Fikret Başkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fikret Başkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2024

Etik Yozlaşma veya Burjuva Siyasetinin Sefaleti

 

Etik Yozlaşma veya Burjuva Siyasetinin Sefaleti! 

Fikret Başkaya 

Etik, ‘sorumluluk, dayanışma, sınır demektir’. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır. Etikten farklı olarak ‘ahlak’, iyiyle kötünün ayrımını yapar… … Kapitalizm etik değerlere yabancılaşmış bir sistemdir. Her şeyi metalaştırıyor, nesneleştiriyor, şeyleştiriyor, soysuzlaştırıyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Bu yüzden boşuna kapitalizme kadavra medeniyeti demiyorum… Oysa, etik değerlere yabancılaşmış bir toplumsal yaşam, sürdürülebilir değildir. 

Marx, Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde şöyle yazmıştı: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış -veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış – veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” Bu satırların yazıldığı 1847 yılından bu yana 176 yıl geride kalmışken, metalaşma, şeyleşme, yozlaşma, soysuzlaşma da artık insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaşmış bulunuyor… Siyaset de etik değerlere külliyen yabancılaştı… 

AKP iktidarında sömürü, yağma ve talan artık hiçbir sınır tanımıyor… Bu kör gidiş vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak…  Esasen Türkiye’de siyaset oldum-olası bütçenin, hazinenin ve müştereklerin (herkesin olanın) yağma ve talanıyla yol alıyor ama 21 yıllık AKP iktidarı bütün rekorları kırdı… Elbette önceki dönemde de doğa yağması yapılıyordu ama belirli sınırları pek geçmiyordu… 

AKP döneminde doğa yağması, ekolojik yıkım neden derinleşti? Sorunun cevabı kapitalizmin içinde bulunduğu konjonktürle doğrudan ilgili… Artık neoliberal küreselleşme çağında kapitalizm yeteri kadar artı-değer, fazla değer, yeni değer yaratmakta zorlanıyor… Sermaye ‘yeteri kadar’ değerlenemiyor, ekolojik yıkımı azdırma pahasına çözümü doğa yağma ve talanında buluyor… 

22 Kasım 2023

Terörü ve Teröristi Nasıl Bilirsiniz?

                                Terörü ve Teröristi Nasıl Bilirsiniz? (1) 

Fikret Başkaya 

                                      Bu insanlığın bir parçası olmaktan utanıyorum.

                                                                     Ramallahlı (Filistin) bir kadın 

Aslında yazının başlığı, “Neyin terör, kimin terörist olduğuna kim karar veriyor” da olabilirdi…  7 Ekim’den beri Filistin’de yaşananlar, ‘Batı Medeniyeti’, ‘Uluslararası Toplum’ denilen hakkında biraz kafa yormayı gerektirmiyor mu? Elbette Filistin halkının maruz kaldığı devlet terörü sadece 38 günlük değil, 75 yıllık bir sorun. 

Terör, sivil insanlara yönelik şiddet ama nüanse edilmesi gerekiyor zira evrensel kabul görmüş bir ‘terör’ tanımı yok. Aslında terörizm bir retorik silahı ki, hasmın “meşruiyetini” ortadan kaldırıyor. Birinin terör saydığını başkası saymıyor… İşgalciye, sömürgeciye karşı mücadele eden bir örgüt, işgalci, sömürgeci devlet tarafından ‘terörist’ sayılıp lânetleniyor. Bir dönemde terör örgütü sayılan başka dönemde meşru muhatap saylıyor ki, bu konuda çok sayıda örnek var… Tam bir ABD-Suudi Arabistan-Pakistan ortak yapımı olan Taliban, Sovyetler Birliğine karşı savaştırılırken, “özgürlük savaşçıları” sayılıyordu… Daha sonra Katli vacip terörist sayıldı, üstelik Afganistan’ı işgal etmenin gerekçesi de yapıldı… 

Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele eden Cezayir ‘Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNL), İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA), Afrika Ulusal Kongresi (ANC), sömürgeci devletler (Fransa, İngiltere) tarafından katli vacip terörist sayılıp lânetlenmişti ama barış masasına oturmak zorunlu hale gelince ‘meşru muhataplar’ sayıldılar ki, bu konuda da çok sayıda örnek var… 

Sömürgeleştirilmiş, ülkesi işgal edilmiş, dili, kültürü, kimliği inkâr edilmiş, kaynakları gasp edilmiş, aralıksız katledilen, teröre maruz kalan bir halkın, bir topluluğun işgalciye karşı mücadele etmeye hakkı yok mu? Başka bir seçeneği var mı? Eğer şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi samimi bir niyetiniz, öyle bir kaygınız varsa, işe emperyalistlerin ve halk düşmanı devletin diliyle konuşmaktan vazgeçerek başlamanız gerekiyor… 

Baskıya karşı direnmek, evrensel bir haktır. Nitekim, 26 Ağustos 1789 tarihli ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin ikinci maddesinde: “Her politik toplumun amacı, insanın doğal ve dokunulmaz haklarını korumaktır. Bunlar: özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır” deniyor… 

01 Kasım 2023

Bir İflasın Kısa Öyküsü…

 

Bir İflasın Kısa Öyküsü…

“Muasır Medeniyeti yakalayıp üstüne çıkmaktan” “Türkiye Yüzyılı’na”…

 

Fikret Başkaya

 

“Bir toplumsal formasyonun başarısı düne   göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı kaşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür”. (1)

 

“Muasır Medeniyet” denilen 500 yıldır Dünya’nın geri kalanını sömüren, yağmalayan, talan eden kolonyalist, emperyalist, kapitalist Batı’dır… Batı ile dünyanın geri kalanı (Asya, Afrika, Latin Amerika) arasındaki ilişki, sömürü, bağımlılık, hakimiyet  ilişkisidir… Dolayısıyla, sürekli olarak eşitsizlik ve hiyerarşi üreten kapitalist dünya sistemi dahilinde kalarak, Batı’yı yakalamak mümkün değildir… Esasen öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır… Yüz yüze geldiğimiz sayısız sosyal kötülükler ve ekolojik yıkım kötü politikalardan çok, kötü sistemin eseri… 

Verili eşitsiz ilişkiler bütünü dahilinde kalarak, kendi ayakları üstünde durabilen, bir toplumsal yaşam mümkün değildir… Velhasıl, boşuna neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir… 

Kapitalist dünya sistemi hiyerarşik, pramidal bir yapılanmadır. Pramidin tepesinde daima hegemonik kapitalist-emperyalist bir devlet bulunur… Onu ikinci, üçüncü derecedeki kapitalist-emperyalist ülkeler izler… En zenginlerden en yoksullara doğru bir yapı ve işleyiş geçerlidir… Pramidin aşağılarından yukarı doğru zenginlik transferi söz konusudur…  Birilerinin (azınlığın) zenginliği, çoğunluğun (pramidin aşağısındakilerin) yoksullaşması sayesinde mümkün oluyor… Bidayetten itibaren şımarık Batı’nın zenginliği, dünyanın geri kalanının sömürüsü, yağma ve talanı sayesinde mümkün oldu… Aynı harika şair Bertolt Brecht’in tahtarevalli şiirindeki gibi… Kapitalizm dahilinde yoksulluk üretmeden zenginlik üretmek mümkün değildir… Dolayısıyla yeryüzünün lanetlilerinin, şimdiler Güney denilen ülkelerin Batıyı yakalaması, “ilerlemesi”, “kalkınması”, onun gibi olması asla  mümkün değildir… Aslında arzulanır bir şey de olmamalıdır… Dünya’yı yaşanamaz bir yer haline getiren kolonyalist-emperyalist Batı’nın nesi sizi cezbediyor? Kolonyalist-emperyalist- ırkçı Batı gibi olmak asla mümkün de gerekli de değildir ama başka şey yapmak, başka türlü olmak da imkânsız değildir… 

Kaldı ki, eni-sonu 500 yıllık geçmişi olan kapitalizm bir sürdürülemezlikdurumu veya aynı anlama gelmek üzere bir ‘uygarlık krizi’ ortaya çıkarmış bulunuyor… Sadece ‘uygarlık krizi de değil, şimdilerde Antropocene denilen bir jeolojik çağ dönüşümünü de tetiklemiş bulunuyor… Bu, insanlığın ve uygarlığın kritik kavşağa ulaştığı demeye gelir… Velhasıl burjuva uygarlığının insanlığa telif edebileceği bir şey yok… İnsanlığın ve uygarlığın geleceği, güzel gezegenimizi yaşanamaz bir yer haline getiren kapitalizmden çıkmaya indirgenmiş bulunuyor… Ya vakitlice kapitalizmden çıkılacak ya da insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak… 

18 Ekim 2023

Filistin: Bir İnsanlık Ayıbı…

 

Filistin: Bir İnsanlık Ayıbı… 

Fikret Başkaya 

“Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir…”

“Önemli olan nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır…” 

Siyonist İsrail 74 yıldır Filistin halkını katlediyor, işkence ediyor, aç bırakıyor, aşağılıyor, ilticaya zorluyor ve dünyanın geri kalanı o utanca ortak olmakta bir beis görmüyor… Filistin toprağında İsrail diye ucube Siyonist devletin neye kurulduğunu pek merak eden yok… Kapitalizm, kolonyalizm, emperyalizm, Siyonizm sorun edilmeden, “Batı medeniyeti’ denilen hakkında düşünce açıklığı olmadan Filistin gerçeğini anlamak mümkün değildir…

 

Siyonist İsrail Devleti, birincisi, ‘normal bir devlet değildir ve ikincisi, bir Orta-Doğu devleti de değildir. Siyonist İsrail demek, Orta-Doğu denilen bölgeye taşmış Batı emperyalizmi, ABD, İngiltere, Fransa, vb. demektir… Bir tür ‘doku transplantasyonu’ söz konusudur… Velhasıl doku uyuşmazlığı var. Siyonist devlet Orta-Doğu’daki emperyalizmdir… Dolayısıyla, neden söz ettiğini bilmek önemlidir…

Siyonist devlet 1948 yılında bir Birleşmiş Milletler Örgütü hilesiyle kuruldu. O kadar ayıp BM’ye yeter de artardı bile… Zira, öyle bir devletin kurulması, bizzat Birleşmiş Milletler Örgütü ‘Şartına’ aykırıydı… Filistin toprağı Yahudi Yerleşimciler tarafından işgal edildi, Filistin halkının önemli bölümü sürgün edildi, topağından koparıldı… Siyonist devletin kuruluşunu izleyen 75 yılda İsrail 65 Birleşmiş Milletler Örgütü kararına uymadı… Siz Birleşmiş Milletler Örgütü denileni ne sanıyorsunuz? Bu arada Türkiye’nin Siyonist rejimi tanıyan ilk Müslüman ülke olduğunu da hatırlamak gerekir…

21 Şubat 2023

BİR GENEL TEKRARIN UTANCI

 

Bir Genel Tekrarın Utancı… 

Fikret Başkaya 

Para kral oldukça, özgürlük de adalet de mümkün değildir Albert Camus              

Yegane ereği kâr etmek ve kârı büyütmek olan, her türlü etik (ahlâkî) değere yabancılaşmış bir sosyal sistemde şeylerin sarpa sarmaması mümkün değildir. Üretimin aslî (birincil) amacının insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek olduğu durumda, sadece sosyal mahiyetteki sorunlar değil, doğa tahribatının da derinleşmesi, yaşamın temelinin aşınması kaçınılmazdır… Kapitalizm dahilinde üretim artışına sosyal kötülüklerin (işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, aşağılanma…) ve ekolojik yıkımın eşlik etmesi de sistemin mantığının, temel eğilimlerinin doğrudan sonucudur… 

Türkiye bir deprem ülkesi. Nerdeyse deprem olmayan yıl yok! Yönetici sınıf, siyaset erbabı sanki bu ülkede ‘ilk defa deprem oluyormuş gibi bir algıya sahip… Bir deprem oluyor, yöneticiler ‘ölenlere Allahtan rahmet, yakınlarına baş sağlığı diliyor… ‘Yaralar sarılacak devletimiz büyüktür’ diyorlar… 450 bin inşaat müteahhidinden (inşaat kapitalisti), birkaçı cezalandırılıyor gibi yapılıyor… İyi de her seçim öncesinde çıkarılan ‘imar affı’ kanununa olumlu oy veren milletvekillerini de yargılıyorlar mı? 23 yıldır toplanan deprem vergilerinin ne olduğu, nereye harcandığının hesabı soruluyor mu? “Yapı Denetim Büroları” rezaletinden kaç kişi haberdar? Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ne işe yarıyor… Kent yağma ve talanının hizmetinde değil mi? 

On binlerin ölümüne, yaralanmasına, yersiz-yurtsuz kalmasına ‘takdir’i ilahî, ‘kader planı’ diyorlar… Tâki bir sonraki depreme kadar… Deprem bölgesine, fay hattı üzerine koskoca şehirler kurmamın bir sorumlusu, sorumluları yok mu? İnşaat kapitalisti o işi kâr amacıyla yapar… Kârı artırmak içinde her yola başvurur. İşçilere düşük ücret öder, yeterli güvenlik önlemini almaz (geçen yıl inşaatlarda ölen işçi sayısından haberiniz var mı?), malzemeden çalar, çürük binalar inşa eder ve o binalar ilk depremde çöker… Fakat hepsi bu kadar da değildir. Deprem, inşaat kapitalisti müteahhitler için ‘Allah’ın bir lütfudur’… Yıkılanların yerine yeni çürük binalar inşa etmek üzere seferber olurlar… 

DİZİLER ve DİZİLENLER

 

Diziler ve Dizilenler…

Fikret Başkaya 

Geride kalan üç on yılda, özel televizyon kanallarının kurulmasıyla Türkiye’de televizyon dizi sanayii önemli bir gelişme kaydetti. Dizi üretimi hızlı bir tempoyla arttı. Türk dizileri 150’den fazla ülkeye (Orta-Doğu, Kuzey ve Kara Afrika, Orta ve Güney Amerika) ihraç edildi. İhracatın portesi yılda 350 milyon doları aşmış görünüyor. Aslında diziler reklamlarla ayakta kalıyor. Ortama insan günde 4 saat kadar televizyon izliyor bunun çoğu diziler… Tekrarlar/özetler ve reklamlarlaher bir gösterim yaklaşık 2,5-3 saat sürüyor… Aslında sanıldığının aksine reklamlar gösterimiçine yerleşmiyor, dizi reklamın içine yerleşiyor… 

Diziler ekseri varlıklı sınıfların hikayesini anlatıyor. Güzel ve şık kadınlar, yakışıklı zengin erkekler, yalılar, süper lüks villalar ve arabalar, birbirinin kuyusunu kazanlar. Yoksullar şımarık zenginlerin ‘mutsuz’ yaşam serüveniyle oyalanıyor… Kendi gerçekliklerine yabancılaşıyorlar… Şeylerin gerçeğini anlamak için çaba göstermeye vakitleri kalmıyor… Diziler yoksul ve mütevazı toplum kesimlerinin uyuşturuyor… Aslında reklamlar tarafından da kuşatılmış durumdalar… Reklamlar insanları alıklaştırmanın,ahmaklaştırmanın, onlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmanın hizmetinde.  Kirletmenin, yok etmenin başlıca araçlarıdır… Ünlü ‘sanatçılar’ reklamlarda rol alıp toplumu kirletirken kendilerini de kirletiyorlar… Ünlü ‘sanatçılar’ reklamlarda rol alıyor, reklamlarda ünlenenler de ‘sanatçı’ oluyor… Etik, estetik ve entelektüel kaygılar taşıyan, taşıması gereken bir ‘sanatçı’ toplumu kirleten, alıklaştıran, doğa tahribatını derinleştiren reklamlarda neden rol alır… Neden suça ortak olur? Yaptığının anlamını hiç düşünüyor mudur? Elbette estetik/etik/sosyal kaygıları gözeten diziler de var ama istisna… 

22 Ekim 2022

Kapitalizm de Kapitalist Devlet de Öldürür!

 

Kapitalizm de Kapitalist Devlet de Öldürür!

 

                                                                       “Mükellef ilan oldu gelin dediler

                                                        Cehennem deliğine girin dediler” *

Fikret Başkaya 

Her gün birkaç, her ay yüzden, yılda binden çok işçi ekmek parası kazanmaya çalışırken ölüyor. Bu ölümlere “iş kazası” diyorlar… Aslında kaza istisnai bir şey değil midir? Sürekli tekrarlanan, binlerce işçinin ölümünü “kaza” deyip geçiştirmek uygun düşer mi? Eğer bu ölümler, bu cinayetler gerekli işgüvenliği tedbirlerinin alınmamasının, “bilinçli” bir tercihin sonucuysa, bunlara taammüden cinayet demek gerekmez miydi? Şeyleri adıyla çağırmak gerekmiyor mu? 

Taammüden işlenen bu cinayetler, burjuva basını, gazeteler, televizyonlar için haber değeri bile taşımıyor… Onlar ‘önemli şeylerin’ haberini vermeyi tercih ediyor… Ne zaman ki, toplu bir cinayet işleniyor, burjuva siyasetçileri, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve medya katliam alanına üşüşüyor… Toplu cenaze töreninin ardından, ‘ölenlerle Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar, ölenlerin ailelerine de sabır dileyip olay mekânından ayrılıyorlar… Ta… ki, yeni bir toplum cinayet (katliam) ortaya çıkıncaya kadar… 

O halde bu ‘genel tekrarın’ sebebi ne? Kapitalizmden ve kapitalist devletten, emek sömürüsünden söz etmeden bu soruya uygun cevap verilebilir mi?.. Kapitalizm ve kapitalist devlet bir ve aynı şeydir, madalyonun iki yüzüdür… Kapitalizm demek “kâr” amacıyla meta (mal-şeyler) üretmektir. Kapitalist için işçi (insan), üretim sürecine sokulan şeylerden sadece biridir… Kapitalistin gözünde işçi ‘insan’ sayılmaz… Kapitalist bir mal veya hizmet üretmek için makine, enerji, hammadde, yarı-mamul şeyler, bir de işgücü (insan emeği) satın alır… Fakat üretim sürecine sokulan unsurların hiçbiri bir artı-değer, ‘fazla değer’, ‘yeni değer’ yaratmaz… Değeri yaratan sadece ve sadece canlı emektir, eti-kemiği olan insandır. Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmiş proleterdir… 

30 Temmuz 2022

Fikret Başkaya: ÇIKIŞ BURADAN

 

Fikret Başkaya: ÇIKIŞ BURADAN… 

Son kitabınız için “Paradigmanın İflası’yla başlayan yolculuğun önemli bir durağı” diyorsunuz. Resmi ideolojinin hurafelerini teşhir edip eleştirdiğiniz Paradigmanın İflası’ndan eko-sosyalist bir paradigmayı çözüm olarak işaret ettiğiniz son çalışmanız Çıkış Buradan:Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek’e bir hat çizecek olursanız, ne söylersiniz?

Fikret Başkaya: Mülkiye’den mezun olduktan sonra doktora yapmak üzere 16 Mart 1966’daFransa’ya gittim.  Orada, Sorbonne’da, ilk yaptığım akademik çalışma Küba’da planlama üzerineydi. Birleşmiş Milletler Örgütü 1960- 1970 aralığını “Birinci Kalkınma Onyılı” ilan etmişti. BMÖ, Kanada eski Başbakanlarından LesterPearson başkanlığında bir komisyondan 10 yılın değerlendirmesini istemişti. Rapor 1970’de yayınlandı… Hocam Jean Gabillard’da benden o raporla ilgili bir çalışma yapmamı istedi… İkinci akademik çalışmam “Pearson Raporu ve Azgelişmişlik”ti… Az Gelişmiş Ülkelerde Sanayileşme başlıklı doktora tezimle de doktora unvanını kazanıp Türkiye’ye döndüm. Türkiye’ye döndükten sonra ilk yazdığım kitap Az Gelişmişliğin Sürekliliği oldu. Daha sonra, arada başka kitaplar olmakla beraber, Paradigmanın İflası’nı yazdım. Onu Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto, Çöküş – Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme ve Eko-Sosyalist Bir Paradigma: Komünist Topluma Giden Yol takip etti. Son olarak da Çıkış Buradan’ı kaleme aldım.

Bütün bu kitaplardaki tema “mevcut durumdan nasıl çıkılabilir?” sorusuna odaklı aslında. Dolayısıyla aralarında bir tamamlayıcılık ve süreklilik var. Amacım sorunlar ve çözüm yollarına dair bir netleştirme sağlamak. Son kitabımı da bu bütünlük içinde ele almak, bu dizinin sonuncusu olarak görmek gerekiyor. Kapitalist dünya sistemi ve Türkiye’deki rejimin eleştirisini konu alan kitaplar bunlar… Velhasıl, anlamayı ve aşmayı sorun eden kitaplar. Eleştirmek son derece önemli, ama radikal eleştiri olmak kaydıyla….

Radikal eleştiriden kastınız nedir?

Radikal olmayan eleştiri sorunun etrafında dolanmaya yarar. Radikal eleştiriyse sorunların kaynağına iner ve kaynağında kavrar. Entelektüelin misyonu sadece eleştirmek değildir yada eleştiri tek başına amaç değildir. Eleştiri değiştirmeyi, dönüştürmeyi potansiyel bir olasılık haline getirir… Tabii eleştiri radikal eleştiri… Amaç, çözüme giden yolu aralamaktır…

Paradigmanın İflasının birkaç yıl önceki yeni baskısına yazdığınız önsözde, kitabı şimdi yazsanız adını “Çöküş” koyacağınızı söylüyorsunuz. Neden?

Paradigmanın İflası’nda, yayınlandığı tarih itibariyle (1991), geride kalan 90 yılın eleştirisi var. Aradan geçen zamanda kafamdaki sorun daha da netleşti. Çöküş 30 yıl sonrasını daha iyi ifade ediyor…

“Türkiye artık bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda” diyorsunuz son kitabınızda da. Yaşananın bir “kriz” değil “çöküş” olduğunu vurguluyorsunuz. Yaşananı kriz değil de çöküş olarak nitelemek neden önemli? Kelimenin somut manasıyla farkı belki idrak edebiliyoruz ama derinine indiğimizde fark nedir? Örneğin, bir krizden çıkış mümkün olsa da çöküş için aynı şeyi söyleyemeyiz, değil mi?

Kriz verili denge durumundan, “normalden’ bir sapmayı ifade eder ama ‘geri dönüşü, normale dönüşü de imâ eder… ‘İşte kalp krizi, böbrek krizi, sinir krizi geçirmiş” denir. Potansiyel bir geri dönüşü ima eder… Çöküş dendiğindeyse artık geri dönüşü olmayan eşik aşılmıştır. Bu da artık işlerin eskiden olduğu gibi yürümesinin mümkün olmadığı demeye gelir… Eski önlemlerin, politikaların bir işe yaramadığı durumu ifade eder…

‘İnsanlık’ Değil, Kapitalizm

 

İnsanlık’ Değil, Kapitalizm… 

Fikret Başkaya 

Atmosfer ısınmaya devam ediyor, biyo-çeşitlilik ve canlı türleri hızlı bir tempoyla azalıyor, şimdilerde yok oluşun normalin 100 ila 1000 kat arttığını tahmin ediliyor… Bilim insanları önümüzdeki on yıllarda ekosistem için vazgeçilmez olan 1 milyon türün yok olacağını haber veriyor ve insanın da ‘o türlerden biri’ olduğu pek akla gelmiyor… Kuraklık, seller, orman yangınları artıyor, deniz seviyeleri yükseliyor, okyanuslar tuzlanıyor, balıklar ölüyor, açlık, yoksulluk derinleşiyor, ‘iklim göçleri’ görülmemiş sayılara ulaşıyor, birçok ülke daha şimdiden gıda güvenliğini ve egemenliğini kaybetmiş durumda… Bütün bunlar yaşanırken sermayenin kârları da hızla artmaya devam ediyor. Zirvelerde alınan kararlar, peşi sıra yayınlanan raporlar işlerin her geçen gün daha da sarpa sardığına dair kaygıları açık ediyor, lâkinekolojik yıkımın, iklim krizinin sorumlusunun ‘insanlık’ olduğu söyleniyor… Binlerce, on binlerce sayfalık değerlendirme raporlarında kapitalizm kavramı hiç geçmiyor…”Konunun uzmanları” ve“her konunun uzmanları” televizyonlarda saatlerce iklim krizini, ekolojik yıkımı ‘tartışıyor…’ hiçbirinin ağzından kapitalizm çıkmıyor… İyi de siz o sorunu hangi temel üzerinde tartışıyorsunuz? Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi değil midir? 

12 Ocak 2022

Dinci Gericilik Gemi Azıya Almışken...

 

Dinci Gericilik ‘Gemi Azıya Almışken’… 

Fikret Başkaya 

Son Milli Eğitim Şurasında anaokulu çağındaki çocuklara (4-5 yaş) dini eğitim verme kararı alınmış. Aslındabu gidişle 2-3 yaşa da inebilirler… Böyle bir şey herhalde Taliban’ın bile aklına gelmezdi… Neyse bizim eğitimcilerimiz erken davranmışlar. Çocukların kimlere emanet edildiğini bir düşünün… Asgari pedagojik formasyona sahip biri bu kepazeliği kabullenebilir mi? Aslında bu kadarı bile Türkiye’de eğitimin düzeyi, nerelere geldiği hakkında bir fikir vermiyor mu? 

Amaç çok açık: Çocukların düşünme yeteneğini dumura uğratmak… ‘ağacı yaşken eğmek’, bilinci köreltmek… Eğer bunu başarabilirlerse, kolay yönetebileceklerini, ilelebet iktidarda kalabileceklerini, ülkenin varını-yoğunu yağmalamaya devam edebileceklerini düşünüyorlar… Fakat sadece ‘dindar nesiller’ yetiştirmek yeterli sayılmıyor. Aynı zamanda ‘kindar’ olmaları da isteniyor… Bu çağda böyle bir şey, bir zorlama ne demeye geliyor? Laik bir rejimde böyle şeylere tevessül edilebilir miydi? 

Cunta Anayasası’nın başlangıcında: “… laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı;” deniyor. İkinci madde de: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayış içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belertilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” deniyor. Onuncu madde de şöyle: “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir”.

Türkiye hiçbir zaman laik olmadı. Siz anayasaya, kanunlara bakmayın. Laiklik, kesin olarak dinin devletin dışına taşınmasını gerektirir. Laik bir rejimde Diyanet İşleri Başkanlığı diye koskoca bir kurum olmaz. Zorunlu din dersi hiç olmaz… Laikliğin bir tanımı yok mu? Hem devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurum olacak ve hem de laiklikten söz edilecek… Zaman zaman ‘Türkiye laiktir, laik kalacak’ sloganları atılıyor… Laikliğin ne olduğunu bilselerdi, o sloganı atarlar mıydı? 

07 Aralık 2021

Yurttaş Mı, Tüketici Mi?

 

Yurttaş Mı, Tüketici Mi? 

Fikret Başkaya 

"Kimse özgür olduğu yanılsamasına ikna olanlar (ya da kapılanlar) kadar umutsuzca köle değildir."

Goethe 

Yurttaş, bir ülkede yaşayan, bir nüfus cüzdanına- şimdilerde bir kimlik numarasına- sahip olan, beş yılda bir önüne konan sandığa oy atan mıdır? Eğer siyaset arenasında hiçbir etkinliği yoksa, toplumsal yaşamda hiç bir dahli yoksa, toplumun bu gününe ve geleceğine dair söyleyecek sözü, bir fikri yoksa, yasalar ve düzenlemeler gıyabında yapılıp-uygulanıyorsa, ödediği verginin hesabını soramıyorsa… hala ‘yurttaştan’ söz edilebilir mi… Kelimelerin, kavramların, bir anlamı, bir içeriği olması gerekmiyor mu? Aslında bunlar yoksa, yurttaştan değil de, tebaadan söz etmek gerekmez mi? Tebaa, bir devletin hükmü altında bulunan kimse, uyruk demek olduğuna göre… 

Kanunları kim, neden, kimin hesabına yapıyor? Mesela anayasa daha baştan insanları politikanın dışına atmıyor mu? Eğer, siyaset sahnesinde kitlelerin bir dahli olsaydı, böyle anayasa ve kanunlar olur muydu? Bir de köklü bir anayasa fetişizmi var… Eğer iyi bir anayasa yapılırsa, her şeyin güzel olacağı sanılıyor… Netice itibariyle anayasa bir kağıt parçasıdır… Ne olduğu, onu kimin, neden, nasıl ve kimin hesabına yaptığındın bağımsız değildir. Onu yapanlar sizin dışınızdakilerse, ülkenin varını-yoğunu yağmalayan egemen sınıflar hesabına yapılmışsa, neyi içerdiğinin bir önemi olur mu? Onu yapanlar/yaptıranlar, istedikleri gibi de uygularlar… İstedikleri zaman da değiştirirler… Türkiye’de bu gün yürürlükteki anayasa, yerli-yabancı sermaye hesabına NATO’cu, cuntacı ordu tarafından yapıldı… O anayasa topluma politika yapma yolunu kapatıyordu, son derece geri-gerici bir metindi… Bu gün o anayasa bile ‘bol geliyor’, uygulanmıyor, neden? 

Eğer “politika yapma işi” münhasıran profesyonel burjuva politikacılarının işiyse, orada demokrasiden söz edilebilir mi? Bir kere demokrasi, politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdahil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar, toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edilebiliyorsa [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar sürecine katılma], başka türlü söylersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir…

16 Kasım 2021

Yüzleşmek Zorunda Olduğumuz Sorunlar

 

Yüzleşmek Zorunda Olduğumuz Sorunlar

“Kötü Politikaların” Değil, “Kötü Sistemin” Eseri… 

Fikret Başkaya 

“Gerçek kalkınmanın dış ilişkilerin kontrolünü gerektirdiği mantıkî sonucuna varıyordum. Başka türlü ifade edersek, kopuşu gerektiriyordu ve kopuş olmadan girişilecek yapısal reformların başarısızlığı kaçınılmazdı”.1                                                                                                                                                                Samir Amin 

Türkiye ekonomisi her geçen gün daha çok dibe vururken, çöküş derinleşirken, ‘iyi politikalarla’ bu durumdan çıkılabileceği beklentisi ve umudu hala canlı… İşte, iyi bir merkez bankası başkanı, iyi bir hazine ve maliye bakanı “iyi politikaları” uygularsa, aracın düzlüğe çıkacağı sanılıyor… Oysa, gelinen aşamada artık ‘iyi politikaların’ bir işe yaraması mümkün değil. Dünyanın en yetenekli iki uzmanını o iki kurumun başına geçirseniz de şeylerin seyri değişmez… Artık sorunlar faizle – kurla oynayarak çözülebilir değil. ‘Kötü sistem’ dahilinde ‘iyi politikalar’ mümkün olmadığı için… Eğer aracın motoru bozuksa, sürücüyü değiştirerek aracı hareket ettiremezsiniz… 

O halde sadede gelebiliriz. Çöküş tablosunun gerisinde ne var? Buraya neden ve nasıl gelindi? Bu soruların cevabı 41 yıl geride saklı… 1980’de alınan virajın doğrudan sonucu. Amerikancı-NATO’cu generallerin darbesi sayesinde hayat bulan şu ünlü 24 Ocak Kararlarının bizi getirdiği yer… Cuntacı generallerin gerisinde NATO, ABD, CIA vardı ama 24 Ocak Kararlarının arkasında da IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vardı… Tabii her zaman olduğu gibi 24 Ocak Kararlarıyla ilgili tevatür başkaydı. Türkiye dışa açılacak, ihracat öncülüğünde büyüyecek, zaferden zafere koşacak, muasır medeniyetin üstüne çıkacaktı… İyi de yapılmak istenen aslında ne idi? Kapitalizm ‘yapısal krize’ girmişti. Sermaye yeteri kadar değerlenemiyordu. Kâr oranlarını restore etmenin bir yolu da Türkiye gibi kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerden kaynak akışını artırmak, sömürüyü derinleştirmekti. 

06 Ekim 2021

Yok Edilen Doğa, Çürüyen Toplum

 

İlerleme, Kalkınma ve Büyüme Adına

Yok Edilen Doğa, Çürüyen Toplum 

Fikret Başkaya 

Kapitalizm, mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir. İnsana ve doğaya zarar vermeden, sosyal kötülükleri azdırmadan, ekolojik dengeleri aşındırmadan yol alması mümkün olmayan, absürt, lanetli bir sistem, bir üretim tarzıdır… Gerçek durum böyledir ama söylem başkadır… Maalesef, insanlar ekseri yıkılanı değil, yapılanı görme eğilimindedirler… Ve bu tavır olup bitenleri meşrulaştırıyor, egemenlerin işini kolaylaştırıyor… Kapitalizmin ürettiği, kapitalizmi de yeniden ve yeniden üreten, sıradan insanı büyüleyen ileri teknolojiler, toplumsal refahı, iyi yaşamı değil, kârı artırmanın hizmetindedir… İşte şimdilerde insanlığın içine sürüklendiği çöküş tablosunun gerisinde, sistemin bu yıkıcı, yok edici temel eğilimleri ve dinamikleri var… Bu da kapitalizm dahilinde bir gelecek yok demektir… 

1980’li yıllarda bir Fransız belgeseli izlemiştim. Bir Fransız sömürgesi olan Senegal bağımsızlığını kazanır [1960]. Paris’te mühendislik eğitimi almış biri Fransız, diğeri Senegalli iki mühendis karayolu yapımında görevlendirilirler. Güzergâhta bulunan bir köy ile mezarlık, yolun oradan geçmesi halinde yok olacaktır… Köylüler ayaklanırlar… Köyün muhtarı (daha doğrusu kabile şefi), “Bu bize ve ecdadımıza saygısızlıktır. Bu işten vazgeçin, bunu asla kabul etmeyiz,” der. Fransız mühendis, “Duyarlılığınızı anlıyorum ama bu yol kalkınma, ilerleme demek. Refahın artması, yoksulluğun ortadan kalkması demek. Yol yapıldığında istersen bir benzin istasyonu kurar, yanına da bakkal dükkanı açarsın, diye karşılık verir”… Bunun üzerine kabile şefi de,“Köyümüz, mezarlığımız yok edilmeden kalkınmak, ilerlemek imkânsız mı ki bunca ısrar ediyorsunuz?” diye sorar. Tabii onu kimse dikkate almaz ve jandarma köyü basar. Silahlı çatışma çıkmasına rağmen yol inşasına devam edilir. Tabii Senegal de, o günden beri,hızla ilerlemeye, kalkınmaya, büyümeye devam ediyor!.. 

02 Ekim 2021

Fikret Başkaya Diyor Ki...

 

Fikret Başkaya Diyor Ki... 

"İnsan kendi ölümünü engelleyemez ama insanlığın ölümünü engelleyebilir”… 

 Söyleşi: Doğan Baran Tüfekçi.

Doğan Baran Tüfekçi: Paradigmanın İflasının yayınlanmasından bu yana 30 yıl geride kaldı. Bu arada çok sayada kitabınız ve makaleniz yayınlandı. Sadece eleştirmiyorsunuz, aynı zamanda çıkış yollarına dair de yazıyorsunuz. Geleceğe dair iyimser misiniz?

 Fikret Başkaya: Eleştiri bir amaç değil. Şeylerin gerçeğine nüfûz etmek için gerekli. Tabii radikal olmak kaydıyla… Yoksa ekseri yapıldığı gibi eleştiriyormuş gibi yapmak değil. Radikal olmayan eleştiri şeylerin etrafında dolanmaya, kendini ve başkalarını aldatmaya, sömürü düzenini meşrulaştırmaya yarar… Radikal olmak, sorunları kökeninden ele almaktır… Mesele, iyimserlik-kötümserlik meselesi değil. Bunların ikisi de realiteden uzaklaşmaktır… Biri bir tarafa öteki diğer tarafa doğru abartır… Önemli olan umutlu olmaktır. Umut da ‘mümkün olanla muhtemel olan arasında bir yerlerdedir’…

Doğrusu umutluyum. Umutluyum çünkü insan irade sahibi bir varlıktır. Bu da şeylere, olaylara müdahale edebilme yeteneğine, potansiyeline gönderme yapar. Eğer araç yürümüyorsa, patinaj yapıyorsa, tamir edersin, değilse yenisini yaparsın… O halde mesele ne? Kapitalizm sosyal kötülükleri azdırmadan, ekolojik yıkım ve iklim krizi peydahlamadan yapamıyorsa, insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmişse, bütün bu olup-bitenler, saçmalıklar, akılsızlıklar da bir takdir-i ilahinin eseri değilse, ki değildir, o zaman sen de başkalarının bozduğunu yapmaya talip olursun… Aracın direksiyonunu “iyi yaşamdan” tarafa çevirirsin… Bazı insanların bozduğunu başka bazı insanlar neden yapmasın? Dar bir küresel oligarşi, dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirmişse, bu süreçten zarar gören Büyük İnsanlık neden bu kepazeliği kabullensin… Olup-bitenleri seyretmekle yetinsin? 

DBT: Ekolojik sorun çalışmalarınızda önemli bir yer tutuyor. Son kitaplarınızdan birinin başlığı, ‘İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım’. Bu ikisiyle yüzleşmek, süreci tersine çevirmek mümkün mü?

 FB: Vakitlice harekete geçmek kaydıyla bu güzel gezegeni hala yaşanabilir bir yer haline getirmek mümkün… Aksi halde belirli bir eşik aşıldığında ki, maalesef o eşiğe hızla yaklaşılıyor- artık kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Geri dönüş mümkün olmayabilir… Aslında yapılması gereken de bir sır değil. Vakitlice silkinip ayağa kalkmamız, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı değiştirmemiz gerekiyor ki, bu da insan iradesini aşan bir şey değil… İnsan kendi ölümünü engelleyemez ama insanlığın ölümünü engelleyebilir… Saçma bir üretim ve tüketim almış başını gidiyor… Üstelik bu kepazelik, büyüme, kalkınma, ilerleme adına meşrulaştırılıp, dayatılıyor… Kapitalizm sınırsız büyüme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir. Fakat bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor…

 Bu kör gidişi durdurmak süreci tersine çevirmek de ekonomik, politik, ekolojik ve etik bir radikal devrimi gerektiriyor. Fakat yerel ve küresel oligarşiler (mülk sahibi sınıflar), burjuva siyasetçileri, kendilerinin ve başkalarının ‘aydın’ dediği zevat, sömürü düzeninin akıl hocaları, “kanaat önderleri”hala bu aracın bu rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyorlar. Esasen radikal eleştiri zaafı var ki, şeylerin, süreçlerin bilince çıkarılmasını zorlaştırıyor…

10 Eylül 2021

“Terör, Terörist, Terörle Mücadele…”

 

“Terör, Terörist, Terörle Mücadele…” 

Fikret Başkaya 

İstikrar: Amerika’nın düşmanıdır.”                                                      (Stability: America’senemy)

                                                                 Albay Ralph Peter 

ABD, ikinci emperyalist savaş sonrasında tartışmasız hegemonik bir güç haline geldi ve emperyalist hiyerarşinin tepesine oturdu. İngiliz hegemonyası 1910’lu yıllardan beri aşınmaktaydı; 1945 sonrasında hegemonya Atlantik’in öte yakasına geçti. ABD, savaş sonrasında dünya sanayi üretiminin %50’den fazlasını bir başına sağlıyordu… Emperyalist savaşın sonunda Almanya ve Japonya çökertilmiş, İngiltere ile Fransa büyük kan kaybetmişti. ABD’ye sorun yaratma istidadı olan iki odak vardı: Savaştan gücünü ve prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği ile o zamanlar Üçüncü Dünya da denilen, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler… Malum, kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, o ülkelerin beşerî ve doğal kaynaklarının sömürüsüne, yağmaya ve talana dayanıyordu… Oysa ikinci emperyalist savaş sonrasında, Üçüncü Dünya ülkeleri, “Artık biz de varız ve yüzyıllardır uzak kaldığımız sofraya dahil olmak istiyoruz,”diyorlardı… 

İşte, 1950’li yıllardan itibaren‘Hür Dünyanın Timsali ABD’, söz konusu iki odağı etkisizleştirmek amacıyla her yola başvuracaktı… Başka türlü söylersek, bu amaçla, geride kalan yaklaşık yetmiş yılda aralıksız olarak insanlık suçu işledi ve işlemeye devam ediyor… Elbette insanlık suçunu tek başına işlemedi; savaş sonrasında oluşan kolektif emperyalizmin diğer bileşenleriyle (İngiltere, Fransa, Japonya) birlikte işledi. 

Hâkim ideoloji, ABD’yi demokrasinin beşiği ve timsali sayarak dünyanın geri kalanını da o yalana inandırdı. Başını kaldıran ABD’ye bakar ama aslında neye, nereye baktığını bilmez… ABD’nin demokrasiyle hiçbir zaman uzaktan yakından ilgisi olmadı, olamazdı da… Esasen sorun, kavramların içeriğini kimin, nasıl doldurduğuyla ilgilidir. Bidayette Amerikan demokrasisi denilen şey, ‘köle ve plantasyon sahiplerinin demokrasisi’ idi…Bağımsızlığı izleyen ilk otuz dört yılın otuz ikisinde Amerikan başkanlarının köle sahibi olduğunu bilmek, bu konuda fikir verecektir. 

28 Temmuz 2021

Rejimin Niteliğine Dair On Tez

 

Rejimin Niteliğine Dair On Tez 

Fikret Başkaya 

1.     

1- Türkiye’de ortalama bilinç, köşeli, bağnaz bir resmî tarih ve resmî ideoloji tarafından ‘iğdişleştirilmiş’, dumura uğratılmış bir bilinçtir. Resmî tarih, yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya dayanan bir tarih versiyonudur. Fakat, resmî tarih, kendi başına bir amaç değildir. Resmî ideolojinin hammaddesidir. Şeylerin gerçeğine nüfûz etmeyi zorlaştıran bir şey de Avrupa-merkezcilik, veya Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma denilendir Avrupa-merkezli yabancılaşma, eğitimli kesimlerin kendi gerçekliklerine kendi gözleriyle bakmalarını zorlaştırıyor… Oysa, “önemli olan nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır” denmiştir…

2.     Türkiye’de Eski Rejim ve onun geleneksel ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşma hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Başka türlü söylersek, gerçek bir bilinç devrimi, modernite devrimi yaşanmamıştır… Padişahın kulunun (tabasının) bir türlü Cumhuriyetin yurttaşı olamamasının asıl nedeni budur... Yoğun ve ısrarlı modernlik, ilericilik, çağdaşlık söylemi, gerçek durumu gizlemeyi kolaylaştırıyor…

3.     Türkiye’deki rejim, Anadolu’nun otokton halklarının [Ermeniler, Rumlar, Pontus Rumları, Asuriler, Keldaniler…) tafiyesi üzerine inşa edilmiştir. Bu niteliğinden ötürü rejimin kendi kirli geçmişiyle hesaplaşması mümkün değildir… Başlarda Müslüman oldukları için Kürtler kırıma uğratılmamıştır. Asimile edilebilir oldukları düşünülmüştür ama, öyle bir şeyin mümkün olmadığı anlaşılınca Kürtleri adam etme yoluna gidilmiştir… Geride kalan yüz yılda Kürtlere yönelik, katliamlar, baskı, şiddet, devlet terörü, siyasi cinayetlerin hızı hiç kesilmedi… Bugün de ‘garp cephesinde yeni bir şey yok’…

 4.     Bu, fıtraten ırkçı bir rejimdir. Rejimin muteber saydığı insan: Türk, Müslüman, Sunnî, Hanefi olandır… Onun dışındakilerin hayat hakkı yoktur. Osmanlı İmparatorluğu çöküş sürecine girince, önce bir İttihad-ı Anasır projesiyle (imparatorluk dahilindeki tüm etnik, dinî, kültürel unsurları bir arada yaşatmak anlamında), çöküşün durdurulabileceği sanılıyor… Mümkün olmadığı görülünce II. Abdül Hamid, İttihad-ı İslam projesini (Tüm Müslüman unsurları bir arada yaşatma) gündeme getiriyor. Onun da imkânsızlığı anlaşılınca, İttihatçılar, Türk ırkına dayalı bir devlet projesini ‘başarıyla’ hayata geçiriyorlar. Devlet, münhasıran Türk ırkına dayalı bir rejim olarak varlığını sürdürüyor.(1). Etnik temizlik, ırkçı-Turancılığın bir gereğiydi… Hiçbir rejim, hiçbir insan ‘ben ırkçıyım, faşistim demez…

15 Temmuz 2021

Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti Çöküyor

 Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti De Çöküyor 

Fikret Başkaya 

“Bu ancak şu anlama gelebilir: Oradan çıkmak için yol yok değil ama artık vakit, bugüne kadar bellediğimiz bütün eski yolları terk etme vaktidir”. Aimé Césaire 

“Eski dünya ölüyor, yenisi ise ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor”.Antonio Gramsci

 Kapitalizm krizlerle yol alabilen bir sistem. Krizler arızi, beklenmedik bir şey değil, sistemin mantığına ve işleyişine içkin… Kapitalizmin tarihi, devresel ve ‘yapısal krizlerin’ de tarihidir. Fakat şimdilerde durum farklı… Artık söz konusu olan, geçmişte yaşanan krizlerden biri daha değil. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir; zira kriz, normal ‘denge durumundan’ bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de ima eder… Çöküş ise geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak… 

Birincisi, yeni durumda artık ‘kriz’ şu veya bu sektörü ya da veçheyi angaje etmiyor. Aynı zamanda ekonomik, finansal, ticari vb. toplumsal yaşamın tüm veçhelerini girdabına almış durumda… İkincisi; sadece şu veya bu ülkeyi ilgilendirmiyor, küresel bir nitelik taşıyor. Üçüncüsü; sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, ekolojik, iklimsel,politik, etik kriz söz konusu…Bunun anlamı, hastalığın tüm bünyeyi sarmasıdır…Gramsci’nin organik kriz, Samir Amin’in bunak kapitalizm dediği durum… Gerçek durum böyle ama burjuva akıl hocaları, aracın hâlâ aynı rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyor… 

İkinci emperyalistlerarası savaş (1945) sonrasında, hâkim politik yönetim modeli ‘parlamenter demokrasi’ veya ‘temsili demokrasiydi… Sağ ve sol partilerin etkili olduğu bir politik yaşam geçerliydi. Savaş sonrasının sınıfsal güç dengeleri, başta işçi sınıfı olmak üzere, bir bütün olarak ezilen ve sömürülen kesimlerin pazarlık gücünü artırmış, önemli kazanımlar sağlanmıştı… Döneme ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ damgasını vurmuştu… Liberal-muhafazakâr partiler de ‘sosyal devlete’ uyumlanmışlardı - aslında uyumlanmak zorunda kalmışlardı. İktidardaki partinin adından bağımsız olarak, az-çok benzer ekonomik ve sosyal programlar söz konusuydu. 

17 Nisan 2021

"Gönüllü Yetingen" Başkaya İle Söyleşi

 

Fikret Başkaya: “Bilinç devrimine, etik ve entelektüel bir yenilenmeye ihtiyaç var”.

Serdar Kırımlı

Gönüllü yetingenlik tercihi yapmış, yıllardan beri öyle yaşayan biri olarak…” diyorsunuz. Gönüllü yetingenlikten ne anlamalıyız?

Azla yetinmek, insan refahının ve mutluluğun daha çok şey sahip olmaktan geçmediğini bilmek. Neyin gerçekten ihtiyaç olduğuna kendin karar vermek. Abuk-subuk şeylere sahip olmak için didinip durmamak. Tüketim saçmalığından uzak durmak. Reklamların nasıl rezil bir şey olduğunu bilmek… Tüketim yarışında başkalarını geçmeye değil, kendini aşmaya çalışmak… Çok şeye sahip olmak değil, olabildiğince az şeye ihtiyaç duymak… Sokrates bir pazarın içenden geçmiş, geriye dönüp bakmış, “ihtiyacım olmayan onca şey” demiş…

Bildiğim kadarıyla arabanız yok.

Benim durumumda biri için bir araba sahibi olmanın hiçbir mantıkî gerekçesi olamaz. Araba  ancak yaptığın işin, mesleğinin bir gereğiyse edinilecek bir şeydir. Benim gibi Ankara’da yaşayan biri için çok sayıda ulaşım seçeneği var: Metro var, otobüs var, halk otobüsü var, banliyö treni var, dolmuş var, taksi var… Duruma göre bunlardan birini kullanırsın. Araba edinmek için önemli bir para gerekir, yakıtı var, vergisi var, sigortası var… Araba almak buzdolabı almaya benzemez… Kaldı ki, arabanın genel ulaşım aracı olmasına, yaygın kullanımına ilkesel olarak karşıyım… Ettiği sevap, ürküttüğü kurbağaya değmiyor… Temel ulaşım aracı ‘toplu taşıma’ olmalıdır… Arabanın (otomobilin) topluma ve doğaya verdiği zararlar saymakla bitmez…

Bir zamanlar cep telefonunuz da yoktu. Hala yok mu?

Birkaç yıl önce bir devlet dairesine işim düşmüştü. Memur cep telefonumu sordu. Söyledim. “Bu olmaz, cep telefonu numarası lâzım” dedi… Anladım ki, cep telefonu zorunlu ihtiyaç haline gelmiş… Ben de 90 liraya ‘akılsız’ bir cep telefonu aldım. Şu anda cep telefonum var…  

09 Nisan 2021

Müesses Nizamın Muhalefeti

 

Müesses nizamın muhalefeti…

 

Fikret Başkaya

 

Savaş Barıştır, Özgürlük

Köleliktir, Cahillik Güçtür                                                     G. Orwell 

Türkiye’de demokrasi pratiğinin hiçbir zaman reel bir karşılığı olmadı. Kitlelerin politik alanda etkili olmasına izin verilmedi. Her ne kadar TBMM’nin genel kurul salonu duvarında  “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dense de, çok sayıda ‘kayıt ve şartla’ egemenlik halkın elinden alındı… Rejimin adı ‘cumhuriyet’ olarak değiştirildi diye şeylerin seyrinin de değişmesi gerekmiyordu… Bir cumhuriyet rejimindekitlelerin iradesinin reel bir karşılığı vardır. Olması gerekir. Aslında bizde ‘cumhuriyet’, bundan sonra padişah olmayacağın karşılığıydı. Padişah yoksa cumhuriyettir demeye geliyordu. Rejim mefhum-u muhalifinden giderek tanımlanıyordu. Kaldı ki, cumhuriyet, halkın gıyabında ilan edilmişti. Tipik bir darbe söz konusuydu… Öyle olduğunu görmek için resmi tarihe, resmî ideolojiye dair biraz kafa yormak gerekirdi… İlkokuldan üniversiteye, oradan askerliğe kadar, genç nesiller öyle bir bağnaz resmî ideoloji ve resmi tarih ‘rahle-i tedrisinden’ geçiriliyor ki, insanların düşünme yeteneği dumura uğruyor… Bir de zihinleri resmî ideoloji tarafından köreltilmiş olanlara ‘aydın’ deniyor… Esasen Türkiye bir ‘aydınlar ülkesidir’… Aydın sayılmak için bir diploma yeterli koşuldur… 

05 Mart 2021

Diplomalı Burjuvaların İhaneti

 

Diplomalı Burjuvaların İhaneti 

Fikret Başkaya 

Francis Bacon’a atfen ‘bigi güçtür, bilgi iktidardır’ denir. Esasen paraya ve iktidara giden yol, bilgiye sahip olmaktan geçiyor. Bilgiye sahip olan hem paraya ve hem de güce -iktidara- sahip olabiliyor… Başka türlü söylersek, bu ikisi arasında bir geçirgenlik var… Sınıflı toplumların tarihi bilgi sahibi, dolayısıyla güç ve iktidar sahibi olanların da tarihidir… İlkel toplumun ‘büyücüsü’, Firavun’un rüya yorumcusu, Feodal dönemin Yüksek Klerjesi (ruhban sınıfı) Çin’in eğitimli memurları olan mandarinler, Osmanlının Uleması, kapitalist çağın diplomalıları, vb.hep dönemlerinin yönetici elitlerini oluşturdular. Bizde kapitalist gelişmeyle (yarı-sömürgeleşmeyle densin) Osmanlının uleması önce münevver, Cumhuriyet sonrasında da aydın oldu (sayıldı)ki, ülkenin kaderi onlardan soruluyor… 

Kapitalizm öncesi çağlarda eğitimli kesim hep küçük bir azınlıktı. Kapitalizmle birlikte ve zamanla, okulların, üniversitelerin kapıları görece mütevazı toplum kesimlerine de açıldı ama bu durum şeylerin seyri üzerinde pek etkili olamadı. Yeksek düzeyde eğitimli olanların prestiji, itibarı her zaman büyüktü… Tarih de eğitimli, diplomalı uzmanlar tarafından yazıldığı için, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek zorlaştı… Sömürü düzenini, yeniden ve yeniden üreten bizde aydın denilen diplomalıların aslında neyin, kimin hizmetinde oldukları, yapıp-ettiklerinin kimin için ne anlama geldiği pek sorun edilmiyor. Oysa, bu durumun tartışma konusu yapılması, bilince çıkarılması hayatî önem taşıyor. Zira, söz konusu kesimher zaman, kendini ilericiliğin, modernliğin timsali olarak sunmayı başarıyor.