Türkiye
Cumhuriyeti’nin Adı Kaldı Yadigâr
Atalay
Girgin*
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan’ın “Bu ülkenin ne 29 Ekim’i, ne 23 Nisan’ı, ne 30 Ağustos’u ne de 10 Kasım’ı her sene uydurma bahanelerle yok sayılarak, yok edilemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini zenginleştirmek, derinleştirmek, geçmişiyle kavuşturmak mümkündür; ama hepten silmeye kalkan duvara çarpar; NOKTA!” diyen tweetindeki sözlerle karşılaşınca anımsadım.
Yıllar önce, “Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde”1 başlığıyla kaleme aldığım makalenin daha giriş paragrafında şöyle yazmıştım: “Son kalesinde olan “Türkiye Cumhuriyeti” değil. Çünkü o, bugüne dek ne denli ilan edilmemiş olursa olsun, siyaset ontolojisi açısından çoktan miadını doldurmuştur.”
Önce
Paradigma İflas Etti
Bu satırlardan çok daha önce de Fikret Başkaya, “Paradigmanın İflası”nı anlatmıştı, aynı adı taşıyan kitabında. Lakin paradigması iflas etse de bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal yapısı, siyasal iktidarlarca gerçekleştirilen birçok alandaki aşınmaya; “Küçük Amerika” olma hülyası peşinde kurulan uluslararası ilişkilere; ekonomik, siyasi, askeri, hatta eğitim alanında yapılan açık (“açık” dediğime bakmayın bunlar genellikle halka açıklanmaz ya da nabza şerbet maddelerinden söz edilir) ve gizli anlaşmalara rağmen, kör topal da olsa iki binli yıllara dek varlığını sürdürmüştü.
Elbette
bu biçimsel bir varlık haliydi. Çünkü “Zarf” eskimiş püskümüş haliyle ve
üzerindeki sembollerle yerinde duruyor olsa da “İlim Yayma Cemiyeti” ve
“Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve türevleri aracılığıyla devşirilenler ve
onların devşirip yetiştirdikleri ve her kuruma yerleştirdikleri her soydan, her
boydan, her mezhepten ve cenahtan kadrolar sayesinde 1948’ten itibaren adım
adım “mazruf” çoktan değiştirilmişti. Bu süreçte derin uykuya dalanlar ya da
olup bitenlere, hangi saik ve gerekçeyle olursa olsun şu ya da bu biçimde
destek ve ortak olanlar farkına varmasalar da vakit gelip çatmıştı. Sıra zarfı
da mazrufa uygun kılmaya gelmişti ve artık iş bu safhanın tamamlanmasındaydı.
İsim Babası ve Kılavuz Graham E.
Fuller
“Birinci
cumhuriyetçiler ikinci cumhuriyetçiler” curcunasıyla başlatılan sürecin ilk
finalini “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabıyla CİA’nın önemli
‘analist’lerinden, malum zerzevatların makbul ve sevgili kanaat önderi Graham
E. Fuller yapıverdi. Kitap hemen Türkçe’ye çevrilip, gecikmeye mahal vermeden
TİMAŞ tarafından yayımlandı. Sufle gelmiş ve mesaj yerine ulaşmıştı. Ve kısa
bir süre sonra da hiç telaffuz bile etmeden, bilinçlerine içselleşmiş derin bir
aşağılık kompleksinin etkisiyle olsa gerek ki “şu” diye gösteremedikleri
birilerini açıkça “üst akıl” olarak niteleyerek, kendilerini alt akıl olarak
konumlandırmış olanların dilinde pelesenkleşti “Yeni Türkiye” sözü.
Tam
bir “İmam osurursa cemaat …” durumuydu. Hal böyleyken, kendini “alt akıl”
olarak konumlandırmış olan eser akıllı akl-ı evvellerin peşine takılmış, bir
nevi “alt akıl”a altlık olmuş olanlar ve ilineğin de ilineği olma yarışında
sınır tanımayanlar durur muydu hiç? Elbette durmadılar. Öyle ki Türkiye’nin
birçok yerindeki resmi bayram ve törenlerde, protokol karşısında yapılan
konuşmalarda bile “Yeni Türkiye”den söz edilir oldu. Medyadaki dolma
kalemlerden söz etmeye gerek yok…
“Yeni Türkiye” Bile Eskidi
Bu
sürecin ardı sıra düzenin muhalefet partilerinin, milletvekillerinin,
akademisyenlerin ve bilcümle toplum kesiminin gözleri önünde o denli radikal
operasyonlar, uygulamalar yapıldı ki bırakın adından ve “T.C.” sembolünden
ötesi kalmamış “Türkiye Cumhuriyet”ni, “Yeni Türkiye” bile hızla eskidi. Ne
önemi vardı ki hem egemen sınıflar için, hem onların temsilcisi olan iktidar ve
muhalefet partileri ve vekilleri için, hem de her kılıktan sivil toplum
kuruluşu, akademisyen, yazar-çizer ve bilumum besleme için kapitalist sömürü
düzeni hükmünü sürdürüyordu ya… Çarkları dönüyor, zengin daha zengin oluyordu
ya… Gerisi laf-ı güzaftı zaten.
Dolayısıyla
arada sırada basının gündemine düşen resmi tabelalarda “T.C.” yazılıp
yazılmamasına ilişkin koparılan gürültüler, olup bitenin farkında olmayarak
akıntıya kürek çeken bazı safdillerin ve oturdukları koltukları koruyarak maddi
ve manevi haz ayrıcalığını yitirmek istemeyenlerin kayıkçı kavgasından ibaretti.
Ve toplumun gazını almaktan öte bir hükmü de amacı da yoktu. Safdilleri
yatıştırmak ve büyük sürüyü gütmek, oyalamak dışında…
Öte
yandan “Türkiye Cumhuriyeti” hâlâ telaffuz edilen, resmiyette kullanılan bir
addır. Ancak bir adın varlığı, onun gerçekliğine tekabül etmez. Bir adın, bir
kavramın düşünceden, sözden ve yazıdan gitmemiş olması onun gerçekte de var
olduğu ve varlığını sürdürdüğü anlamına gelmez. Çünkü her adın, her kavramın
bir neliği vardır. Lakin, her adın, her kavramın bir gerçekliği yoktur. Tıpkı
Anka Kuşu gibi… Tıpkı Tanrı, Şeytan, Cin, Peri, vb. gibi…
Velhasıl
“Türkiye Cumhuriyeti” de paradigmasından sonra, epeyce bir zamandır
gerçekliğini yitirmiştir. Farkında olmasalar da sokaktaki insanların zihninde
ve söyleminde, yalnızca nelik düzeyinde sayıklamaya dönüşmüş bir addan
ibarettir artık. Bir de semboller, önemli gün ve haftalardan…
Bunda
şaşılacak hiçbir şey yoktur. Her yeni rejim ve onun egemenleri, yöneticileri ve
her düzeydeki temsilcileri bu nelik düzeyindeki anımsama ve sayıklamalardan
bile korkar. Bir an önce bunun önüne geçmek ve eski rejimin izlerini silmek
ister. Bazen hızlı bazen yavaş yavaş uygun fırsatı ve koşulları kollayarak,
hatta bunları hazırlayarak, eski rejimin sembollerini, önemli gün ve
haftalarını hafızalardan silmeye girişir. Elbette bunu yaparken, kendi sembol
ve günlerini de yeni nesilden başlayarak hafızalara kazımak için her olanağı
değerlendirir. Yasama ve yargıdan, eğitim ve hukuka dek aklınıza gelen her
alanda gücünün ve zamanının, bir de akıllarının yettiği her şeyi içeriğinden
biçimine dek yeniden belirler ve tanzim ederler. Yürütmeyi unuttuğumu sanmayın!
Yürütme kendilerindedir ve geri kalanların tamamı yürütme esasına göre
kurgulanmıştır zaten…
Yoksa
sizler, bu safhada olunduğunun farkında değil misiniz hâlâ? Peki; Prof. Dr.
Deniz Ülke Arıboğan bunları bilmiyor mu?
Deniz Ülke Arıboğan Daha Fazlasını
Biliyor Ama…
Elbette biliyor, hem de çok daha fazlasını…
Çünkü Türkiye’de olup biten her şey, herkes gibi, onun da gözlerinin önünde
gerçekleşti. Dahası O, düşünsel ufku ve derinliği, analiz yeteneği ve
entelektüel birikimi itibariyle adının önüne eklenen “Prof. Dr.” sıfatının
ardına sığınmaya ihtiyacı olmayan ve akademinin sınırlarına hapsedilemeyecek bir
kişidir. Aynı zamanda ünlü MİT ajanı Mahir Kaynak’ın da kızıdır. Bir biçimde
devletlûyu bilir, bir biçimde onlara ve onların diline, üslûbuna aşinadır ve ne
zaman ne şiddette, nasıl konuşulacağını da bilir elbette.
Dolayısıyla
Arıboğan’ın ‘kişisel’ olarak ‘takipçi’leri için tweetlediği mesajındaki sözleri
yukarıdaki açıklamaları dikkate alarak değerlendirmek gerek.
Buradan
hareketle; uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığı, siyaset bilimi ve siyaset
felsefesi alanındaki entelektüel birikimiyle Arıboğan’ın, hâlâ kullanılıyor
olsa da “Türkiye Cumhuriyeti” adına rağmen, “devlet”in kurumsal yapısı ve
işleyişiyle artık o “devlet” olmadığını bilmemesi mümkün değildir. İşin eski
rejimin sembollerini de toplumsal hafızadan silmeye doğru gittiğinin
farkındadır.
Tam
da bu farkındalık nedeniyle büyük harflerle “NOKTA!” diyerek birilerine mesaj
verecek kadar hiddetlenmektedir. Kim bilir ki belki de birilerine tercüman
olmaktadır. Ve muhatap ya da muhataplarının adını açıkça belirtmeden, “Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini zenginleştirmek,
derinleştirmek, geçmişiyle kavuşturmak mümkündür; ama hepten silmeye kalkan
duvara çarpar; NOKTA!” demekten kendini alıkoyamamaktadır.
Arıboğan
açıkça yazmasa da sözlerinin muhatabı bellidir. Çünkü dünden bugüne uzanan
sembollere, önemli günlere, ulusal bayram ve törenlere ilişkin tasarrufta
bulunan ve onların yerine kendi sembollerini toplumsal hafızaya kazımaya
girişen iktidardır, dahası onun sembolü ve asli sahibi haline gelen “Saray”dır.
Arıboğan da onları uyarmaktadır: “Duvara çarpar”sınız!
Peki;
bu “Duvar”, kimin duvarıdır? Kimlerin duvarıdır? Bu duvarda kimler vardır?
Hangi
duvar olmadığını ben söyleyeyim: Bu duvarın, düzenin muhalefet partilerinin ve
temsilcilerinin duvarı olmadığı aşikârdır. Onlar bıraktım duvarı, duvarcığı,
bir çit bile değildir. Çünkü onlar, “alt akla” bile altlık olanların ortaya
yuvarladıkları, incir çekirdeğine eziyet konuların peşinde bir kedi yavrusu
gibi günlerce koşuşturmaktan helak olmaktadırlar. Tıpkı Biden’ın aylar önceki
açıklamalarında olduğu gibi… Kendilerine gelir gibi olduklarında ise peşinde
koşuşturacakları yeni bir konu hazır ve nazırdır zaten. Koş babam koş!
Şimdi
dillerine pelesenk ettikleri kendilerinin bile ne olduğunu doğru dürüst ortaya
koyamadıkları bir gündemleri var: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem. Sanıyorlar
ki bu sisteme geçilince “Türkiye Cumhuriyeti” yeniden var olacak! Elbette
yanılıyorlar. Çünkü onlar farkına varmasalar da sayıklamaları eşliğinde,
kendilerine, miadı sona ermiş, kurumsal yapısı yerle yeksan eylenmiş bir
rejimin ardından yas tutturuluyor. Ve birileri de bunu kaşıyor ki yas
derinleştikçe derinleşsin ve içeride ne varsa sözle gözyaşıyla akıp gitsin! Öfke
dinsin! Geriye bir şey kalmasın! Sonra da “iyi saatte olsunlar” devreye girer, iki
aşağı üç yukarı anlaşır barışırız zaten! Her şey de unutulur gider. Uzun bir
gecenin sabahında birde bakmışsınız ki elbirliğiyle herkes aklanıp sütten
çıkmış ak kaşığa dönüvermiş! Şaşırmayın burası Türkiye! Örnekleri geçmişte de
görüldü bunun...
Peki;
semboller, milli bayram ya da anma olarak yapılan törenler beş on yıl daha
sürerse “Türkiye Cumhuriyeti” bir addan öteye geçip kurumsal yapısı ve
işleyişiyle yeniden vücut bulur mu? Elbette hayır! O vapur çoktan kalktı
limandan. Bir daha dönmez geri… Artık adı kaldı yadigâr! Dilediğinizce
sayıklayabilir, “Biz neler yaptık, neler” diye dövünebilirsiniz.
Son Söz: Her Devletin Sonu Vardır
İster
doğal olsun, isterse sosyal ve kültürel, varlığın sonsuz ve sınırsızlığı içinde
vücut bulan her tekil varlığın bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu vardır.
“Şu” diye gösterilen her devlet de dâhildir buna… Bu bağlamda ne denli
“ilelebet payidar kalacaktır” denilse de “Türkiye Cumhuriyeti”nin de varlığının
er ya da geç sona ermesi kaçınılmazdı.
Kim
bilir belki de geç de olsa uyanan birilerine zor gelen, “Türkiye Cumhuriyeti”
için bu sonun bir biçimde “tağyir, tebdil ve ilga”yla gerçekleşmiş olduğunu
düşünmeleridir. Neylersiniz ki mukadderat işte…
Ve
bu kaçınılmaz son, hâlâ birileri farkında olmasa da herkesin gözleri önünde
gerçekleşti. Herkes seyretti. Herkes anlamlandıramıyor olsa da olup biteni
herkes görüyor ve biliyordu. Fail de belliydi maktul de… Tıpkı “Kırmızı
Pazartesi”de olduğu gibi…
Peki;
var mı failden, faillerden hesap sorabilecek birileri?
* Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com
1İlgilenenler ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bittiğinin / bitirildiğinin gerekçelerini merak edenler
için yazının linki http://atalaygirgin.blogspot.com/2010/09/?m=0
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder