27 Nisan 2008

Çokkültürcü Bir "Türk Felsefe"ci : Nermi Uygur

ÇOKKÜLTÜRCÜ BİR “TÜRK FELSEFE”Cİ :
NERMİ UYGUR
Atalay GİRGİN*
Türkiye’de ve Türkçe’de çokkültürlülük kavramını telaffuz eden, yazılarında yer veren, belki de, ilk “Türk Felsefe”ci Nermi Uygur’dur. Dolayısıyla, O, günümüzdeki çokkültürlülük ve çokkültürcülük tartışmalarında görmezden gelinmemesi gereken bir “kültür filozofu”dur .
Elbette ki, herhangi bir kavramı kullanmak, onun anlattığı, delalet ettiği gerçekliğin, olgunun ya da en genel haliyle “şey”in savunucusu ya da karşıçıkıcısı olmayı gerektirmez. Ta ki ona dair olumlu ya da olumsuz nitelikler atfedici, sahiplenici ve gereklerinin yapılmasını isteyen, öneren bir düşünce, bir söylem üretinceye dek. İşte o an, kavramın delalet ettiği “şey”e ilişkin taraf olunmaya başlanır. Ve o andan itibaren de onun ya karşıtı ya da “..cı”, “..cü”, “..cu”, v.b ekler takılarak tarafı, savunucusu olarak belirtilir kişi.
Yukarıdaki saptama çokkültürlülük kavramı için de geçerlidir. Bu kavramı kullanan biri, salt toplumsal gerçekliğin veri olan durumunu belirtmek ve anlatmak istediği sürece, ne çokkültürlülüğün yanında ne de karşısında olarak nitelenebilir. Ki zaten bu kavram, bilincimizden bağımsız olarak tarihsel ve güncel anlamda varolan nesnel toplumsal gerçekliğin karşılığıdır.
Nermi Uygur da, öncelikle işte bu gerçekliğe işaret eder. “Kültür Kuramı” adlı eserinin, “Dil, Kültür ve Eğitim” başlıklı makalesinde açıkça görülür bu. 1983 yılında yazılan ve 1984 yılında Türkçe’de yayımlanan bu makale, çokkültürlülük kavramını, dünyanın belli başlı dillerinde bile yeniyken, Türkçe’de kullanıma sunar. Ki o yıllarda, İngilizce’de “multiculturalizm” olarak yer alan ve Türkçe’ye “çokkültürcülük” diye çevrilen kavram, ne belli başlı sözlüklerde vardır daha ne de literatürde... Bu kavram 1990’ın ilk yıllarında yeni yeni gelmeye başlar gündeme. Türkçe’de de, yayıncısının belirttiği gibi, Çokkültürcülük adlı kitabın yayınlanmasıyla...
Uygur’un, çokkültürlülüğün, “tüm yeryüzünü kuşatan” bir gerçeklik olduğunu belirtmesi O’nu “çokkültürcü” olarak nitelemeye yetmez. Keza “insanın çokültürlü bir varlık olduğu gerçeği”nden söz etmesi de... Eğer Uygur, salt bu gerçeklikleri belirtme aşamasında kalsaydı, O’nun için, “Çokkültürcü bir “Türk Felsefe”ci” sözü kullanılamazdı. Ve bu durumda da “Eğitim ve Kültür Filozofu Olarak Nermi Uygur” başlıklı makalesinde, Betül Çotuksöken’in, “Nermi Uygur, hiçbir zaman çokkültürcülüğün tuzağına düşmez” sözü, bir gerçekliğin hakikâti olurdu.
Ne var ki Uygur, “tüm yeryüzünü saran çokkültürlülük” gerçekliğini belirtmekle, saptamakla yetinmez. O, varolan toplumsal gerçekliğe dair, fenomonolojik gözlemlerine dayanan ve betimsel bildirimleriyle dışavurduğu bilgi doğrultusunda davranır. Her felsefeci/filozof gibi, bilir ki, varolana ilişkin ortaya konan her bilgi, ethik ya da estetik boyutuyla bir değer üretir; davranışa dönüşmesi gereken... Uygur da bu konuya ilişkin söyleminde billurlaşan bilgiyi bilinç kılarak düşüncesine, söylemine ve davranışına yön verir.
Bu bilinçlilik hali, Uygur’un önerilerine damgasını vurur. Ve O, artık günümüzde eğitimin, eğitimbiliminin çokkültürlü ve çokdilli olması gerektiğini ileri sürer. O’na göre, çağımızda “çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer, geleneksel tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır.” Çokkültürlü toplumsal gerçekliğin üzerine bir karabasan gibi çöken “tekkültürlü” , tekdilli eğitimin, kime göre ve ne denli “saygıdeğer” olup olmadığı tartışılır elbette. Ancak Uygur’un sözü, O’nun yönünü ve tutumunu, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık-seçik kılar.
Ama bu noktada da kalmaz Uygur : Çokkültürlülüğün gereklerinin yapılması doğrultusunda eğitimcilere de sorumluluk yükler. Bir başka deyişle göreve çağırır. Bu işin yalnızca politikacılara bırakılmasının, mantıken de ahlaken de yerinde bir tutum sayılamayacağını belirtir. Çünkü eğitimde çokkültürlülük doğrultusunda atılacak adımlar ve ortaya çıkan sorunların çözümü önemlidir. Hatta “insan yaşamının sürüp gitmesi bu sorunlara verilecek yanıtlara bağlıdır” der. O’nun bu hükmü abartılı bulunabilir elbette. Ama bu hüküm, Uygur’un, eğitimde çokkültürlülüğe ve çokdilliliğe geçilmesinin gerekliliğine atfettiği önemin de göstergesidir.
Ona göre, işte bu noktada, “büyük görevler düşer eğitimciye”. Eğitimci, “biricik geçerli bir tekkültürün işgüderi olmadığını açık-seçik bilmek zorundadır.” “İşi, görevi, sözümona resmen kendisine buyurulanları yerine getirmek değildir” eğitimcinin. Aksine, eğitimcinin, “içinde yaşadığı zamanın içatılımını elden geldiğince erken sezme”si ve “çağdaş bir toplum değiştiricisi olması gerekir.” Bunların açık ifadesi ve karşılığı şudur : Uygur, kendi başına çokkültürcü bir tutum almakla kalmaz; eğitimciler nezdinde, başkalarını da çağırır bu tutuma, yani çokkültürcülüğe...
“Çokkültürlülük bilinci eğitimin en sağlam temelidir” diyen, çağımızda eğitimin çokkültürlü, çokdilli olması gerektiğini belirten Uygur’un, çokkültürcü tavır alışını yoksaymak, görmezden gelmek doğru değildir. Öte yandan, O’nun, bu yaklaşımını, 1983’te varolmayan, 1990’lı yıllarda ortaya çıkan “çokkültürcülük” ve “çokkültürcü” kavramlarıyla nitelemesini beklemek de...
Sözün özü : Herkes bilmelidir ki Uygur, birçoklarına göre erken denilebilecek bir zamanda, 22 yıl önce, yalnızca çokkültürlülük kavramını bilinçle telaffuz eden değil, aynı zamanda, özellikle eğitimde çokkültürcü anlayışı savunan, belki de, ilk “Türk Felsefe”cisidir de. Bundan dolayı, Çokkültürcülüğün tuzağına düşmez” türünden hiçbir yadsıyıcı, olumsuzlayıcı sözün gücü yetmez, Uygur’un bu niteliğini değiştirm

Hiç yorum yok: