, var olanın yıkılmasından, varlığına son verilerek değiştirilip dönüştürülmesinden...

Bu taraf oluşun ortası yoktur; tıpkı azının ya da çoğunun olamayışı gibi... Çünkü, “teorideki sınıf savaşı”(L. Althusser) olan felsefe ile iştigal eyleyen ve felsefeci ya da filozof sıfatını taşıyan her insan, var olan karşısındaki düşüncesi, söyleyişi ve bu doğrultudaki davranışı ve eyleyişiyle, her şeyden önce kendisiyle tutarlı olmak zorundadır. Söylemini eyleminde eylemini söyleminde var edemeyen bir felsefeci, değeri tutarsızlığın terazisinde tartılacak bir lafazandır yalnızca... Daha ötesi değil.

İçerisinde yaşanılan koşullarda, açlık, yoksulluk, işsizlik genelleşirken; savaş an be an, bir saniye bile sektirmeksizin varlığını sürdürürken; her şey alınır satılır bir mala dönüştürülürken, bir felsefeci, eğer egemen olana teslim olmamışsa, eğer egemen olandan nemalanmıyorsa, eğer var olanı meşrulaştırmanın hizmetine koşmamışsa kendini, var olan üzerine, eleştirel de olsa, salt düşünmek ve söylemekle yetinmemelidir. Aksine felsefenin neliğine uygun bir tarzda, düşüncesini ve söylemini eylemiyle bütünleştirmelidir. Varolanı, sınıfsal ve toplumsal anlamda, yarattığı her türlü illetle birlikte, dünya evrensel bir boyutta, tarihin çöp tenekesine göndermek doğrultusunda saf tutmalı; dinmeyen, dalga dalga yayılan bir çığlık olup düşmeli hem söylemi hem de eylemiyle yaşamın her alanında, gündüzün aydınlığına, gecenin karanlığına... Çünkü var olan karşısında, düşünüp, söyleyip de eylemeyen her felsefeci, var olanın ve onun egemenlerinin hem hükmünü sürdürmesinin hem de insandışı tüm uygulamalarının suç ortağı olmaktan kurtulamaz. Artık içerisinde yaşanılan çağ ve bu çağda insanların genelinin maruz kaldığı uygulamalar, felsefecinin eylemciliğini, hem de her çağdakinden daha fazla, kaçınılmazlık boyutunda zorunlu kılmaktadır. Günümüzde felsefecinin,
“Bir yerde vahim bir hata yapılmıştır
Ne söylemeye dilim varır
Ne düzeltmeye gücüm yeter
Meyus bir papağan gibi
Söylenir dururum kendi kendime”(Atilla İlhan) diyerek, kendine kaçma ve tekbaşınalığa çekilme hakkı yoktur artık. O hem söyleyişi hem eyleyişiyle yeni çağın hümanist, romantik ve etik boyutuyla radikal eylemcisi olmak zorundadır; dünya evrensel bir bütünsellikte, söylemini eylemine eylemini söylemine dönüştüren...
Artık “Minerva’nın baykuşu” dönmeli sürgününden...
* **Yılmaz Odabaşı... Dizenin aslı “Kaçtığın yer kaçamadığın yerdir”.
.