Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?
Fikret Başkaya
"Kim eleştirecek olursa... 'birlik'
tabusuna karşı günah işliyor demektir."
Theodor W. Adorno
AKP cephesi ve onun lideri Tayyip Erdoğan, rejimi değiştirme niyetlerini açık ettikleri son bir kaç yılda, sürekli bir Osmanlı güzellemesine baş vuruyorlar. Osmanlı dönemini ve Osmanlı padişahlarını kutsamak için büyük çaba harcıyorlar. Akıllarına gelen her yere ve her şeye bir Osmanlı adı koymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Nedense en gözdeleri de Sultan II. Abdülhamit... Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, mutat 'muhtarlar' toplantısında, Lozan Konferansı'nın - (ki asıl adı: Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı'dır) - bir ihanet olduğunu söyleyerek, ortalığı yeniden dalgalandırmayı başardı...
O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entellektüel kaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir "ecdat" güzellemesi/tekerlemesini gündeme getiriliyor? Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?
Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
06 Ekim 2016
22 Haziran 2016
Aşk Mavidir Öğretmenim Üzerine...
Bu yazımı GENÇLERE armağan ediyorum.(Halit Suiçmez)
AŞK MAVİDİR ÖĞRETMENİM Üzerine
Halit Suiçmez
Okullar tam yaz tatiline girdi.
Lise öğrencileri eğitimle, okul yönetimleriyle, hak ve özgürlükleriyle ilgili olarak bildiriler yazıp açıkladılar.
Tam da bu konuları; eğitimi, okul yönetimlerini, dersleri, öğrencilerin insan ilişkilerini, öğretmenleri işleyen, anlatan güzel bir kitap var elimizde.
Düşündürücü, zevkli, ufuk açıcı ve insanı ileri okuma-düşünme-tartışma ve araştırma noktalarına götürecek bir eser..
Romancı, Felsefe Öğretmeni, Dostum Atalay Girgin’in son romanı, “Aşk Mavidir Öğretmenim” yeni yayımlandı.
NotaBene Yayınlarından çıktı bu büyüleyici, güzel eser.
Gençler, orta yaş gençler, eğitim, felsefe, bilim, sanat, aşk üzerine düşünen, yazan-çizen, aşkı, “arayan-anlatan” dostlar; hemen alın bu 239 sayfalık kitabı ve geçin masaya..
Yanınızda da ucu iyi sivriltilmiş bir kurşun kalem olsun bence, çünkü altı çizilecek, dönüp yeniden okunacak, tartışılacak o kadar çok, güzel, sarsıcı, ruhu ve düşünceyi genişletici cümle var ki, bir felsefe, bilim, sanat, içtenlik şöleni, duygusu, sohbeti içinde bulacaksınız kendinizi..
Ben bir kez okudum, hemen ilk izlenimlerimi yazıyorum, daha rahat zamanlarımda yeniden okuyup, edebi, psikolojik, felsefi, eğitsel, sosyal ve siyasal yönlerden de genel bir değerlendirme yapacağım.
Romanın kahramanları; Meryem, Afşin ve Felsefe öğretmeni Evin Derya Ay, (Evin öğretmen) Evin, Türkçede, bir şeyin özü, anlamında, Kürtçede ise, aşk anlamına geliyor.
Evin öğretmenin anne ve babası aşk anlamını düşünerek Evin adını vermişler, kızlarına. Evin öğretmenin açıklamasına göre, Türk bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuş.
Öğrencileri de bu bilgilenmeden sonra ona; “aşk öğretmen” diye seslenmişler.
Evin öğretmen güleç, “aslan yelesi gibi ensesinden omuzlarına dökülen, gür ve kızıla boyalı dalgalı saçları olan, okulda beyaz önlük giyen, manken edasıyla düzgün yürüyen, dik omuzlu, kemerli burunlu, iri gözlü, dolgun dudaklı, köşeli çeneli, bir hanım öğretmen.(s;61)
27 Nisan 2016
Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler
Bir
egemenlik aracı olarak üniversiteler *
Fikret Başkaya
Üniversitelere dair retorikle realite arasında
her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden
farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü
düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin
filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde
toplumun bir kaç adım önünde olan, "bilim yuvaları" oldukları vb...
şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan
üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları
dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip-
yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel
bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları
ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen
ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını
döndürecek kadroları 'yetiştirmekten' ibaretti...
Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite
tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye
karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç
değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma
özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir.
Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce
özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine
mahsus bir 'üslûbu', bir 'tarzı' olması gerekir. Şundan dolayı ki,
"öğretme" etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir
meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi
gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat,
öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi
gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik,
herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya
başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek
parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak
zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir 'özelliğe'
sahiptir.
“Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” Sempozyumu
İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü bünyesinde 5 Mayıs 2016 tarihinde “Doğan Özlem:
Felsefede Elli Yıl” başlıklı bir sempozyum düzenlenecektir. Bu sempozyum,
Türkiye’de felsefeye önemli katkılarda bulunmuş olan Prof. Dr. Doğan Özlem’in
felsefi çalışmalarını çeşitli yönleriyle ele almayı ve değerlendirmeyi
amaçlamaktadır.
Sempozyuma bildirileriyle katılacak kişiler arasında şu isimler yer
almaktadır: Mehmet
Akkaya, Mehmet Atay, Prof. Dr. Mehmet
Bayrakdar, Prof. Dr. Ayhan Bıçak,
Metin Cengiz, Prof. Dr. Cengiz
Çakmak, Prof. Dr. Kadir Çüçen, Prof.
Dr. Ayşe Durakbaşa, Prof. Dr. Hasan
Bülent Gözkan, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay, Doğan Hızlan, Prof. Dr. Ahmet
İnam, Yrd. Doç.Dr. Levent Kavas, Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Prof. Dr. İlber
Ortaylı, Doç. Dr. Sema Önal, Doç.
Dr. Güncel Önkal, Prof. Dr Örsan Öymen, Prof. Dr. Nebil Reyhani, Prof. Dr. Ömer Naci Soykan, Doç. Dr. Hasan Şen, Doç. Dr.
Ali Utku.
İstanbul
Üniversitesi, Avrasya Enstitüsü, Seyyid Hasan Paşa Medresesi Konferans
Salonunda, 5 Mayıs 2016 tarihinde, 10:00-17:00 saatleri arasında yapılacak
sempozyum, ilgi duyan herkese açık ve
ücretsizdir.
13 Nisan 2016
Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...
Tayyip Erdoğan
ve AKP'nin Suudi Aşkı...
Fikret Başkaya
Suudi Arabistan, anayasası bile olmayan bir
mutlak monarşidir ki, dünyada nesli tükenmekte olan dört mutlak monarşiden
biridir. Diğer üçü: Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland'dır. Velhasıl Orta-Çağ kalıntısı bir devlettir.
Göstermelik de olsa bir parlamentosu bile yoktur. Suudi Arabistan bir ulus adı
değil bir aile adıdır. Suud Ailesine
ait olan anlamındadır. Ona o adı takan
da, Kral Abdül-Aziz İbn-i Suud'dur... Velhasıl,
"bundan sonra buranın
adı böyle olacak" demiştir ve olmuştur... Aslında "Hasan'ın yeri" demek gibi bir şey...
Özgürlük, sosyal eşitlik, laiklik, demokrasi, sekülarizm, sosyalizm, komünizm
gibi kelimeler Suudlar ülkesinin sınırlarına bile yaklaşamaz. Aksi halde
karanlıkçı-bağnaz krallığın "büyüsü bozulur", varlık nedeni ortadan
kalkardı...
Bu dünyada
Suudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi
Krallığında sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz.
Orada kadının adı yoktur... Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar
kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına
hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması
yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası,
ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir... 2002 yılında Mekke'deki bir yatılı
kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen
krallığın din polisi Mutava , sabahın o saatinde kızların giyiminin "uygun
olmadığı", ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların
tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da
yaralanmıştı... Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun
etmedi... Neden mi? ABD'nin "ulusal çıkarının" ve bir bütün olarak
emperyalizmin 'yüksek menfaatlerinin' bir gereği olarak...
11 Nisan 2016
FELSEFE VE DİN APAYRI İKİ DÜNYA
Felsefe ve din: Ortak gibi duran apayrı iki dünya
“Dinde her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler.”
AFŞAR TİMUÇİN
Bazen
içiçe bazen yanyana bazen karşı karşıya konulan ve genelde uyumlu kardeşler
gibi gösterilen bu iki alan, felsefe ve din, dünyanın her yerinde sesli sessiz
bir çekişme içindeler. Her ikisi de çok yerde kaba siyasetlerin kullandığı
alanlar olarak kalıyorlar. Bu iki alana bilgece dürüstçe yönelenlerinse sesleri
pek çıkmıyor. Her iki alanla ilgili bilgilerimiz ve sezgilerimiz yeterli mi?
Bunu tartışmıyoruz bile. Felsefenin üstüne dinle gitmek, dinin üstüne
felsefeyle saldırmak eski alışkanlıklarımızdandır. Bir takım çıkarcı
bilgisizlerin din bilgini kesildiği, bir takım kendini bilmezlerin Kant Marx
Heidegger diye ileri geri sözde felsefe konuştuğu bir dünyada her iki alan da
yara alıyor. Bazı yetersizler ellerine geçirdikleri yazım kılavuzunun ışığında
bol virgüllü karanlık yazılar yazmaya kalkarken din konularına ve felsefe
konularına da giriveriyorlar.
Dinle
ve felsefeyle uzmanlık düzeyinde uğraşanların yetersizlikleri de bu noktada
belirleyici değil mi? Özellikle televizyonda görüşler bildiren ilahiyat kökenli
“felsefe”cilerin hem din hem felsefe adına söyledikleri içimizi acıtıyor. Din
çevreleri açık ya da örtülü biçimde dinin kurallarına göre evcilleştirilmiş bir
felsefeden yana çıkıyorlar, böyle egemen bir felsefenin düşlerini görüyorlar. Böyle
bir felsefe geçerli olursa düşünmek inanmakla bir olacaktır. Zihin sağlığı
yerinde insanlar yetiştirebilmek için kavramların doğru içeriklerine ulaşmamız,
bu arada dinin ve felsefenin ne olup ne olmadığını görmemiz gerekiyor. Bu da
öncelikle bu iki alanın birbirine karıştırılmamasını gerekli kılar. Dinle
felsefe aynı şeydir diyecek kadar işi düşürmüş olanların oyunlarını bozmak
zamanıdır. Felsefeyi felsefe olmaktan çıkarmak isteyenlere dur diyebilmek
önemlidir.
Dinde
her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller
vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler. Din deyince aklımıza öncelikle
inanç kalıpları yani dogmalar gelir. Dinin buyruğunda bir felsefe ister istemez
dogmalara boyun eğecektir. “Dogmalara dayalı bir felsefe” felsefenin özüne
aykırıdır. Felsefe dogmalaştığı yerde felsefe olmaktan çıkar. Din evcildir,
yumuşak başlıdır, kendi dışına sert de baksa kendi içinde uzlaşmacıdır. Uyarsız
saydığını dışlamaya eğilimlidir. Felsefe yırtıcıdır, kalıpları kırmak ister.
İyileşmez biçimde yenilikçidir. Dönüşen dünyayla dönüşür ve dönüşen dünyayı
dönüştürmeyi amaçlar. Bu yüzden din ve felsefe benzeşmezler. Biri benimsenmiş
olanın içinde özenle bir şeyler arar gibi yapar, öbürü her zaman olanın ötesine
taşmak ister: bu sürekli bir kendini aşma durumudur. Felsefe durmadan kendini
yenileyen, sık sık kendine yabancılaşan bir etkinliktir. Dinin yeniyle işi
yoktur: önemli olan özden ayrılmamaktır, onda kendini yinelemek önemlidir.
Dinde felsefi bakış açısına yaklaştığımız ölçüde yolu şaşırma tehlikesiyle
karşılaşırız.
Devamı:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)