MEB Kimlere Teslim İlinek İnsana Mı? Yoksa…?
Atalay Girgin*
Başlıktaki soruyu bir kez daha tekrar edip devam edelim: MEB kimlere teslim? MEB’i bu kişilere kim ya da kimler teslim etti?
Malumunuzdur
ki Türkiye’de eğitim hem nicelik hem de nitelik anlamında hızla enkaza
dönüş(türül)müştür. Eğitimin bu içler acısı halini günümüzde hâlâ bilmeyen,
duymayan kaldı mı? Bilmiyorum.
Hatta
“Fikri bir buhranın içinde çırpınıyoruz”, “Topyekûn bir eğitim öğretim reformu
yapmamız gerekiyor” sözleriyle Recep Tayyip Erdoğan bile mevcut durumu
kabullendi ve sonunda bunu bilenler ve bildirenler (Bu konuda herkes aynı şeyi
bilmiyor ve bildirmiyorsa da) kervanına katıldı. O’nun bu sözlerinden sonra, bakalım,
“2023 Eğitim Vizyonu”nda mevcut eğitim enkazına “nicel başarı hikâyesi” diyerek
methiye düzen Ziya Selçuk ne söyleyecek?
Gerçekten merak ediyorum: Ziya Selçuk kem küm mü edecek? “Kim ne derse desin! Ben sözümün arkasındayım!” mı diyecek? Yoksa bir gün önce söylediklerinin tam tersini işitir işitmez, hem de zerre utanıp sıkılmadan, yüzleri bile kızarmadan, “Biatsa biat! İtaatse itaat! Liderim ne derse odur!” diyen çemişler misali, boynunu büküp “Sukut ikrardan gelir!” dercesine susacak ya da onların sözlerini mi yineleyecek?
Ziya
Selçuk’un ne deyip ne demeyeceğini bilemem elbette! Lakin gözlerini ve aklını,
tüm kurumları içten ve dıştan kuşatan hem toplumsal çözülme ve kültürel çürüme
sarmalındaki gerçekliğe hem de özel olarak, bu sarmalda savrulan eğitim
gerçekliğine kapatmayan ve olup biteni anlama, algılama ve değerlendirme özürlü
olmayan her insan şu ya da bu ölçüde eğitimdeki enkazın farkındadır. Dahası
bunun müsebbiblerinin kimler olduğunun da… Elbette bunun farkında olmayan ya da
görmezlikten gelen istisnalar vardır.
Bazen İstisna Kurala Dönüşür
Dünyanın
dört bir yanında istisna, toplumsal çözülme ve kültürel çürümenin zirveye
eriştiği dönemlerde, şu ya da bu neden(ler)le “akıl tutulması” yaşayan birileri
ya da çoğunluk için, genelleşip kural haline gelebilir. Örneğin; bu durum, ne
baktığını görebilen ne de gördüğünü, duyduğunu neliği ve gerçekliği ile anlayıp
değerlendirebilen “bakar kör”ler ve “ideolojik esir”ler için geçerlidir. Bunlar
yalnızca inanır ya da inkâr ederler. Birileri ne derse, hangi komutu verirse,
ona göre söyler ve eylerler. Bu uğurda sergiledikleri maharetleriyle Pavlov’u
bile kıskandırabilirler!
Keza
benzer bir durum aklını, bilincini, olan ya da olmayan entelektüel birikimini, dahası
bedenlerini bile kendilerine sıfat, statü, makam, koltuk, maddi ve manevi haz
ayrıcalığı lütfeden efendilerinin hizmetine koşanlar için de geçerlidir.
Hatta
bunlardan bazıları, akıllarını ipoteğine verdikleri yetmezmiş gibi, tüm
benliklerini hizmetine koşmaktan kendilerini alamadıkları efendilerine daha
fazla yaranabilme gayretkeşliğiyle onun yaptığı, söylediği her şeye abartılı
övgüler düzmekten geri durmazlar. Bu uğurda kâh bir soytarıya dönüşürler, kâh
bir dalkavuğa…
Keza
yolsuzluk, hırsızlık, yalan, talan, rant ve rüşvet ilişkilerinin yaşandığı ve
kendilerinin de bir parçası oldukları ve içinde kulaç attıkları, riyakarlık ve
ikiyüzlülükle kokuşmuş sosyal bataklıktan yükselip dört bir yanı kuşatan cüruf ve
leş kokularına bile “misk-i amber” diyerek övgüler düzmekten de geri kalmazlar.
Hele hele önünde ya da ardında vecd içinde secde ettikleri efendilerinin
yellenmesine tanık olmaya görsünler, “misk-i amber” de yetmez hislerini ifade
etmeye… Zevkten ve keyiften öylesine geçerler ki kendilerinden, dilleri lâl
olur!
Soytarıdan ve Dalkavuktan Öğretmen Olmaz!
Dünyanın
neresinde olursa olsun, böyleleri, sayılarını sınırlı tutmak kaydıyla, kadrolu
soytarı ve dalkavuk olabilir! Sonuçta işleri güçleri “hık” deyicilik,
maskaralık ve efendilerini eğlendirmek, arada sırada da şamarlanmaktır.
Ancak
bunlardan eğitim yöneticisi, müfettiş, profesör, öğretim üyesi, öğretmen vb. asla
olamaz. Çünkü son saydıklarımın asli görevi ve sorumluluğu, birilerine itaat ve
biat etmek değildir. Efendi bellediklerine İtaat ve biat dört ayaklısından iki
ayaklısına dek yalnızca köpeklerin ya da sıfatı, statüsü, makamı ne olursa
olsun köpekleşenlerin işidir. Yani ilinekleşmekte sınır tanımayanların işi…
Bir
eğitim yöneticisinin, müfettişin, profesör, öğretim üyesi, öğretmen, vb’nin
asli görevi ve sorumluluğu ise aklını ve benliğini birilerinin hizmetine
koşmadan, yani biat ve itaat etmeden, akla dayalı bir biçimde düşünmek, sormak,
sorgulamak, eleştirel değerlendirmeler yapmak, hatta değerleri yeniden değerlendirme
bilinciyle karşısına çıkan sorunlara da yaratıcı çözümler üretmektir. Yani
felsefi düşünmek… Aynı zamanda bir eğitim felsefecisi olan Nermi Uygur’a göre,
bunu yaparken de “Biricik
geçerli bir tekkültürün işgüderi olmadığını açık-seçik bilmek zorundadır
eğitimci”.
Yine Nermi Uygur öğretmeninden, eğitim bilimcisine
ve akademisyenine dek tüm eğitimciler için der ki eğitimcinin, eğitim
bilimcinin “İşi, görevi, sözüm ona resmen kendisine buyurulanları yerine
getirmek” (yani egemenlerin işgüderi olmak) “değildir”. Çünkü bu emir erlerinin, kurşun askerlerin, memurların
işidir. İlineğin de ilineği olan ve ilinekleşmekte sınır tanımayanların işidir.
Ve bir öğretmenden, bir eğitimciden de memur olmaz. Keza bir memurdan da
öğretmen…
Eğer olursa ne mi
olur? Bu sorunun yanıtı için, toplumsal çözülmenin ve kültürel çürümenin
sarmalına kapılmış yaşanan gerçekliğe bakın… Bu sorunun yanıtı için bir enkaza
dönüşmüş olan eğitim gerçekliğine bakın… Çünkü yanıt orada, hem de ayan beyan
ortada…
Peki; bunca
girizgâhın ardından yeniden soralım: MEB kimlere teslim? Yani eğitim kimlere
teslim? İlinek insana mı yoksa felsefi düşünen insana mı?
İlinek İnsan ve Felsefi Düşünen İnsan
Yazı konusunun eğitim
olması hasebiyle baştan belirteyim: Eğitim, özellikle de okullarda yapılan sistematik
eğitim siyasal bir faaliyettir. Eğitimin üç temel işlevinin başında
siyasal-ideolojik işlev gelir. Yani yaşanan Dünya-evrensel koşullarda eğitimi
siyasetten ve siyasal iktidarlardan koparmak mümkün değildir. Çünkü hiçbir
iktidar, sistematik eğitim sürecinden geçen her insan yavrusunun, fiili ya da
potansiyel anlamda eğilmesinin bükülmesinin sağlanarak, düşünce, söylem ve
davranış düzeyinde biçimlendirildiği bu etkinlikten elini ayağını çekmez. Özellikle
de otoriter, totaliter ve teokratik iktidarlar… Dahası dikta özlemiyle yanıp
tutuşan liderler ve hükümetler de… Açık ya da örtük bir biçimde kendi istediği
insan tipinin yetiştirilmesini güvence altına almak isterler. Bunun için de
eğitim alanında istihdam edeceği ve ilineğin ilineği olmakta, ilinekleşmekte
sınır tanımayan insana ihtiyaçları vardır. Felsefi düşünmeye ya da felsefi
düşünen insana değil. Çünkü denir ki “Felsefenin arzusu politika”dır.
Felsefenin
arzusu politika olsa da politikanın, politikacıların ve onlardan lütuf, ulufe,
sıfat, statü, makam bekleyen ya da verilmiş olanları korumak isteyen, bunlar
sayesinde elde ettiği maddi ve manevi haz ayrıcalığını yitirmemek için çırpınan
ilineğin ilineğine dönüşen insanın arzusu da kaygısı da felsefe değildir. Çünkü
felsefe ve asıl olarak da felsefeci ve felsefi düşünen insan, politikayı
şiddetle arzuladığı anlarda bile, aklını paranteze almaması, onu, kutsal
addedilmiş olsun ya da olmasın, herhangi bir dışsal varlığın ipoteğine
vermemesi, hizmetine koşmaması gerektiğini bilir. Bunu yaptığı an, kurduğu onca
felsefi önermeye, kullandığı onca felsefi kavrama rağmen, felsefenin/felsefi
düşüncenin sırra kadem basacağının bilincindedir.
İlinek İnsan Kimdir?
İlinek
insan, ilinekleştirilen ya da ilinekleşmek zorunda kalan ve kendini buna mecbur
hisseden insan ise aklını kendi dışındaki düşsel/düşünsel ya da “şu” diye
gösterilebilen gerçek varlık ya da varlıkların ipoteğine vermek ve hizmetine
koşmakla karakterize olur. Çünkü bu insanın kaybedebileceği her türlü makama ve
maddi zenginliğe ilişkin korkuları, kaygıları vardır. Keza ilinekleşmekte sınır
tanımadığı sürece de neler kazanabileceğine dair hayalleri, umutları…
Bunları
korumak, hayallerine erişmek uğruna onurundan bile vazgeçer ve başta kendi
değeri olmak üzere, hem sözünün ve eyleminin hem de karşısındaki kişinin
değerini, ilineğine dönüştüğü varlık ya da varlıklarla ilişkisinden başlatır.
İlinek insan için kendisinin ve karşısındaki insanın değeri, ilineği olunan
varlık ya da varlıklarla kurulan ilişkinin uzaklığına-yakınlığına,
olumluluğuna-olumsuzluğuna, iyiliğine-kötülüğüne ve taşınan sıfata, statüye,
makama göre belirlenir.
Oysa
bu, felsefi düşünen insanın işi değildir. Çünkü o hem kendisinin hem de
karşısındaki kişinin değerini kendisinden, yani bizatihi “şu” diye gösterilen
insandan başlatır. Felsefi düşünen insan için, İonna Kuçuradi’nin de belirttiği
gibi, her insanın değeri ve değerleri vardır. Bu değer, kişinin kendisinden
bağımsız olarak var olan ya da var olduğu kabul edilen, dışsal bir
varlıkla ilişkisinin niteliğinden, sıfatından, statüsünden, makamından,
parasından pulundan, malından mülkünden kaynaklanmaz. Çünkü bir kişinin
kendisini ya da karşısındakini bunlarla değerli ya da değersiz addetmesi bir
yanılsama olmanın dışında, ilinek insan oluşunun da apaçık bir göstergesidir.
Örneğin,
çevrenize iyi bakın! İtibarı ve değeri parada pulda, şanda, şatafat ve
gösterişte, oturduğu ya da yaptığı binaların, bindiği arabanın büyüklüğünde
arayan ve gören, Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye!” fıkrasını anımsatırcasına,
bunları ekonomiye, maddiyata endeksleyen… Buna rağmen kendisini ve kendisi
gibileri maneviyat ehli, karşısındakileri de maddiyatçı, madde düşkünü olarak
niteleyen… Sıfatı-statüsü-makamı dolayısıyla önüne gelene canının istediği
zaman, yalan-iftira-hakaret dâhil, ağzına gelen her sözü söyleyebileceğini
düşünen ve söyleyen… Canının istediğini yapan ve engellendiğinde bağırıp
çağıran, asıp kesen, tehditler savuran… Kendisinden farklı düşünenlere ya da
kendisine karşı çıkanlara her türlü değersizliği yakıştıran… Sürekli
onaylanmayı bekleyen herhangi birini biliyorsanız, görüyorsanız, bilin ki o
ilinek insandır. Hem de ilineğin dik alasıdır.
İlineğin İlineğine Dönüşenler
Lakin
bunun gibilerden lütuf, ulufe, sıfat, statü, makam bekleyişinde olan, bunların
karşısında el pençe divan duranlar; bunların apaçık yalanlarına, yanlışlarına
bile alkış tutanlar, zerre itiraz etmeyenler/edemeyenler, hatta her sözünde
keramet bulanlarsa, kendilerine atfettikleri değer ne olursa olsun, hiyerarşik
bir biçimde ilineğin de ilineği olmakla karakterize olan kişilerdir.
Bunlar;
ilineğine dönüştükleri kişiden ya da varlıktan korktukları kadar, inandıkları
ya da var olduğunu ileri sürdükleri Tanrı’dan/Allah’tan korkmazlar. Bunlar;
ilineği oldukları kişinin, gücün, otoritenin karşısında, gassalin önünde
çırılçıplak uzanan mevta gibidirler. Tam bir teslimiyet içinde o nereye isterse
oraya dönerler. Ve ne yazık ki bunlardan geriye kalan, aklı, iradesi, hatta
bedeni, ilinek olunan gerçek ya da düşsel/düşünsel varlığa/varlıklara ipotek
eylenerek; varlığım varlığına armağan olsun denilerek; üstü çizilen,
kendilerine göre değerli ya da değersiz sıfatlar, statüler giydirilmiş, her
biri sureti haktan görünen, birer insan bakiyesidir.
Öte
yandan; felsefi düşünen insan açısından, akla dayalı bir biçimde, kavramlarla
ve bu kavramların neliği ve gerçekliğinden hareketle kurulan önermelerin,
onlarla örülen ve eleştiri süzgecinden geçirilen düşüncenin, bilginin,
nesnesine uygunluğu temelinde mantıksal bir iç tutarlılıkla ifadesi esastır.
Yani ileri sürülen bir felsefi düşüncenin, ortaya konan bir bilginin, bir
metnin öncelikli tutarlılık ölçütü, dışsal bir varlık ya da otorite değildir.
Metnin kendisidir. Bunun yanı sıra felsefede tutarlılığın altın anahtarı, başta
bilgi ve değer (etik ve estetik) olmak üzere siyaset, toplum, eğitim, sanat,
kültür, vb. anlayışını da koşullayan, varlık anlayışıdır. Yani ontoloji, yani
bir başka deyişle varlık felsefesidir.
İlinek İnsan İlineği Olduğuna Biat
ve İtaat Eder
İlinek
ya da ilineğin ilineğine dönüşmüş olan kişiler için ise ileri sürülen
düşüncenin tutarlılığının, geçerliliğinin ve doğruluğunun mihenk taşı kendi
dışında ve ilineği olunan varlık ya da varlıklardır. Hatta bu noktada
tutarlılıktan çok, ilineği olunan varlığın hoşuna gitmek, onun onayını almak,
söylenen her şeyin onun kabullerine uygun olana bağlanması, kendini nakzetmek
pahasına biat bildirimine dönüşmesi geçerli tek ölçüttür. İlineği olunan
varlıklar ise eleştiriden, sormadan, sorgulamadan aridir. Hatta onlar söz ve
eylemlerinden dolayı sorumsuzdurlar. Onlara yalnızca biat ve itaat edilir.
Felsefi
düşüncede ileri sürülen bir bilginin en önemli özelliklerinden birisi de
eleştirel olmadır. Konu edinilen şey ister bir bilgi kırıntısı olsun, isterse
kapsamlı bir metin, daima eleştirel bir değerlendirmeden geçer. Ona ilişkin
ifade edilen her önerme, aklın, onun neliği ve gerçekliğini dikkate alan çok
yönlü eleştirel değerlendirme süzgecine tabidir. Çok yönlü olmasının temel
nedeni şudur:
Her Bilgi Varlığın Dününe Aittir
Her
bilgi, her daim, varlığın dününe aittir. Yani hem nesnesi hem de kendisi
itibariyle geçmişte kalmıştır. Bu anlamda her bilgi, her metin
toplumsal-tarihsel bir nitelik taşır ve dünden seslenir. Bu niteliği
dolayısıyla, onun üzerine kurulacak her önerme, ileri sürülecek her düşünce,
yalnızca bir değerlendirme değil, esas olarak antropolojik, hatta felsefi
antropolojik temelli eleştirel bir değerlendirme olmak zorundadır. Çünkü
tarihsel-toplumsal bir metnin ve onun aktardığı bilginin eleştirel bir
değerlendirmeden azade tutulması, nesnesi çoktan değişmiş ya da ortadan
kalkmış, yani nesnesini yitirmiş bir metnin, yanılsamalı bir biçimde
tartışılmaz, dokunulmaz, zaman ve mekân üstü mutlak bir doğru olarak kabul
edilmesi anlamına gelir.
Oysa
insanlık tarihinde varlığın gerçekliğine dair böylesi bir hakikati bütünsel
olarak bildiren ve bildirebilecek hiçbir metin, hiçbir kitap yoktur ve bundan
sonra da olmayacaktır. Zaten herhangi bir bilgiye ya da kitaba ilişkin varlığın
gelmişi, geçmişi, şimdisi ve geleceğine dair hakikat bildiriminde bulunduğu
iddiası, safsatadan başka bir şey değildir.
Bunun
yanı sıra, felsefi düşünen insan için nesne edinilen şey, inşa edilen ve
sürekli değişen toplumsal gerçeklik ya da onun farklı veçheleri ve süreçleriyse
şayet, bu durumda olanı olması gereken açısından ele almanın ve
değerlendirmenin kaçınılmaz bir gereği olarak kurulan önermelerin eleştirelliği
zorunludur. Bu anlamda, hangi genellik, hangi akademik formellik zırhına
büründürülürse büründürülsün, tarafsız önerme, “tarafsız cümle yoktur”. Hele de
konu, bilinçli ya da bilinçsizce inşa edilen toplumsal-tarihsel-siyasal
gerçeklikse, onun şu ya da bu alanına ilişkinse, tarafsız bir cümle kurmak
imkânsızdır.
Dahası,
epistemolojik anlamda da sıfatı ne olursa olsun, gerçekliğe, özellikle de
toplumsal-tarihsel-siyasal gerçekliğe dair her bilgi, kabuller temelinde
ideolojik bir nitelik taşır. Bir kabuller varlığı olan insanın, insanla
anlamlanan, insan tarafından insan için yeniden yeniden anlamlandırılan
nesneler, ilişkiler ve değerlerle kuşatılmışlığın dışında bir var oluşu da
mümkün değildir zaten.
****
Bu
açıklamalar ışığında yeniden soralım: MEB kimlere teslim? İlinek insana ve
insanlara mı? Yoksa felsefi düşünen insanlara mı? Örneğin; çevrenizdeki genel
müdürler, daire başkanları, şefler, müfettişler, İl ve İlçe Milli Eğitim
Müdürleri, vb, o konumlara nasıl geldiler? Birilerinin karşısında el pençe
divan durarak ve o birilerinin lûtfuyla mı? Yoksa hiç kimseye boyun bükmeden
kendi haklarıyla mı?
Aslında
baştaki soruyu, en tepeden en aşağıya dek genelleştirerek sorabiliriz: Bu
toplumu ilinek insanlar ve ilineğin ilineği olmakta ve ilinekleşmekte sınır
tanımayan insanlar mı yönetiyor? Yoksa akla dayalı bir biçimde ve felsefi
düşünerek, soran sorgulayan, sözünün sahibi olan, yalan söylemeyen; sıfatına,
statüsüne, makamına sığınmadan, karşısındaki insana ve insanlara yalnızca insan
olduğu için değer veren, her insanı değeri ve değerleriyle bir bütün olarak
gören ve değerlendiren insanlar mı?
Ve
bir de kendinize sorun: Ben ilinek bir insan mıyım? Yoksa…
Not:
“MEB Kimlere Teslim? İlinek İnsana Mı?
Yoksa…?” Sorusunu gelecek yazılarda ilginç örnekler ve ilginç bilgilerle
yanıtlamayı sürdüreceğiz. Örneğin; “Sekretere Yalvaran Öğretmene Kükreyen Genel Müdür”e ne dersiniz?
*
Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı
Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder