17 Mart 2012

Ya Yarın Olmasaydı...


Siyasal ve Felsefi Bir Roman: Başbakanın Günlüğü

Ya Yarın Olmasaydı

Demeter TOPRAK*

“Yarın; en güzel umutların kendisine ertelendiği ülke…”

“Yarın; yaşanmayan, yaşanması umulan en güzel sevdaların, küçüğünden büyüğüne beklentilerin, fethedilemeyen yurdu…”

“Yarın; beklenen zaferin, o mutlu günün adresi…”

“Yarın… Yarın… Yarın…”

“Ya yarın olmasaydı?”

Elimden bırakamadan bir oturuşta okuduğum romanın son cümlesiydi: Ya yarın olmasaydı?

Roman bitmişti. Esrik bir hüzün ve eksiklik bırakarak… Oturduğum koltuktan kalkmadan, gözlerimi kapadım. Düşündüm: O son cümleyi, o son soruyu düşündüm. İçerisinde yaşadığımız ülkeyi… Her gün tanık olduğumuz, tüm toplumun gözleri önünde yaşanan siyasal-ideolojik hesaplaşmaları… Özel mahkemeleri… Mahkemelerde yaşananları düşündüm. Sorular birbiri ardına sökün ediyordu.

Sahi! Yarın olmasa, yarın umudu, yarın beklentisi olmasa, ne yapardık? Bunca haksızlığa, bunca adaletsizliğe, acıya, şiddete, açlığa katlanır mıydık? Yoksa bir an bile beklemeden, nasıl olsa bu günler de geçer diye düşünmeden, geleceğe ertelemeden, hadsize haddini bildirir miydik? Yoksa, bir gün daha fazla yaşayalım da nasıl yaşarsak yaşayalım mı, derdik? Tanık olduklarımız karşısında, bana bulaşmasın da ne olursa olsun mu, derdik? Toplumsal varlığımıza inat, sesimizi kesip, boynumuzu eğerek, hâlâ bireyselliğimize mi sığınırdık? Dağlar, taşlar, yollar gibi suskunluğa mı gömülürdük?

Ve dünyayı düşündüm: Anlamak bilmekten daha acıdır, demişler ya… Tek başınalığın çaresizliğiyle, acıyan yüreğimi, acıyan bilincimi bastırıp, bilgisayarıma yöneldim, “Hiçbir şey yapamasam da yazabilirim” diyerek…

Düşle Gerçek Arasında

“Başbakanın Günlüğü” Atalay Girgin’in üçüncü romanı… Kendi sözleriyle, “Öfkesini edebiyatla terbiye etmeye girişen” bir yazarın romanı. “Kemeutopyalılar Roman Dizisi” adını verdiği serinin son kitabı. Girgin’in romanında anlatılanlar “Kemeutopya” adını verdiği bir dünyada geçiyor. Kemeutopya’nın ve adı geçen tüm ülkelerin sakinleri, Anadolu’nun bazı kesimlerindeki adıyla “keme” ya da “fare”… Elbette yöneticileri de…

Girgin’in fabl türü dizisinin son romanı olan “Başbakanın Günlüğü”nde, fablın ironik ve politik dili her aşamada kendini gösteriyor. Romanın son cümlesine dek düşten gerçeğe, gerçekten düşe savrulup duruyorsunuz. Bir an geliyor, kahramanların o denli bilindik olduğunu düşünüp, tam “Evet! Bu şudur” derken, bir de bakıyorsunuz ki tanımadığınız biri çıkıyor karşınıza.

Danışmanlarının hazırladığı konuşma metinlerine bağlı hareket eden, entelektüel bir görüntü çizmeye çalışan bir başbakanın içler acısı halini de sergiliyor Girgin. Gündem değiştirme, gündem belirleme sevdasıyla, eline tutuşturulan metindeki “ontolojik, epistemolojik, aksiyolojik” kavramlarının büyüsüne kapılıveren başbakanın içine düştüğü duruma da ironik bir anlatı eşlik ediyor.

“Başbakanın Günlüğü” baştan sona anlatısı, olay örgüsü ve kişileriyle siyasal çağrışımlar içeriyor. Okuru düşle gerçek arasında düşündüren, sorgulatan bir yolculuğa çıkarıyor. Bir macera, bir polisiye romanı olmamasına rağmen, anlatının akıcılığı, söz dizimleri ve yer yer uzunluğuna rağmen cümlelerin yapısı okuru sürüklüyor.

Romanda öne çıkan unsur, yalnızca siyasal çağrışımlar, ironik ve politik anlatı değil. Aynı zamanda olayların kurgulanışı ve olaylar karşısında kişiler arası ilişkiler de belirgin. Keza kişiler arası ilişkilerin etik boyutu, değer sorununu da bir problem olarak tartışma gündemine taşıyor. Özellikle etik tutarlılık, etik ilişki açısından, kişilerin ve davranışlarının sergilendiği anlatım ve diyaloglar, bunların yanı sıra, iktidara yakınlık ve statü karşısında kişilerin durumlarının, Tanrı’nın neliğinin betimlendiği bölümler, romanın genelini sarıp sarmalayan felsefeyi billurlaştırıp daha da belirgin kılıyor.

Dahası alttan alta arka planda sınıfsal olanı, sınıfsal, siyasal-ideolojik çelişkileri, bağırmadan, slogan atmadan hissettiriyor Girgin. Çünkü Girgin, dizinin ilk iki romanında olduğu gibi, “Başbakanın Günlüğü”nde de Erol Toy’un “Sınıf bilinci yok” dediği yazarlardan biri olmadığını sergiliyor. Bir öğretmen olmasına rağmen, gizlemeye saklamaya gerek de duymadan.  

Felsefi ve siyasal olan “Başbakanın Günlüğü”nde birbirinden koparılamayacak denli, iç içe geçmiş iki unsur. Siyasal roman diye sunulup “etliye sütlüye” dokunmayanlardan değil, “Başbakanın Günlüğü”. Alınsalar da alınmasalar da düşle gerçek arasında, çok ama çok kişiye dokunan bir roman. Çok ama çok kişiyi kızdıracak… Ancak çatlasalar da patlasalar da, öfkeden kudursalar da yapacak bir şey yok. Çünkü nihayetinde Girgin’in anlattıkları da, kişileri de fareler dünyasına ait. O ne bu dünyadan, ne de bu ülkeden ve yöneticilerinden söz ediyor. Kime ne değil mi?

Zaten Atalay Girgin de, “Kemeutopyalılar roman dizisi”ne ilişkin “Kısa meramım” başlıklı bir açıklamasında şöyle yazmıştı:  Bu çalışma, bir insanın, gördükleri, bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin, aklını teslim almasına karşı koyma ve bunun yerine, öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin ürünüdür. Yüzme bilmemesine rağmen, okyanusun orta yerinde kaldığında bile boğulma pahasına boy verip derinliği bilmek istemesi ve boy vermişken de dalıp onun dibinden bir avuç kum çıkarabilme girişimi…

Yazıyı sonlandırırken belirtmeliyim ki şimdiden merak ve sabırsızlıkla beklemeye başladım: Acaba Girgin, yeniden boy verip daldığında okyanusa, bakalım hangi kum tanelerini avuçlayıp çıkaracak? Ve hangi kum tanelerini bırakacak avuçlarımıza yeniden?



    





* Dr. Psikolog,; demetertoprak@yahoo.com
1- Başbakanın Günlüğü, 160 sayfa, Vesta Yayınları.

28 Şubat 2012

ROMANDA FELSEFE ya da FELSEFİ ROMAN


Romanda Felsefeyi Bir Kategoriye Hapsetmek 
Atalay GİRGİN*
Edebiyat çevrelerinde, genel olarak, Alman Dili ve Edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla tanınan ve bilinen Prof. Dr. Gürsel Aytaç, “Felsefi Roman”1 adlı kitabında, bir kategori olarak “felsefi roman”ı ele alıyor. Romana felsefeyle bakmaktan, felsefi açıdan ele alıp değerlendirmekten ya da eleştirmekten söz etmiyor. Aksine; romana ilişkin duymaya alışkın olmadığımız bir sınıflandırmadan, bir kategoriden söz ediyor: Felsefi Roman. Bu kategorinin, “örnekleri daha az olduğundan (…) üzerinde pek durul”madığını belirtiyor.

Felsefi romanın neliğine ilişkin belirlemelerinin yer aldığı kısa “Giriş” yazısına, “Edebiyat ile felsefe ilişkisi, hayat felsefesi anlamında hep var olagelmiştir” diyerek başlayan Aytaç, “Ciddi anlamda felsefeyi sanat katında ele almak ise ‘felsefi’ olarak niteleyebileceğimiz edebiyat eserlerinde, daha belirgin olarak da felsefi romanlarda söz konusudur” hükmünü veriyor. Bu hükmü verirken de, felsefi olarak nitelenebilecek romanlarla, bir kategori olarak felsefi romanı birbirinden ayırıyor. Alanının uzmanı bir edebiyatçı olarak, genelde her romanın açık ya da örtük bir biçimde ve olumlu ya da olumsuz anlamda felsefi olanı içerdiğinin farkında olsa gerek ki, bunların içinden de bazılarının “felsefi olarak nitelenebileceği”ni belirtiyor. Ancak Aytaç’a göre, felsefi olarak nitelenebilmekle, felsefi roman olmak aynı şey değil. Aralarında ince bir ayrım var. Aytaç’ın yukarıdaki önermesinden hareketle bu ayrımı şu şekilde belirginleştirmek mümkün: Bir kategori olarak “felsefi roman” sınıflandırması kapsamında kalan her roman felsefidir, ama felsefi olarak nitelenebilecek her roman “felsefi roman” değildir. Bu durumda sormak gerekiyor: Bir romanın, “Felsefi roman” kategorisinde yer alabilmesi için hangi temel niteliklere sahip olması gerekir?

“Bir yaratının edebiyat eseri olarak nitelenebilmesi, bilindiği gibi yalnız konusuyla ve içeriğiyle değil, biçim özellikleriyle de ilişkilidir” diyen Aytaç, buna verdiği önemi, “Benim ‘felsefi roman’ örnekleri olarak ele alacağım eserlerde biçim olgusunu önemsediğim umarım fark edilecektir” sözüyle vurgulayarak, felsefeyle edebiyat arasındaki ayrıma geçiyor.

07 Şubat 2012

"Bir Öykünüz Olsun!"


"Bir Öykünüz Olsun!"

                                     
Bir öykünüz olsun!”

Evet! Sizin de bir öykünüz olsun. İster kadın olun ister erkek, ister genç olun ister yaşlı, ister öğrenci olun isterse öğretmen, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde sizin de bir öykünüz olsun.

İster kendiniz yazın isterse sevdiğiniz bir yazardan bir öykü seçin kendinize… Çünkü yazarı kim olursa olsun, ne denli kısa ya da uzun olursa olsun, ne kadar acemice ya da ustaca olursa olsun, her öyküde insan vardır. Her öyküde ötekine açılan bir pencere… Her öyküde ötekine açılan bir kapı… Elbette bakmasını ve görmesini bile… Elbette anlayana… Elbette kendinden taşıp ötekine yönelebilene… Haydi! Kendinden taşıp ötekini anlayan sen ol! Ötekine yönelebilen sen…

Her pencerenin ardında insan vardır. Önündeki sen ol! Her kapının ardında yaşantılar, acılar, umutlar, sevinçler, mutluluklar, paylaşımlar, dertler, kederler, tasalar vardır. Kapıyı çalan sen ol! Paylaşan sen…  Çünkü her öykü insan açısından insan için bir anlatıdır.

Haymana’da Dünya Öykü Günü

“Bir öykünüz olsun!” Haymana’da, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nde gerçekleştirilecek olan 14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinliğinin sloganı. Haymana’da Dünya Öykü Günü ikinci kez düzenleniyor. İlk etkinlik 2011 yılında yine Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nde Edebiyatçılar Derneği’nin işbirliği ve katkılarıyla yapılmıştı.

Bu yıl ki 14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinliği, Nuri Bektaş Anadolu Lisesi ve Dünyanın Öyküsü Dergisi’nin işbirliğiyle düzenleniyor. Etkinliğe, Dünyanın Öyküsü Dergisi adına Çankaya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı, dilbilimci-yazar-eleştirmen Prof. Dr. Aysu ERDEN, öykücü-yazar Tekgül ARI, öykücü-yazar Esra ODMAN, öykücü-yazar Müyesser GÜNER katılıyor. Öğrencilerin aktif katılımıyla gerçekleşecek etkinliğin tarihi ise 17 Şubat 2012.

Haydi! Yalnızca Haymana’da değil! Dünyanın neresinde olursanız olun siz de katılın bu etkinliğe! Yazın ya da bir öykü seçin kendinize! 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde sizin de bir öykünüz olsun! 

06 Şubat 2012

Başbakanın Günlüğü Kitabevlerinde!!!

Başbakanın Günlüğü Kitabevlerinde...

Başta D&R Kitabevleri olmak üzere, Kitapyurdu, İdefix ve diğer internet kitap satış sitelerinde...


Atalay Girgin'in "Kemeutopyalılar roman dizisi"nin üçüncü kitabı olan "Başbakanın Günlüğü" adlı romanında, fablın ironik ve politik diline akıcı bir anlatı eşlik ediyor.

Romanın felsefi boyutu, salt etik ilişkiler ve etik problemlerle sınırlanamadığı gibi, toplumsal ve siyasal teşhirle de yanyana, hatta içiçe gidiyor. Bu haliyle karşımızda duran aynı zamanda siyasal bir roman...

Atalay Girgin, dizinin ilk iki romanında olduğu gibi, "Başbakanın Günlüğü"nde de düşsel ve düşünsel olarak yarattığı dünyada, tasarladığı kişiler ve olaylar üzerinden var olanı sorguluyor ve eleştirel bir boyutta okurun değerlendirmesine sunuyor.

Romanda öne çıkan kahramanlardan biri, kitaba adını da veren, başbakan olurken, diğeri de bir savcı... Roman içinde hiç bir araya gelmeyen, birebir ya da yüzyüze herhangi bir ilişkileri olmayan bu iki kahramanı bağlayan ne? Yollarını kesiştiren ne?

Atalay Girgin'in kişi ve olaylarla işlediği ve sergilediği sorunlardan biri de şu: Sıfatlar mı kişileri değerli kılar yoksa kişiler mi sıfatları? Ya da kişilerin değerini belirleyen statüler midir yoksa statüleri değerli ya da değersiz kılan kişiler midir? Geçerli, toplumca önem verilmeyen bir statüye sahip herhangi bir kişi, statünün bu durumundan dolayı değersiz midir?

Başbakanın Günlüğü, hem anlatı üslubu hem de anlattığı ve sergilediği etik problemlerin yanı sıra siyasal ve toplumsal eleştiri, ironi ve sorgulamalarıyla ilgiyi hak eden ve var olanı sormaya, sorgulamaya yönelen her okurun ilgisini bekleyen bir roman...

03 Şubat 2012

"Fabl İronik ve Politiktir"

“Fabl, ironik ve politiktir”

Gülistan Sinanoğlu

“Yazmak genel olarak kendini ifade etme çabasıdır. Benim içinse yazmak, (…) bir insanın gördükleri, bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin aklını teslim almasına karşı koyma ve bunun yerine öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin ürünüdür” yanıtını veriyor yazar Atalay Girgin “Yazmak nedir” sorusuna.

1960, Alaşehir doğumlu yazar aslında felsefe öğretmeni. Uzun yıllardan beri makaleler yazıyor. Bu makaleler Hürriyet Gösteri, İLE, İnsancıl Dergileri ve Radikal Gazetesi Tartışı-yorum ekinde yayınlanmış. Henüz yayınlanmamış öykü denemeleri de var.

Yıllardır makalelerle karşımıza çıkan Atalay Girgin’in, “Kemeutopyalılar” roman dizisinin ilk iki kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlandı: Birincisi, Mehdi ve Mesih, ikincisi ise Lağımpaşalı. Girgin, “Başbakanın Günlüğü” adını taşıyan üçüncüsünün matbaadan çıkması içinse gün sayıyor. Dizinin kaç kitap olacağına ilişkin sorulara, “Şu anda bilemiyorum. Ama ömrüm yettiği, bedenim aklıma, aklım da bedenime ihanet etmediği sürece yazmaya devam edeceğimyanıtını veriyor. Girgin, kitaplara ilişkin üç yıllık bir zihinsel, düşünsel hazırlık, mayalanma” sürecinden söz ediyor. Bu süreç yazmaya kıyasla çok daha uzun ve sancılı olmuş. Romanların ortaya çıkması ise daha kısa bir sürede...

İronik ve Politik Bir Anlatı

Yazarın romanlarda kullandığı dil, oldukça ironik. Hatta hem ironik hem de politik. Her iki roman da fabl olarak tasarlanmış. Bunun nedenini şöyle açıklıyor Atalay Girgin:

“Fabl edebiyatın içindeki anlatı türlerinden biri… İnsan, çevresinde olup bitenlere ilişkin, tarih boyunca çok farklı nedenlerle, kaygılarla değişik canlıları, hatta cansız varlıkları konuşturarak meramını anlatmaya çalışmıştır. Geçmişte masallarda, günümüze yaklaştıkça öykü ve romanlarda, hatta filmlerde bile… Örneğin; G. Orwell’in Hayvan Çiftliği roman, Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı masal olmasına rağmen ikisini de severek okumuştum. Keza R. Bach’ın Martı’sını da… Fabl, kendiliğinden ironik, hatta politik bir özelliğe sahip. Ben de bu özelliklerinden yararlanmak istedim. Bazı açılardan anlatımda kısıtlamaları beraberinde getirse de yazana daha rahat davranma olanağı veren bir tür. Ben ikincisinden yararlandım. Çünkü fablla insanlara bir şeyler anlatmanın daha çarpıcı olabileceğini düşündüm. Bu türü seçmemin nedeni de bu...”

Girgin’in her iki romanı da fareler dünyasını anlatıyor. Ancak romandaki karakterler tamamen yaşadığımız dünyadanmış hissini bırakıyor okuyucuda. Kişiler değil sadece, olaylar da öyle. O kadar iyi tanıyoruz ki onları; sanki bir varmış, bir yokmuş gibiler. Hatta bazı okuyucular ilk romandaki kahramanlardan Tumu ile yazar arasındaki benzerlikten bahsediyor. Yazar ise buna şöyle yanıt veriyor:

“Birincisi, bu otobiyografik bir roman değil. “Tumu” karakterini oluştururken de kendimden esinlenmedim. İkincisi ise romanda gerçek kişi ve olaylar yoktur. Sadece benim romanımda değil, biyografik olanlar hariç, hiçbir romanda, öyküde de… Hatta hiçbir kitapta hiçbir gerçek yoktur. Gerçek bir kişiyi, olayı anlatmaya çalışsanız da anlatamazsınız. Yalnızca anlattığınızı varsayabilirsiniz. Okur da romanda karşılaştığı bir ya da birkaç kahramanla gerçeklikte var olan kişiler arasında kurduğu şu ya da bu isim veya karakter benzerliklerinden dolayı onun / onların gerçek olduğu yanılsamasına kapılabilir. Ama bu ayan beyan yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Bir edebiyat türü olarak roman, yazarın anlamlandırmaları, eğretilemeleri, ironi ve yer yer karikatürize ederek eğip bükmesi temelinde yarattığı, tasarladığı, kurguladığı kahramanlar, onların ilişkileri, ilişkilenme biçimleri ve olaylar ekseninde düşünsel bir anlatıdır. Ama bu anlatı, aynı zaman ve mekân koşullarında yaşayan okurda yarattığı çağrışımlarla onu düşle gerçek arasında gidip gelmeye, bağlantılar kurmaya yöneltir. Aslında düşle gerçek arasında gidip gelen ve gerçekliği aşan, aşmak zorunda olan yazardır. Çünkü yazar da aynı koşullar içinde yaşamakta, okurun fark ettiklerini fark edip tanık olduklarına tanıklık etmektedir. Her yazar, her sanatçı, her düşünür çağının çocuğudur. İçerisinde doğup büyüdüğü etkilendiği çağın, toplumun rengini taşır. Bilim kurgudan fantastik, ütopik roman ya da öykülere, şiirden resim, tiyatro ve sinemaya dek, felsefe de dâhil olmak üzere, neredeyse tüm düşünsel üretim süreçlerinde kendini gösterir bu durum. Sözün özü: Benim yazdıklarımda hiçbir gerçek kişi ya da olay yoktur. Malum; ben farelerin dünyasını anlatıyorum, insanların değil… Ama farelerin dünyasını insanlar için anlatıyorum. Çünkü edebiyat, tüm kültürel etkinlikler gibi, insan içindir.”

Okumadan Yazılmaz

“Nelerden esinlenirsiniz” sorusuna ise, bir fikrin, yaşadığı ya da tanıklık ettiği bir olayın, zaman zaman duyduğu bir söz ya da okuduğu bir haberin etkisiyle kurgu yaptığını söyleyerek yanıt veriyor. Dizinin üçüncü kitabı ve yakında yayınlanacak olan Başbakanın Günlüğü’ndeki bir sorudan hareketle farklı bir roman tasarladığını da ekliyor.

“Okumadan yazılmaz” diyor Atalay Girgin. Hatta her okuyanın okuduğundan yeterince yararlanamayacağını ve okunanlara eleştirel bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini de ekliyor. Okunanların değerlendirilmesi, hayatla bağının kurulması ve sonuçlara ulaşılması gerektiğini savunuyor. Her ne kadar “Bir kitap okudum hayatım değişti” gibi sözlerin geçerliliği olmadığını belirtiyor olsa da okumanın, insanın hayata bakışını olumlu anlamda etkileyip değiştirebileceğini söylüyor.

Yıllardır yazıyor olmasının tecrübesiyle Girgin, “yazmak zor değildir” diyor ve devam ediyor: Aksine, sözünün sahibi olmak kadar kolaydır. Ya da tam tersi, sözünün sorumluluğunu taşımamak ona sahip çıkmamak kadar basit. Birincisi, edebin, etik tutarlılığın; ikincisi ise “Ben söyledim” ya da “Ben yazdım” deyip geçmenin, ilkesizliğin, etik tutarlılıktan yoksunluğun tezahürü. Oysa her edipten edepli olması beklenir."

Edebiyatın Amacı ve Görevi Yoktur

Yalnızca edebiyatla değil, felsefe, siyaset, tarihle de yoğrulmuş bir yaşam Atalay Girgin’in yaşamı. Felsefeyle ele alıp sorgulamanın ve değerlendirmenin de etkisi altında, edebiyatı, kendine özgü özellikleri olan bir anlamlandırma ve anlatma etkinliği olarak tanımlıyor. Ancak, edebiyatın amacı olduğunu savunanlara itirazı var. Girgin’e göre edebiyatın amacı yok! Bunu da şöyle ifade ediyor:

              
“Bugüne dek, birçok kişi edebiyata amaçlar ve görevler yüklemiştir. Bunlar edebiyatı neliği ve gerçekliğinden bağımsız olarak değerlendirme yanılsamasını yaşamaktadırlar. Bu yanılsamanın etkisiyle, edebiyattan hayatı biçimlendirmesini, onu değiştirip yönlendirmesini beklemektedirler. Oysa genel olarak edebiyatın böylesi bir gücü ve etkisi hiçbir zaman olmamıştır ve olamaz da… Çünkü edebiyatın herhangi bir amacı ve görevi yoktur. Yalnızca yapmak isteyip de kendi yapamadıklarını ona yükleyen insanlar vardır. Hadi “Edebiyatın amacı vardır” diyenler, ona görev biçenler alınmasın, kendinde bir şey olarak felsefenin de amacı ve görevi yoktur.”

Romanlara İçşelleşen Felsefe ve Etik

 
Yazmanın doğuştan gelen bir yetenek olamayacağını ve çalışarak yazar olunabileceğini belirten Atalay Girgin’in her iki romanında da, felsefe ve bir problem alanı olarak etik içselleşmiş. Ele aldığı birincil ve ikincil temaların neredeyse geneli felsefi bir kavrayışla anlamlandırılmış. İktidardan dine dek değinilen tüm konularda etik problemleri ortaya koyma çabası öne çıkmış.

Yanılsama arttıkça, gerçekliğin hakikatinin sırra kadem bastığını söyleyen Girgin, günümüzde, yanılsamadan beslenen ve kutsallık şalına bürünen karanlığın, aklın aydınlığını boğmasına, onu bir mum ışığına dönüştürmesine karşı mücadelenin ertelenemez bir önem taşıdığını belirtiyor. Ve bunun yaşamın her alanında, insanların düşünce, söylem ve davranışlarına yön veren bireysel ve toplumsal bilinç haline getirilmesi gerektiğini vurguluyor.
 

01 Şubat 2012

Edebiyatta Felsefe Sanatta Nesneleştirme


Edebiyatta Felsefe

Edebiyat felsefe ilişkisi, antik dönem tragedyaları da dâhil, edebiyatın verili ve olası tüm türleri için geçerlidir. Felsefi olan, şu ya da bu ölçüde ve biçimde, edebiyata içseldir, içselleştirilmiştir. Özellikle de bir tür olarak, roman, öykü, şiir, tiyatro yapıtları, vb. söz konusu olduğunda…  Şiir, Aristoteles’e göre felsefeye en yakın olandır. Melih Cevdet Anday’a göre de, “şiir felsefeye bitişir.” Bunları bir yana bıraktığımızda, edebiyatta felsefenin varoluşunu iki boyutta ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, bilinçli bir biçimde içselleştirilişi; diğeri ise kendiliğinden, etik ilişkiler bazında içselleşişi. İlkinden başlayalım:

Edebiyatta Felsefenin Bilinçli Var Kılınışı

Edebiyatta felsefe ya da tek tek edebi türler ve bunlara ait yapıtlarda felsefe, felsefi olan, etik ilişkiyi şimdilik paranteze alırsak, öncelikle ve esas olarak iki kanaldan var olur. Bunlardan birincisi, yapıtın yaratıcısı olan sanatçının / yazarın, verili felsefe akımlarının ya da tek tek filozofların / düşünürlerin, insan anlayışı başta olmak üzere, şu ya da bu konudaki fikir ve önermelerini, anlatıya edebi bir biçimde içselleştirmesi; tasarlayıp kurguladığı olay örgüsünde, kişiler ve kişilerarası ilişkiler bazında etik kişi ve etik ilişkiler olarak sergilemesiyle gerçekleşir. İster bir olumlamaya isterse bir olumsuzlamaya delalet etsin, burada felsefe ve felsefi olan esas itibariyle, yazara dışsaldır. Yazar, kabullensin ya da kabullenmesin, benimsesin ya da benimsemesin, kendisinden bağımsız olarak var olan / var olmuş bir felsefi düşünüşü, anlayışı yapıtına içselleştirmektedir. Elbette bunu, bir filozof gibi, adlandırarak, kavramlar arası ilişkiler kurup neliği ve gerçekliği temelinde kavram çözümlemeleri ve temellendirmeler yaparak, terminolojik bir anlatımla gerçekleştirmez. Bir sanatçı olarak yazardan, böyle bir şeyi yapması ne istenir ne de beklenir. Bu bir anlamda yazarın / “sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı”dır.

Bu bağlamda, İoanna Kuçuradi, “Kişi değerlerini ve kişilerarası ilişkilerdeki değerleri değerlendirirken sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı vardır” der ve devam eder: İşi, kişi yaşantılarını ve sorunlarını göstermek olduğundan, değerleri adlandırmak zorunda olmadığından, bu yaşantıların zenginliğinden fedakarlık yapmadan bunları gösterir; kendi görme gücüne göre, kişi yaşantılarında yakalayabildiği ince ayrılıkları rahatlıkla verebilir. İşi, kişi değerlerinin ve kişilerarası ilişkilerdeki değerlerin neliğini sadece g ö s t e r m e- k olduğundan, bunu binbir çeşitte, kendisine en elverişli biçimde göstermekte serbesttir1.

Edebiyatta felsefenin, daha doğrusu felsefi olanın var olma, var edilme kanallarından ikincisi ise, filozoflaşan sanatçı yazarlar ya da sanatçılaşan filozoflardır. Burada tek tek yapıtlara içselleşen felsefe, felsefi düşünüş ya da felsefi olan, yazara dışsal değildir. Aksine; ister genel olarak varlığa, ister o varlığın bilgisine ve isterse bu bilginin koşulladığı eyleyişin değerine yönelik olsun, her durumda yazarın kendi anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliğine içseldir. Çünkü temeli, onun, varlığın hangi alanına ilişkin olursa olsun, kendi düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişindedir. Bununla koşullanan anlama, anlamlandırma, görme ve gösterme biçimiyle vücut bulmaktadır.  

Varlığın ve “Kişi yaşantıları yumağının her noktasını adlandırmak veya değerlendirmek olanaksız”2 olsa da, filozoflar bir yana, bu tür yazarlar, kendilerine özgü bir biçimde, insan ve “insan problemleri üzerinde kafa yor”maları, onları adlandırabilmeleri, “dolayısıyla görme ve yaşantı olanaklarını genişlet”meleriyle filozoflaşırlar. Bu nitelikleriyle, aynı tür içinde yapıtlar ortaya koyan yazarlar arasında billurlaşırlar. Özellikle böylesi yazarların imzasını taşıyan “Her halis sanat eseri, ister bir roman, bir oyun veya başka bir eser olsun, bir kişi değerine veya kişilerarası ilişkilerde ortaya çıkan değerlere işaret eder, bu değerleri bize gösterir; çeşitli değerleri olduğu kadar aynı değerleri de çeşitli formlarda ifade eder. Akıp giden kişi yaşamlarının sorunlarındaki değerlere ve değerlendirmelere sınırlar çizerek, bunları bilinçlendirerek gösterir”3 , başta okuru olmak üzere, insana. Edebi ütopyaların yanı sıra, Sartre gibi yazar filozofların ya da Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Tahsin Yücel, Melih Cevdet Anday, Albert Camus gibi, Dünya edebiyatının yerli yabancı filozoflaşan birçok yazarının yapıtları buna örnektir.

Ancak ister filozoflaşan yazarlar olsun, isterse yazar / sanatçı filozoflar, her iki durumda da felsefenin, felsefi olanın edebiyatta var edilmesi, ona içselleşmesi / içselleştirilmesi, edebiyatının neliğine uygun olmak durumundadır. Ki bu felsefenin, felsefi olanın, felsefi düşünüşün yazara içsel, kendisine özgü olduğunda da ona dışsal, yani bir felsefe akımına ya da bir filozofa ait olduğunda da geçerlidir.

Felsefenin, daha doğru bir deyişle, felsefi olanın, felsefi düşünüşün edebiyatta var kılınışının söz konusu iki kanalı da ortaya çıkan yapıtı felsefe olarak nitelemeye yetmez. Hatta ‘yetmez’in de ötesinde, böylesi bir yapıt felsefe değildir. “Felsefi”lik, ne denli öne çıksa ya da birilerince çıkarılsa da özellikle roman, öykü, oyun, nehir şiir, vb. söz konusu olduğunda yapıtın taşıdığı bir dizi özellikten yalnızca biridir. Çünkü edebiyat yapıtının yazarı, ne denli filozof ya da filozoflaşmış olma niteliğine sahip olursa olsun, bu noktada edebiyatın neliğine uygun bir biçimde onun temel araçlarını (anlatımdan olay örgüsüne, kişi ve kişilerin yaratılmasından kurguya, imgeden betimlemeye, ironiden karikatürize etmeye, vb. dek) kullanmak ve onlarla iş görmek zorundadır. Kavramlardan çok sözcüklere sarılmak durumundadır. Hangi konuyu işlerse işlesin, onun işi, yapıtta felsefe yapmaktan çok, göstermek ya da yapıta içselleştirmek istediği kendisinin dışındaki veya kendisine özgü felsefi düşünüşü, bakışı ya da yaklaşımı, bir yandan metnin dokusuna yedirerek, diğer yandan kişi ve kişilerarası olaylarla nesneleştirip ete kemiğe büründürerek, edebi bir tarzda algılanır kılmaktır. Ki bu, felsefi olanın, felsefi düşünüşün, yazarı tarafından bile isteye bir edebiyat yapıtına içselleştirilmesine delalet eder. Edebiyatta felsefenin var edilişinin ya da var olmasının bir boyutu budur. Ve burada yazarın, bilinçli bir tercihi vardır; felsefi olanı yapıtta bilinçle var kılışı.

Edebiyatta Felsefenin Kendiliğinden Varoluşu

Edebiyatta ve onun kapsamındaki türler ve tek tek yapıtlarda, felsefi olanın, bilinçli bir biçimde içselleştirilmiş olmasının yanı sıra, yaygın ve kendiliğinden varoluşu da söz konusudur. Yaygın ve kendiliğinden varoluşu olanaklı kılan ise etik ilişkidir.

Edebiyatın kapsamında kalan ve başta biçimsel özellikleri itibariyle edebilik niteliği taşıyan roman, öykü, oyun türündeki tüm yapıtların ortaklaştığı nokta etik boyuttur, etik ilişki boyutudur. Söz konusu türlerde yapıtlar ortaya koyan her yazar, felsefi olanı bile isteye yapıtına içselleştirmeye çalışsın ya da çalışmasın, bunun farkında olsun ya da olmasın, her koşulda bilinçli ya da bilinçsizce, kişi ve kişileri aracılığıyla etik ilişkilere yer verir. Özellikle çok katmanlı, çok yönlü, çok boyutlu ve çok anlamlı bir niteliğe sahip romanda bundan kaçış yoktur. Etik ilişkiler aracılığıyla değerin ve değerlerin gösterildiği, olumlama ya da olumsuzlama anlamında kişi değerinin ve değerlerinin yeniden değerlendirildiği her tür edebi yapıt, yazarın istemesinin niteliği ne olursa olsun, kendiliğinden felsefi olanı içerir; felsefi bir özellik taşır.

Yazar, roman, öykü, oyun türünde herhangi bir edebi yapıtı, hangi saik, kaygı ya da kabulden; hangi insan anlayışı, dünya görüşü ya da siyasal-ideolojik-dinsel düşünceden hareketle kaleme almış olursa olsun; bu yapıtlarda hem genel olarak metnin anlatısı hem de olay örgüsü ve kişi ilişkileriyle, olumladığı veya olumsuzladığı değer ve değerlere işaret eder, onları göstermeye çalışır. Bunu yaparken, herhangi bir felsefeye, felsefi düşünüşe ya da onların insana, topluma, değere, vb. ilişkin herhangi bir anlayışına dayanmıyor oluşu, yapıtın özellikle etik anlamda felsefi olanı içermekte olduğu gerçeği ve hakikatini ortadan kaldırmaz. Hatta yazarın felsefeyi hiç sevmediği, onu yadsıyıp ondan nefret ettiği, yok saydığı durumda bile…  

Etik ya da Ahlâk Felsefesi

Felsefenin, başlangıcından bu yana var olduğu kabul edilen, üç temel alanı / konusu, varlık, bilgi ve değerdir. Aksiyoloji olarak da adlandırılan sonuncusu, giderek bağımsız birer felsefe dalı, disiplini haline dönüşmüş olan etik ve estetiği içerir. Aksiyoloji, insanın insanla ilişkisinde ve onun kendine nesne edindiği herhangi bir var olana yönelişinde ortaya çıkan eylemleri, bu eylemlerin değerini; bunun yanı sıra, değerin ve değerlerin neliği ve gerçekliğini konu ve problem edinip inceleyen bir alandır.

Etik, bir başka deyişle ahlâk felsefi ise, genel olarak ahlâkın, “Ahlâksal olanın özünü ve temellerini araştıran (…), insanın kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâksal davranışları ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen felsefe dalı”4 dır. Hangi insanın, hangi koşullardaki, hangi eylemlerinin ahlâkî olup olmadığını; bir eylemin ahlakilik değerini taşıyabilmesi için hangi koşulları haiz olması gerektiğini araştıran, kişi vicdanı karşısında değişmez, bütün toplumlar, bütün insanlar için, bütün çağlar boyunca geçerli ve uyulması gereken bir ahlâk yasasının var olup olamayacağını problem edinip sorgulayan bir felsefe disiplinidir. Öte yandan ahlâkî eylemler karşısında ya da onlara ilişkin telaffuz edilen, onların değerini belirtmek için kullanılan “iyi” ve “kötü”nün neliğini sorgulayan bir disiplindir de…   

İnsanın, her davranışı, her eylemi ahlâkî olmadığı gibi ahlâkî bir değere de sahip değildir. Ancak onun belirli koşullara sahip olan ve o koşullarda yapmayı ya da yapmamayı seçtiği her eylemi ahlâkîdir. Dolayısıyla etik, insanın hangi koşullarda yapılmış olursa olsun her tür eylemini konu edinmez. Belli türden ilişki ve davranışlarını konu edinir. Ki bundan dolayı, her tür ilişki “etik ilişki” olmadığı gibi, her türden davranış da koşullarından bağımsız olarak ahlâkî değildir. Bu durumda yanıtlanması gereken temel soru, “Etik ilişki nedir?” ya da “Etik ilişkinin neliği nedir?” sorusudur. 

Etik İlişki

Etik konusundaki çalışmalarıyla öne çıkan felsefeci / filozof İoanna Kuçuradi’ye göre, “Etik ilişki, insanlararası ilişki türlerinden bir tanesi ve en temelde olanı”dır.  Her daim “B e l i r l i   b ü t ü n l ü k t e  b i r  k i ş i nin belirli bütünlükte başka bir kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği insanlarla- değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak yaşadığı her ilişki.”5

Eylem, yalnızca yapmayı değil, yapmaktan vazgeçişi, karşılaşılan, tanık olunan bir olay ya da durum karşısında yapmamayı seçişi de içerir. Dolayısıyla “her etik ilişki hep bir olay içindedir.”6 Yalnızca “belirli bir bütünlüğü olan bir kişinin başka insanlarla” kurduğu ilişkilerin değil, aynı zamanda, “kişinin bir grup üyesi olarak kurduğu bütün ilişkilerin temelinde etik bir ilişki söz konusudur.”7  

Gündelik yaşamın hızla akan ve hızla değişen yaşantılar yumağı içinde kurulan, başını sonunu, arka planındaki saik ve kaygıları, amaçları, niyetleri genellikle bilemediğimiz ve ikinci kez yinelenip yaşanamayan ilişkileri etik boyutuyla değerlendirebilmek çok güçtür. Bundan dolayı, bu tür ilişkiler, bütünlüklü ve etik açıdan değerlendirme söz konusu olduğunda, kişiye yeterli veriyi sağlayamaz. Hem eksiktir hem de kişinin elinden avcundan hızla kayıp gider. En iyi ihtimalle, kişinin etkilenme düzeyine bağlı olarak, onun zihninde nedenlerini, niçinlerini bilemediği izler, izlenimler bırakır.

Gündelik yaşantılar ve olaylar içinde gerçekleşen ve daima biricik olan etik ilişkilerden geriye kalan izleri izlenimleri, Kuçuradi’ye göre, tamamlayıp birbirine bağlayarak eksiklikleri gidermemizi “sağlayan başka bir kaynak vardır: yapıtları; roman, öykü ve oyunlar. Bu yapıtlar, çeşitli eylem olanaklarını çoğu kez temelleriyle birlikte vererek araştırıcıya adımlarını güvenle atabileceği bir zemin sağlarlar.”8 Çünkü yapıtlarda ortaya konan etik ilişkiler, düşsel düşünsel düzeyde tasarlanıp anlatı ve olay boyutunda, tıpkı kişileri ve yapıtın kendisi gibi yazarı tarafından nesneleştirilmişlerdir. Artık o andan itibaren var olanlar evrenine yeni bir var olan ve nesne olarak katılmışlardır. Gerçek yaşamda vuku bulanların aksine, düşsel düşünsel düzeyde varlık kazandıklarından, nesneleştiklerinden dolayı da değişmeden aridirler. Araştırıcıya ya da ilgilisine yeniden yeniden üzerine düşünüp değerlendirmeler yapma, bağlantılar kurup sonuçlar çıkarma olanağı sunarlar. Bundan dolayı da yalnızca ortaya kondukları zaman dilimindeki değil, daha sonraki yıllarda, yüzyıllarda yaşayan insanlar için de geçerlidir bu olanak. 

Ne yazık ki, bu olanağın, edebiyat eleştirmenleri ve özellikle de kitap tanıtımcıları tarafından yeterince ve gereğince değerlendirilebildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Oysa edebiyatta roman, öykü ve oyun yapıtlarının estetik boyutunun yanı sıra etik boyutu vardır. Estetik boyut, biçim özellikleri itibariyle “nasıl anlatıldığı” ile ilgiliyken; etik boyut, ne anlatıldığı, niçin anlatıldığı, yapıta içselleştirilen sorun ya da sorunlar, ortaya konan olay ve etik ilişkilerle ilgilidir. Bir yapıtın değerlendirilmesi ya da eleştirisinde etik boyutun görmezden gelinmesi, üzerinde durulmaması, ortaya konan değerlendirme veya eleştirinin daha baştan, eksiklik bir yana, sakatlıkla malul olduğunun delaletidir. Ve bu bir sorundur.      

Ancak, özellikle kitap tanıtımcılarınca ve yayınevlerinin tanıtım bültenlerine dayanarak kalem oynatanlarca sorun olarak algılanmayan bu sorunun temel nedeni, edebiyat yapıtlarının değerlendirilme ve eleştirisinde, değer biçme ve değer atfetmenin sözüm ona bir eleştiri ve değerlendirme biçimi olarak öne çıkması / öne çıkarılması ve kabul görmesi vardır. Yapıtın değeri ve değerlendirilmesi değil.

Oysa ele aldığı bir yapıtın değerini saptayamayan, onun insan açısından ortaya koyduğu sorunları, etik eylem olanaklarını bulgulamayan ya da bulgulayamayan, yalnızca değer atfetme, değer biçme düzeyinde kalan hiçbir eleştiri veya değerlendirme, yapıta ilişkin olumlu ya da olumsuz anlamda ne söylemiş olursa olsun, edebiyat eleştirisi, edebiyat değerlendirmesi vasfı taşımaz. Böylesi bir eleştiri ya da değerlendirme, en iyi ihtimalle yazanın olumlu ya da olumsuz beğeni duygu ve düşüncelerinin dışavurumudur. Ancak bunun vahim boyutu, özellikle kitap tanıtımcıları söz konusu olduğunda, yayınevleri adına bilinçli ya da bilinçsizce okur avcılığına çıkmak, okura ökse atmaktır.

Sonuç

Edebiyatın neliği, çağlar boyunca değişen anlamı ve gerçekliği dikkate alındığında, tregadyalardan bu yana, özellikle roman, öykü ve oyunlar bazında etik boyutuyla felsefi olan ona içseldir. Bundan dolayı edebiyatta felsefeyi, filozofların düşüncelerinin ya da felsefe akımlarının anlayışlarının edebi yapıtlarda var olup olmamasına indirgememek gerekir. Keza bir yapıtta işlenen konunun felsefe konusu olup olmamasına da… Çünkü felsefi düşünüş konusu yapılamayacak, felsefede konu edinilemeyecek, neredeyse hiçbir şey yoktur.

Bundan dolayı, edebiyatta felsefi olanı bulgulayabilmek için etik onun etik boyutuna bakmak, bunu bulgulayıp kavrayabilmek gerekir. Bunun da yolu, kendinde bir şey olarak edebiyat yapıtının biricikliği temelinde değerinin saptanıp söylediklerine, gösterdiklerine uygun değerlendirilebilmesinden geçer. Değer atfetmek ya da değer biçmekten değil.



**
1 İoanna Kuçuradi, İnsan ve değerleri, sf. 106, Türkiye Felsefe Kurumu yayınları, 1998.
2 a.g.e. sf. 105.
3 a.g.e. sf. 106.
4 Felsefe Terimleri Sözlüğü, sf. 68, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1975.
5 a.g.e. sf. 3.
6 a.g.e. sf. 3.
7 a.g.e. sf. 5.
8 a.g.e. sf. 4.
Edebiyatın Amacı Üzerine Bir Sorgulama

27 Ocak 2012

T.C.'nin Genetiği veya Vicdanı Kirlenmiş Toplum


TC’nin genetiği veya vicdanı kirlenmiş toplum

Fikret Başkaya

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak varoldu. Tevatür edildiği gibi bir “kopuş” söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldır. Elbette bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir “ özellik” veya “orijinallik” değildi. Bu, premodern dönemin Eski Rejimlerinin genel durumuydu. Devletin kutsal sayılması demek, devlet dışında hiç bir şeyin bir önemi ve değeri olmaması demektir. Mevzubahis olan devletse, gerisi teferrüattır ve orada kendi başına bir değeri,  kıymet-i harbiyesi olan başka hiç bir şey yoktur. Devlet çıkarı her şeyi mübâh kılar. Devletin çıkarı ve bekâsı için her türlü cinayet, katliam, suikast, komplo, hile, yalan... gerekli ve meşru sayılır. Bırakın halktan insanları, devletin çıkarı için padişah ailesi mensuplarının katli de son derece olağan bir şeydir. Kardeş, çocuk, ana, baba, hepsi devlet çıkarı için katledilebilir. Başka türlü ifade edersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu “Eski Devletler ailesinde’  devletin bekâsı, aile içi temizliği varsayar ve başka türlü yapması mümkün değildir. Zaten herkes padişahın kuludur. Kulun hakkı yoktur, sadece kulluk yükümlülüğü vardır. Dolayısıyla ilişki yönetenden yönetilene, efendiden kula ve tebaya doğru ve tek yönlüdür.

Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri “savaş devletleridir”. Bu tür devletler varlıklarını savaşa borçludurlar. Varlıkları düşmanın varlığına bağlıdır. Düşmanın da iç-düşman veya dış-düşman olmasının bir önemi yoktur. Bu tür devletler savaş yetenekleri aşındığında tarih sahnesinden silinirler... Savaşla fethedilen yerler yağmalanır, talan edilir, birikmiş hazinelere el konur ve egemenlik altına alınan topluluk bir haraç ödemeye zorlanır. Fakat “büyüme-yayılma ” paradoksunun bir sonucu olarak, bir zaman sonra, üretici sınıf olan köylüden alınan haraç ihtiyacı karşılayamaz hale gelir. Bu durum hem köylü kitlesi [toplum] üzerindeki baskının artmasını hem de yeni savaşları dayatır. Devlet kendi iç çelişkileri sonucu zayıflar ve çöker. Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesine çıkışının, aynı zamanda kapitalizmin de tarih sahnesine çıktığı tarihsel döneme rastlaması, imparatorluğun evrimi üzerinde etkili oldu. Kapitalist üretim süreci kendi dışındaki sosyal formasyonları “biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma, kendi mantığıyla uyumlandırma” dinamiğine sahiptir. Bu dinamiğin bir sonucu olarak, Osmanlı sosyal formasyonundaki aşınma derinleştikçe, yönetici elit, varlığını sürdürmek için kapitalist dünyadan bir dizi kurum, kural, teknik, yöntem, tarz, vb. ithal etme yoluna gitti.  Bu “ona benzeyerek kendini koruma”, devleti yaşatma refleksiydi... Batıdakinden farklı olarak, Osmanlı yenilikleri yeninin, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi korumanın ve sürdürmenin hizmetindiydi. Dolayısıyla yenilik denilenler eskinin üstündeki yamaydı... Yeni ve yenilik denilen düzenlemelerin, kurumların, söylemlerin bir temeli yoktu. Batı’da yenilikler Eski Rejimle ve onun geleneksel idieolojisiyle bir hesaplaşmanın araçları ve sonuçlarıyken, bizde “eskiyi nasıl yaşatabiliriz ” sorusunun cevabı olarak varoldu... Dolayısıyla, eski rejimle ve onun geleneksel ideolojisiyle gerçek bir hesaplaşma ve eskiyi aşma-yeniyi yaratma girişimi hiç bir zaman söz konusu olmadı... Başka türlü söylersek, Cumhuriyet döneminde de devlet Osmanlı İmparatorluğundaki gibi kutsal sayılmaya devam etti. Devletin kutsandığı bir rejimin modernliği de tabii bir retorik olmanın ötesine geçemeyecekti ve geçemedi... Velhasıl retorikle realite arasında bâriz bir uyumsuzluk varlığını sürdürmeye devam etti.

Devletin kutsal sayıldığı yerde “gerisi teferrüat” sayılacağına göre, kullanılan modernist dilin de bir karşılığı olması mümkün değildi. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaş olmaz. Devlet ricâlinin insanlara ‘yurttaşmış’ gibi davranması, öyle bir söylemin varlığı, insanların da kendini ‘yurttaş’ sanmasının reel bir karşılığı yoktur... Orada söz konusu olan ikiyüzlülüğün içselleştirilmesinden başka bir şey değildir... “Yurttaşlık durumu” ancak bir mücadele ile kazanılabilir ve korunabilir... Birileri size: “artık bundan sonra yurttaşsınız” dedi diye yurttaş olunmaz. Zira yurttaşlık, yurttaş bilincini var sayar... İmparatorluğun reayası 1923 de yurttaş olmadı. O zamana kadar ‘padişahın kulu’ olan halk kitlesi, 1923’den sonra artık “vatanın kulu” olacaktı ki, garp cephesinde yeni bir şey yoktu... Vatanın ne olduğu, sahibinin kim olduğu da bilindiğine göre...  Lâkin “eskiyi” yeniymiş gibi sunmayı, daha doğrusu dayatmayı başardılar. Bu işi de esas itibariyle okul ve öğretmen, velhasıl eğitim sistemi sayesinde kotardılar... Dolayısıyla, TC’nin yaklaşık doksan yıldır kolaylıkla irili ufaklı katliamlar yapabilme ve siyasî cinayetler işleyebilme rahatlığını anlamak, sözünü ettiğim geri planı dikkate almadan mümkün değildir. Son on-onbeş yılda, son otuz kırk yılda yapılan katiamları, işlenen siyasî cinayetleri bir hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bu durum, dünün reayasının ve kulunun] bu günün yurttaşı olamayışıyla açıklanabilir. İnsanlar seçimlerde oy kullanmayı matah bir şey sanıyorlar... Seçimlerin bir aldatmaca olduğunun farkında değiller. Seçim oyunu aslında insanları oyuna getirmek için oynanıyor... Oyun kurucular da mâlûm olduğuna göre...

Hırsızın kabahati...

Bir ülkede yaşayan insanların yurttaş bilincinden yoksun oluşu, hak, özgürlük, eşitlik ve adalet bilincinin yetersizliği, devletin katliamlar yapma, insanlık suçu işleme konusunda hareket alanını genişletiyor. İnsanlar yapılan her katliam veya işlenen her siyasi cinayet karşısında sessiz ve tepkisiz kaldıklarında, hem gelecek katilamlara ve cinayetlere ‘onay’ vermiş oluyorlar hem de her katliam ve siyasi cinayetle vicdanları kirleniyor... Bu vesileyle vicdan kirletmeye memur edilmiş, vicdanları en çok kirlenmiş politikacı, akademisyen, gazeteci, yazar,  “konunun uzmanı” denilenlerin pis misyonunu da hatırlamamak olmaz. Bu kesim, yapılan her katliamı, her siyasi cinayeti “haklı” ve “gerekli” göstermek için seferber oluyor... Son Uludere katliamında ortalama insanın, ortalama tavrı utanç vericiydi. En utanç verici olanı da her halde bir kısım ‘pişkin politikacı, hükümet erkanı, televizyonlarda boy gösteren “yorumcu” ve gazete köşelerine çöreklenmiş akl-ı evvellerdi... Söylediklerinin özeti şuydu: “Devlet katliam yapmaz... Benim devletim katliam yapmaz. Benim atalarım katliam yapmaz...” Bu bir kazadır, böyle şeyler olur, zaten her yerde oluyor... ABD bunu her zaman yapıyor... Eğer bütün bu katliamları, sizin devletiniz yapmadıysa, eğer tüm bu cinayetleri sizin devletiniz işlemediyse o zaman bunlar kimin eseridir? Fransa parlamentosunda ‘Ermeni katliamı olmadı’ diyenin cezalandırılmasıyla ilgili yasa teklifi gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan: “ Ben atalarıma katliam yaptı dedirtmem, asıl Fransızlar Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında yaptıkları katliamın hesabını versinler” demişti. Başbakanın bu sözleri bana bir şey hatırlatmıştı. 1967 yılında, Pariste, Albert Chatelet öğrenci restoranında, yemek masasında karşımda oturan iki öğrenciyle sağdan soldan konuşurken, bana hangi ülkeden olduğumu sordular, Türkiyeliyim deyince, “biz Cezayirliyiz ve size kırgınız” demişlerdi... “hayırdır, bu da nerden çıktı” dediğimde, “sizin hükümetiniz Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehinde oy kullandı” karşılığını verince, ben de  “kırgın olmakta haklısınız, lâkin o ayıpta benim bir dahlim yok” karşılığını vermiştim. Sonra isimleri Muhammed ve Abdu olan bu iki sevimli Cezayirliyle yıllarca sürecek dostluğumuz başlamıştı... Eğer Fransızlar Cezayir’de katliam yaptıysalar, Türk hükümeti Fransa’nın tarafını tuttuğunda o katliamı onaylamış, insanlık suçuna ortak olmuş olmuyor muydu? Fakat bu bir istisna değildir. Ne zaman mazlum halklar emperyalizme, koloniyalizme karşı ayaklansalar, özgürlük, bağımsızlık ve  haysiyet mücadelesine girişseler, TC yöneticileri tartışmasız kolonyalistlerin, emperyalistlerin safında yer aldı. Neden aldığının, neden almak zorunda olduğunun tahliline burada girmeyeceğim...

Uludere katliamını haklı göstermek için büyük çaba gösteren akl-ı evveller “ sınırın ötesinde işleri neydi” diyorlar. Bu kuş beyinlilerden bir teki o sınırları kimin çizdiğini sorun ediyor mu dersiniz? Asıl insanlık suçu bizzat o sınırın varlığı değil miydi? Bir aileyi, bir topluluğu ikiye bölen bir sınırın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? İnsanı yaşam araçlarından mahrum eden, açlığa mahkûm eden bir sınırın meşruiyeti olur mu? Kaldı ki, hiç bir gerekçe hiç bir katliamı haklı göstermeye yetmez. Adı üstünde insanlık suçunun gerekçesi olur mu? İnsanlık suçunu gerekçelendirmek ne nemem bir küstahlık ve alçaklıktır? Bu vahşeti ‘haklı’ göstermek için seferber olanlar, vicdanları en çok kirlenmiş olanlardır. Kirlenmiş vicdanlılar toplumun vicdanını da kirletmeyi şimdilik başarıyorlar... Lâkin bu dünyada her şey sonludur... Katliam ve siyasî cinayet TC için istisna değil, kuraldır ve rejimin genlerinde mündemiçtir... Osmanlıda en büyük katliamları yapanlar devlet katında en yükseğe çıkanlardı... Maalesef bu “gelenek”, Cumhuriyet döneminde de geçerli olmaya devam etti... Lâkin şimdilerde bir yenilik de söz konusu... Artık katliamın yolu ‘insansız hava araçlarından’ geçiyor ve bu “yenilik”  “çağdaş” Türkiye’ye ne kadar da yakışıyor... İnsansız araçlar insanlara kimin katledileceğini gösteriyor. Bundan âlâ modernlik, kalkınmışlık mı olur! Artık Türkiye’yi yönetenler “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıktıklarından” emin olabilirler... Şu utanç verici manzaraya bir bakın. Toplum  ne hallere düşmüş... Görünen o ki, bu kepazelik, bu utanç verici durum, TC bir operasyonla [devrimle] temizleninceye kadar devam edecek... Kimse kendini aldatmasın, “hukuk devleti” mavalına aldanmasın... Zaten bu işleri kotarmak için işte böyle bir “hukuk devleti” gerekiyor... Hukuk devletinin ne olduğunu merak edenler Hrant Dink davasına baksınlar... Siz ‘hukuk devleti’ denileni ne sanıyorsunuz? Bütün mesele işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların üstünü örtmekten ibaret değil mi? Bundan âlâ hukuk devleti mi olur? Sevsinler hukuk devletinizi... Devlet tarafından yapılan katliamların, işlenen siyasi cinayetlerin üstünü örtmeye çalışanlar insanlık suçu işleyenlerdir ve bu vicdanı kirlenmişlerin iflah olmaları da, islah olmaları da mümkün değildir...
* http://www.ozguruniversite.org

Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair(I)


Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair [I]

Fikret Başkaya

Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle mücadele” diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır... Tabu söz konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez... “Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok” denecektir...  Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket patronunun veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar neden sorun edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici” kişi, saatte 2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent kazanıyor... Hesap ortada... Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir düşünün... Ve bir tek kişinin 74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada 1 milyar insanın açlıkla cebelleşmesine şaşmak niye?   Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum sanıldığı kadar karmaşık değil!

Mâlûm, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır. Bu, bir kelimenin veya kavramın, başka bir kelime veya kavrama gönderme yaparak varlık kazanmasıdır.  İşte zenginlik ve yoksulluk kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk  olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz. Efendi ve köle, zâlim ve mazlûm, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk, vb. kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti durumunda, çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini varsayar, ona gönderme yapar veya imâ eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve yoksullukla ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir. İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk vardır. Öyleyse yoksulluğu gerçekten sorun eden birinin çözümü nerede bulacağı bellidir. Eğer zengin olmasaydı yoksul da olmazdı...

O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir. Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor? Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara  Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya aykırı kapitalist sistem de geçerli olmazdı.  Doğal yaşam tehdit altında olmazdı... Demek ki, insanlığın ve uygarlığın şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara küçük bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü ifade edersek, bu günkü kepazelik bir  sapmanın sonucu... Herkese ait olması gerekenin, herkesin ortak kullanımına sunulması gerekenin, küçük bir azınlık tarafından gasbedilmesi de hukuk sistemiyle korunup, sürekliliği sağlanıyor... Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması, hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne mantıklıdır, ne de mabûl edilebilir bir şeydir... O zaman geçerli hukuk sisteminin aslında neyi ifade ettiğini de tartışma gündemine getirmek gerekecektir. Hukukla ilgili tartışmayı şimdilik başka zamana bırakarak, asıl konumuza dönelim ama geçerken şu “hukuk” denilenin hukukçulara, “konunun uzmanlarına” bırakılmaması gereken bir şey olduğunu da hatırlatarak...

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma getirdiler, herşeyin sahibi oldular, herşeye hükmeder duruma geldiler. Sadece birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir kralın, hükümdarın, prensin, sultanın, hanın... kulları, köleleri, tebaları durumuna geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu güçlü olanın şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına el koyması demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu ama bir meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette... Bu amaçla ideolojik kölelik veya gönüllü kulluk devreye sokuluyordu... Geçerli durumun “Tanrı’nın arzusu olduğu, efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi yerleştiriliyordu.

Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle birlikte ortaya çıkan burjuva düzeni, Eski'nin mirasçısıydı, önceki dönemde atılmış temeller üzerinde yükselmişti... Fakat, yeni sistemin paraya dayanması, zora, kaba kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu, zira, para parayı çekiyor... Parası olan her seferinde daha çoğuna sahip oluyor, sürecin her ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor, zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor. Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı olmayan, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma yoluna gidiliyor. Özü itibariyle anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm geçerliyken, adaletten, barıştan, özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek ikiyüzlülük değil midir?  Herkesi herkese düşman etmeye göre kurgulanmış, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür? Eğer gerçekten barış amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa da eşitliğin amaçlanması gerekir.  Her kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten söz etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Kapitalizm geçerliyken özgürlük, sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler sınıfının özgürlüğüdür...

Özel mülkiyetin yüceltilmesinin, kutsanmasının ve dayatılmasının gerisinde Batı burjuva düşüncesinde içkin [ mündemiç] bir anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve Yahudi- Hrıstiyan [ Judeo-Chretien] ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski Ahit de: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı... "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. [Eski Ahit [Tevrat]. 27-28. ayetler]. Dikkat edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın, varolun” denmiyor, kendi dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor... O halde herkese ait olanın özel mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/ dayatıldı? Bu işin de bujuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke tarafından kotarıldığı anlaşıyıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the True Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil Government, [1690, chapter 5  ] adlı eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir kısmının özel kullanıma, özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının kullanımdan dışlanmasının gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor. Eğer, diyor John Locke, “ Toprak ve tüm aşağı yaratıklar Tanrı tarafından tüm insanlara bahşedilmişse, her insanın da kendine ait olması gerekir”.... Eğer doğanın ürünlerine bir emek harcanarak sahip olunuyorsa, emek ona bir ilave yapıyorsa, kendi emeğiyle elde edilenden başkalarının hak iddia etmeye hakkı yoktur...” diyor. Bu durumda bireysel sahiplenme [mülkiyet| dışında kalan da başkalarına ait olacaktır... Oysa birilerinin ortak olanı sahiplenip/kullanması, başkalarının her türlü mülkiyetten dışlanması demeye gelir. Eğer özel sahiplenme [mülkiyet]  doğanın kaynağını ve geçmişin mirasını yok ederse, başkalarına ne kalacaktır? Aslında İngiltere'de ve İskoçya'da ortak kullamın konusu olan toprakların özel mülke dönüştürülmesi, toprak lordu kapitalistler tarafından gasbedilmesi, Locke’dan önce başlamıştı, vahşi özelleştirme dalgası ondan sonra da devam etti... Döneme köylü isyanları ve komünist hareketler [ komünist “Diggers” hareketi gibi] damgasını vurmuştu. Artık geçerli burjuva anlayış, ortak kullanım konusu olan şeyleri değersiz sayıyordu. Bir şeyin değerli olmasının koşulu, o şeyin özel mülkiyet konusu yapılmasıydı... Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip olmayı da hak ediyor...’diyor  İngilizcede işlenmeyen toprak, telef edilmiş toprak [waste land] sayılıyor ve Locke oradan hareketle de özel mülkiyeti meşrulaştırıyor. Ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin gerçek değerini lâyıkıyla tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap edersek, emeğe ve doğaya ait olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu görürüz...” Daha sonra faizin devreye girmesi ve kapitalist sürecin olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi” süreci de hızlanıp derinleşecek, her şey çığırından çıkacaktı...

Elbette bu tür bir  mantık ve düşünce sistemi geçerli olunca, özel mülkiyetin meşrulaştırılması, kutsanması, yüceltilmesinde şaşılacak bir şey de olmazdı. O zaman nasıl olup da bir şarkıcının 2 saatte 80 bin TL “kazandığı” da sorun edilmezdi... Çünkü bu parayı emeğinin karşılığı olarak kazanmıştır... öyle ya... Aslında şarkıcının ‘kazandığını’ sandığı ve lüks harcamalarda kullandığı para, gerçekten bir emek harcanarak yaratılmıştır ama bunda şarkıcının dahli son derecede önemsizdir. Asıl emeği harcayan işçilerdir ve şarkıcıya ‘yeteneği’ karşılığında transfer edilen emek sömürüsünün sonucu olandır. Mafyanın el koyduğu için de aynı şey söz konusudur ve emek sömürüsü sonucu yaratılan ve kapitalist sınıf tarafından el konulan değerin mafya tarafından hileye ve şiddete başvurularak el konulan kısmıdır, yani bir transfer söz konusudur. Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia ettiği gibi mülkiyet nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi dayanır? Ya da böyle bir şey mümkün müdür? Eğer bu mümkün olsaydı, âdil sayılabilir miydi?  Farzedelim ki, son derece yetenekli, akıllı, becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b. avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir. Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir... Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir şekilde yetiştirebilir... Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden örtünecek bir şeyler yapabilir... Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine, eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir... Daha fazlasını yapması pek mümkün değildir... Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya finans grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi... Belki istediği her şeye... Demek ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka faktörlere bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından, becerisinden neşet eden bir şey değil... Başka türlü ifade edersek, emeğin hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.

Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın katkısı; 2. Geçmiş nesillerin  mirası olan bilgi, beceri teknik yetenek, alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan neslin gerçekleştirdiği işbirliği [sosyal emek]... İşte bu gün emek verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin gerisinde esas itibariyle bu üçü bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal edilebilir değilse de son derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak ürün doğanın, geçmiş ve mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür ediyor. Eğer öyleyse, herkese ait olması gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi, sahiplenilmesi, özel mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru, dolayısıyla kabul edilebilir değildir... Lâkin hukuka uygundur... Yasaldır... En zengin Amerikalı Bill Gates’in 59 milyar dolar serveti olduğu biliniyor. Yukarıda saydığımız üç unsur dikkate alınsaydı, Bill Gates’in sahip olması gereken en çok ne kadar olabilirdi dersiniz? Bu gün sahip olduğunun kaç milyonda birini hak ederdi? Elbette ortak zenginliğin özel kişiler [kapitalistler ve çevresi] tarafından bu şekilde ele geçirilmesi, özel mülk durumuna getirilmesi, lüks tüketimle yok edilmesi, sadece insânî, sosyal, politik olumsuzluklar ve kötülükler ortaya çıkırmakla kalmıyor, doğa tahribatına, ekolojik bozulmaya, velhasıl yaşamın temelinin aşınmasına da neden oluyor. Bu temel dengesizlik ve eşitsizlik, bir dizi tehlikeli dengesizliğe de kaynaklık ediyor. Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü olan servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi tarafından yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek ve etikten, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz edilecek... Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana kadar inanabilir? 

Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip olunması durumudur... Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı kalmıştır. Bu bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan ayrımının yapılması önemlidir. Sahip olma dürtüsü de , farklı olma isteğinden bağımsız değildir. İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı bir mârifet sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi olmama” bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor...

Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve; 3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını oluşturuyorlar. Bilindiği gibi gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi sınıflardan ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar, eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim araçlarının ve yaşam araçlarının  özel mülkiyetine sahip olmaları, mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el koymalarına imkân veriyor.

Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışlığının da aşılması gerekir: Birincisi,  mülkiyetten söz edildiğinde bir kere özel mülkiyet kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için gerekli olan üretim ve tüketim araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip olmakla o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye, başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir...

İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı olanın özel şahışlar tarafından sahiplenmesini haklı gösterecek hiç bir haklı ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan, ‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya girmek için de hiç bir engel yoktur...

Zaten özel mülkiyetin gerekliliği ve vazgeçilmezliğine dair ileri sürülen bildik argümanların hiçbir bir inandırıcılığı yoktur. Gelecek yazıda özel mülkiyetin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair tartışmayı sürdürebiliriz...
* http://www.ozguruniversite.org