26 Ağustos 2020

TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN ADI KALDI...

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Adı Kaldı Yadigâr

Atalay Girgin*

Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan’ın “Bu ülkenin ne 29 Ekim’i, ne 23 Nisan’ı, ne 30 Ağustos’u ne de 10 Kasım’ı her sene uydurma bahanelerle yok sayılarak, yok edilemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini zenginleştirmek, derinleştirmek, geçmişiyle kavuşturmak mümkündür; ama hepten silmeye kalkan duvara çarpar; NOKTA!” diyen tweetindeki sözlerle karşılaşınca anımsadım.

Yıllar önce, “Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde”1 başlığıyla kaleme aldığım makalenin daha giriş paragrafında şöyle yazmıştım: “Son kalesinde olan “Türkiye Cumhuriyeti” değil. Çünkü o, bugüne dek ne denli ilan edilmemiş olursa olsun, siyaset ontolojisi açısından çoktan miadını doldurmuştur.”

Önce Paradigma İflas Etti

Bu satırlardan çok daha önce de Fikret Başkaya, “Paradigmanın İflası”nı anlatmıştı, aynı adı taşıyan kitabında. Lakin paradigması iflas etse de bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal yapısı, siyasal iktidarlarca gerçekleştirilen birçok alandaki aşınmaya; “Küçük Amerika” olma hülyası peşinde kurulan uluslararası ilişkilere; ekonomik, siyasi, askeri, hatta eğitim alanında yapılan açık (“açık” dediğime bakmayın bunlar genellikle halka açıklanmaz ya da nabza şerbet maddelerinden söz edilir) ve gizli anlaşmalara rağmen, kör topal da olsa iki binli yıllara dek varlığını sürdürmüştü.

Elbette bu biçimsel bir varlık haliydi. Çünkü “Zarf” eskimiş püskümüş haliyle ve üzerindeki sembollerle yerinde duruyor olsa da “İlim Yayma Cemiyeti” ve “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve türevleri aracılığıyla devşirilenler ve onların devşirip yetiştirdikleri ve her kuruma yerleştirdikleri her soydan, her boydan, her mezhepten ve cenahtan kadrolar sayesinde 1948’ten itibaren adım adım “mazruf” çoktan değiştirilmişti. Bu süreçte derin uykuya dalanlar ya da olup bitenlere, hangi saik ve gerekçeyle olursa olsun şu ya da bu biçimde destek ve ortak olanlar farkına varmasalar da vakit gelip çatmıştı. Sıra zarfı da mazrufa uygun kılmaya gelmişti ve artık iş bu safhanın tamamlanmasındaydı.

İsim Babası ve Kılavuz Graham E. Fuller

“Birinci cumhuriyetçiler ikinci cumhuriyetçiler” curcunasıyla başlatılan sürecin ilk finalini “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabıyla CİA’nın önemli ‘analist’lerinden, malum zerzevatların makbul ve sevgili kanaat önderi Graham E. Fuller yapıverdi. Kitap hemen Türkçe’ye çevrilip, gecikmeye mahal vermeden TİMAŞ tarafından yayımlandı. Sufle gelmiş ve mesaj yerine ulaşmıştı. Ve kısa bir süre sonra da hiç telaffuz bile etmeden, bilinçlerine içselleşmiş derin bir aşağılık kompleksinin etkisiyle olsa gerek ki “şu” diye gösteremedikleri birilerini açıkça “üst akıl” olarak niteleyerek, kendilerini alt akıl olarak konumlandırmış olanların dilinde pelesenkleşti “Yeni Türkiye” sözü.

Tam bir “İmam osurursa cemaat …” durumuydu. Hal böyleyken, kendini “alt akıl” olarak konumlandırmış olan eser akıllı akl-ı evvellerin peşine takılmış, bir nevi “alt akıl”a altlık olmuş olanlar ve ilineğin de ilineği olma yarışında sınır tanımayanlar durur muydu hiç? Elbette durmadılar. Öyle ki Türkiye’nin birçok yerindeki resmi bayram ve törenlerde, protokol karşısında yapılan konuşmalarda bile “Yeni Türkiye”den söz edilir oldu. Medyadaki dolma kalemlerden söz etmeye gerek yok…

“Yeni Türkiye” Bile Eskidi

Bu sürecin ardı sıra düzenin muhalefet partilerinin, milletvekillerinin, akademisyenlerin ve bilcümle toplum kesiminin gözleri önünde o denli radikal operasyonlar, uygulamalar yapıldı ki bırakın adından ve “T.C.” sembolünden ötesi kalmamış “Türkiye Cumhuriyet”ni, “Yeni Türkiye” bile hızla eskidi. Ne önemi vardı ki hem egemen sınıflar için, hem onların temsilcisi olan iktidar ve muhalefet partileri ve vekilleri için, hem de her kılıktan sivil toplum kuruluşu, akademisyen, yazar-çizer ve bilumum besleme için kapitalist sömürü düzeni hükmünü sürdürüyordu ya… Çarkları dönüyor, zengin daha zengin oluyordu ya… Gerisi laf-ı güzaftı zaten.

Dolayısıyla arada sırada basının gündemine düşen resmi tabelalarda “T.C.” yazılıp yazılmamasına ilişkin koparılan gürültüler, olup bitenin farkında olmayarak akıntıya kürek çeken bazı safdillerin ve oturdukları koltukları koruyarak maddi ve manevi haz ayrıcalığını yitirmek istemeyenlerin kayıkçı kavgasından ibaretti. Ve toplumun gazını almaktan öte bir hükmü de amacı da yoktu. Safdilleri yatıştırmak ve büyük sürüyü gütmek, oyalamak dışında…

Öte yandan “Türkiye Cumhuriyeti” hâlâ telaffuz edilen, resmiyette kullanılan bir addır. Ancak bir adın varlığı, onun gerçekliğine tekabül etmez. Bir adın, bir kavramın düşünceden, sözden ve yazıdan gitmemiş olması onun gerçekte de var olduğu ve varlığını sürdürdüğü anlamına gelmez. Çünkü her adın, her kavramın bir neliği vardır. Lakin, her adın, her kavramın bir gerçekliği yoktur. Tıpkı Anka Kuşu gibi… Tıpkı Tanrı, Şeytan, Cin, Peri, vb. gibi…

Velhasıl “Türkiye Cumhuriyeti” de paradigmasından sonra, epeyce bir zamandır gerçekliğini yitirmiştir. Farkında olmasalar da sokaktaki insanların zihninde ve söyleminde, yalnızca nelik düzeyinde sayıklamaya dönüşmüş bir addan ibarettir artık. Bir de semboller, önemli gün ve haftalardan…

Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur. Her yeni rejim ve onun egemenleri, yöneticileri ve her düzeydeki temsilcileri bu nelik düzeyindeki anımsama ve sayıklamalardan bile korkar. Bir an önce bunun önüne geçmek ve eski rejimin izlerini silmek ister. Bazen hızlı bazen yavaş yavaş uygun fırsatı ve koşulları kollayarak, hatta bunları hazırlayarak, eski rejimin sembollerini, önemli gün ve haftalarını hafızalardan silmeye girişir. Elbette bunu yaparken, kendi sembol ve günlerini de yeni nesilden başlayarak hafızalara kazımak için her olanağı değerlendirir. Yasama ve yargıdan, eğitim ve hukuka dek aklınıza gelen her alanda gücünün ve zamanının, bir de akıllarının yettiği her şeyi içeriğinden biçimine dek yeniden belirler ve tanzim ederler. Yürütmeyi unuttuğumu sanmayın! Yürütme kendilerindedir ve geri kalanların tamamı yürütme esasına göre kurgulanmıştır zaten…

Yoksa sizler, bu safhada olunduğunun farkında değil misiniz hâlâ? Peki; Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan bunları bilmiyor mu?

Deniz Ülke Arıboğan Daha Fazlasını Biliyor Ama…

 Elbette biliyor, hem de çok daha fazlasını… Çünkü Türkiye’de olup biten her şey, herkes gibi, onun da gözlerinin önünde gerçekleşti. Dahası O, düşünsel ufku ve derinliği, analiz yeteneği ve entelektüel birikimi itibariyle adının önüne eklenen “Prof. Dr.” sıfatının ardına sığınmaya ihtiyacı olmayan ve akademinin sınırlarına hapsedilemeyecek bir kişidir. Aynı zamanda ünlü MİT ajanı Mahir Kaynak’ın da kızıdır. Bir biçimde devletlûyu bilir, bir biçimde onlara ve onların diline, üslûbuna aşinadır ve ne zaman ne şiddette, nasıl konuşulacağını da bilir elbette.

Dolayısıyla Arıboğan’ın ‘kişisel’ olarak ‘takipçi’leri için tweetlediği mesajındaki sözleri yukarıdaki açıklamaları dikkate alarak değerlendirmek gerek.

Buradan hareketle; uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığı, siyaset bilimi ve siyaset felsefesi alanındaki entelektüel birikimiyle Arıboğan’ın, hâlâ kullanılıyor olsa da “Türkiye Cumhuriyeti” adına rağmen, “devlet”in kurumsal yapısı ve işleyişiyle artık o “devlet” olmadığını bilmemesi mümkün değildir. İşin eski rejimin sembollerini de toplumsal hafızadan silmeye doğru gittiğinin farkındadır.

Tam da bu farkındalık nedeniyle büyük harflerle “NOKTA!” diyerek birilerine mesaj verecek kadar hiddetlenmektedir. Kim bilir ki belki de birilerine tercüman olmaktadır. Ve muhatap ya da muhataplarının adını açıkça belirtmeden, “Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini zenginleştirmek, derinleştirmek, geçmişiyle kavuşturmak mümkündür; ama hepten silmeye kalkan duvara çarpar; NOKTA!” demekten kendini alıkoyamamaktadır.

Arıboğan açıkça yazmasa da sözlerinin muhatabı bellidir. Çünkü dünden bugüne uzanan sembollere, önemli günlere, ulusal bayram ve törenlere ilişkin tasarrufta bulunan ve onların yerine kendi sembollerini toplumsal hafızaya kazımaya girişen iktidardır, dahası onun sembolü ve asli sahibi haline gelen “Saray”dır. Arıboğan da onları uyarmaktadır: “Duvara çarpar”sınız!

Peki; bu “Duvar”, kimin duvarıdır? Kimlerin duvarıdır? Bu duvarda kimler vardır?

Hangi duvar olmadığını ben söyleyeyim: Bu duvarın, düzenin muhalefet partilerinin ve temsilcilerinin duvarı olmadığı aşikârdır. Onlar bıraktım duvarı, duvarcığı, bir çit bile değildir. Çünkü onlar, “alt akla” bile altlık olanların ortaya yuvarladıkları, incir çekirdeğine eziyet konuların peşinde bir kedi yavrusu gibi günlerce koşuşturmaktan helak olmaktadırlar. Tıpkı Biden’ın aylar önceki açıklamalarında olduğu gibi… Kendilerine gelir gibi olduklarında ise peşinde koşuşturacakları yeni bir konu hazır ve nazırdır zaten. Koş babam koş!

Şimdi dillerine pelesenk ettikleri kendilerinin bile ne olduğunu doğru dürüst ortaya koyamadıkları bir gündemleri var: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem. Sanıyorlar ki bu sisteme geçilince “Türkiye Cumhuriyeti” yeniden var olacak! Elbette yanılıyorlar. Çünkü onlar farkına varmasalar da sayıklamaları eşliğinde, kendilerine, miadı sona ermiş, kurumsal yapısı yerle yeksan eylenmiş bir rejimin ardından yas tutturuluyor. Ve birileri de bunu kaşıyor ki yas derinleştikçe derinleşsin ve içeride ne varsa sözle gözyaşıyla akıp gitsin! Öfke dinsin! Geriye bir şey kalmasın! Sonra da “iyi saatte olsunlar” devreye girer, iki aşağı üç yukarı anlaşır barışırız zaten! Her şey de unutulur gider. Uzun bir gecenin sabahında birde bakmışsınız ki elbirliğiyle herkes aklanıp sütten çıkmış ak kaşığa dönüvermiş! Şaşırmayın burası Türkiye! Örnekleri geçmişte de görüldü bunun...

Peki; semboller, milli bayram ya da anma olarak yapılan törenler beş on yıl daha sürerse “Türkiye Cumhuriyeti” bir addan öteye geçip kurumsal yapısı ve işleyişiyle yeniden vücut bulur mu? Elbette hayır! O vapur çoktan kalktı limandan. Bir daha dönmez geri… Artık adı kaldı yadigâr! Dilediğinizce sayıklayabilir, “Biz neler yaptık, neler” diye dövünebilirsiniz.

Son Söz: Her Devletin Sonu Vardır

İster doğal olsun, isterse sosyal ve kültürel, varlığın sonsuz ve sınırsızlığı içinde vücut bulan her tekil varlığın bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu vardır. “Şu” diye gösterilen her devlet de dâhildir buna… Bu bağlamda ne denli “ilelebet payidar kalacaktır” denilse de “Türkiye Cumhuriyeti”nin de varlığının er ya da geç sona ermesi kaçınılmazdı.

Kim bilir belki de geç de olsa uyanan birilerine zor gelen, “Türkiye Cumhuriyeti” için bu sonun bir biçimde “tağyir, tebdil ve ilga”yla gerçekleşmiş olduğunu düşünmeleridir. Neylersiniz ki mukadderat işte…

Ve bu kaçınılmaz son, hâlâ birileri farkında olmasa da herkesin gözleri önünde gerçekleşti. Herkes seyretti. Herkes anlamlandıramıyor olsa da olup biteni herkes görüyor ve biliyordu. Fail de belliydi maktul de… Tıpkı “Kırmızı Pazartesi”de olduğu gibi…

Peki; var mı failden, faillerden hesap sorabilecek birileri?



* Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com

 

1İlgilenenler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bittiğinin / bitirildiğinin gerekçelerini merak edenler için yazının linki http://atalaygirgin.blogspot.com/2010/09/?m=0

Hiç yorum yok: