Zenginlik, yoksulluk ve özel
mülkiyete dair [I]
Fikret Başkaya
Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli
artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin
sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk
çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu
zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle
mücadele” diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira
zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır... Tabu söz
konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez,
almaya cesaret etmez... “Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok” denecektir... Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari
ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket
patronunun veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar
neden sorun edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici”
kişi, saatte 2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent
kazanıyor... Hesap ortada... Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir
düşünün... Ve bir tek kişinin 74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada
1 milyar insanın açlıkla cebelleşmesine şaşmak niye? Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum
sanıldığı kadar karmaşık değil!
Mâlûm, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır. Bu,
bir kelimenin veya kavramın, başka bir kelime veya kavrama gönderme yaparak
varlık kazanmasıdır. İşte zenginlik ve yoksulluk
kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz.
Efendi ve köle, zâlim ve mazlûm, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk,
vb. kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti
durumunda, çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini varsayar,
ona gönderme yapar veya imâ eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve
yoksullukla ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir.
İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk
vardır. Öyleyse yoksulluğu gerçekten sorun eden birinin çözümü nerede bulacağı
bellidir. Eğer zengin olmasaydı yoksul da olmazdı...
O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir.
Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor?
Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey
olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer
insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“
sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat
olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya
aykırı kapitalist sistem de geçerli olmazdı.
Doğal yaşam tehdit altında olmazdı... Demek ki, insanlığın ve uygarlığın
şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde, üretmek ve yaşamak için
gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara küçük
bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü ifade
edersek, bu günkü kepazelik bir sapmanın
sonucu... Herkese ait olması gerekenin, herkesin ortak kullanımına sunulması
gerekenin, küçük bir azınlık tarafından gasbedilmesi de hukuk sistemiyle korunup,
sürekliliği sağlanıyor... Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam
araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması,
hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne
mantıklıdır, ne de mabûl edilebilir bir şeydir... O zaman geçerli hukuk
sisteminin aslında neyi ifade ettiğini de tartışma gündemine getirmek
gerekecektir. Hukukla ilgili tartışmayı şimdilik başka zamana bırakarak, asıl
konumuza dönelim ama geçerken şu “hukuk” denilenin hukukçulara, “konunun uzmanlarına”
bırakılmaması gereken bir şey olduğunu da hatırlatarak...
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir
şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı
başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren
sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma
getirdiler, herşeyin sahibi oldular, herşeye hükmeder duruma geldiler. Sadece
birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir
kralın, hükümdarın, prensin, sultanın, hanın... kulları, köleleri, tebaları
durumuna geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu
güçlü olanın şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına
el koyması demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu
ama bir meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette... Bu amaçla ideolojik
kölelik veya gönüllü kulluk devreye sokuluyordu... Geçerli durumun “Tanrı’nın
arzusu olduğu, efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi
yerleştiriliyordu.
Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki
zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin
sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm
düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm
ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle birlikte ortaya
çıkan burjuva düzeni, Eski'nin mirasçısıydı, önceki dönemde atılmış temeller
üzerinde yükselmişti... Fakat, yeni sistemin paraya dayanması, zora, kaba
kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu, zira, para parayı
çekiyor... Parası olan her seferinde daha çoğuna sahip oluyor, sürecin her
ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor, zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor.
Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı olmayan, özgürlük, demokrasi, insan
hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma yoluna gidiliyor. Özü itibariyle
anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm geçerliyken, adaletten, barıştan,
özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Herkesi herkese düşman etmeye göre
kurgulanmış, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür?
Eğer gerçekten barış amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa
da eşitliğin amaçlanması gerekir. Her
kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten söz
etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Kapitalizm geçerliyken özgürlük,
sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler
sınıfının özgürlüğüdür...
Özel mülkiyetin yüceltilmesinin, kutsanmasının ve
dayatılmasının gerisinde Batı burjuva düşüncesinde içkin [ mündemiç] bir
anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve Yahudi- Hrıstiyan [
Judeo-Chretien] ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski Ahit de: “Tanrı
insanı kendi suretinde yarattı... "Verimli olun, çoğalın" dedi,
"Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki
kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. [Eski Ahit
[Tevrat]. 27-28. ayetler]. Dikkat edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın,
varolun” denmiyor, kendi dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor... O halde
herkese ait olanın özel mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/
dayatıldı? Bu işin de bujuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli
teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke
tarafından kotarıldığı anlaşıyıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the True
Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil
Government, [1690, chapter 5 ] adlı
eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir kısmının özel kullanıma,
özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının kullanımdan dışlanmasının
gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor. Eğer, diyor John Locke, “
Toprak ve tüm aşağı yaratıklar Tanrı tarafından tüm insanlara bahşedilmişse,
her insanın da kendine ait olması gerekir”.... Eğer doğanın ürünlerine bir emek
harcanarak sahip olunuyorsa, emek ona bir ilave yapıyorsa, kendi emeğiyle elde
edilenden başkalarının hak iddia etmeye hakkı yoktur...” diyor. Bu durumda
bireysel sahiplenme [mülkiyet| dışında kalan da başkalarına ait olacaktır...
Oysa birilerinin ortak olanı sahiplenip/kullanması, başkalarının her türlü
mülkiyetten dışlanması demeye gelir. Eğer özel sahiplenme [mülkiyet] doğanın kaynağını ve geçmişin mirasını yok
ederse, başkalarına ne kalacaktır? Aslında İngiltere'de ve İskoçya'da ortak
kullamın konusu olan toprakların özel mülke dönüştürülmesi, toprak lordu kapitalistler
tarafından gasbedilmesi, Locke’dan önce başlamıştı, vahşi özelleştirme dalgası
ondan sonra da devam etti... Döneme köylü isyanları ve komünist hareketler [
komünist “Diggers” hareketi gibi] damgasını vurmuştu. Artık geçerli burjuva
anlayış, ortak kullanım konusu olan şeyleri değersiz sayıyordu. Bir şeyin
değerli olmasının koşulu, o şeyin özel mülkiyet konusu yapılmasıydı...
Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait
olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip
olmayı da hak ediyor...’diyor
İngilizcede işlenmeyen toprak, telef edilmiş toprak [waste land]
sayılıyor ve Locke oradan hareketle de özel mülkiyeti meşrulaştırıyor. Ve
baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin gerçek değerini lâyıkıyla
tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap edersek, emeğe ve doğaya ait
olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu görürüz...” Daha sonra faizin
devreye girmesi ve kapitalist sürecin olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi”
süreci de hızlanıp derinleşecek, her şey çığırından çıkacaktı...
Elbette bu tür bir
mantık ve düşünce sistemi geçerli olunca, özel mülkiyetin
meşrulaştırılması, kutsanması, yüceltilmesinde şaşılacak bir şey de olmazdı. O
zaman nasıl olup da bir şarkıcının 2 saatte 80 bin TL “kazandığı” da sorun
edilmezdi... Çünkü bu parayı emeğinin karşılığı olarak kazanmıştır... öyle
ya... Aslında şarkıcının ‘kazandığını’ sandığı ve lüks harcamalarda kullandığı
para, gerçekten bir emek harcanarak yaratılmıştır ama bunda şarkıcının dahli
son derecede önemsizdir. Asıl emeği harcayan işçilerdir ve şarkıcıya ‘yeteneği’
karşılığında transfer edilen emek sömürüsünün sonucu olandır. Mafyanın el
koyduğu için de aynı şey söz konusudur ve emek sömürüsü sonucu yaratılan ve
kapitalist sınıf tarafından el konulan değerin mafya tarafından hileye ve
şiddete başvurularak el konulan kısmıdır, yani bir transfer söz konusudur.
Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia ettiği gibi mülkiyet
nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi dayanır? Ya da böyle bir şey
mümkün müdür? Eğer bu mümkün olsaydı, âdil sayılabilir miydi? Farzedelim ki, son derece yetenekli, akıllı,
becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans
eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması
imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne
kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b.
avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir.
Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını
pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki
ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir... Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir
şekilde yetiştirebilir... Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden
örtünecek bir şeyler yapabilir... Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine,
eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir... Daha
fazlasını yapması pek mümkün değildir... Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya
finans grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi... Belki istediği her
şeye... Demek ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka
faktörlere bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından,
becerisinden neşet eden bir şey değil... Başka türlü ifade edersek, emeğin
hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.
Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın
katkısı; 2. Geçmiş nesillerin mirası
olan bilgi, beceri teknik yetenek, alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan
neslin gerçekleştirdiği işbirliği [sosyal emek]... İşte bu gün emek
verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin gerisinde esas itibariyle bu üçü
bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal edilebilir değilse de son
derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak ürün doğanın, geçmiş ve
mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür ediyor. Eğer öyleyse,
herkese ait olması gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi,
sahiplenilmesi, özel mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru,
dolayısıyla kabul edilebilir değildir... Lâkin hukuka uygundur... Yasaldır...
En zengin Amerikalı Bill Gates’in 59 milyar dolar serveti olduğu biliniyor.
Yukarıda saydığımız üç unsur dikkate alınsaydı, Bill Gates’in sahip olması
gereken en çok ne kadar olabilirdi dersiniz? Bu gün sahip olduğunun kaç
milyonda birini hak ederdi? Elbette ortak zenginliğin özel kişiler
[kapitalistler ve çevresi] tarafından bu şekilde ele geçirilmesi, özel mülk
durumuna getirilmesi, lüks tüketimle yok edilmesi, sadece insânî, sosyal,
politik olumsuzluklar ve kötülükler ortaya çıkırmakla kalmıyor, doğa
tahribatına, ekolojik bozulmaya, velhasıl yaşamın temelinin aşınmasına da neden
oluyor. Bu temel dengesizlik ve eşitsizlik, bir dizi tehlikeli dengesizliğe de
kaynaklık ediyor. Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir
dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel
mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü olan
servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi tarafından
yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek ve etikten,
insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz edilecek...
Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana kadar inanabilir?
Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir
refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma
tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler
tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip olunması
durumudur... Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı kalmıştır. Bu
bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan ayrımının yapılması
önemlidir. Sahip olma dürtüsü de , farklı olma isteğinden bağımsız değildir.
İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı bir mârifet
sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi olmama”
bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor...
Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye
sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç
verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve;
3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü
çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal
servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını
oluşturuyorlar. Bilindiği gibi gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi
sınıflardan ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin
yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar,
eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim
araçlarının ve yaşam araçlarının özel
mülkiyetine sahip olmaları, mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi
sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el
koymalarına imkân veriyor.
Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışlığının da aşılması
gerekir: Birincisi, mülkiyetten söz
edildiğinde bir kere özel mülkiyet kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için
gerekli olan üretim ve tüketim araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip
olmakla o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet
başkasının emeğini sömürmeye, başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân
veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı
mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet
değildir...
İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı
olanın özel şahışlar tarafından sahiplenmesini haklı gösterecek hiç bir haklı
ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan,
‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya
girmek için de hiç bir engel yoktur...
Zaten özel mülkiyetin gerekliliği ve vazgeçilmezliğine dair
ileri sürülen bildik argümanların hiçbir bir inandırıcılığı yoktur. Gelecek
yazıda özel mülkiyetin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair tartışmayı
sürdürebiliriz...
* http://www.ozguruniversite.org