“EDEBİYAT
NEDİR Kİ...”
Halit
Suiçmez
“…Yazan, düşüne taşına hareket etmesi
gereken kişidir…”
Atalay Girgin’in, Dorlion Yayınlarından, 2019 yılında yayımlanan kitabından çok şey öğreniyoruz.
Önce adından başlayalım;
Kitabın adı okuyucuya
yöneltilmiş çarpıcı bir sorudur.
“Edebiyatta Felsefe”
ile başlıyor ilk bölüm.
Edebiyatın bir sanat
olarak başta felsefe olmak üzere, ekonomi politik, psikoloji, tarih, sosyoloji,
siyaset felsefesi gibi tüm toplumsal bilimlerle doğrudan ilgisi bulunmaktadır.
Yazar, düşünürlerin
insan anlayışından başlayarak, fikir ve önermelerini anlatısına edebi biçimde
içselleştirebilir.
Kurgusunda, olay
örgüsünde; kişiler ve insan ilişkileri temelinde etik kişi ve etik ilişkiler
olarak gösterebilir.
İoanna Kuçuradi’ye
göre, yazar; kişi değerlerinin ve kişilerarası ilişkilerdeki değerlerin
“neliğini”, kendisine en uygun biçimde gösterebilir.(İoanna Kuçuradi, İnsan ve
Değerleri, sf.106,1998, aktaran; Atalay Girgin, Edebiyat Nedir ki, sf,14, 2019)
Edebiyatta yazarın
felsefe ile ilişkisi elbette kavramlarla değil, sözcüklerledir.
Felsefi görüşü metnin
dokusuna yedirir, kişilerarası ilişki ve olaylarla nesneleştirip ete kemiğe
büründürür.
Bilinçli de yapılabilir
bunu veya kendiliğinden de olabilir.
Değerlerin işlenmesiyle
gösterir bu süreç kendini.
Etik ve estetiği içerir
esas olarak.
“İyi” ve “kötü”nün ne
olduğuna ilişkin sorgulamalar da buradaki etik kapsamındadır.
İnsanın eylemde
bulunarak yaptığı veya vazgeçtiği her ilişki, durum etik kapsamında
değerlendirilebilir.
Edebiyatta estetik boyut, biçim bağlamında ve nasıl anlatıldığı ile ilgilidir, etik boyut ise, neyin, niçin anlatıldığı ile ilgilidir ve kitaplardaki sorunlar, olay ve etik ilişkilerle bağlantılıdır.
Neyi,
nasıl, niçin anlattık?
Bir edebi yapıtta
bunları bulabildiğimizde zaten doğrudan felsefe ile ilgiliyiz demektir.
Çünkü felsefenin
varlık, bilgi ve değer dallarından “değer” konusunun içinde zaten etik ve
estetik doğrudan yer almaktadır.
Edebiyat yapıtları
insanlara hayatın bir başka şekilde de yaşanabileceğine ilişkin muazzam
olanaklar sunar, seçenekler gösterir.
Edebi eleştiriler ya da
değerlendirmeler, yapıtın değerini saptamalıdırlar, onun insan açısından ortaya
koyduğu sorunları, etik eylem olanaklarını bulgulamalıdırlar.
Edebiyatta felsefi
olanı anlayıp ortaya koyabilmek için onun etik(ahlaki, değer) boyutunu
netleştirip göstermek gerekir.
Atalay Girgin’in bu
yapıtında ikinci bölümde, “edebiyatın
amacı” sorgulanmaktadır.
Edebiyat; “…insan
açısından insan için bir anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliği…” olarak
ifade edilmiştir.(sf, 26)
İnsan bir “kabuller
varlığı” olarak tanımlanmıştır.
Kabuller gerçekliğe
uygun olmadığında her şey değişecektir. Kabullerin gerçeklikle ilişkisini
anlayabilmek için onları her dem sorgulamalıyız.
Genel anlamda
edebiyatın da felsefenin de bir amacı yoktur.
Burada sayın yazar’a
sorularımız bulunmaktadır;
1-
Amacı olmayan bu etkinlik alanlarından
“…bütünsel anlamda hayatı değiştirip biçimlendirmesini beklemek…” olmasa da, hayatı
değiştirip biçimlendirebilecek olan toplumsal güçlerin, ilişkilerin gelişmesine
katkı verebilecek olmalarını da bekleyemez miyiz?
Bir
zamanlar, 68 gençliği önderleri, “…biz edebiyattan geldik…” diyerek edebiyatın
gücüne vurgu yapmışlardı.
2- Sabahattin Ali, “…sanatın amacı, insanı yüceltmektir”, der, insanın daha iyi, doğru ve güzel yönde gelişmesine katkı vermek anlamında.
Bu
görüşte ifade edilen şey edebiyatın bir amacının olabileceği yönünde midir? Ya
da burada, bu noktada “hangi edebiyat?” tartışması yerinde midir?
3-
Marx, “bugüne kadar filozoflar dünyayı
sadece yorumladılar, oysa onu değiştirmek gerek” derken, felsefesinin amacına
mı vurgu yapmaktadır, yoksa politik mücadelede tarihsel maddeciliğin bir rolü
yok mudur?
4-
Felsefenin genel anlamdaki amacı, bir
şeyin “neliği” ve “gerçekliği” ni anlamak mıdır?
5- Sizin, edebiyatın neliği ve gerçekliğini anlatmaya yönelik çabanızın amacı nedir, eğer burada toplumsal bir amacınız ve dünya görüşünüz varsa- ki öyle olduğunu var saymaktayız- bu durum felsefi birikiminizde şekillenen felsefi anlyışınızdan bağımsız mıdır?
Sayfa
30’da soruyor yazar; “…edebiyat hayata bir biçim verebilir mi?”..
Biz de sayın yazar’a soruyoruz; biçim vermese de insanın ve hayatın “biçimlenmesinde” katkısı olamaz mı?
Yine
aynı sayfada, Ömer Türkeş’in;“yayımlanan roman sayısının çokluğuna rağmen,
niteliğin çok geride kalması” saptaması yerindedir.
Bu konuyu “Türkiye’de
yazar üretkenliği” bağlamında da tartışabiliriz.
Yine Atalay Girgin’in
alıntıladığı ve Ömer Türkeş’in yazısında belirttiği, “…her şeyin meşru sayıldığı
bir dünya, aslında değerlerin önemsizleştiği ve anlamın yittiği bir dünyadır.
Böyle bir dünyada edebiyattan hayata bir biçim vermesini bekleyemeyiz” (sayfa
31)
Demek ki “hangi
edebiyat” sorusunu ısrarla sorup tartışmalıyız.
Her şeyi meşru sayan, anlamı
yitiren bir edebiyat, post modern edebiyat mı, bu edebiyat bırakın hayata biçim
vermeyi, yaşamı daha da biçimsizleştiren ve değersizliği yaygınlaştıran bir
özellik mi içeriyor?
Kitaba adını da veren
soru, “edebiyat nedir”, sayfa 32 ve 33’te
doyurucu biçimde yanıtlanmaktadır.
Edebiyatın kültürün ve
toplumsalın içinde sayılması gerektiği, insanın, varlığın insanla anlamlanan,
insanla anlamlandırılan…etkinliklerinin genel adı” olduğu
vurgulanmaktadır.(sayfa 33)
Sayfa 35’te, edebiyatı
bir anlamlandırma etkinliği olarak tanımlamak kanımca edebiyat için yapılmış en
güzel ve yerinde bir saptamadır.
Yine burada tekil
planda yazarın bir amacı olabileceği fakat genelde edebiyatın bir işlevinin
olmadığı öne sürülmektedir. Gerekçe;
hiçbir anlatının yaşam gerçekliğini anlatamayacağıdır. Edebiyatçının esas
malzemesinin dil olduğudur. Dilsel ifade gerçekliğin bir çevirisidir, kendisi
değil.
Yazar Atalay Girgin,
edebiyat hayatı biçimlendiremez derken, etkilerine işaret etmekte, bir kitap
okuyarak hayatını değiştirenlerin olamayacağına, vurgu yapmaktadır.
Esasında bu
yaklaşımları, toplumsal değişmelerin edebiyata özellikle de romana yansıması ve
romanların da toplumsal gelişmeye etkileri bağlamında incelemek sanırım daha
kapsamlı ve diyalektik bir yöntem olacaktır.
Çernişevski’nin Nasıl
Yapmalı romanı için Lenin Rus devrimci birikiminde büyük etkisi olduğunu
belirtmiştir. Lenin’e göre; “…yüzlerce insan bu kitabın etkisiyle ilerici
olmuştur….”
Tolstoy’un, Goethe’nin
de bazı romanlarıyla gençlik üzerinde büyük etkileri olmuştur.
Deniz Gezmiş,
devrimciliğe edebiyattan geldiklerini söylemiştir.
Nazım Hikmet,
mapushanede ressamların, büyük romancılar ve
öykücülerin keşfedilip biçimlenmesinde çok önemli katkısı olan bir
şairdir. Bunu büyük insanlık ve edebi yeteneği ile, çalışkan üretkenliği ile
yapmıştır.
Yazar Atalay Girgin,
elbette bu düzeyli eseri ile, çok sayıda üretken tartışmanın kapısını aralamış
ve gerçek edebiyat dünyasının niteliğini yükseltmiştir.
“Üretken
eleştirmenliğin”, yazdığı kitap sayısıyla değil, edebiyatın ne’liği ve
gerçekliğini, derin ve geniş bir felsefe birikiminin temelinde ortaya
koyabilmek olduğunu öğretmektedir, Atalay Girgin bize bu incelemelerinde..
Sayfa 37’de “…edebiyat
hayatın kuşatanı değil, aksine gerçekleştirildiği dönemin, edebiyatçının içerisinde
yer aldığı toplumsal koşulların belirleyici etkisini ve rengini taşıyan bir
etkinliktir”, derken çok haklı olarak, toplumsal gelişim ile sanat ilişkisini
anlamaya yönelik ip uçları sunmaktadır.
“…İnsanın anlamlandırma
etkinliklerinin en güzellerinden biri…”
Edebiyat için bu tanım,
yaşamı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan bireyin gerek kişisel gerek
toplumsal mücadelesinde, kanımca belirleyici olmasa da yol gösterici olacaktır.
Edebiyat ve demokrasi
ilişkisi, aralarında bir zorunluluk olmadığı gerçeği sayfa 41’de verilmiştir.
Demokrasi yoksa edebiyat da yoktur denilemez. Burada Balzac’ın kralcı olup
gerçekçi bir edebiyat ortaya koyduğu hatırlanmalıdır.
Edebiyatın ne olduğuna
ilişkin en geniş anlayış, burada, sayfa 42’de verilmiştir.
Edebiyat-siyaset
ilişkisinin irdelendiği bu bölümde, Atalay Girgin; Semih Gümüş’ün
“tutarsızlıklarını” sergiler, edebiyatın neliği ve gerçekliği, yazarın işlevi,
insanın neliği, doğru soyutlama ve genelleme yapmada nesnesine felsefeyle
bakmanın önemini ve yolunu açık biçimde ortaya koymuştur.
Sanat,
bir nesneleştirme etkinliğidir.
Bu yapıtta, “felsefeyle
bakmak”, düşüncesi(ilkesi), hem edebiyatta hem de hayatta gerçekten çok
yararlıdır, öğreticidir.
Niye, çünkü kanımca
felsefe yapmak, bir şeyin özünü konuşmaktır. Özünü kavramaktır. Bir şeyin
felsefesi, onun varlığını ve bilgisini tartışmaktır, değerini etik ve estetik
olarak çizmektir.
Edebiyat dünyasında”
yazar üretkenliği” konusu bu güne kadar yukarıdaki ölçütler kullanılarak
tartışılmamıştır.
Girgin’in burada,
“nelik ve gerçeklik” bağlamında tartışma gündemimize getirdiği ölçütler,
aslında gerek eser gerek yazar ve özelde de romanların üretkenliği konusunda
bize yeni düşünme-araştırma araçları sunmaktadır.
Lukacs(1885-1971) Roman
Kuramı’nda, “romanı, bozulmuş bir dünyada, yazarın “sahih değerler arayışı”
olarak görmektedir.(G. Lukacs, Roman Kuramı, 2003)
Atalay Girgin Edebiyat
Nedir Ki, isimli bu çalışmasında, sürekli değerler konusunu ve etik-estetik
boyutu vurgulamakla, Lukacs anlamındaki ölçütleri de, Kuçuradi anlamındaki
“sanata felsefeyle bakmak” ilkesini de benimsediğini işaret etmektedir bize.
Bu eserden
öğrendiklerimizden biri de, “felsefi roman” kategorisi üzerine ciddi bir
sorgulama gerektiğidir. Romanın neliği ve gerçekliği ile edebiyat-siyaset
ilişkisi üzerine öne sürülen tezler de önemli tartışma alanlarından biridir.
Bu konuda en çok merak
ettiklerimden biri, Semih Gümüş’e yöneltilen eleştiri ve sorular ile Gürsel
Aytaç’a yöneltilen soru ve eleştirilere, her iki yazarın hangi yanıtları
verdikleridir.
Kapitalizmde insanların
uzmanlık adı altında nasıl” kuyunun dibindeki kurbağaya” dönüştükleri,
alanlarının gözlük camlarını parlata parlata ortalıkta nasıl dolaştıkları,
olguların neliği ve gerçekliğini görebilecek olanaktan nasıl
uzaklaştırıldıkları güzel bir dille anlatılmaktadır.(78-81)
Burada yazarımız Atalay
Girgin’e felsefeci kimliğini de hatırlayarak şu soruyu sormak isteriz;
“Gerçekliğin hakikati”
diye ifade ettiğiniz nedir?(80)
Gerçeklik ile
arasındaki fark, ilişki ve varsa çelişki nelerdir?
İnsanı bir kabuller
varlığı olarak belirlerken, sanırım kapitalizmin insanını imliyorsunuz, peki;
yeni insan, nasıl olacaktır, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’da karakterize
ettiği, Rahmetov,Vera, Lopuhov, Kirsanov gibi tipler mi?
Gerçek insan ile
yaratılmış roman kahramanı olan insan arasındaki farkın, elbette farkında
olduğumuzu işaret ederek sormaktayız..
Edebiyat Nedir Ki,
isimli bu incelemede öne sürülen ilginç tezlerden biri de, ütopik, siyasal ve
felsefi bir roman olarak Tahsin Yücel’in Gökdelen’i hakkındaki
değerlendirmelerdir.
İncelenen romanın ana
teması yargının özelleştirilmesidir.
Ancak kitap bundan çok
daha ötede bir anlam zenginliğine ve derinliğe sahiptir.
Bunu sağlayan da
romanın siyasal ve felsefi boyutlarıdır.
Romanın yazarı Tahsin
Yücel’in eserini, yaşadığı ve tanıklık ettiği insan ve toplum gerçekliği zemini
üzerine kurduğunu görmekteyiz.
Bu gerçeklik nedir?
Toplumsal ve kültürel
çürüme ve yozlaşmanın, insanıyla, toplumsal kurum ve ilişkileriyle bütün bir
toplumu ve değerleri savurup yok etmeğe doğru yönelmesidir.
Olaylar her ne kadar
2073 yılında geçiyormuş gibi kurgulanmış olsa da, romandaki insan ve toplumsal
yapı, gerçekliği tam da 1990’lar 2000’li yılların “her şeyi özelleştir” siyasal
uygulamasına denk düşmektedir.
Burada romancı
toplumsal gelişmelerin romana yansıması konusunda çok uzun yıllar beklememiş,
bire bir yaşanan gerçekliği ütopik bir biçim tercihiyle sunmuştur.
Romanın diğer önemli
bir boyutu da, insan ve toplum üzerine felsefe yapılmasıdır.
Atalay Girgin’in de
dediği gibi, “ …buradaki felsefe, kavramsal çözümlemelerden değil…kişilerin
ilişkilerine, değişimine, olayların gelişimiyle belirginleşen tutum ve
davranışlara, sözlere dayanan bir felsefedir.”(131)
Ayrıca insan üzerine
felsefe de yapılmıştır.
İnsanın çelişkin olması
ve bunun içinde büyüdüğü toplumdan kaynaklanması.
Tüm boyutlarıyla
anamalcı toplumsal düzen.. insanın varoluşunun toplumsal olması..
Roman olumsuz bitmez.
Çünkü insan tükenmez. İnsan doğasında bir başkaldırı yetisi vardır, insan
diyalektik yöntemle kavrandığında mutlak iyiden ve kötüden uzaktadır, yılkı
adamlarının bir sel gibi kente akın edişi, eninde sonunda bir dip dalgasının
adaleti, hakkaniyeti ve eşitliği yeniden hatırlatacak, dahası toplumsal
dönüşümün kapısı aralanacaktır.
Tahsin Yücel’in Kumru
İle Kumru romanı üzerine yapılan değerlendirmelerden de ilginç, öğretici,
dahası uyarıcı bilgiler öğrenmekteyiz.
Romanları, kitapları
nitelerken, genel bir tanım-başlık kullanırken çok ama çok dikkat etmeliyiz.
Kavramların nelikleri
üzerine dikkat kesilmeliyiz.
Örneğin; kitap
tanıtımcıları yazılarında, “insanın nesneleşmesi” ve “eşyalaşma” kavramlarını,
bir olumsuzlama olarak sık kullanırlar.
Oysa, insan
nesneleşen,eşyalaşan değil, nesneleştiren ve eşyalaştıran bir varlıktır.
Kavramların nelikleri
üzerine daha çok ve daha dikkatli düşünsek bu hataları yapmayız.
Kavramlarla düşünüp,
kavramları düşünmemenin alışkanlığından ileri gelen bir sorun var burada.
Kavramların-sözcüklerin ulu orta kullanılmaları büyük anlam sorunlarına da yol
açabilir.
Genellemele yaparken,
nesnenin neliği ve gerçekliği temelinde olabildiğince bütünsel olarak kavramak,
sınırları net biçimde belirlemek gerekir.
Ormanla ağaç arasındaki
ilişkiyi doğru kurmak..
Dostumuz Atalay
Girgin’e kitabıyla ilgili bir öneri, eğer bizim gözümüzden kaçtıysa, konuyu
biraz genişletmesi isteği, şu konuda olabilir;
Edebiyat üzerine yorum
ve saptamalarında, bir şeyin neliği ve gerçekliği, sık geçmektedir bu eserinde.
Bu ifadelerin hem
felsefi düzlemde hem de yaşamdaki yansımaları konusunu genişletmesi okuyucu
açısından sanırım daha yararlı olacaktır.
Nesnenin neliği ve
gerçekliğini dikkate almadan, eleştiri-değerlendirme-bütünü kavrama gibi
eylemlerin zayıf kalacağı izlenimini ediniyoruz okuduğumuz bu denemelerden.
(148)
Sayfa 149’da; edebiyat
eleştirisinin, eleştirmenin nesnesi karşısında, yeniden bir değerlendirme
olarak; bulgulama, gösterme, sorup sorgulama, kavrayıp adlandırma gibi
etkinliklerin genel adı olduğunu okuyoruz. Yapıtı sorguya çekmektir.
Her değerlendirme bir
eleştiri değildir, her eleştiri, aynı zamanda kendisi de bir değerlendirme olan
yapıtın yeniden değerlendirilmesidir.
Yazar Atalay Girgin,
burada da önceki tezlerine koşut olarak, eleştirinin amacı ve görevi
olmadığını, amaç ve görevin yazara ve eleştirmene ait olduğunu öne sürmektedir.
Yazan kişi; sanatın, eleştirinin, eylemin ya da ürünün
kendisinden bağımsız mıdır?
Sayfa 150’de, dil ve
anlatım açısından iki yerde, “…edebiyat sektörü…” ifadesi geçmektedir.
Bu ifadenin yerini
alabilecek başka bir kavram düşünülebilir mi?
Dostlarım;
İyi bir felsefecinin,
romancının, yazarın; edebiyatın neliği ve gerçekliği üzerine yazdığı bu kitabı
yeniden okumalı ve önermeliyiz.
Başta edebiyat olmak
üzere, bilimde olsun, sanatta olsun, hatta yaşamın her evresinde
yaptıklarımıza, düşleyip düşündüklerimize, felsefe ile bakmanın gereğini, yararını,
toplumsal zorunluluklarını, hem kuramsal hem de eylemsel düzeyde, bize
örnekleriyle gösteren bir yapıt bu, Edebiyat Nedir Ki..
Bu kitabın ana
tezlerinden biri olan, bütünsel yaklaşımda
nesnenin neliği ve gerçekliği yöntemini esas alıp, Edebiyat Nedir Ki’ ye
uygularsak diyebilirim ki;
Edebiyatın varlığı
kültürün ve toplumsalın içindedir, herşeye olduğu gibi edebiyata da felsefeyle
bakmak gerekir, bir şeye felsefeyle bakmak onun özünü konuşmaktır, edebiyatta
felsefe ve sanatta nesneleştirme sorununa felsefe-edebiyat-eleştirmenlik-sanat-siyaset
ilişkileri ve diyalektiği açısından bakan, dolayısıyla hem kavramsal hem
yöntemsel hem de yaşama yansımaları açısından bilimsel bir çerçeve sunan bu
yapıt, eğer gerçek okurları ve muhataplarını bulabilirse, çok verimli bir
tartışma alanı açabilecektir.
Öne sürdüğü tezleri
konusunda sağlam kuramsal temellerden başka, olumlu örnekler olarak sunduğu
yazar-filozof-sanatçılar da, örneğin; Ianna Kuçuradi, Melih Cevdet Anday, Afşar
Timuçin, yerinde seçimler olmuşlardır.
Ellerine, yaratıcı
zihinsel emeğine, geleceği güzelleştirme çabalarına teşekkür ederken, yeni
çalışmalar için üretken sevgiler dileriz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder