27 Aralık 2020

“Modern Türkiye” Cumhuriyeti Bir Siyonist Proje!

 

“Modern Türkiye” Cumhuriyeti Bir Siyonist Proje!

Atalay Girgin*

Başlıktaki iddia bana ait değil! Keza bu yazının başlığına neden olan, “Modern Türkiye, Siyonist ‘Gizli Dünya Derin Devleti’nin bir projesi olarak kuruldu1” yargısı da bana ait değil.

Peki; bu söz ve bu sözün bildirdiği hüküm kime ait? Dahası bu bilginin kaynağı ve bu bilginin doğruluk değeri ne? Yani bu bilgi yanlış mı, yoksa doğru mu?

Bu bilginin doğruluk değeri ve kaynağına ilişkin asıl tartışmayı Sinan Meydan, İlber Ortaylı, vb gibi tarihçilere bırakıp, şimdilik yeri geldikçe soran, sorgulayan sorular sorarak devam edelim:

Sözün Sahibi Kim?

Dinsel temelli ve saplantılı, yanılsamalı siyasal ve ideolojik kabullerle bilinci sakatlanmış ve bunlar ekseninde tarihsel ve güncel toplumsal gerçekliği anlamlandırmaya çalışan her insan gibi, yukarıda alıntıladığımız sözün sahibi de bu kabulleri doğrultusunda bir hüküm kuruyor. Toplumsal gerçekliğin farklı veçhelerini bütünsel olarak değerlendirmek ve bu değerlendirmenin gerçekliğe uygun olup olmadığını sorgulamak yerine, yalnızca vaaz eyliyor.

Kabullerinin doğruluğu yanlışlığı, gerçekliğe uygunluğu ya da aykırılığına dair herhangi bir kuşku taşımıyor. Kendisinden çok emin! Hatta öylesine emin ki verdiği hükme referans kabul ettiği kaynaklarda (bu kaynaklar hangileriyse artık) yazılmış olan bilgileri de iman etmişçesine tartışılmaz, sorgulanmaz ya da yadsınmaz bir doğru kabul ediyor olmalı ki “Modern Türkiye” Cumhuriyeti’ni, “Batının”, yani ona göre “Siyonist ‘Dünya derin devleti’nin”, “200 yıl uğraşarak kurduğu bu proje devlet” diye niteliyor.

Ancak kurduğu hükmün en azından bir kaynak gerektirdiğini unutacak kadar da şirazeden çıkmadığı için, daha baştan, böylesi bir sorumluluktan kurnazca sıyrılma manevrasıyla şöyle diyor: Bilen bilir, bilmeyen de araştırınca görür!

MEB’e Yakışan Bir Müdür

Zekâ küpü mübarek! Bunları söyleyen ve yazan kişi, en azından bir dönem öğretmenlik yapmış olmalı ki sonra da Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir Milli Eğitim Müdürlüğü’nde şube müdürü olarak taltif edilmiş bir zat-ı muhterem! Gerçi MEB’de aynı anlayışa sahip olanların sürüsüne bereket!

Bundan dolayı, adını yazmıyorum. Adını yazıp da birbirine benzer onca zerzevat içinde yalnızca bu zavallı adamcağızın günah keçisi kılınmasına vesile olmak istemem doğrusu. Zaten eğer isteseler Milli Eğitim Bakanı’ndan Teftiş Kurulu Başkanı’na, valisinden İl Milli Eğitim Müdürü’ne, o da olmadı İlçe Milli Eğitim Müdürü’ne kadar ilgili ve yetkili zevat, hemen bulur bu zat-ı muhteremi. Ve sonra da gereğini yapar. Elbette kendileri de onun gibi düşünmüyor ve inanmıyorlarsa… Şu ana kadar yapmadıklarına göre buna da kocaman bir mim koymak gerek aslında…

Bu zat, öylesine zat-ı muhterem biri ki “Modern Türkiye, Siyonist ‘Gizli Dünya Derin Devleti’nin bir projesi olarak kuruldu” yargısını kayıtsız kuyutsuz verebilecek kadar derin ve engin bir tarih bilgisine sahip!  Yakın tarihi yeni baştan yazdırabilecek kadar kesin bir yargı bildiren böylesine değerli biri MEB’e yakışır elbette! Hatta daha ötesine de! (Kim bilir ki belki de bu yazıdan sonra ötesine erişen kapılar da açılır birbiri ardına…)

Ancak MEB’e yakışırsa da aklın ve bilimin aydınlığında bir eğitim öğretim yapma iddiasındaki herhangi bir kurum ve kuruluşa yakışmaz. Peki; neden?

Bilgi Nedir? Doğru Bilgi Nedir?

“Neden” sorusunun yanıtını, bilginin ve doğru bilginin ne olduğundan hareketle vermek daha uygun olur. Çünkü yanıt aşağıdaki açıklamalarda saklı… Biliyorum; bu doğrudan genelde felsefeye, özelde ise bilgi felsefesine dalmayı gerektiriyor. Ama biz yine de felsefi terminolojiye bulaşmadan bu konuya kısaca değinerek sürdürelim yazıyı.

Bilgi, Özne ve Nesne

En genel ve en kısa haliyle belirtecek olursak; bilgi, özne ile nesne arasındaki ilişkinin sonucunda ortaya çıkan bir üründür. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, her bilgi, düşsel/düşünsel ya da gerçek bir nesneye dayanır. Nesne ise düşünmemizin, bilme eylemimizin ve bilgimizin konusu olan, hakkında bilgi ortaya konulabilen her şeydir. Buradan hareketle de her bilgi, genelde varlığa, özelde ise nesneye, nesnelere ilişkindir.

Düşsel/Düşünsel Nesne ve Bilgi

Salt düşsel/düşünsel nesnelere ilişkin ileri sürülen bilgilere “inanıyorum” ya da “inanmıyorum” demek mümkündür. Hatta, eğer ki “Bilinemez” yanıtını saymazsak, bu ikisinin dışında başka bir seçenek de söz konusu değildir. Çünkü bunlar ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir. Bundan dolayı yalnızca inanç konusudur.

İnanç konusu bilgilerin ise yanılsamalı bilinç halleri yaratmaktan daha öte, doğru ya da yanlış herhangi bir değeri ve hükmü de yoktur. Elbette insanlık tarihini dikkate aldığımızda, bu yanılsamalı bilinç halleri eşliğinde gerçekleştirilmiş savaşlar, kıyımlar, katliamlar, işkenceler ve zulümler tarihini saymazsak…

İnanma ya da inanmama ise inananların ya da inanmayanların sayısı ne olursa olsun, herhangi bir bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının güvencesi ve teminatı değildir. Keza bu durum, o bilginin konusu olan nesnenin varlığı ya da yokluğuna da delalet etmez.

Örneğin; Güneş ne doğar ne de batar. Dünya döner; hem kendi yörüngesinde hem de Güneşin çevresinde. Gelmiş geçmiş insanların inandıkları gibi hâlâ yaşayan milyarlarca insanın da Güneşin doğduğu ve battığına inanıyor olması, Güneşin doğmadığı ve batmadığı gerçeğini değiştirmez. Keza milyarlarca insan aksine inanıyor olsa bile buna dayanan bilginin doğruluğunu da değiştirmez bu...

Gerçek Nesneler ve Bilgi

Buradan hareketle, gerçek nesnelere; yani var olmak için insanın düşünmesine muhtaç olmayan, insan zihninden bağımsız olarak, zamanda ve mekânda var olan ve sürekli değişen nesnelere ilişkin bilgiler ise inanma/inanmama konusu değildir.

Aksine bu türden bilgiler, tarihsel ya da güncel anlamda belli bir doğal ve toplumsal gerçekliğin ürünüdürler. Ancak olgusal olarak ve dayandığı olguya bağlı olarak doğrulanabilir ya da yanlışlanabilirler. Tıpkı; Güneşin doğma ve batma, Dünyanın da dönme olgusu gibi… Dolayısıyla doğru bilgi, olgular, olaylar ve gerçek nesneler söz konusu olduğunda, nesnesine uygun olan bilgidir.

Hiçbir Kitapta Gerçek Yoktur

Yazı konumuz bağlamında, kaynaklar, yani kitaplar söz konusu olduğunda ise temel hareket noktası şudur: Hiçbir kitapta gerçek yoktur. Buna Tevrat, İncil ve Kuran da dâhildir.

Ve kitaplarda yalnızca bilgiler vardır. Konusuna, nesnesine ve türüne göre, kendine özgü anlatım ve söz edimlerine dayalı bilgiler… Bu kitaplarda yer alan ve aktarılan her bilgi doğru değildir. Çünkü her bilgi, özellikle de gerçek nesne, olay ve olgulara dayanan her bilgi, varlığın dününe aittir.

Düşsel/düşünsel nesne ve varlıklara, yani salt insan zihninin ürettiği nesnelere ilişkin bilgiler ise ya yalnızca inanma, inanmama konusudur ya da yalnızca kabullere dayalı biçimsel doğruluk değerine sahip bilgilerdir.

Sözün Özü: Yukarıda yer alan önermeleri bilmeden, anlamadan ve daha da önemlisi düşünüş, söyleyiş ve eyleyişine yön veren bir bilinç hali kılmadan, herhangi bir kişi MEB’e yakışan birisi olabilir. Lakin aklın ve bilimin aydınlığında eğitim öğretim yapma iddiasındaki herhangi bir kurum ve kuruluşa yakışan biri olamaz! Varın ötesini siz anlayın, siz hesaplayın artık!

Bu kısanın da kısası genel açıklamalardan hareketle, MEB’in zat-ı muhtereminin söylediklerine dönebiliriz artık.

Ağzında Graham Fuller Hediyesi “YeniTürkiye” Sakızı

Bir yandan “Modern Türkiye, Siyonist ‘Gizli Dünya Derin Devleti’nin bir projesi olarak kuruldu” diyen, MEB’in bu güzide ve seçkin zat-ı muhteremi, diğer yandan da geviş getirircesine, Graham Fuller’in formüle edip, bir hediye kabilinden ağızlarına tutuşturduğu sakızı çiğniyor.

Ve onun hesabına göre, yaklaşık 1817 yılından başlayan ve “Siyonist ‘Dünya Derin Devleti’nin” 200 yıllık geçmişe sahip bir projesi olarak kurulan “Modern Türkiye”’nin 2017 yılında yıkılacağı ve aynı yıl ‘bağımsız milli devlet’in kurulacağı müjdeleniyor. Yani Graham Fuller’in formüle ettiği “Yeni Türkiye”nin…

Lakin tarihsel ve güncel anlamıyla toplumsal gerçekliği farklı veçheleriyle olabildiğince bütünsel olarak değerlendirmek yerine, bulunduğu kuyunun dibinden ve kendinden geçercesine bir zafer sarhoşluğu içinde vaaz eylemeyi seçen bu zat-ı muhterem, gözlerinin önünde olup bitenleri ya görmüyor ya da bile isteye görmezlikten geliyor.

Örneğin; kimin, İsrail’in güvenliğini önceleyerek tasarlanan Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olduğunu ilan ederek ortalıkta arz-ı endam eylediğinden; kimin boynuna, Amerikan Yahudi Kongresi’nce “Üstün hizmet ve cesaret madalyası” takıldığından zerrece söz etmiyor. Bilmiyor, duymuyor ve görmüyor.

Ama, düşünsel olarak yerleştiği kuyunun dibinden, “Modern Türkiye”nin,  “Siyonist ‘Gizli Dünya Derin Devleti’nin bir projesi olarak kuruldu”ğuna hükmediyor. Hatta bununla da yetinmiyor ve onu yıkmaktan söz ediyor (ki bu konuda “Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde2” ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin Adı KaldıYadigâr3” başlıklı yazılarda ne olup bittiğini anlatmıştım aslında…).

Ve bu zat, kendi hesabına göre, üç buçuk yıldır zafer kazanmış muzaffer bir komutan edasıyla koltuğunda oturuyor. Çünkü MEB’e yakışıyor! Lakin acı olan şudur ki, Türkiye’de eğitim ve bu toplumun çocukları bunlara emanet! Ne yazık ki bunlara emanet!

“Ne yazık ki” diyorum ama bir yandan da içten içe sevinmiyor değilim ha!

Peki; acaba neden, içten içe seviniyorum?  



* Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece: http://atalaygirgin.blogspot.com

Hiç yorum yok: